Kategori arşivi: Aile Sağlık

Mutlu Bir Evlilik Mi İstiyorsunuz?

Kenan, avucunu açmış kendisine doğru elini uzatan adama ters ters baktı. Elli yaşlarında gösteren adam, görmeye alıştığı hırpani kıyafetli dilencilere benzemiyordu. Üzerindeki giysiler eski fakat temizdi. Eli yüzü temiz ve sağlıklı görünüyordu.

Sapa sağlam adam gidip çalışacağına dileniyor, belki benden daha zengindir” diye düşündü. Zaten canı çok sıkkındı, birde sinirlenmişti.

Alaycı bir ses tonuyla:

“Ekmek parası mı istiyorsun?” diye sordu.
Hayır, çikolata parası lazım!

Kenan’ın kızgınlığı şaşkınlığa döndü. Espri yeteneği olan dilencinin hali de başka oluyor, diye düşündü.

“Niye siz ekmek bulamayınca çikolata mı yiyorsunuz?
“Hayır. Ekmek bulamadığımız günler genellikle bulgur pilavı yeriz, onu da bulamadıysak aç yatarız.”

Kenan adamın ciddi mi konuştuğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlayamamıştı.

“Bu gün karnınız doydu üstüne tatlı mı istedi canınız?”
“Fakirin canı mı olur ki, tatlı istesin beyim.”

“Bu bir kamera şakası mı yoksa sen iş bulamamış stendapçı mısın?”

“Hiçbiri değil. Sadece fakirim. Bugün karımın doğum günü, ona çikolata götürmek istiyorum.”

“Doğum gününde yaş pasta alınır bildiğim kadarıyla.”

“O bizim için değil zenginler için. Otuz yıllık evliliğimiz boyunca ona bir kez bile yaş pasta alamadım. Ama her doğum gününde mutlaka çikolata götürdüm. Çikolatayı çok sever.”

Adamın söyledikleri Kenan’ın dikkatini çekmişti. O akşam karısıyla kavga etmiş, kapıyı çarpıp kendini sokağa atmıştı. Arabasına da binmemiş sahile kadar yürümüştü. Denizi seyretmek de onu rahatlatmamıştı. Oysa eskiden denizi seyrederken çok rahatlardı.

Dalgalar sıkıntısını alıp götürürdü. Fakat karısının evde ağlıyor olduğunu bildiği için olsa gerek, hiçbir şey onu rahatlatmıyordu. Dilenciyle konuşurken biraz kafası dağılmıştı.

“Acaba söyledikleri gerçek mi, yoksa uyduruyor mu” diye düşündü.

“Cebinde bir çikolata alacak para yok mu şimdi?”

Kenan’ın sorusu üzerine adam ceplerini boşalttı, bir nüfus cüzdanından başka bir şey çıkmadı.

Ben dilenci değilim. İşim yok. Günlük çalışırım, ne iş bulursam yaparım. Fakat bu gün bütün gün iş aradım, aksilik bu ya, hiçbir iş bulamadım.

Kenan oturduğu bankı işaret ederek yer gösterdi.

