Kategori arşivi: Günlük Paylaşımlar

SIKINTILARIN TEMEL SEBEBİ NEDİR?

SIKINTILARIN TEMEL SEBEBİ NEDİR?

“Nefs, kendini serbest ve müstakil ve bizzât mevcud bilir.”[1]

Hayatın içerisinde insan, bazı kıyaslarla hayatına ve başka insanların hayatlarına şekil vermektedir. İnsanın bilgisi, tecrübesi bu cihetle çok ehemmiyetlidir. Çünkü doğru bilgi olmazsa insan kıyas yapabilecek bir konuma gelemez sadece geldiği zanneder. Şu anda toplumsal sıkıntıların, içtimai keşmekeşlerin birçok sebebi budur.

“Bu zamanda enâniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enâniyetini eritmeyip, bozmuyor; kendini mazur biliyor, ondan niza çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder, ehl-i dalâlet istifade ediyor.”[2]

Fakat, enâniyetin ifrâdıyla narsizme adım adım giden insan ve insanlık uçuruma da aynı adımlarla gitmektedir. Tabii, uçuruma giden yol bazen süslü bazen de helâketin habercisidir. Ama seküler dünyanın getirileri sebebiyle insan hadsiz hudutsuz bir gaflet sarhoşluğuna ve iptâl-i hisin kollarına atılmıştır. Bu sebeple ibadetlerde ihmâller, noksanlar, terkler, şefkât, merhamet, adâlet, haram helal mefhumlarını yok saymak gibi nice hâller karşımıza çıkmaktadır.

Okuduğumuz menâkib, asr-ı saadet ve zevât-ı muhteremenindir. Lâkin, İnsanın mânevi kişilik ve makamları da birbirinden ayrı değerlendirmesi gerekir. Yoksa hayâlindeki tasvirlerin esiri olursa hakikati görmek yerine hayâlleri dalâlet ve helâketine sebep olacaktır.

Bu sebeple insan her şeyden önce nefsini ıslah edecek ve nefs-i emmârenin elinden kurtarmaya çalışmalıdır. Nefs-i emmârenin yoluna giden insan akla hayâle zarar işlere imza atabilir. “Elinden gelse zulmeder. Elinde hüküm varsa, bir adamın hatâsıyla bir köye bomba atar.[3] İnsanları diri diri toprağa koyar. Demek ki, nefis ıslah olmazsa “yandı gülüm keten helva..”

 

Nefislerin ıslahıyla, toplumsal sorunların önüne geçilmiş olacaktır. Ahlâk ve mâneviyatın ön plana çıkartılması, mânevi hizmetlerin çok sağlam bir şekilde yapılması ve bu hizmetlerin önünün açılmasıyla nefisler ıslah olacaktır. Yoksa insanın olduğu her ortamda açmazlar, sıkıntılar olacaktır.

  • “Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir. Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmîn…”[4]
  • “Cenab-ı Hak bizi ve sizi tarîk-ı Hak’ta hizmet-i Kur’aniyede sebat ve metaneti versin, âmîn.”[5]
  • “Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmîn…”[6]
  • “Seksen sene ibadetli bir ömrü bahtiyarlara kazandıran Ramazan-ı mübarekte inşâallah Nur’un şirket-i manevîsi o kazanca mazhar olacak. Bayrama kadar elden geldiği kadar Nurcular ihlas ile birbirinin dualarına manevî âmîn demeli ki, birisi o sekseni kazansa herbiri derecesine göre hissedar olur. En zaîf ve en ağır yükü bulunan bu hasta kardeşinize elbette manevî yardım edersiniz.”[7]

 

طُوبَى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ Yani: “Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez.”[8]

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL


[1] Sözler (478)

[2] Tarihçe-i Hayat (309)

[3] Tarihçe-i Hayat (477)

[4] Sözler (147)

[5] Barla Lahikası (330)

[6] Kastamonu Lahikası (159)

[7] Hizmet Rehberi (150)

[8] Mesnevi-i Nuriye (172)

ihtilaf Adabı

MENFİ VE MÜSBET TAVIR VE VASIFLAR

“S- Veli olan şeyhin, müddeî olan müteşeyyih ile farkları nedir?

C- Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad ve mesleği muhabbet ve şiarı terk-i iltizam-ı nefs ve meşrebi mahviyet ve tarîkatı hamiyet-i İslâmiye olsa kabildir ki, bir mürşid ve hakikî şeyh olsun. Lâkin eğer mesleği tenkis-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı asâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkalarına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi’b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da kendisini iyi zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye sû’-i zan yolunu açmıştır!” (Mü.:65)

MÜSBET VE MENFİ İHTİLAF

“Hadîsteki ihtilaf ise, müsbet ihtilaftır. Yani: Herbiri kendi mesleğinin tamir ve revacına sa’yeder. Başkasının tahrib ve ibtaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfî ihtilaf ise ki: Garazkârane, adavetkârane birbirinin tahribine çalışmaktır; hadîsin nazarında merduddur. Çünki birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler.

İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce’ olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârane, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melce’dir ki; onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünki garazkârane tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona hâşâ lanet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.

Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise; maksadda ve esasta ittifak ile beraber, vesailde ihtilaf eder. Hakikatın her köşesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane, firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfüruşluk, şöhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan barika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünki maksadda ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının Küre-i Arz’da dahi nokta-i telakisi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hâl-i âlem buna şahiddir.

Elhasıl:  اَلْحُبُّ لِلّٰهِ ٭ وَالْبُغْضُ فِى اللّٰهِ ٭ وَالْحُكْمُ لِلّٰهِ olan desatir-i âliye düstur-u harekât olmazsa nifak ve şikak meydan alır. Evet َالْبُغْضُ فِى اللّٰهِ ٭ وَالْحُكْمُ لِلّٰهِ demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.” (M:268)

“Ey ehl-i hakikat ve tarîkat! Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar. Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimî bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardımlarını müftehirane alkışlamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârane o hakikî kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor ve o hal ile ihlas kaçıyor. Vazifenizde müttehem olup, ehl-i dalaletin nazarında, sizden ve sizin mesleğinizden yüz derece aşağı olan, din ile dünyayı kazanmak ve ilm-i hakikatla maişeti temin etmek, tama’ ve hırs yolunda rekabet etmek gibi müdhiş ittihamlara maruz kalıyorsunuz. Bu marazın çare-i yegânesi: Nefsini ittiham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslekdaşına tarafdar olmak. Fenn-i Âdâb ve İlm-i Münazara’nın üleması mabeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu: “Eğer bir mes’elenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına tarafdar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır.” Hem zarar eder. Çünki haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor, belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes’eleyi öğrenip, menfaatdar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip, tarafdar çıkar, memnun olur.

İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarîkat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler, ihlası kazanırlar. Ve vazife-i uhreviyelerinde muvaffak olurlar. Ve bu feci’ sukut ve musibet-i hazıradan rahmet-i İlahiye ile kurtulurlar.” (L:157)

ŞERİAT USULÜNCE MEŞVERETLE İHTİLAFI HALLETMEK

“bu büyük ve ağır ve kıymetdar hizmet-i Kur’aniyeye kemal-i tesanüdle çalışmak lâzımdır. Sakın, dikkat ediniz! İhtilaf-ı meşrebinizden ve zaîf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalalet istifade edip, birbirinizi tenkid ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iye ile re’ylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlas Risalesi’nin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa az bir ihtilaf, bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar verebilir. Hattâ sizden saklamam, işte şimdi Feyzi de Emin de biliyorlar ki; mabeyninizde gayet ehemmiyetsiz bir tenkid, bize burada zarar veriyor gibi size, hiç bilmediğim halde, bu noktaya dair iki mektub yazdım ve ruhen çok endişe ediyordum.” (K:236)

