Kategori arşivi: Röportajlar

Bediüzzaman’ı ebced ve cifiri kullanmaya mecbur kılan karanlık anlar

KUR’AN’I ANLAMAYI EBCED VE CİFİRE ODAKLAYAN KİŞİ HATA ETMİŞTİR

Diğer tartışma konusu Ebced ve Cifir. Bunlar malum birer ilim aslında

İslam klasikleri, İslami miras, klasik İslami ilimlere dair belli kitaplar vardır, tasnifler vardır. Mesela Saçaklızade’nin, yanılmıyorsam Maraşlı bir Alim, Osmanlı döneminden olarak Tertibü’l Ulumu vardır. Mesela Kettani’nin böyle bir çalışması var hakeza. Oralarda cifir ilmi, ebced ilmi yer alır. Bunlar klasik İslami ilimler silsilesi içerisinde en merkezde midir? Değildir. Ama var mı? Var.

Bediüzzaman Hazretleri de Risalelerde bu ilmi kullanarak çeşitli istihraçlarda bulunuyor. Burada bu ilime yönelik bir reddiye, tasallut var.

Geçmişte bir kere bununla ilgili İslam tarihi içerisinde cifir, ebcet vs. ile ilgili bir tasallut bir taarruz ancak İbn-i Teymiyye çizgisinden olmuş. Denebilir ki belki suiistimallerden de olabilir. Bediüzzaman’dan, sıklıkla ifade ettiğim, aldığım dersi bir kelimeyle özetle deseler ben “denge” derim. Bediüzzaman o denge dersini nerden almıştır? Kur’an’dan almıştır. Mucizat-ı Kur’aniye risalesi. Kur’an’ın mucizeliğinin vecihleri üzerine yazılmış olan o Risale-i Nur’un en temel Risalelerinden biri olan 25. Sözün sonunda zaten Bediüzzaman’ın getirdiği nokta budur. Kur’an’ın mucizeliğinin, Kur’an’daki o hakikatin değişik suretleri, vecihleri, yönleri arasındaki denge, bütünlük. Rabbimiz zaten Rahman suresinde kaç defa vezne çağırıyor. Kainattaki vezne, ölçüye, dengeye dikkat edip, dönüp “ey insan sen de o vezni bozma” der. O düzene, nizama, muvazeneye davet var Rahman suresinde. Bediüzzaman Rahman suresinden aldığı dersle 30.Lem’a’da ism-i adli, muvazenenin müsemması olan Rabbimizin adl ismini bir ismi azam olarak o ayetlerden aldığı dersle çalışıyor.

Şimdi bu dengeyle birlikte de itidal. Kritik bir mesele. Zaten hadislerde de aynı şekilde bu dersi sürekli Peygamberimiz aleyhissalatü vesselamın verdiğini, öğrettiğini görüyoruz. Uçlarda olmak değil muvazeneli olmaktır İslam’da asıl marifet, asıl fazilet. Ama buna karşı insan bu denge haline karşı ifrat ve tefritlerle sürekli sınanıyor. Bu hayatın her alanında görülüyor. Bu meselede de görülebiliyor.

Şimdi buralarda cifir, ebcetle ifade edilen belli tevafuklar, kelimelerle ilgili tevafuklar. Diğer taraftan Kur’an ayetlerinden işte sayısal değerler üzerinden belli işaretler. Böyle bir cifir, ebcet ilmi içerisinde bu var mı? Var. Peki, Kur’an böyle mi anlaşılır? Hayır, Kur’an’ı buna odaklayan kişi hata etmiştir.

ZAHİRİ SAPMA-BATINİ SAPMA

Hurufilik diye bir şey var

Evet, Hurufilik böyle bir şey. Kur’an’ı anlamaya yönelik yanlış iki türlü tutumla karşılaşıyoruz. Bir ta haricilerden başlayarak “düz, tek bir anlam vardır o da benim anladığımdır” mantığı. Düz okumak. Mecaz, telmih, işaret yoktur bunlara göre. Kaba bir Müslümanlık, kaba bir dindarlık. Düz aklıyla ne anlıyorsa… Bunun ayrıca arızalar var. Mesela –haşa- oradan ne çıkıyor? Mecessime çıkıyor, Müşebbihe çıkıyor. Allah’ı haşa insan gibi düşünmek. Niye? Çünkü kürsüye oturdu. Basbayağı kürsü düşünüyor adam. Arşa istiva etti ayetini böyle anlıyor. Bu Allah’a mekân izafe etmektir. Bu tevhide ne kadar yakışır? Bu bir sorun. Her türlü deruni, batınî manaları veya mecazı, telmihi, işareti bütün bunları göz ardı edip düz bir anlama odaklanmak. Bu zahiri bir sapmadır.

