Etiket arşivi: narsizm

SIKINTILARIN TEMEL SEBEBİ NEDİR?

SIKINTILARIN TEMEL SEBEBİ NEDİR?

“Nefs, kendini serbest ve müstakil ve bizzât mevcud bilir.”[1]

Hayatın içerisinde insan, bazı kıyaslarla hayatına ve başka insanların hayatlarına şekil vermektedir. İnsanın bilgisi, tecrübesi bu cihetle çok ehemmiyetlidir. Çünkü doğru bilgi olmazsa insan kıyas yapabilecek bir konuma gelemez sadece geldiği zanneder. Şu anda toplumsal sıkıntıların, içtimai keşmekeşlerin birçok sebebi budur.

“Bu zamanda enâniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enâniyetini eritmeyip, bozmuyor; kendini mazur biliyor, ondan niza çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder, ehl-i dalâlet istifade ediyor.”[2]

Fakat, enâniyetin ifrâdıyla narsizme adım adım giden insan ve insanlık uçuruma da aynı adımlarla gitmektedir. Tabii, uçuruma giden yol bazen süslü bazen de helâketin habercisidir. Ama seküler dünyanın getirileri sebebiyle insan hadsiz hudutsuz bir gaflet sarhoşluğuna ve iptâl-i hisin kollarına atılmıştır. Bu sebeple ibadetlerde ihmâller, noksanlar, terkler, şefkât, merhamet, adâlet, haram helal mefhumlarını yok saymak gibi nice hâller karşımıza çıkmaktadır.

Okuduğumuz menâkib, asr-ı saadet ve zevât-ı muhteremenindir. Lâkin, İnsanın mânevi kişilik ve makamları da birbirinden ayrı değerlendirmesi gerekir. Yoksa hayâlindeki tasvirlerin esiri olursa hakikati görmek yerine hayâlleri dalâlet ve helâketine sebep olacaktır.

Bu sebeple insan her şeyden önce nefsini ıslah edecek ve nefs-i emmârenin elinden kurtarmaya çalışmalıdır. Nefs-i emmârenin yoluna giden insan akla hayâle zarar işlere imza atabilir. “Elinden gelse zulmeder. Elinde hüküm varsa, bir adamın hatâsıyla bir köye bomba atar.[3] İnsanları diri diri toprağa koyar. Demek ki, nefis ıslah olmazsa “yandı gülüm keten helva..”

 

Nefislerin ıslahıyla, toplumsal sorunların önüne geçilmiş olacaktır. Ahlâk ve mâneviyatın ön plana çıkartılması, mânevi hizmetlerin çok sağlam bir şekilde yapılması ve bu hizmetlerin önünün açılmasıyla nefisler ıslah olacaktır. Yoksa insanın olduğu her ortamda açmazlar, sıkıntılar olacaktır.

  • “Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir. Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmîn…”[4]
  • “Cenab-ı Hak bizi ve sizi tarîk-ı Hak’ta hizmet-i Kur’aniyede sebat ve metaneti versin, âmîn.”[5]
  • “Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmîn…”[6]
  • “Seksen sene ibadetli bir ömrü bahtiyarlara kazandıran Ramazan-ı mübarekte inşâallah Nur’un şirket-i manevîsi o kazanca mazhar olacak. Bayrama kadar elden geldiği kadar Nurcular ihlas ile birbirinin dualarına manevî âmîn demeli ki, birisi o sekseni kazansa herbiri derecesine göre hissedar olur. En zaîf ve en ağır yükü bulunan bu hasta kardeşinize elbette manevî yardım edersiniz.”[7]

 

طُوبَى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ Yani: “Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez.”[8]

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL


[1] Sözler (478)

[2] Tarihçe-i Hayat (309)

[3] Tarihçe-i Hayat (477)

[4] Sözler (147)

[5] Barla Lahikası (330)

[6] Kastamonu Lahikası (159)

[7] Hizmet Rehberi (150)

[8] Mesnevi-i Nuriye (172)

Yahudiler yumurtalarını kaynatmak için dünyayı ateşe verirler

Bugün dünyayı sâri bir illet gibi saran maddi ve manevî hastalıkların birçoğu bir şekilde Yahudi iltisaklı olarak dünyaya bulaşmış. Derler ki, Yahudiler yumurtalarını kaynatmak için dünyayı ateşe vermekten çekinmezler.