“Oturun biraz dertleşelim bari dedi. Adam çekingen çekingen oturdu yanına.”
“Yok, mu eşin dostun, borç alacak akraban?”
“Fakirin akrabaları da fakir olur beyim. Bulurlarsa kendi karınlarını doyururlar.”
“Dilenecek kadar çok mu seviyorsun karını?”
“Hem de çoook. Otuz yılımı aydınlattı o benim.”
“Hımmmm. Aşk hem de otuz yıl süren aşk. Hayret doğrusu! Aşkın ömrü en fazla üç yıl diyorlar oysa. Sen otuz yıldan bahsediyorsun.”
“Evet. Geçen yıllar sevgimi azaltmadığı gibi artırdı.”
“Söyle o zaman nedir evlilikte mutluluğun sırrı? Söylediklerine bakılırsa sen mutluluğun formülünü bulmuş gibisin.”
“Ben ilkokulu bile bitirmedim. Öyle formül falan bilmem beyim!”
Formül dediysem kimya formülü sormuyorum canım. Bende altı yıllık evliyim. Sevdiğim kadınla evlendim, fakat mutlu değilim. Sürekli kavga ediyoruz. Daha iki saat önce kapıyı çarptım çıktım. Evimiz, arabamız, işimiz, gücümüz, her şeyimiz var, ama mutlu değiliz. Senin hiçbir şeyin yok, ama mutlusun. Para mı acaba bizi mutsuz eden?
Hiçbir şeyim yok mu? Hayır, benim her şeyim var. Benim karım her şeyim, eşim, arkadaşım, hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insandan daha değerli ve daha önemli ne olabilir ki dünyada? Sizin ev, araba, iş diye her şey dediğiniz şeylerdir aslında hiçbir şey olan.
“Öyle deme, şu kadar varlığın içinde bile karım her şeyden şikâyet ediyor. Bir de fakir olsam kim bilir ne olur?”
Altın tasın, kan kusana faydası yoktur beyim. Sen kadın ruhunu hiç anlamamışsın. Hiçbir kadın iyi bir evde oturduğu, her gün çeşit çeşit yiyecekler yediği için mutlu olmaz. Bir kadın, kocasının her şeyi olduğunu bildiğinde ancak mutlu olur.
“Sizin mutluluğunuzun sırrı bu mu?”
“Olabilir. Ben karıma değerli şeyler alamıyorum ama ona benim için ne kadar değerli oldu unu hissettiriyorum. O da çok mutlu oluyor.”
“Bir kadına değerli olduğunu nasıl hissettirilir?”
“Küçük kızı severek.”
“Küçük kız mı? Hangi küçük kız?”
Yaşı kaç olursa olsun her kadının içinde hiç büyümeyen bir küçük kız vardır. O kızı ne kadar çok sever, ne kadar çok mutu edersen, o kadını da o kadar mutlu edersin.
“Nasıl yani?”
Küçük kız neleri sever, nelerden hoşlanır bir düşünün. Küçük kızlar hep beğenilmek, ilgi görmek isterler. Güzel olduklarını duymaya bayılırlar. Kendilerine prensesmiş gibi davranılmasını beklerler. Küçük kızlar hep prenses olmayı hayal ederler. Sürprizlerden hoşlanırlar. Biraz şımartılmak isterler. Sevilmek ve sevildiklerini hep duymak isterler. İltifata doymaz küçük kızlar. Öyle değil mi?
“ Haklısın. Benim dört yaşımda bir kızım var. Adı Aylin. Her akşam boynuma sarılır “babacığım beni ne kadar seviyorsun?” diye sorar. Giysisini değiştirdiği zaman etrafımda “Baba güzel olmuş muyum?” diye sorar durur.
“Güzelsin demem de yetmez ona. Harikasın prenses gibi olmuşsun” demeliyim. “Dünyanın en güzel kızı” demeliyim.
İşte kadınlar bir ömür boyu bunu duymak isterler. Ben elli yaşındaki karıma böyle davranıyorum. Ömrümüz olurda seksen, doksan yıl da yaşarsak ben ona böyle davranmaya devam edeceğim.” Ona “bebeğim” diye hitap ediyorum çok hoşuna gidiyor. “Bebeğim bana bir çay yapar mısın?” dediğimde çay yapmak için nasıl koşturduğunu görmelisiniz.
“Hiç kavga etmez misiniz siz?”
“Kavga evliliğin tadı tuzudur. Arada biz de tartışırız. Küsüp barışmanın tadı ayrıdır. Benim karım bir keçi kadar inatçıdır. Onunla barışmak için uğraşmak ayrı bir keyif verir bana.”
“Benim eşim çok ciddi kadındır. Hiç küçük kız havası yok onda.”
“Küçük kızlar büyüdükleri zaman artık sevgi, ilgi istemeye utanırlar. En ciddi ya da en yaşlı kadının bile o küçük kız mutlaka vardır. Yeter ki sen o tatlı kızı sevindirmeyi, mutlu etmeyi bil. Ve o küçük kızı asla aldatma. Yoksa bir daha sana güvenmez ve ne yaparsan yap hep kuşkuyla bakar. Küçük kızlar hem çabuk mutlu olurlar hem de çabuk kırılırlar. Çok narindir onlar. Hoyrat elleri sevmezler. Yumuşak dokunuşları severler.”
“Bu tavsiyeni deneyeceğim. Fakat her zaman yapabilir miyim bilmiyorum. Bazen işlerim çok yoğun oluyor o zaman eve çok yorgun gidiyorum.”
“Bu sadece bir bahane. O küçük kızı mutlu etmek dünyanın en kolay işi. Çoğu zaman birkaç tatlı söz yeterli olur. Sen o küçük kızı mutlu ettiğinde karşılığını fazlasıyla alırsın. Artık o seni rahat ettirmek için elinden gelen gayreti gösterir. Karısı mutlu olmayan erkek mutlu olamaz. Mutlu olmak isteyen erkek önce hayat arkadaşını mutlu etmelidir. Düşünsene somurtkan, mutsuz, sürekli söylenen biriyle yolculuğa çıksan ne kadar mutlu olabilirsin.”
“Haklısın da bende bütün gün ailem için çalışıp yoruluyorum.”
Yine para, yine dış sebepler. Evet, para önemli ve gerekli ama kadınlar para için erkekleri sevmezler. Para geçici mutluluklar verir. Kadınlar hediye almayı severler. Paran varsa hediye al tabi. Ama hediyeyle mutlu olmasını bekleme. Hediyenin yanına sevgini katmazsan hediyenin bir anlamı yoktur. Benim hiçbir zaman çok param olmadı. Günlük kazandım günlük yedik. Bazen aç kaldığımız günler oldu. Hiçbir zaman karımın kulaklarına altın küpe takamadım ama her zaman aşk sözleri fısıldadım. Hiçbir zaman boynuna pırlanta gerdanlık alamadım ama hep öpücüklerle sevdim boynunu. Hiçbir zaman ona ipek elbiseler giydiremedim ama kendi bedenimle ipek elbise gibi yumuşacık sardım bedenini ve mutlu ettim onu.