Buna karşılık zahiri bertaraf edip her şeye olduğunun dışında, ilk anlaşılanın dışında bir anlam vermek. “Salat derken ben şunu anlıyorum” diyor. Dolayısıyla namaz gümledi gitti. “Oruç derken şu manayı şey yapıyorum.” Oruç tutmuyorsun. “Örtü, tesettür” derken o bir manevi korunma filan” diye vs. veya başka şeyler. Ayetin manası açıkken orada sen çıkar şuradan, şuradan, şuradan diye teferruatın teferruatı olan bir meseleyi “mana budur”a indirge. Batini sapma. Bu hep olagelmiş.

KUR’AN’I ANLAMANIN MERKEZİNE YERLEŞTİRMEDEN, İHMAL DE EDİLMEDEN

Hurufilik, Kur’an’ı anlamanın cifir, ebcet, Kur’an’dan remz ve işaret olarak bazı dersler ve haberler çıkarma meselesinin abartılması ve de buna indirgenmesidir. Bu bir sapma. Bu sapmaya karşı başka bazı tepkiler oluşmuş. İbn-i Teymiyye de muhtemelen böyle bir şeyle tepki vermiş. O tepkiyi anlayabiliyoruz ama İbn-i Teymiyye’nin tepkisi kıyıda kalıyor. İslami ilimler geleneği içerisinde hiçbir zaman hiçbir âlim tarafından cifirle, ebcetle bir takım remizler ve işaretler çıkarmak Kur’an’ı anlamanın merkezine yerleştirilmemiş. Ama ayetlerin açık ve sarih dersleri üzerine bir odaklanmanın yanında bu asla ihmal edilmeksizin ana omurga, ana gövde muhafaza edilerek Kur’an’ı anlamanın veya Kur’an’ın verdiği derslerin, Kur’an’ın verdiği haberlerin anlaşılması yoluna gidilmiş. “Dalının şöyle de bir budağı var” manasında böyle remizler ve işaretler çıkarmak da reddedilmemiş.

Bediüzzaman Şualarda Elhüccetüz-Zehrada 15. Şua’nın en sonunda buna açık ve net bir şekilde değinir. Bu manada cifir ve ebcetle daha ziyade meşgul olan isimlere baktığımızda bunların buhran ve bunalım zamanlarının isimleri olduğunu görürüz. Mesela Cafer-i Sadık’a ağırlıklı şekilde atfedilir cifir ve ebcetle ilgili şey.

“MENEMEN’İN BİR TAKLİDİNİ, BİR KOPYASINI ÜZERİMİZDE DENEMEK İSTEDİLER”

Buhran ve bunalım. Yani İslam düşüncesinin veya İslam tarihinin buhranı ve bunalımı?

Evet. Cafer-i Sadık ehl-i beytin bir mümessili. Büyük dedesi Zeynelabidin Ali bin Hüseyin. Malum Kerbela’dan kurtulabilen tek kişi. Ehl-i Beytin Emeviler döneminde yaşadıkları ortada. Ehl-i Beyt, peygamber ailesi. Emeviler her tarafa hüküm sürmüş. İmam-ı Azamın da hocası kendisi. Ehl-i Beytin sıkıntıya maruz kaldığı bir dönem. Burada daire-i esbapta kuvvetli bir kuvve-i manevi lazım kendi için veya Ehl-i Beyt için veya Ehl-i Beyti sevenler -ki her mümin sever- için. Orada vaziyet kötü de gözükse sıkıntı da gözükse “üzülmeyin şu manalar, bu dersler var, bu da geçecek şu, şu şöyle istikbalde şöyle bir fütuhat olacağına buradan bir telmih bir işaret çıkıyor” şeklinde kuvve-i maneviye ve direnci sağlam tutmak amaçlanmış. Tıpkı Mehdi hadislerinde olduğu gibi.