MÜNAKAŞANIN TERKİ VE MUSALAHA

“Sabri manasız, lüzumsuz seninle münakaşa etmiş; sen de hiddete gelmişsin. Eyvah dedim, “Ya Rab! Erzurum’dan imdadıma yetişen bu iki zâtın münakaşasını musalahaya tebdil et.” diye dua ettim. Risale-i Nur’un İhlas Lem’alarında denildiği gibi; şimdi ehl-i iman, değil müslüman kardeşleriyle belki hristiyanın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf mes’eleleri nazara almamak, niza’ etmemek gerektir. Çünki küfr-ü mutlak hücum ediyor. Senin hamiyet-i diniye ve tecrübe-i ilmiye ve Nurlara karşı alâkanızdan rica ediyorum ki, Sabri ile geçen macerayı unutmağa çalış ve onu da afvet ve helâl et. Çünki o, kendi kafasıyla konuşmamış; eskiden beri hocalardan işittiği şeyleri, lüzumsuz münakaşa ile söylemiş. Bilirsin ki; büyük bir hasene ve iyilik, çok günahlara keffaret olur.” (E:206)

“Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sakın sakın münakaşa etmeyiniz, casus kulaklar istifade ederler. Haklı olsa, haksız olsa bu halimizde münakaşa eden haksızdır. Bir dirhem hakkı varsa, münakaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir.” (Ş:321)

KARDEŞLERE KARŞI HİDDET ETMEMEK

“hem Risale-i Nur’un tesettür perdesinden çıkıp gayet büyük ve umumî bir mes’elede kendi kendine merkezlerinde mübarezesi zamanında şakirdlerini arkasında bulmak ve kaçmamakla sarsılmaz ve mağlub olmaz bir hakikata bağlandıklarını mütereddid ve mütehayyir ehl-i imana göstermesi gayet lüzumlu olduğunu dahi nazarınıza ve meşveretinize alınız. Sakın sakın birbirinizin kusuruna bakmayın; hiddet yerinde hürmet ediniz, itiraz yerinde yardım ediniz.” (Ş:327)

HİDDET ETMEMEK VE BİRBİRİNE KARŞI KUSURLARA BAKMAMAK VE AFV MUAMELESİ YAPMAK

“Haşirde adalet-i İlahiye, hasenelerin seyyielere racih gelmesiyle affettiğine binaen, siz de hasenelerin rüchanına göre muhabbet ve afv muamelesini yapmak lâzımdır. Yoksa bir seyyie ile hiddet etmek, sıkıntıdan gelen bir titizlik, bir asabilik ile zararlı bir hiddet, iki cihetle zulüm olur. İnşâallah, birbirinize sürurda ve tesellide yardım edip sıkıntıyı hiçe indirirsiniz.” (Ş:330)

“Şimdi en ziyade bizi ve Nurları vurmak ve sarsmak için en fena plân, Nur talebelerini birbirinden soğutmak ve usandırmak ve meşreb ve fikir cihetinde birbirinden ayırmaktır. Gerçi gayet cüz’î bir nazlanmak oldu. Fakat göze bir saç düşse başa düşen bir taş kadar incitir ki, büyük bir hâdise hükmünde mataram haber verdi.”(Ş:511)

 

Selam ve Dua ile..

Rüştü Tafralı

 

 

www.NurNet.org

HİLM VE İNSAF İLE ADABINA MUVAFIK MÜBAHASE

HİLM VE İNSAF İLE ADABINA MUVAFIK MÜBAHASE

“Üstadım başkalarında nâdiren bulunan mümtaz hasletlerin zâhirî tavrının pek fevkınde bir vaziyet gösteriyor. Zâhir hâle bakılsa; ilm-i hâli bilmiyor gibi görünür, birden bakarsın bir deryâ kesiliyor. Me’zun olduğu miktarı, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan istifadesi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. “Bende nur yok, kıymet yok” der. Bu hasleti de tam tevazu’dur, ve مَنْ تَوَاضَعَ رَفَعَهُ اللّٰهُ Hadîsiyle, tam âmil olmasıdır.