Dünyaya yayılan bu illetlerden İslam toplumunun da kendini kurtaramadığı, hatta kıyametin de kopmasına sebep olacağı anlaşılan hastalıklardır.

Dünyevileşmenin tüm hızıyla devam ettiği toplumlarda maddeyi ve dünyayı putlaştırma, sekülerleşme, paraya ve maddeye daha çok tamah etme ve dinin her hükmünün önüne geçirme, rüşvet, faiz, hile, sahtekârlık, zina… Allah’ın hükümlerini sadece sosyal kültürel bir anlayış şekline indirgemek, “olsa da olur olmasa da” şeklinde düşünmek insanın ahiret gözünün kapanıp hüsrana uğrayacağının en büyük alametlerindendir.

Bunun neticesinde kendi adetlerine uydurma, kitapla amel etmeme, hükümleri kendine uydurmak, taassup, ırkçılık, sihir, fesadı yayma, bozgunculuk, kendini tabulaştırma, servete, ziynete, gösterişe önem verme, hırs, aşırı dünya sevgisi, cimrilik, kibir, zulüm, Cehennemin ebedî olmadığını düşünmek ve azabını istihfaf etmek… gibi nice hükümlerin tam tersi davranmak tuzlu olan deniz suyunu içmek gibidir. İçtikçe susatır, susadıkça içirir ve insanı helak eder.

Yahudiler tarihte bu şekilde dalalete sürüklenip manen helak olmuş ve senelerce de “zillet ve meskenete”[1] düçar olmuşlardır. Bir müslümana yakışan şey Yahudilerin tarihte zillet ve meskenete düştüğü şeylerden uzak durmak ve her daim temkinli davranmaktır.

Bu ve buna benzer hastalıkların hemen hepsi maalesef günümüz Müslümanını da esir almış durumda. Yahudiler mazide Samiri’nin yaptığı altından buzağıya tapıyorlardı. Şimdi de o altın buzağıya karşılık maddenin ve dünyanın her türlü ziyneti ve cazibesi insanı dünyaya tapar bir surete getirmektedir.

Dünyamızı şekillendirirken Hak din olan İslamiyet’in hükümlerini göz kulak ardı etmemeli bilakis o hükümlerle dünyamızı imar etmeliyiz. Dünyamızı bu şekilde imar edersek ahiretimizi de imar etmiş oluruz.

Bu meseleler tüm insanlara bakmakta ve insanlığı tehdit etmektedir. Müslümanların da azami derecede dikkat etmesi gerekmektedir. Çünkü Kabil’i aldatan nefs-i emaresi olduğu gibi tüm insanları da adım adım dalalete sürükleyen gene aynı aktör olan nefs-i emmaredir.[2] Emmare olan nefis herkeste olduğu için din diyanet fark etmemektedir. Herkesi aldatabilir.

Selam ve selamet Hakka teslim olanlara olsun. Rabbim bizleri de bahtiyarlar zümresinden etsin, amin.

Muhammed Numan ÖZEL

 