Muhyiddin-i Arabi de böyle yapmış. Osmanlının son döneminde Bursalı İsmail Hakkı Bursevi mesela Esrarü’l-Huruf diye galiba böyle bir çalışma yapmış. Bediüzzaman hakeza. Bediüzzaman Barla’ya sürülmüş. Risalelerin telifine başlamış. Barla’da etrafında o risaleleri okuyan bir kitle de oluşmuş. Bir yandan duyuyor; “imana şöyle bir saldırı var. Haşri inkâr eden şöyle şeyler var. Ders müfredatı değişmiş haşa Allah’ı inkâr eden, maymun atamız, biz onun neslindeniz” filan diye böyle şiirlerle ilkokul çocuklarına güya küfrani bir anlayışın düşünüşün empoze edildiği bir ortam. Bütün bunların haberini alıyor Bediüzzaman. Buna karşı yazdığı risalelerle o küfrani taarruza karşı iman hakikatlerini, Kur’an hakikatlerinin muhafazası ve müdafaası namına eserleri yazmış.

Bu eserler sahipsiz de kalmamış muhataplar bulmuş Barla, Isparta civarında. Ve giderek Ege’nin daha geniş bölgelerine doğru da yayılmış. Durum bu iken ne oluyor? Isparta’ya sevk ediliyor. Oradan da hepsi toplanıyorlar güya bir gizli şey kurmuşlar ve devleti yıkma teşebbüsüyle bu eserler yazılmış gibi. Haşir Risalesi neresiyle devleti yıkacak? Mucizat-ı Kur’aniye risalesinin neresiyle devleti yıkacak? Sünnet-i Seniyye risalesinin neresiyle devleti yıkacak? Bediüzzaman, “Menemen’in bir taklidini, bir kopyasını üzerimizde denemek istediler” diyor. Oradan Afyon’a sevk ediliyor, Afyon’dan Emirdağ’a sevk ve saçma sapan gerekçeler üreterek idam talebiyle yargılıyorsunuz. Şartlar bu.

BEDİÜZZAMAN’I EBCED VE CİFİRLE İLGİLENDİREN ŞARTLAR

Bediüzzaman ve talebeleri hapiste idamla yargılanıyorlar. Dışarıya bakarsak, Kur’an harfleri yasaklanmış, öğretenler mücrim sayılıyor ve hapse atılıyor. Medreseler kapatılmış, neşriyat darmadağın edilmiş, dergahlar, tekkeler kapatılmış. Sarıkla gezeni, şapka giymeyeni hapse atıyorlar. Ezana müdahale edilmiş, hutbeye müdahale edilmiş, dini kitaplar darmadağın edilmiş. Kimisi hurda halinde hurda kâğıt olarak satılmış filan vs. Böyle bir dine, dini hayata, dini esasları ve dinin bütün göstergelerine dönük devlet eliyle külli bir taarruzun olduğu bir dönem. Ve siz hapistesiniz ve idamla yargılanıyorsunuz. O istihraçlar o şartlarda yazılıyor. Tıpkı Cafer-i Sadık ve sonraki ebcet ve cifirle daha fazla meşgul olanların durumuna benzer şekilde.

Bunlar çok rahat dönemlerde, asıl meseleyi bırakmışlar da böyle hurufi bir sapma içerisinde teferruatın teferruatını merkeze yerleştirmişlerki. Böyle bir şey yok. İşte Sözler, Risale-i Nurların en baş eseri. Sözler’in neresinde cifir, ebcet var? İkinci olarak Mektubat, temel risalelerin neresinde var? Eskişehir hapsi şartlarında 1. Şua’da bu mesele var.

Hapis şartları var. Daire-i esbapta baktığımızda gelecek adına, İslam açısından küfür her tarafı tutmuş ümit namına elle tutulur bir şey yok denilen bu şartlarda ehl-i imanın kuvve-i maneviyesini muhafaza etmek özelde de yanında, onunla birlikte hapsedilmiş Nur Talebelerine “bu devran böyle gitmez bu böyle olmayacak”, bu noktada bir ümit vermek sadedinde yazılmış.