İşte; bu haslet icabatındandır ki, bizim gibi talebelerinden bazı mesâil-i ilmiyede muhalefet bulunsa, onların sözlerini içinde arar; hak bulduğu vakit kemâl-i tevâzu’ ile ve lezzetle kabul ederek teslim eder. “Mâşâallah, siz benden daha iyi bildiniz. Allah râzı olsun.” der. Hak ve hakikatı, nefsin gurur ve enâniyetine daima tercih eder. Hattâ ben bazı mes’elelerde muhalefet ediyordum. Bana karşı gayet mültefit, memnunâne bir tavır alır; eğer yanlış yapsam, güzelce damarıma dokunmayarak beni îkaz eder. Eğer güzel birşey söylemiş isem, çok memnun olur.” (T:212)

“Aziz kardeşim, sen bu mektubu eczacıya ve münakaşayı işitenlerden münasib gördüklerine oku. Benim tarafımdan da, yeni bir talebem olan eczacıya selâm et; de ki:

“Mezkûr mesail gibi dakik mesail-i imaniyeyi, mizansız mücadele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mizansız mücadele olduğundan, tiryak iken zehir olur. Diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle mesail-i imaniyenin itidal-i demle, insafla, bir müdavele-i efkâr suretinde bahsi caizdir. Ve de ki: “Eğer senin kalbine bu nevi mesailde şübheler gelirse ve Sözler’den de cevabını bulmazsan, hususî bana yazarsınız…” (M:45)

“Eğirdir’de bir münakaşa-i ilmiye işittim. O münakaşa, hususan şu zamanda yanlıştır. Hattâ münakaşayı bilmiyordum. Benden de sual edildi. Mu’teber bir kitabda, Hadîs-i Şeyheyn’in ittifakına alâmet olan »öişaretiyle bir hadîs bana gösterildi. “Hadîs midir, değil midir?” sual edildi. Ben dedim: Böyle mu’teber bir kitabda, Şeyheyn Hadîsinin ittifakına hükmeden bir zâta itimad etmek lâzım; demek hadîstir. Fakat hadîsin, Kur’an gibi bazı müteşabihatı var. Ancak havas onların manalarını bulabilir. Şu hadîsin zahiri dahi, müşkilât-ı hadîsin müteşabihat kısmından olmak ihtimali var, dedim. Eğer bilseydim medar-ı münakaşa olmuş, öyle kısa değil, belki böyle cevab verecektim:

Evvelâ: Bu çeşit mesaili münakaşa etmenin birinci şartı; insaf ile, hakkı bulmak niyetiyle, inadsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû’-i telakkiye sebeb olmadan müzakeresi caiz olabilir. O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zahir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun; çünki bilmediği şey’i öğrendi. Eğer kendi elinde zahir olsa, fazla birşey öğrenmedi, belki gurura düşmek ihtimali var.

Sâniyen: Sebeb-i münakaşa, eğer hadîs ise; hadîsin meratibini ve vahy-i zımnînin derecatını ve tekellümat-ı Nebeviyenin aksamını bilmek lâzım. Avam içinde müşkilât-ı hadîsiyeyi münakaşa etmek, izhar-ı fazl suretinde avukat gibi kendi sözünü doğru göstermek ve enaniyetini, hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller aramak caiz değildir. Madem şu mes’ele açılmış, medar-ı münakaşa edilmiş, bîçare avam-ı nâsın zihninde sû’-i tesir ediyor. Çünki şu gibi müteşabih hadîsleri aklına sığıştıramadığı için; eğer inkâr etse dehşetli bir kapı açar, yani küçücük aklına sığışmayan kat’î hadîsleri dahi inkâra yol açar. Eğer zahir-i hadîsin manasını tutarak öyle kabul edip neşretse, ehl-i dalaletin itirazatına ve “hurafattır” demelerine yol açar.” (M:350)

“Re’fet Bey mektubunda diyor: “Bu mes’ele ihvanlar beyninde medar-ı münakaşa olmuş.” Kardeşlerime tavsiye ediyorum ki: İnşikaka ve iftiraka sebebiyet veren münakaşa etmesinler. Yalnız müdavele-i efkâr suretinde niza’sız mübahaseye alışsınlar” (L:106)

Selam ve Dua ile..

Rüştü TAFRALI

 

www.NurNet.org

TOPLUMSAL ÖDEVİMİZ

TOPLUMSAL ÖDEVİMİZ

Dünya son beş senedir çeşitli musibetlere sahne oluyor. Sel, salgın, deprem, tusunami.. ve bunlardan sonra tezahür eden maddi ve manevi rahatsızlıklar. Adeta açılış ve kapanış zamanlarında insanlar acaba bu sene ne başımıza gelecek diye bekler oldu, bu da hem vesvese hem de evhama sebep oluyor. Bazen bu manevi olan evham ve vesvese maddi olan musibet ve hastalıklardan daha tahripkâr olabiliyor.