Adam ayağa kalktı.

“Bana müsaade, artık gitmeliyim, karım merak eder. Sende git evine küçük kızın gönlünü al, belki o küçük kız şimdi evde ağlayıp duruyordur.”

Kenan de ayağa kalktı. Kuvvetlice elini sıktı.

“Sizi tanıdığıma çok memnun oldum.”

Elini bıraktı koluna girdi. Yolun karşısındaki pastaneyi gösterdi.

“Hadi gel eşin için şuradan çikolatalı pasta alalım” dedi.

Pastayı aldılar. Adam hayatında ilk defa karısına yaş pasta götürmenin mutluluğuyla, bin bir teşekkür ederek evinin yolunu tuttu.

Kenan de pastanenin yanındaki manavdan karısının en sevdiği meyvelerden aldı.

Evine geldiğinde karısı şişmiş gözlerle mutfak masasında oturmuş su içiyordu. Kenan hiç konuşmadan meyveleri büyükçe bir tabağa döküp yıkadı, sonra eşinin önüne koydu.

“Bunlar dünyanın en şanslı meyveleri” dedi. Belma hiç konuşmadı.
“Sorsana, niye diye.

Belma kızgın:
“Niye?” diye sordu.
Çünkü dünyanın en güzel ve en tatlı kadının midesine gidecek” dedi gayet ciddi bir ses tonuyla. Belma şaşırmıştı. Bir anda yüzünün ifadesi yumuşamıştı.
“Bunlar senin sevdiğin meyveler, senin için aldım.”
“Hayret bir şey! Her zaman kendi sevdiğin meyveleri alırdın. Benim hangi meyveleri sevdiğimi iyi hatırlamışsın. Aslında bu her zaman beklediğim, istediğim bir şeydi. Ama şimdi kıymeti yok. Çünkü sana çok kırgınım, meyve alarak gönlümü alamazsın.
“Özür dilerim seni kırdığım için.”
Sonra Kenan yere diz çöktü.
“Cezam neyse razıyım. Ama bir tek şey istiyorum senden. Seni delice seven bu adamı senden mahrum etme.”
Kenan yere çömelmiş, boynu bükük bir vaziyette çok komik görünüyordu.

Belma kıkır kıkır gülmeye başladı.

“Affetmek o kadar kolay değil. Bakalım hangi cezalara katlanabileceksin” dedi.

Kenan işte o zaman ona muzip muzip bakan eşinin içinde sakladığı küçük kızı gördü. Bundan sonra her şey daha farklı olacak diye düşündü.

Altın ne oluyor, can ne oluyor,
İnci mercan da nedir?
Bir sevgiye harcanmadıktan
Bir sevgiliye harcanmadıktan sonra…

Mevlana

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Evliliğinizin Kaçıncı Kilometresindesiniz Kitabından Alıntıdır…

Profesyonel çocuklar

BUNDAN YAKLAŞIK yirmi sene önceydi. Eski tâbirle ortaokul üçüncü sınıftaydım. Henüz öğrencilerin at gibi o sınavdan bu sınava koşturdukları, anne babaların da kendilerini çocukları üzerinden gerçekleştirmeye ve ispatlamaya çalıştıkları bir dönem gelmemişti, ama ayak sesleri hissediliyordu.