[1] Kur’ân-ı Kerîm’de yedi âyette zillet, on altı âyette aynı kökten isim ve fiiller başlıca üç anlam çevresinde toplanır. 1. Bazı âyetlerde zillet ve türevleri yaygın kullanımına uygun biçimde “aşağılanma, âcizlik” mânasına gelir. Bir âyette kudreti ve hükümranlığı mutlak olan Allah’ın dilediğini aziz, dilediğini zelil kılacağı belirtilir (Âl-i İmrân 3/26). İsrâiloğulları’nın Sînâ çölünde Hz. Mûsâ’ya karşı sergiledikleri sert ve saygısız tavırları, Medine yahudilerinin Resûl-i Ekrem’e yönelik hasmane tutumları sebebiyle zilletle damgalandıkları (el-Bakara 2/61; Âl-i İmrân 3/112), Mûsâ’nın Tûrisînâ’ya çıkmasının ardından buzağıya tapmaya kalkışan İsrâiloğulları’nın Allah’ın öfkesine ve dünya hayatında zillete mâruz kaldıkları (el-A‘râf 7/152), İslâm aleyhine yahudilerle iş birliği yapan Medine münafıklarının da zillete düşürülenler arasında yer alacakları (el-Mücâdile 58/20) bildirilir. Zillet kavramı altı âyette inkârcıların âhiretteki değersizliğini ve aşağılanmışlık durumunu anlatır (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ẕll” md.). Sabâ melikesi Hz. Süleyman’dan aldığı mektup üzerine çevresindekilere bilgi verirken, “Krallar bir ülkeye girdiler mi oranın altını üstüne getirir, halkının ulularını zelil yaparlar” demişti (en-Neml 27/34). 2. Bir kısım âyetlerde zillet kavramı cümledeki bağlamına göre olumlu anlamda da kullanılır. Meselâ evlâdın ebeveynine karşı görevleri arasında sayılan zül (el-İsrâ 17/24), müminlerin nitelikleri arasında zikredilen ezille (el-Mâide 5/54) “şefkat, merhamet, tevazu, yumuşaklık” gibi mânalarla açıklanmıştır (Taberî, IV, 626-627; VIII, 61; İbn Sîde, XI, 47; Şevkânî, II, 60; III, 247-248). 3. Âyetlerde zillet kavramı “bir şeyin elde edilebilir, kullanışlı ve yararlanılabilir olması” anlamında da geçer. Dünyanın ve dünyevî nimetlerin insanların yararlanmasına elverişli kılınması (el-Bakara 2/71; Yâsîn 36/72; el-Mülk 67/15), cennet meyvelerinin uzanıp alınabilecek kadar yakın olması (el-İnsân 76/14; krş. Taberî, XII, 364-365; Şevkânî, V, 404) bu kavramla ifade edilmiştir. Kaynak: https://islamansiklopedisi.org.tr/zillet

[2]Nefs-i emare, kötülüğü emreden ve bundan zevk alan nefise verilen isim. Nefis tezkiyesi kademelerinden ilkidir. İlk kademede nefsin temizliğine henüz başlandığı için nefiste bütün 19 afet mevcuttur. Onun için bu kademede nefis henüz arınmadığı için kötülüğü emreder.

Bir Narsistin Çocuğu Olmak

‘İnsan bir yerde var olamadığında, bir başka yerde abartılı bir biçimde belirebilen bir varlıktır’ der Engin Geçtan…

Hayatın ilk yıllarında annesi ve babası tarafından sağlıklı ve yeterli bir şekilde sevilmeyen, sıcak ve samimi duygusal ilişki kurulmayan çocuklar büyüdüklerinde, hep bu boşluğu doldurmak istercesine davranırlar. O koca boşluk abartılı davranışlarla, sahte sunumlarla ve şişmiş benliklerle doldurulmaya ve doyurulmaya çalışılır.

Gerçekten yaşanamayan her şey, sahtesiyle karşılanmaya çalışılır. Sahte gösterilerle satın alınmaya uğraşılır. Bu da abartılı ve samimi olmayan ilişki kurma çabalarına dönüşür.

Kabul edilme ve sahiden sevilme ihtiyacı öylesine gereklidir ki, bundan yoksun kalmak, hayat boyu telafi etmeye yönelik davranışlara götürür insanı…

Narsisistik çağın, narsisistik anne babaları olmak…

Narsisistik bir süreçte büyümeye çalışmak, hayatı öğrenmek…

Sanırım öncelikle bu kişilik bozukluğunu tanımlayarak işe başlamak gerekiyor…

Narsist kişilik yapısındaki insanlar kendilerine hayran, kendine âşık diyebileceğimiz bir yapıya sahiptir. Karşısındaki insanı ve duygularını göremez, onun duygularını hissedemez ve anlayamazlar. Empati kurmak onlar için neredeyse imkânsızdır. Onunla konuşurken, kendinizi anlatmaya çalışırken, bazen bir duvara konuşuyormuş gibi hissedersiniz. Bazen bir duvara konuşmak bile, anlaşılmak adına daha ümit verici gelebilir.

Bir narsist, yaşadığı her şeyi kendi benliğini beslemek için kullanır. Şişmiş benliğinin altında, ciddi özgüven sorunu yaşayan, değersizlik duygusuna çok kolay kapılabilen, depresyona yatkın küçük bir çocuk oturur. Tüm çabası o zayıf tarafının görünmemesi üzerinedir. Bu yüzden de hep parlak ve gösterişli bir kişilik sunmaya çalışır. Eleştiriye hiç açık değildir. Hep övülmek ve pohpohlanmak ister. Kritik edildiğinde ve eleştirildiğinde hırçınlaşır, karşısındakinin canını acıtır, incitir, üzer.