28 ŞUBAT’TA SAKAL VE BIYIKLARIN KESİLDİĞİNİ, GÜMÜŞ YÜZÜKLERİN ELDEN ÇIKARTILDIĞINI GÖRDÜK

Şimdi bugünün şartlarında konuşmak çok kolay. 1935 yılında, bugün Bediüzzaman’a 1. Şua’da o istihraçlarından dolayı laf edenler 1935 yılının şartlarında yaşasalardı acaba ne yapacaklardı? Bir 28 Şubat şartlarında kimlerin neler olduğunu gördük. Kaç sakalın kesildiğini gördük, kaç bıyığın kesildiğini, kaç gümüş yüzüğün elden çıktığını gördük. Kaç şeklin şemalın değiştiğini gördük. İslami yayıncılığın tarzı bile değişti. Kişisel gelişime döndü 28 Şubat şartlarında. O kadar kolay mı bu meseleler? Burada şimdi bu rahatlığın içerisinde laf etmek kolay. 1935’te olsa ne olacaklardı acaba? Bediüzzaman gibi küfrün karşısında dimdik durabilecekler miydi idamla yargılanırken? Yoksa yüzlerce, binlerce kişiyi teslim olmuş, boyun eğmiş, savrulmuş veya başka diyarlara kaçıp gitmiş olarak mı görecektik? Şimdi bu şartlarda yazılıyor. Bir eli yağda bir eli balda olarak değil. Kendine veya Risaleye bir paye biçerek değil. Ümitlerin darmadağın olduğu şartlarda küfre karşı direnci ve hizmet-i imaniyede gayreti muhafaza etmek için yazılıyor.

SEZAİ KARAKOÇ RİSALE-İ NUR OKUYUNCA ÖNCE TEPKİ VERİYOR SONRA “ANLADIM” DİYOR

Bu noktada -Allah ebeden razı olsun- Sezai Karakoç’u anlıyor ve takdir ediyorum. Sezai Karakoç’un Risale-i Nur ve Bediüzzaman’la ilgili çok güzel tespitleri vardır. Yanılmıyorsam İslam’ın Dirilişi’nde şunu söyler. “Risale-i Nur tek başına İslam kültürü külliyatıdır” diyor. “Tek başına, insanların bütün o darmadağın olan şartlarda İslami düşünüş ve miras içerisinde kalmalarını temin etti” diyor. Bu manada bir sözü var. Veya “ihlas mihveri etrafında dönmesi meselenin en hayati, en can alıcı noktasıdır” diye gene tespiti var. Ama o günlüklerinde Diriliş’in yayınlandığı dönemlerde günlüklerden parçalar yayınlıyordu. Orada bunu da ifade ediyor. Bütün risaleye dair ciddi bir tetebbuatı olduğunu biliyoruz zaten. TV111’de program yapmıştır şair Suad Alkan Ağabey de bu noktada birebir hem dostlukları vardır hem şahitlikleri vardır buna dair.

Sezai Karakoç, “ben risaleleri sıra içerisinde okuyordum” diyor. Sikke-i Tasdik-ı Gaybi’ye gelmiş “bu bahisleri okurken rahatsız oldum” diyor. Mana itibarıyla söylüyor ilk anda. “Olmasaydı bunlar ne gerek vardı bunlara diye. Sonra dedim ‘ben bugünün şartlarında bunu söylüyorum. Yazıldığı dönemin şartlarına bir gideyim bakayım. Rahatsız olsam da o günün şartlarında Bediüzzaman bunu niye yazmış anlayabildim” diyor. Bu insaf nazarıyla bakan bunu görebilir. İlla Sezai Karakoç olmak gerekmiyor. Ama Sezai Karakoç’un bu tavrından ve ahlakından ders alabilmek gerekiyor.

İLAHİYATÇILAR VE DİYANET EBCED VE CİFİRİ REDDETMİYOR

Birkaç nokta var bununla ilgili belki söyleyeceğimiz. Birincisi bu problemli bir şey olsa İslami ölçüler dahilinde haşa cifir, ebcet gayrı meşru şeyler ve bunlar ile meşgul olmak ve bunlardan istihraçta bulunmak dalalet olsa sapkınlık olsa… Bediüzzaman mahkemelerden mahkemelere sevk edildi. O eserlere ceza verdirmek için bekleyen savcılar vardı. Bilirkişilere gönderildi o eserler. O bilirkişiler de neticede ilahiyat camiasından veya diyanet içerisinde görevi olan alim kişilerdi. Onlar “cifir diye bir ilim yoktur, ebcet diye bir şey yoktur. Bu İslami gelenek içerisinde asla yeri olmayan astarı olmayan şeylerdir bu bir “sapkınlıktır diye böyle bir rapor yazdılar mı? Yazmadılar. Çünkü İslami ilimler içerisinde, merkezde olmamakla birlikte böyle ilimlerin olduğunu İslami gelenek içerisinde bu şekilde ayetlerden tevafuklar ve harflerin sayısal değeri üzerinden bir takım dersler, çıkarımlar olduğunu biliyorlardı.