Birgün babamın beni hafta sonları Fen Lisesi sınavına hazırlık için dershaneye kaydettiğini öğrendim. İki hafta kadar devam ettim dershaneye. Ancak hafta içi okul için erken kalkmanın üstüne hafta sonları da dershane için kalkmak eklenince, kendime ait hiçbir günüm kalmamıştı. Babama ‘Ben dershaneye gitmek istemiyorum’ dedim. Sağ olsun babam da beni hiç zorlamadı. ‘Sen bilirsin’ dedi. Ben de bildiğimi yaptım ve sene sonunda Fen Lisesi’ni kazanamadım, ama hiçbir zaman bu tercihimden ötürü pişman olmadım. Fen Lisesi uğruna geride yaşanmamış bir çocukluğum kalsaydı eminim şimdi çok mutsuz olurdum.

Şimdiki nesiller benim kadar şanslı değiller. Onlara baktığımda gerçekten üzülüyorum. Benim sekizinci sınıfta kaldıramadığım tempoyu şimdi dördüncü beşinci sınıfta kaldırmak zorundalar. Üstelik, bundan bir iki nesil önce neredeyse bütün anneler evlerinin hanımıyken, şimdiki annelerin büyük çoğunluğu başkalarının işlerinde çalışmaktalar. Yani çocuklar, bu temponun üzerine bir de annesiz büyümeyi kaldırmak zorundalar.

Bu nesle kayıp kuşak da deniyor, ama ben “profesyonel çocuklar” demeyi tercih ediyorum. Kusura bakmayın çocuklar… Daha bir yaşınızı bile bulmadan annelerinizden ayrılmanız gerekiyor. Şanslıysanız âhir ömürlerinde torun sevmek yerine torun bakmak zorunda kalan anneanne veya babaannelerinizle büyüyeceksiniz. Ya da bakıcı diye biri olacak hayatınızda. Belki ona da anne diyeceksiniz, ama olsun. Gerçek anneleriniz sizin için(!) çalışmak zorundalar. Biraz büyüyünce kreşlerle tanışacaksınız. Bütün gün yine orada olmak zorundasınız. Anneniz kreş parası kazanmak için başka kapılarda olacak. Sonraları yine hep bir yerlere emanet yaşayacaksınız. Aynı zamanda bir sürü sınav ve hedef peşinde koşturacaksınız. Profesyonel çocuk olmak zorundasınız yani.

Truman Show filmindeki gibi, kendi hayatımızı yaşadığımızı zannederken, aslında başkalarının yazdığı filmde bir figüran olduğumuzu düşünüyorum bazen. Hayatımızın parametreleri çoğunlukla bizim tercihlerimiz dışında, bizim dışımızdaki bir dünyada belirleniyor. Neleri yiyeceğimiz, nerelere gideceğimiz, neleri giyeceğimiz, vs. Ve bu hedeflere ulaşmak uğruna çocuklar bile feda edilebiliyor. Hem de onlar için olduğu kandırmacasıyla…

Bence iyi anne baba olmak, çocuklarına çok fazla maddî imkân sağlamakla eş değer değildir. Çocuklara anne-baba olarak kaliteli zaman ayırmak, maddî imkân hazırlamanın önünde gelir. Ancak, özellikle çalışma hayatıyla birlikte çocuklarından ayrı kalan anneler, çocuklarını maddî imkânlara boğarak, yaşanmamış birlikteliklerin vicdan azabını hafifletme peşindeler. Bunun sonucu da, hayattan erken yorulmuş, şımarık ve bencil karakterde çocuklar olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik bu çocuklar ömür boyu kendilerini çocuk zannedip, bitmeyen bir çocukluk yaşamanın peşinde koşuyor.

Bu durum gelecek nesiller adına çok ciddî bir problemdir. Zira bu hayat anlayışı, çocuklarımızı tüketiyor. Daha yolun başında yorgun düşüyor çocuklar. Yoksa henüz 17 yaşındaki bir genç ardında, “Hayata tutunamadım. Herkesten özür diliyorum” diye bir not bırakarak neden intihar etsin ki?