Karşılıksız sevmeyi beceremezler. Gerçek ve samimi bir sevgi görmeden büyütüldükleri için, çevresinde onu seven insanların duygularını da kendi benliğini beslemek için kullanır.

Narsistin mazisi olmaz, yani yaşadıklarından ders almaz, kendini değerlendirmez, hatalarını fark etmez. Narsistin yüce hataları olur sadece… “Benim hatam sadece ona güvenmekti” diye düşünür. Başka bir sorumluluk ve hata da kabul etmez.

Benliğini besleyecek insanları sürekli kontrol altında tutmak ister. Beğenilme ve değerli olma duygusunu yaşatabilecek insanları ve onların duygularını kontrol altına almaya çalışır. Kendilerinin özgürleşmesine, özgürce davranmalarına, karar almalarına tahammülleri yoktur. Kendini görmek için kullandığı aynaların kendisinden bağımsızlaşmasına öfkeli tepkiler verirler. Bu yüzden de çevresindeki insanları kendilerine bağımlı edecek ilişkiler kurmaya çalışırlar.

Genellikle çevrelerinde kendisi de onaylanma ve değerli olma ihtiyacı olan insanlar bulunur. Narsist kendini kutsayacak kişiye başlangıçta çok iyi davranır. Zekice bir tutumla onun duymak istediği, zaafı ve ihtiyacı olan kelimeleri söyleyerek onu kendisine bağlamayı başarır. Fakat ilişkinin ilerleyen zamanlarında öylesine kendini yaşar ve öylesine kendine yönelik davranır ki, karşısındaki, onun yanında varlığını hissedemez olur. Onun gözünde kendi yokluğunu fark eder. Bu ise insanın çok kolay anlayacağı, adını koyabileceği bir durum değildir. Tanımlayana kadar, zaten yeterince zarar görmüş olur…

Varlık ve hiçlik arasında gidip gelirsin bu ilişkide…

Bir narsistin eşi olmak ve bu kişiyle evliliği sürdürmek kadar, bir narsisistin çocuğu olmak da zordur. Kişilik bozuklukları ve patolojik kişilik özellikleri, hayatımızda önemli bir yeri olan, dokunulmaz makamlara sahip olan insanlara ait olduğunda bunu anlamak ve tanımlamak, hatta kabullenmek daha da zordur.

Anne baba, çocuğun kalbinde kutsal bir yere sahiptir. Çok fazla sorgulamadığımız, kendimizi çok kolay suçlu hissedebileceğimiz bir ilişki tarzıdır, anne baba çocuk ilişkisi… Anne babanın her zaman doğru olanı ve çocuklarının hayrına olanı yapacağına dair ön kabulümüz, sanki onları tüm ruhsal hastalıklardan ve patolojik kişilik özelliklerinden azat eder.

Anne babasıyla sorunlar yaşayan, aklı başında birçok genç nasıl davranacağını bilemez. Onları hem kırmamak gayreti hem de kendi kişiliğini ve kulluğunu yaşama arzusu arasında kalır. Narsistik kişilik özellikleri taşıyan ebeveyni ile sağlıklı ilişki kuramaz. Tamamıyla onun istediği gibi olsa, kendi hayatından ve kararlarından vazgeçmesi gerektiğini hisseder. Bazen öyle olur ki, bu sorunu yaşadığı ebeveyninin istediğini yaparsa evliliğinden bile vazgeçmesi gerekecektir.

“Doğru nedir?” diye düşünür…

Onu kırmanın yanlış olduğunu ve bunun manevi sorumluluğunun sonucu olarak her an bir cezalandırma korkusuyla yaşar. Öyle çelişkili bir durumdur ki bu, genç doğruyu kaçırdığını hisseder. Kendisi de sağlıklı ve samimi bir sevgiyle büyütülmediği için hem bunun yoksunluğunu, acısını, öfkesini yaşarken bir taraftan da doğru davranmaya çalışmanın ağırlığını yaşar.