SÜNNETTE DE VAR

Sayısal değerleri de bu ilim çerçevesinde sabit değil mi?

Kafasına göre bir değer değil. Bir ilmi var bunun.

Bu bile iddia edenler var çünkü.

Bunun bir ilmi var. Hangi harf nasıl okunur, nasıl toplanır filan vs. bunun bir ilmi var. Kaldı ki mesela bununla ilgili Eş-Şeceretü’n-Nu’mâniyye diye bir eser vardır Muhiddin-i Arabi’ye atıfla. O yazmış mıdır kesin değil ama meşhur bir eserdir. Eş-Şeceretü’n-Nu’mâniyye Osmanlı tarihi içerisinde çok okunmuş bir eserdir. Çünkü orada Kur’an ayetlerinden çıkarımlarla, istihraçlarla, remiz ve işaretlerle Osmanlının yarınına dair bir tarih okuması var. Eş-Şeceretü’n-Nu’mâniyye bir inkarızdır neticede. Başlayan her şey biter. Ve bu bir dönem yasaklanmış. Çünkü hanedanın bitişine atıf şey yapıyor diye. Asırlarca var olagelmiş böyle bir kitap.

Bu gelenekte yeri ve karşılığı olan bir şey. Bazıları sünnete dayalı olduğunu inkar ediyorlar. Hayır, orada da var. Yahudiler geliyor “senin ümmetinin ömrü kısadır” diyorlar. Huruf-u mukattadan hareketle. Resulullah başka ayetleri okuyor ve o zaman Yahudilerin morali bozuluyor. Böyle haberler var. Bazıları tutup kabalar filan bilmem ne diye bunu İslam dışı ilan edip Yahudilikle ilişkilendirme gibi bir tutum var. Oraya çok detaylı girilir de şu an girmeyeceğim. O da ayrı bir problem.

Hz. Musa bir peygamber. Sonradan tahrif edilmekle birlikte -tahrif edilmiş haliyle kabul etmiyoruz- ama Hz. Musa’ya indirildiği haliyle Tevrat’a inanmak bir Müslüman olarak bizim imanımızın, kitabullaha imanın esaslarından, cüzlerinden biri. Dolayısıyla bu anlamda baktığımızda İslami miras içerisinde daha önceden olan bir şeyin faraza öyleyse dahi geçmişi de varsa dahi bunun batıl olduğu anlamına gelmiyor. Burada olan bir şey Kur’an ve sünnet ölçülerine uymuyorsa, Kur’an ve sünnet tarafından yasaklanıyor ve reddediliyorsa bizim için mesele biter.

NAMAZ KILMASI İÇİN ÇABA GÖSTERMEK YERİNE ALNI BEŞ VAKİT SECDEYE İNEN İNSANIN KAFİR OLDUĞUNU İSPAT ETMEYE ÇALIŞIYORLAR

Onun dışında cahiliye şartlarında onun içerisinde örfi olan çok şey var. Takriri sünnet diye bir şey vardır. Efendimiz ondan nehyetmemiş. Bu çok teferruatlı bir şey girmeyeceğim. Ama niyet, bunu din dışı, İslam dışı, gelenek dışı bir şey haline getirmek. Milyarlarca insan var İslam davetine çağrılması gereken. Senin yaşadığın ülkede Allah’a iman, melaikeye iman, ahirete iman noktasında kafası karışık çok insan var. Ve bırakalım beş vakit namazı Cuma namazı kılmayan veya bayram namazı kılmayan milyonlarca insan var. Bütün bunları bırakıyorlar bu işlerle uğraşıyorlar. Namaz kılmayan insanı namaz kılması için çaba göstermek yerine alnı beş vakit secdeye inen insanın aslında kafir olduğunu ispat etmeye çalışıyorlar. Caminin içinden adımını atamamış insanı camiye davet etmek yerine caminin içindeki insanını “aslında bu müşriktir bilmem ne” demeye çalışmak. Bu apayrı hastalıklı bir ruh hali.

Şimdi bu gelenekte yeri olan ilk defa Bediüzzaman’ın yapmadığı, Cafer-i Sadık gibi Muhyiddin-i Arabi gibi arada başka bir çok ismin meşgul olduğu klasik İslami ilimler içerisinde asıl olmamakla birlikte o Tertibü’l-ulum içerisinde ismi zikredilen, kendi içerisinde bir sistematiği olan, bir usulü olan bir şey bu cifir ve ebcet. Bediüzzaman da buna riayet ediyor.