Bırakalım da çocuklarımız gerçekten çocuk olsunlar. Zira pek çok şeyin sahteleştiği bir dünyada, profesyonel çocuklara değil, masumiyetin ve saflığın simgesi olan gerçek çocuklara ihtiyacımız var.

Hasan Yükselten

Karakalem

Evimde müthiş bir yangın var: İçinde çocuklarım yanıyor…

Bediüzzaman, hayatının gayesini, moda tabirle vizyonunu: “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmağa koşuyorum.” Ve “hey efendiler ben imanın cereyanındayım, karşımda imansızlık cereyanı var” şeklinde özetlemektedir. Üstad, yazdığı eserlerle, küfrün bel kemiğini kırdığını ifade eder. Hakikaten bugün küfür teorik olarak iman hakikatleri karşısında mağluptur ve mecalsizdir.

Hâl böyle iken, imtihan sırrının gereği olarak, sorular değişmiş, muhatap olunan farklı zorluklar ve durumlar ortaya çıkmıştır. İman ve inanca dair birçok meselesini inançlı insanlar, aileden başlayarak sosyal hayatın en geniş dairelerine kadar, “inandıklarına uygun yaşayamama” sorunu ile karşı karşıyadır.

Aslında bu mesele, küçük yaşlardan itibaren aile içinde baş gösteren ve zamanla merkezden muhite yayılan bir problemdir. Evet, bu sorunun temel unsurlarından biri, hemen herkesin evinde irili ufaklı sayıca bir ya da birden çok olan “Televizyon” ve onun kanalları aracılığı ile surda açılan gediklerdir…

Evet, televizyonla müslümanın tahassüngâhı (sığınağı) olan aile hayatında gedikler açılmıştır.

Evet televizyonla, “bir nevi cennetimiz olan ailemize” haramiler, zebaniler dalmıştır…

Evet televizyonla, telaffuzundan bile rahatsız olduğumuz bir çok şey, gözlerimiz önüne serilerek zamanla ülfete akabinde ünsiyete dönüşmüştür…

Televizyon sayesindedir ki, inandığımız gibi yaşayamadığımız için yaşadığımız gibi inanmaya başlamışızdır.

Bizler, çok masum olarak evlerimize giren televizyonlar sayesinde, önce, “dilediğimiz kanalları tercih ederiz, istemediklerimizi seyretmeyiz” gibi masum görünen, bir düşünceye kapıldık.

Hatta “el kadar” çocuğumuzu” sakinleşsin ya da ev işleri yapan anneye problem çıkarmasın diye saatlerce televizyonun karşısında oturttuk.

Ve çocuk televizyona bağımlı olarak büyüdü gelişti, genç kız ya da delikanlı oldu…

Okuldan geldiğinde apar topar yemeğini yiyip oturdu karşısına ve ta bebeklik çağından itibaren bilinçaltına gönderilen mesajlarla kafasında “rol modeller oluşturmaya” başladı. Falanca televizyon programlarındaki kahramanlar gibi konuşmaya, filanca gibi giyinmeye kısaca “başkaları gibi” yaşamaya başladı. Derken biz her defasında, “bazen çok sert tepkilerle, bazen anlatarak, bazen ikaz ederek ama her defasında yorgun ve bitkin” ama gerçek suçlu ya da sorumlunun “kendimiz olduğunu” da çok defa unutarak yenik düştük.

Saygı beklerken gördüğümüz hırçınlıklar, “aslında ben onlar için ne kadar da fedakârlık yapmıştım” diye sızım sızım sızlattı içimizi…

Yine fedakârca çıktığımız alış verişlerde “giyecek” konusunda yaşadığımız tartışma ve çatışmalarla, bir kez daha yenildiğimizi hissettik. Kızımız bizim istediğimiz gibi değil, televizyonda gördüğü, mp3’ten şarkılarını dinlediği “rol modeli” gibi giyinmek istiyordu.

Kısaca, cennetimiz olan ailemiz, servetimiz olan çocuklarımızla birlikte saadetimiz, huzurumuz, sevincimiz… bir bir elimizden uçup gidiyordu…

Sahi nerede yanlış yapmıştık, samanlıkta kaybettiğimizi ne zamana kadar dışarıda arayacaktık?

Üstad, “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstahak olur” diye buyurmaktadır.

Suçu kendimizde aramaya başlayınca, çözümde beraberinde gelmeye başladı. Evet, biz her ne kadar kapılarımızı çelikten, pencerelerimizi demir korkuluklardan yapmış olsak bile, televizyonla hem kafamızı hem kalbimizi açmıştık dışarıya. Sorgusuz ve hesapsız bir şekilde.