Kendinden, kimliğinden ve tercihlerinden vazgeçmediğin sürece bir narsisistle anlaşmak neredeyse imkânsızdır. Onun varlığını kutsamadığın sürece seni siler, atar. Beslemediğin zaman, sen de yok olursun. Yaptıklarının ve geçmişe dair verdiklerinin hiçbir kıymeti kalmaz. Mazinin bir anlamı olmaz. Narsist için her doğan gün, yeni bir gündür. Her gün yeniden doğar. Yeni bir kimlikle ve şişmiş bir benlikle tekrar yeni hayranlar aramaya başlar. Sağlıklı ilişki kurmanın, yürekten sevmenin ve sevilmenin zor olduğu bu ilişki tarzı, en çok da çocuk ebeveyn ilişkisinde problemlidir.

Sevgi arzusundaki çocuk, kaç yaşına gelirse gelsin bu ihtiyacını karşılamaya çalışır.  Her boşluk yanlış ya da doğru bir şekilde tamamlanmaya çalışılır. Narsist bir ebeveynin çocuğu küçük yaştan itibaren sıcak ve doyurucu bir şekilde alamadığı sevginin hesabını sormak isterken, aynı zamanda da hala onaylanma arzusu taşıdığı için onların istediği gibi davranmaya çalışır. Bu çelişki onu adeta öldürür. Hem öfkelidir, beni sevmedi diye… Hem de hala küçük bir çocuk gibi değerli olmaya, takdir edilmeye uğraşır. Bu dengesizlik onu da, enerjisi de tüketir.

İşte bu durumda ve arafta kalan birçok genç insan nasıl davranmalıdır? Hem kırmadan, hem de kendi hikâyesini, kulluğunu ve imtihanını yaşayabilmek için nasıl düşünmelidir?

Öncelikle kendi ihtiyaçlarını ve zaaflarını fark ederek işe başlayabilir. “Benim değerli olma, sevilme, kabul edilme ve onaylanma anlamında yaralarım, boşluklarım var. Bu yüzden de, bunları telafi etme pahasına doğruyu ve kendi kararlarımı yaşama özgürlüğümden vazgeçiyorum. Büyümem ve yetişkin gibi davranmam gereken yerlerde, sırf onaylanma ve sevilme ihtiyacım yüzünden küçük bir çocuk gibi davranabiliyorum. Oysa büyümem için, ruhumun özgürleşmesi için tüm hastalıklı bağımlılıklarımdan azat olmam gerekiyor. Bunu yaparken de kırıp dökmem gerekmiyor, sessizce ve kararlı bir basiretle de başarabilirim bunu… Beni Yaratana, O’nun onaylamasına, değerli bulmasına, asıl ihtiyaç duyduğuma karşı ihtiyaçlarımı sunarsam eğer, eminim ki O gerçek bir ebeveynin karşılaması gereken birçok duygunun ve ihtiyacın gerçek sahibi olarak daha çok sevindirecektir kulunu… Gerçek seven ve değerli kılan, beni de sevgisiyle güçlendirecektir. Bundan eminim…”

 Gizli açık tüm ihtiyaçları karşılayanın gerçek merhametine sığınmak, insanı sükûnetle güçlendirir…

Banu Yaşar

Zafer Dergisi

Aşağılamanın hazzı

Önceki gün elektronik postama bir mesaj gelmiş, “Hocam şu videoyu izler misiniz?” diye de not düşülmüş.

Özel televizyonda yayımlanan bir yarışma programından 5 dakikalık kesit gönderilmiş.

Evimizde televizyon olmadığı için, bu türlü programları izlemeyeli yıllar olmuştu.

Biraz izleyeyim dedim… Açtım, azıcık baktım, neye uğradığımı şaşırdım.

Görüntüde, 25 yaşında bir genç kız ile 35 yaşındaki jüri üyesinin arasında geçen diyaloglar var.

Aslında diyalog miyalog yok, “aşağılamanın hazzını” yaşayan bir erkek ile “aşağılanmanın bunalımına” düşmemek için çırpınan bir genç kızın var olma mücadelesi var.

Jüri üyesi, yarışmacının giydiği kıyafeti aşağılıyor, kız duygusallaşıp ağlıyor. Ama ağlaması kâr etmiyor, aşağılayıcı, bu sefer de kızın ağlamasını aşağılıyor. Duyarsızca, hissizce…

Eğer ülkemiz televizyonlarında böylesi programlar yayımlanıyor ve bu programlar gayet güzel reytingler de alıyorsa, kimse kusura bakmasın ama ne toplumsal şiddetin artmasından ne de okullarda çocukların birbirini ezmesinden, aşağılamasından kimsenin rahatsız olmaması gerekir.