BEDİÜZZAMAN’A BUGÜNÜN MUTEZİLESİNİN BİR SALDIRISIDIR

Elhüccetüz-Zehra’ya bakalım. Şimdi bunu birileri kabul eder veya etmez. Ama mesela “vela radbin ve la ya bisin illa fi kitabin mubin”, “yaş ve kuru her şey Kitab-ı Mübîndedir” ayeti. Kitab-ı Mübîni bazıları levh-i mahfuz diye tefsir etmişler bazıları Kur’an diye tefsir etmişler. Levh-i mahfuz da desek Kur’an’ın nüzulü, ayetleri o levh-i mahfuz manasının gene içerisinde.

Risalede hep vurgulanan bir şeydir, Mutezile ile Ehl-i Sünnet arasındaki meselelerden biridir. Ahmet İbn-i Hanbel bunun için iktidara yaslanan Mutezile tarafından öldürülmek istenmiştir. Kur’an mahluk mudur değil midir? Kur’an mahluktur, yaratılmıştır dediğinde ne olacak? Bu defa zaman ve mekan sınırları içerisine sokacaksın. O zaman bugün öyle yarın öyle açık bir durum olacak. Dikkat ederseniz bugün de bunu yapanlar Mutezile kafalarıdır, tarihselcidir bunların bir kısmı. Bu noktada Bediüzzaman’a olan saldırı Ehl-i Sünnet geleneği içerisinde sağlam duruşu temsil eden bir Müslümana bugünün Mutezilesinin bir saldırısıdır. Ve bu Mutezile güya İslami ana damarı o ümmetin cedde-i kübrasını temsil eden alimleri güya yanılmakla suçlarken, iktidar gücüne yaslanıp güçle kendi hükmünü dayatma uygulamasını, mihne uygulamasını onlar yapmıştır.

Dünün mutezilesiyle aynı görüyoruz. Fethullahçılığın bir büyük zararı olmuş bu ümmete, onu Ehl-i Sünnete fatura etmek, Bediüzzaman’a, tasavvufa bütün o İslam mirasının o Ehl-i Sünnet çizgisinin taşıyıcısı ilim geleneğine bunu fatura etmek istiyolar. Oradan iktidara bir selam çakmak. “Bunlar kötü bu darbe yapmaya kalkan işte bundan dolayı yaptı. Aslında bunların hepsi de aynı şekilde sen bana güven ben senin şeyin olayım. Ama ben istiyorum da bunlar olmasın da bir daha böyle yaşamaman için bunların hepsini yık geç” demek istiyorlar.

“İKTİDAR BENİM DEDİĞİMİ YAPSIN, BENİM GİBİ DÜŞÜNMEYENİ EZSİN, MEYDAN BANA KALSIN”

Şu anda yaşananlar tam olarak bu…

Evet, Mutezile karakteri bu. Memun, Mutasım’ın arkasına saklanarak da bunu yaptılar. Bugün de aynısını yapmaya çalışıyorlar. Kendilerini herkesten daha özgürlükçü, Ehl-i Sünnet iradeyi kayıt altında tutuyormuş da, hele ki Eş’ari daha da kayıt altında tutuyormuş da İslam ümmeti bundan dolayı perişanmış da. Ulan Maturidi, Eş’ari itikadı, Ehl-i Sünnet itikadı bu ümmetin merkezindeyken üç kıtadan o fetihler oldu. Selçuklular Mutezile miydi? Osmanlı Mutezile miydi? Böyle anakronik saçma sapan bir tarih okuması.

“Ben modern, pozitivist, rasyonalist muktedirlerin karşısında yenik bir zihnin adamıyım, ezik bir zihinle ben ezik bir akılla düşünüyorum.” Bunu diyemiyor. Tutup kendisi özgür aklın ve özgür iradesinin temsilcisi buna karşılık Ehl-i Sünnet çizgisi hep arıza çıkaran, ümmetin başına bela olan, ümmetin tedennisinin sebebi olan Fethullahçılığı üreten, bilmem ne böyle şeyler oluyor. Ve de bu söylemler üzerinden “iktidar benim dediğimi yapsın, benim gibi düşünmeyeni ezsin, meydan bana kalsın” demeye getiriyor.