Evet dostlar, gün, “Zararın neresinden dönsek kârdır” hesabı bu gidişe bir dur deme zamanıdır.

Sığınağımız olan evlerimizi yeniden bir cennet bahçesine çevirmek için,

-Dur demeliyiz televizyona…

Ta ki aile meclislerimizi yeniden kurabilelim.

Ta ki birbirimizi anlama ve dinleme imkanı bulabilelim.

Ta ki hedeflerimizi ortaklaşa tespit edip sağlıklı kararlar alabilelim…

-Dur demeliyiz televizyona,

Ta ki okuma saatlerimiz olsun hep birlikte,

Ta ki namazlarımızı kılalım cemaatle…

Ta ki Eğlence saatlerimiz olsun topluca,

-Dur demeliyiz televizyona;

Ta ki tesbihatlarımızı yapalım huzurla,

Ta ki Dersimizi okuyalım sırayla,

-Dur demeliyiz televizyona;

Ta ki Kur’anımızı öğrenelim doğruca

Hadisler ezberleyelim güzelce

İlahiler, gazeller, okuyup huzurla dolalım zevkle coşalım…

“Yitik sevdamızı, kaybolan saadetimizi geri getirmek adına!”

Dur diyelim televizyona…

Halim Ulaş

RisaleHaber

‘Başarının Manevî Sebepleri!’

Prof. Dr. Faruk Beşer Hocaefendi, başarının maddi sebeplerinden başka manevî sebeplerini de sıraladığı “Başaranın Manevî Sebepleri” kitabında, kontrol altına alınmayan haset duygusunun da başarıyı önlediğine ait misaller vermiş, herkeste bulunan bu haset duygusunun kontrol altına alınması gereğine dikkatimizi çeken önemli tespitlerde bulunmuştur. Hemen hepimizi ilgilendiren bu teşhis ve tespitlerden kısa bir bölüm okuyoruz:

“Etrafımda nasıl kazandıklarını, ya da nasıl kaybettiklerini merak ettiğim insanlar vardır. Bazıları ortanın altında bir zekaya sahiptirler. Zengin olmayı gerektiren maddi bilgileri de yeterli değildir. Buna rağmen Allah (cc) onlara adeta “yürü ya kulum!” demiştir ve hiç ummadıkları yerlerden kazançlar elde ederler.. Sebebini araştırdığınızda bunların iki özellikleriyle karşılaşırsınız:

-Biri dürüstlükleri, biri de hasetten arındırılmış temiz duyguları!.

Elbette başarının sebebi sadece bu iki hasletten ibaret değildir. Başka maddi sebepler de gereklidir. Ama o maddi sebepler olmadan da başarının ulaşılabilecek bir limiti vardır ve o temiz düşünceli dürüst insanlar, sırf bu hasetten arındırılmış temiz duygularıyla o limite kadar çıkabilmekteler.

Gariptir ki, bunların karşısında zeki, gayretli, bilgili ve birikimli, hatta son derece dindar, helali haramı bilen, kimsenin hukukuna zarar vermeyen.. nice insanlar da görmüşümdür ki, zarardan zarara, iflastan iflasa gitmişlerdir.

Baştan bu tür insanlar beni çok düşündürmüştür. Nasıl olur, sermayeleri var, zekâ, akıl ve bilgi seviyeleri yeterli, ama buna rağmen tuttukları taş oluyor, bir türlü başarıya ulaşamıyorlar?

Nihayet bu durumun en büyük sebeplerinden birinin; “Duygulara hakim olamamak ya da duygu yönetimini becerememek olduğu kanaatine vardım.”

Unutmayın, birisinin kazanması sizi rahatsız ediyorsa, kaybetmenizin en büyük sebebini siz kendi nefsinizde oluşturuyorsunuz demektir..

Burada akla şu soru takılabilir:

– Haset etme duygusu öyle ya da böyle her insanın içinde vardır. Başkasındaki bir varlığı gördüğünde çoğu insanın yaşadığı ilk duygu, onu kıskanıp bundan rahatsız olmasıdır!.

Bu doğrudur. Ama bu duygu derhal bilgi ve akıl programlarıyla kontrol altına alınırsa haset olmaktan çıkar ve en nihayet ‘caiz olan’ gıptaya, beğenmeye dönüşür.