Zira aşağılayıcının aldığı hazzı gören, hisseden çocuk bir süre sonra kendisi de aşağılayıcılık eğilimine girer. O da arkadaşını aşağılar, ezer, dalgaya alır …

Ve maalesef aşağılayıcılığın “yanıltıcı üstünlüğü” çocuklar için oldukça caziptir.

Bütün kişilik bozukluklarının sinsi bir köşesinde “aşağılanmışlık” öykülerini bulabilirsiniz.

Narsisler, aşağılanmış kişilerdir örneğin. Çocukluk çağında, ezilmiş, küçük düşürülmüş, değersizleştirilmiş kişilerin, “duyarsızca var olma mücadelesinin” yetişkinlik yıllarındaki karşılığıdır narsisizm.

Ya da duygusal yoğunluk yaşayamayan, sosyal aktivitelerden kaçınan, arkadaşlık kurmakta isteksiz davranan, topluma karşı yabancılaşmış “şizoid kişilik bozukluğu” olanların çocukluk öykülerini dinlediğinizde, bir aşağılanmışlık acısını bulacaksınızdır derinlerde…

Ve her aşağılananın bir aşağılayıcısı vardır. Ne acıdır ki bu kimi zaman kişinin kendi anne babası, kimi zaman öğretmeni, kimi zaman okul arkadaşıdır ve her aşağılayıcının bahanesi “senin iyiliğin için”dir.

Aşağılayıcılık bulaşıcıdır. Aşağılanmışlar, aşağılanmanın acısını, başkalarını aşağılayabildiği kadar dindirebildiklerini fark ettiklerinde, aşağılamanın hazzını da fark edeceklerdir bir süre sonra…

Bir topluma kastedecekseniz, tankla topla saldırmanıza gerek yok, o toplumda “aşağılamanın hazzının nasıl bir üstünlük duygusu oluşturduğunu hissettirmeniz” nesiller boyu o toplumun acı içinde kıvranması için yeterlidir.

Göreceksiniz o zaman, öğretmen, ödevini yapmayan öğrencisine, “geri zekâlı seni” derken acı duymayacak… Bir anne kendisine seslenen çocuğuna, “Ne var be!” derken içi yanmayacak… Veya bir yarışma programında kıyafeti yüzünden aşağılanan kızı izleyenler, o ağlamalardan keyif alacaktır.

Hem kendinize, hem çocuklarınıza bir iyilik yapacaksanız, aşağılayıcılardan ve aşağılamanın hazzını yaşayanlardan korunun.

Ve maalesef tecrübelerimiz gösteriyor ki, aşağılanan çocukların ilk aşağıladıkları kişiler, önce kendi kardeşleri ve ardından da anne babaları oluyor, üzgünüm!

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Çağın hastalığı: Narsisizm

Kişilik bozuklukları içinde en sinsi olanı ‘narsist kişilik bozukluğu’dur.

Zira kişi, narsist olduğunu bilmez. O kendini beğenerek değil, insanları yetersiz bularak kendini yüceltir.

Nedir narsist kişilik bozukluğu? Kişinin kendini ‘bir şey’ zannetmesi hâlidir. Kendini beğenme, başkalarını yetersiz bulma hastalığına yakalanmasıdır.

Araştırmalara göre, toplumların yüzde 1’inin narsist kişilik bozukluğu taşıdığını biliyoruz.

Yüzde 1 az gelmesin sakın, zira böylesi kişiler duyarsızlıklarından elde ettikleri güç ile toplumda kolay yer edinir. Etraflarında zayıf kişilere tesir eder ve onları istediği gibi kullanırlar ve genelde başarılıdırlar. Ancak bu, başkalarını ezmek ve duyarsızca yaşamaktan kaynaklandığı için, gerçek bir başarı değildir.

Gerçek başarı, kişinin, başkalarını ezerek değil, işbirliği ile elde ettiği başarıdır.

Bu sebeple daha okul öncesi dönemden itibaren çocukta ‘bireysellik’ değil, ‘kolektif’ hayat becerisi yetenek hâline getirilmelidir. Çocuğa yalnız kendi değil, arkadaşı başarılı olduğunda onun adına da mutlu olmayı ve onu tebrik etmeyi  bilecek şekilde telkinler verilmelidir.