KUR’AN SEMASINDAN MANALAR HER ASIRDA İHTİYACINA GÖRE MÜMİNLERİN DÜNYASINA, AKILLARINA, KALPLERİNE İNMEYE DEVAM EDİYOR

Mesela Bediüzzaman’ın önümüze koyduğu bir şeydir. Kur’an’ın nüzulü 23 senede tamamlanmıştır Efendimiz aleyhissalatü vesselama 23 senede Kur’an indirilmiştir. Efendimiz aleyhissalatü vesselam ümmete Kur’an’ı tebliğ etmiştir. Efendimiz aleyhissalatü vesselama nazil olmuş, Efendimiz aleyhissalatü vesselamın bütün ümmetine tebliğ ettiği Kur’an’ın manaları ise bitimsiz bir okyanustur. Bitimsiz bir hazinedir. Bütün zamanlarda ihtiyacına göre her asırda, her zamanda müminlerin akıllarına, müminlerin kalbine o Kur’an’dan manalar nasıl semadan damlalar her asırda yağmur damlaları rahmet olarak inip maddi anlamda bereket oluyorsa Kur’an, Bediüzzaman’ın böyle harikulade bir tarifi de vardır. “Kendisine indirilmiş dinin temsilcisi” diyen ve kendinden başka herkesi “uydurulmuş dinin mümessili” gören biri Bediüzzaman’ın bu cümlesine laf söylemeye çalışmıştı, araya bir de kelime ekleyerek böyle bir tahrifle.

Bediüzzaman diyor aynı şekilde; nasıl semadan yağmur maddi anlamda bereket, rahmet vesilesi oluyorsa işte Kur’an insanlık semasını ve bütün zamanları, bütün mekanları kuşatmış şekilde ve o Kur’an asumanından o Kur’an semasından manalar her asırda ihtiyacına göre müminlerin dünyasına, müminlerin akıllarına, müminlerin kalplerine inmeye devam ediyor. Yazılmış binlerce tefsir her asırda bunun bir nişanesi. Kısacık bir yedi ayetlik Fatiha süresi üzerine binlerce tefsir yazılmış, yazılmaya devam ediyor. Nasıl bir bereket, bitimsiz bir hazine, bitimsiz bir okyanus. Muazzam bir semavi bereket olarak bu manalar devam ediyor.

BEDİÜZZAMAN’IN KUR’AN’LA HEMHAL OLUŞUNU BURAYA İNDİRGİYORSAN KUSURA BAKMA SEN ALÇAKLIK YAPIYORSUN

Bediüzzaman, “Rabbimizin kelam-ı ezelisi bitimsiz bir ikram ve hazine bizim için” diyor. Bunların mana-ı sarihi vardır. Her bir ayetin asıl dersleri vardır. Asıl, açık en temel daveti manası vardır. Nasıl bir ağaç gibi düşünürsek orada da ağacın bir gövdesi var. Kökler ve gövde sonra dallar var. Dalların budakları var. Budakların daha da küçük dalcıkları var.

Mana-ı sarih ana gövdeyi temsil ediyor. Ondan sonra o mana-ı sarihe bağlı teferruatı dallar anlamına geliyor. O asıl mananın yanında dallar, o dalların budakları mahiyetinde böyle tabaka tabaka anlam mertebeleri söz konusudur Kur’an için, Kur’an’ın her bir ayeti için.

Bu anlam mertebelerinden biri. Tekrar vurguluyoruz. Asıl değil. 15. Şua Elhüccetüz-Zehra’nın son kısmını okuyorum. Çünkü bundan sonra işte o istihraçta bulunduğu 1. Şua gelecek. Onun izahını hazırlıyor. Burada hakikati olan, bir asla dayanan gelenekte yeri olan bir şey bu. Ben yalan ve yanlış, sapkın bir şey yapmıyorum dersi var burada. Bu mana içerisinde yaş ve kuru her şey varsa Kitab-ı Mübinde, Kur’an kitabın bir manası Kur’an’ı da ifade ediyorsa, Kur’an’da geleceğe dair de haberler açık ve net. Bu yarın olacak, ertesi gün bu olacak söylemiyor. O noktada açık bir haber saat-i kıyamete dair. Orada sürekli nazarımız ona çevriliyor. Bu dünya geçici, hesap var, o güne, o gün Rabbinizin huzuruna nasıl çıkacağınıza odaklanın, ona hazırlanın. O haber tartışılmaz sürekli hatırlatılır.