İşte bu noktada akıllı Müslüman adam şöyle düşünmelidir:

-Bu varlığı ona veren Allah’tır ve Allah hakimdir, yanlış iş yapmaz. Sonra benden alıp ona vermiş de değildir. Ona bu varlığı vermesinin mutlaka birtakım sebepleri vardır ve o sebepler işte bu sonucu doğurmuştur. Benim onu kıskanmam ve onun bu varlığının olmamasını istemem Allah’ın da hoşuna gitmez. Çünkü bu aynı zamanda Allah’ın seçimini isabetsiz bulmuş olmam anlamına gelir. Öyle ise bundan rahatsız olmamalıyım, hatta buna sevinmeliyim. Allah’ın hoşuna giden duygu ve tavır budur.

Bunları biliyor, düşünüyor, ama yine de bu duygudan bir türlü vazgeçemiyorsa, o zaman yapacağı şey, Allah’a sığınmak, çekemediği o başarılı adam için dua etmektir. Nefsi başkasının elde ettiği varlığı kıskanıyorsa, aklıyla: Allah’ım, ona helalinden daha fazlasını ver, diyebilmelidir, demelidir de..

Allah Resulü Efendimiz’in (sas) şu sözleri bu açıdan çok anlamalıdır:

– “Sizler kendiniz için istediğinizi kardeşiniz için de istemedikçe gerçek mümin olamazsınız!.”

Görebildiğim kadarıyla bu haset ve başkalarının zararına sevinme duygusu, nice kendisini akıllı sanan insanları iflasa, başarısızlığa, hatta hüsrana sürüklemiştir. Bundan kurtulmak kolay değildir. Ama mümkündür. Bundan kurtulmadıkça da başarılı olmak mümkün değildir.

Efendimiz’in sözlerini bir de böyle dünyaya bakan yönleriyle de anlamak gerekir:

-” Ateş odunu nasıl yiyip bitirirse, haset de insanın başarı çalışmalarını öyle yiyip bitirir!.”

Demek başarının manevî sebeplerinden biri, belki de en birincisi, duygularını kontrol altına alarak başkalarının başarısına haset duymamak, tam aksine memnun olup dua etmektir ki, benzeri bir başarıya kendisi de layık hale gelmiş olsun!.

” Başarının Manevî Sebepleri” -Nun Yayıncılık

Ahmed Şahin / Zaman

Ailede Değerler Sisteminin Önemi

İyi evlilik, çatışma olmayan evlilik değil, çatışmaların doğru halledildiği evliliktir.”   Zig Zaglar

Bir ülkede güven ve sükûnet ortamının tesis edilmesi için kural ve kanunların konulması ve uygulanması ne kadar önemliyse bir ailede de eşler arasında ortak değerlerin oluşturulması o kadar önemlidir. Nasıl ki kanunları olmayan veya kanunlara uyulmayan bir ülkede anarşi ve kaos ortamı oluşursa, ailede ortak değerler sistemini oluşturamamış bir evlilikte de kavga ve gürültü eksik olmayacaktır. Ailede “ortak değerler her şeyden önce temel bir güven ve hoş görü üzerine kurulmalıdır.” Sağlıklı ailelerde bu ortak değerlerin içerisinde; muhabbet, merhamet, özür dilemeyi bilme, pişmanlık duyma ve bunu karşı tarafa bildirme, bağışlama gibi davranışlar temel ilke olarak benimsenmelidir.

Sanıldığının aksine eşlerin kişiliklerinin, evliliğin mutlu ya da mutsuz olmasında ki temel faktör olmadığı, esas temel faktörün eşlerin kendi aralarında ki değerler sistemini oluşturup ona bağlı yaşamalarının olduğu söylenilebilir. Çünkü “İnsanları mutlu eden değerler sistemlerinin ortak olmasıdır.

Kendini evliliğe hazırlayan tüm bireylerin kendilerine ve eş adaylarına sormaları gereken bazı temel sorular olmalıdır. Bu sorulara verecekleri cevaplar “Aile şirketinin” sağlıklı yürüyüp yürümeyeceği konusunda kendilerine kılavuzluk edecektir. Bu sorulardan bazıları:

“Aile olmanızın temel amacı nedir?”

“Nasıl bir aile olmak istiyorsunuz?”

“Eşinizin ve siz bir aile olarak topluma neler verebilirsiniz?”

“Evlilik müessesesi hakkında yeterli bilgiye sahip misiniz?”