Ebeveynler tek başına başarabilen çocukları ile gurur duysa da, böylesi bir ruh edinen çocuk bir süre sonra anne babasını bile beğenmez. Zira narsist kişide ‘acıma’, ‘sadakat’ yoktur, ‘vefalı’ değildirler, kimseye ‘bağlanamaz’, ‘âşık’ olamaz. Zira o kendisine âşıktır.

Narsist kişiler kırılgandır, eleştirilmeye tahammülü yoktur, kendisini eleştirene öfke duyar.

Kişi nasıl oluyor da böyle oluyor, insan böylesi bir ruha nasıl dönüşüyor? Araştırmalar gösteriyor ki, bu hastalığın temeli çocukluk yıllarında atılıyor; fakat yetişkinlik döneminde tetikleyici faktörler oluştukça bu hâl ortaya çıkıyor.

1- Çocukluk yıllarında, annesi ile ‘bağlanmasında’ problem yaşamış çocukların yetişkinlikte narsist kişilik bozukluğuna daha ‘yatkın’ olduğu biliniyor. Reddedici, otoriter ve baskıcı annelerin çocukları önce içlerindeki anne yoksunluğunu ‘bastırmayı’, kendi iç dünyalarına ‘derinleşmemeyi’, fazla ‘duygusal olmamayı’, kimseye ‘bağlanmamayı’, ‘güvenmemeyi’ öğreniyorlar. Annesine güvenle bağlanamayan kişi, hayata güvenle bakamıyor.

2- Çocukluk yıllarında ‘aşağılanmış’ kişiler narsisizme yatkın oluyor. Kişi aşağılandıkça kendini güçlendirmeyi, kendini güçlendirdikçe başkalarını hissetmemeyi, onları ezmeyi bir tarz hâline getiriyor. Ebeveynler çocuklarını şu ya da bu sebeple aşağılarken aslında duyarsızlaştırdıklarını görmelidir. Duyarsızlık ruhsal ölümdür. En basitinden söylenecek olursa, kardeşi ile kıyaslanan çocuk, aşağılanan çocuktur. Ödevini yapmadığı için sınıfta alay konusu edilen çocuk adım adım duyarsızlaşan bir çocuktur.

3- Yine çocukluk yıllarında, ebeveynleri tarafından devamlı ‘övülmüş’ çocuklar da potansiyel bir narsisttir. Örneğin bir ebeveyn ‘Benim kara gözlü kızım, senin eşin benzerin yok’  diyerek kızını sevmişse veya ‘Benim oğlum gibisi yok bu dünyada’ denilerek çocuğa bu övüngen ruh edindirilmişse, böylesi çocuklar potansiyel narsisttir.

Narsist bir kişiye anne babalık yapmak kadar zor ebeveynlik yoktur. Zira narsist kişinin duygularına erişmek, ona hitap edebilmek zordur. Böylesi bir kişi hem çevresine hem de içinde bulunduğu topluma zarar vericidir.

Nedir tedavisi bu durumun peki?

Belki her kişilik bozukluğunun tedavisi kolaydır; ama narsist kişilik bozukluğu, tedavisi en zor olanlarından  biridir.

Zira narsist kişi, kendisinde bir rahatsızlık olduğunu düşünmez. O kendisinin anlaşılmadığını zanneder. Bundan dolayı psikolojik tedavi sürecine dâhil olması zordur. Böylesi bir sürece girse bile kendisini yeniden yapılandıracak olan psikologdan kendini üstün görür. Ona güvenemez, kendini tedaviye teslim edemez.

Ama her ne kadar zor da olsa yine bir psikolojik tedavi süreci vardır narsist kişilik bozukluğunun.

Ebeveynler böyle bir çocuk sahibi olmak istemiyorsa, onlara ‘övüngen’ değil, ‘mütevazı’ bir ruh edindirmelidir. Övgü ile ayaklarını yerden kesmek yerine onlara ayakları yere basan sevgiler sunmalıdır. Kendini bir şey sanmak yerine, insanlarla uyum içinde olmayı üstün meziyet olarak tanıtmalıdır.

Yoksa evde bir narsist yetişirse, o sadece o aileyi değil, içinde bulunduğu toplumu da yok eder ve kimsecikler farkına bile varamaz.

Adem Güneş / Aksiyon Dergisi