Bir tusunami oldu dünya oraya aktı, bir salgın oldu dünya evine kapandı her yere kilit vuruldu. Deprem oldu kalbimiz orada attı. Dünyada şimdi çeşitli yerlerde de soy kırım uygulanıyor. Dozerlerle üzerlerinden geçiliyor, bombalarla adeta banyo yapıyor, zorla kimlik asimilesine tabi tutuluyor, diri diri yakılıyor, toprağa gömülüyor.

Bu insanlar neden bunu yaşıyor? Müslüman oldukları için bunu yaşıyorlar. Buralarda vefat eden, şehid olan insanlar canlarını, imanları uğurunda hiçe sayıp vefat ediyorlar.

Dünyanın ve ümmetin dağınıklığından cesaret alan zalimlerse yok etme politikalarına devam ediyorlar. Ümmetin gafletiyle aklımıza imanları kavrulan, yanan, yok olmayla karşı karşıya kalan manzaralar geliyor.

“Alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor…”[1]

Adeta imansız, dinsiz, tebliğ gelmemiş bir sürü haline gelen insanlar aslında oralarda şehid olan kardeşlerimizden daha fazla içimizi acıtıyor. Akrabalarımız, komşularımız, arkadaşlarımız.. ifsad komitelerinin masasına adeta meze olmuşlar, rüzgarlara karşı koyamayan bir yaprak gibi savrulup, yozlaşıp gidiyorlar. Buradakilerin ebedi hayatı un ufak oluyor. 

Medyanın payı da hiçte azımsanmayacak kadar etkili olan bu yozlaşma karşı her ferd mücadele etmekle mükelleftir. Kimsenin bu yükümlülükten kaçmak gibi birlüksü hakkı yok. Bu vazifeden kaçmak adeta harpten kaçmak gibidir. Vazifesini terk eden yapmayan, ihmal eden herkes mesuldür. İster meb’us ister talebe olsun..

Mesela bakın üstad Bediüzzaman hazretleri manen mükellef olduğu hizmeti yapması için hiç dahli olmadığı halde ibadetiyle meşgul olduğu mağaradan çıkarılıp uzun yolculuklar sonrası Burdur’a getiriliyor ve kader-i ilahi hizmete sevk ediyor.

Helak olan Lut kavminin hemen hepsi abiz, zahid insanlar olmasına rağmen fasıkları fısktan men etmedikleri, önemsemediği halde o kadar Salih bir kavim oldukları halde helak oldular.

Kimsenin ba-na-ne demeye hakkı yoktur. Her banane bir mesuliyettir. Ve gayret etmek toplumsal bir ödevimizdir.

“Teessür ve ızdırab karşısında kalbden bir parça kopsa idi, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lâzım gelir.”[2]

Bu hak söz her insanın boynuna borç ve dimağlarına çakılı bir mıh gibi olduğu daima hatırlanmalıdır. Ama gaflet, fısk, ademalud işler insana sersemlik vermiş. Başını kaldırıp etrafına bakmayı akledemiyor adeta mutant gibi mankurt olmuş durumda.

Nesiller birbirine yabancılaştırılarak toplumsal çözülme hızlandırılmaya çalışılıyor. Evimizi, muhitimizi mümkün olduğu kadar fenalıklardan uzak tutmakla mükellefiz.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Asa-yı Musa (262)

[2] Şualar (550)

RİSALE-İ NUR HİZMETİNİN GAYESİ NEDİR

RİSALE-İ NUR HİZMETİNİN GAYESİ NEDİR

 

İnsan, bazen hedef sapması yaşayabilir veya idealini kaybedebilir. Bu sebeple asla ve kat’a şaşırmaması için daima esasatlarını, düsturlarını kontrol etmelidir. Bu kaidelerden uzaklaşıyor mu yoksa bağlı olarak mı devam ediyor murakabesini yapmalı. 