“Ailenizin geleceği hakkında ortak bir planınız var mı?”

“Evlilikteki ve hayattaki öncelikleriniz nelerdir?”

Bu soruları çoğaltmak ve çeşitlendirmek mümkün, fakat maalesef bizim toplumumuzda evliliklerin genelinde sorulmayan ve sorgulanmayan bu ve benzer durumların ileride eşler arasında sıkıntıların temelini oluşturuyor. Hele bir evlenelim Allah Kerim mantığı ile kurulan evlilikler genelde yürümüyor. “Kervan yolda düzelir” mantığı daha nişanlılık arifesinde sorun yumağı olarak karşımıza çıkıyor.

Ailede temel değerler sisteminin oluşturulmasının amacı elbette ki eşlerin birbirlerini cezalandırması, kısıtlaması ve birbirlerine üstünlük yarışına girmeleri değildir. Bu sistemi oluşturmakta ki maksat; birlikte mutlu olmak, gelişmek, ilerlemek ve olgunlaşmaktır. Burada göz ardı edilmemesi gereken en önemli unsurlardan biri de; hiç bir kural ve kaide belirlemeden yuva kuran ailelerin yanı sıra koyduğu kural ve kaidelere obsesyon (takıntı) derecesinde bağlı olan ailelerinde yanılgı içinde olduklarıdır.

Ortak Değerler Nasıl Oluşturulmalı?

Eşler arasında oluşturulması gereken ortak değerler, eşlerin kendi kişilik yapılarına ve dünya görüşlerine göre değişiklikler içerebilmelidir. Bununla birlikte en önemli nokta ailede temel kurallar konulurken, bu kuralları bütün ailenin fertlerinin birlikte görüşerek alması gerektiğidir.

Bu kurallara bazı örnekler vermek gerekirse:

•    Kadının çalışıp çalışmayacağı önceden konuşulmalıdır. Bir ailede hem erkek hem de kadın çalışacaksa, eve geldiklerinde aralarında iş bölümünü nasıl yapacaklarının konuşulması daha sonra olası tartışmaları önleyecektir.

•    Günümüz modern evliliklerinde eşler arasında ki en önemli tartışma sebeplerinden biri, eşlerin aldıkları maaşların nasıl harcanacağı, mali idareden eşlerden hangisinin öncelikli sorumlu olacağı ve ya birinin bu konuda önceliğinin olup olmayacağının tespitidir. Önceden konuşulup bir karara varılmayan ailelerde daha sonra bir bardak suda fırtınalar kopmasının en önemli sebebidir bu konu. Hatta birçok aile bu nedenden ötürü boşanmaya kadar gitmiştir.

•    Birçok ailede ihtilaflı konuların çoğu gece geç saatlerde açılır. Tartışmalar bir türlü bitmez. Aile fertlerinin huzuru bozulur. Bu konuda eşler kendi aralarında bir kural koyup “Akşam 22:00 den sonra tartışmayacağız” diyebilirler. Bu kural tartışmalara bir sınır koyar ve havanın yumuşamasına neden olabilir.

•    Tartışmaların büyümesinde ve alevlenmesindeki en büyük etkenlerden biri de; eşlerin tartışırken tartıştıkları konu haricinde geçmişte yaşadıkları veya birbirlerine yaşattıkları konuları açıp olayın büyümesini sağlamalarıdır. Yine eşler önceden anlaşıp “Neyi tartışıyorlarsa sadece o konu hakkında konuşacakları kararını alabilirler.” Bu sayede konuşulan konu dallanıp budaklanmadığı için o konuya bir çözüm bulunması kolaylaşacaktır.

•    Bir başka bir kural dinleme konusunda konulabilir. Mesela taraflar birbirlerini belli bir süre sözünü kesmeden dinleyebilirler. Dinlemek her iki tarafı da daha iyi bir ruh haline sokar ve sorunlara daha iyi çözümler getirir.

……………….

Burada bazı örneklerini sunduğumuz kuralları her aile kendi yapısına göre şekillendirebilir. Ayrıca şekillendirmelidir de. Çünkü “ortak değerler ve bu değerlerden üretilen ortak kurallar, aile şirketini güçlendirir. O şirkete yatırım yapan eşlerde bu sayede yaptıkları yatırımdan meşru olarak nemalanmış olurlar.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Evliliğinizin Kaçıncı Kilometresindesiniz Kitabından Alıntıdır…