Tüm İslami hizmetlerde ve amellerde ve niyetlerimizde en temel esas Allah’ın rızası ve ihlas olmalıdır. Tüm hayatımızda bu sağlanamazsa insanın manevi dengesi sarsılır.  

Sonuç olarak ulvî bir menba-ı kuvvet olan ittifakı kaybedip, [insanda] ihlas da kırılır ve vazife-i uhreviye de zedelenir. Kolayca rıza-yı İlahî[yi] de [abd] elde edilmez.”[1]

“Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-yı İlahîye bakar.”[2]

“hüner, rıza-yı İlahîyi kazanmakladır.”[3]

“ihlası esas tut ve yalnız rıza-yı İlahîyi düşün.”[4]

Medar-ı necat ve halas, yalnız ihlastır. İhlası kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlası kazandıran harekâtındaki sebebi, sırf bir emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı İlahî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlahiyeye karışmamalı.”[5]

Okunan dersler, yapılan mütalaalar istisnasız olarak hepsi bu manalara müteveccihtir. Zaten okunan ve talim edilen şeyler insanı ihlasa, mahviyete götürmüyorsa “Niyet, nazar, mana-i ismi ve harfi” gözden geçirilmelidir. Netice tesanüte, ittihada, ittifaka çıkmıyorsa şayet işler çok vahimdir. Derslerimizde de bu manalar herbir latifemizin burcunda birer sancak olarak sallanmalıdır. Çünkü bunlar heva ve hevese bakan değil bizzat murad-ı ilahi ve Rasulîdir. 

İnsan, katıldığı derslerle, günlük olarak okuduklarıyla manevi olarak şarj olur ve itikad ve amelini daha güzel ve sağlam olarak yapmaya kendinde bir azim hisseder. Bu manada bir araya gelenler birbirine sirayet eder. Sirayet şu anda kâinatta cari olan en kuvvetli ve yaygın olan bir iletişim biçimidir desek haddimizi aşmış olacağımı zannetmiyorum. 

Derslerimiz ilmî ve imanî mevzuların müzakere ve mütalâa sahasıdır. Orada bilen konuşur, konuşan dinlenir; bilmeyen sorar ve bilmediğini öğrenir bu suretle insanın tekemmülatı devam eder. Bir nevi işbaşı eğitimi diyebiliriz buna. Ama illa bilenin okuduğu bir ortam değildir ders rahleleri. Bazen beraber okunur istifade edilir. Bir de illa okunacak ve izah edilecek değildir illa. Çünkü bu izah meselesi bir nevi ilhamdır.

Tüm islami hizmetlerin gayesinin de inkılab-ı İlahî, marziyat-ı Rabbaniyeyi ve ahkâm-ı İlahiyeyi anlamak..”[6] şeklindedir. 

“Bu itibarla, o zamanlarda bütün fikirler, kalbler, ruhlar marziyat-ı İlahiyeyi bilmek ve öğrenmeğe müteveccih.. Bunun için, istidad ve iktidarı olanlar o zamanlarda vukua gelen bütün ahval ve vukuat ve muhaverattan ders almakla, içtihadlara zemin teşkil eden yüksek istidadlar vücuda..”[7] getirebilir. 

 

Hülâsa: Risale-i Nur, Kur’an’ın bu asırda en yüksek ve en kudsî bir tefsiridir. Hakikatleri semavîdir, Kur’anî’dir. O halde Kur’an okundukça o da okunacaktır. Risale-i Nur, mücevherat-ı Kur’aniye hakikatlerinin sergisidir, pazarıdır. Bu ulvi pazarda herkes istediği gibi ticaret yapar. Uhrevî, manevî zenginliklere mazhariyeti temin eder.

   Bu kadar maruzatımızla ifade etmek istedim ki:

Maksadımız; imanımızı kurtarmaktır, imana hizmettir, Kur’an’a hizmettir.”[8]

 

Selam ve dua ile 

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Lem’alar (153)
[2] Lem’alar (131)
[3] Lem’alar (152)
[4] Lem’alar (152)
[5] Lem’alar (133)
[6] Sözler (491)
[7] Mesnevi-i Nuriye (91)

[8] İşârât-ül İ’caz (308)

 

www.NurNet.org