Şu dünya hayatında da gelecekte neler olacak buna dair, asıl mananın dalının budakları sadedinde diyor her asra dair böyle işaretler, remizler yaş ve kuru her şey içinde olan o kelam-ı ezelinin içinde bulunur. Bu akla mantığa aykırı mı? Değil. Bu itikada aykırı mı? Değil. Madem Kur’an, kelam-ı ezelidir, Kur’an’da böyle bir hasiyet beklenir.

Ondan sonra diyor ki Bediüzzaman, “yazdığım risalede biz demiyoruz ki ayatın mana-ı sarihi budur.” Gele gele 1. Şua’ya gelenler sanki böyle bir şey de var. Bunu ilk Yaşar Kutlay yazmıştır. O makale denilen iftiraname, çarpıtma sonraki o bütün yazılanlar bunun papağanıdır diye söylüyorum hala o papağanlık devam ediyor.

İşaratü’l-İcaz’ı okudun mu? Okumadın. Bismillahirrahmanirahim 114 defa okunuyor, Kur’an okunurken her bir surede. Bunun tefsiri sadedinde 1.Sözü okudun mu? Okumadın. Rum suresi 50. Ayetinin dersiyle Haşir risalesini okudun mu? Okumadın. Kur’an’ın kelamullah oluşunun yine bir dersi olarak 12. Söz, 13. Sözü okudun mu? Okumadın. Mucizat-ı Kur’aniye risalesi olarak 25. Sözü okudun mu? Okumadın. Kur’an’ın hakkaniyeti üzerine 20. Sözü okudun mu? Okumadın.

Şimdi Bediüzzaman ve Kur’an denilince kardeşim elinde kapı gibi İşaratü’l-İcaz’ı görmeyen gözün, elinde kapı gibi Sözleri görmeyen gözün, bütün bunları görmüyor gele gele Şuaların sonunda orada 30 civarında ayetten yapılan istihraçları görüyorsa ve Bediüzzaman’ın Kur’an’la hemhal oluşunu buraya indirgiyorsan kusura bakma sen alçaklık yapıyorsun.

BEDİÜZZAMAN’A DÜŞMANSIN SEN, DÜŞMANLIĞINI MALZEME BULUP BAŞKALARINA DA ZEHİRLEMEK İSTİYORSUN

Bir kere sıralamaya bakarsın. Bu adam önce ne yazdı? Önce Muhakemat’ı yazdı. Kur’an’ı anlamada bir usul çalışması olarak. Önce tefsir mukaddimesi diyor zaten. Sonra ne yazdı? İşaratü’l-İcaz tefsirini yazdı. Sonra? Sözleri yazdı. Sonra? Mektubat’ı yazdı. Sonra? Lem’alar’ı yazdı. Sonra? Eskişehir hapsinde idamla yargılandıkları o karanlık şartlarda 1.Şuaları bu istihraçları yazdı. Adamın derdinin bu olmadığını anlarsın değil mi? Sıralamaya bak en sonunda ve de çok karanlık bir zamanda. Burada buna indirgemediği apaçık ortada. Kur’an’ın ana manası üzerine zaten bir ömür verdiği, bunun için kendi anladığı bir şekilde bunu ümmetle paylaşmak için yazdığı ortada. Ve sorun arıyorsan al sana İşaratü’l-İcaz, Muhakemat. İşaratü’l-İcaz’dan başlamalı. İlk sorunu orada bul. Gel Sözlere, Mektubat’a devam et. 1.Şuayı hepsinden sonra gel. Hala vicdanın elveriyorsa diyeceğini de Bediüzzaman’a.

Kur’an’dan aldığı dağ gibi ana dersi görmeyip zor zamanın şartlarında Kur’an’dan bir teselli ve ümit namına yazılmış bir şeyi bağlamından ve yazılış sebebinden kopartarak sanki bütün mesele buymuş gibi, buraya indirgiyorsan bütün o hayatı ve bütün o emeği… Bir kere bu senin gözün, ayıp arayan göz, senin gözün güzellik görebilen bir göz değil. Sen iyi niyetli değilsin. Senin derdin Bediüzzaman’ı anlamak değil. Sen Bediüzzaman’ı kafadan mahkum etmişsin zaten. Zaten Bediüzzaman’a gıcıksın sen. Bediüzzaman’a düşmansın sen. Düşmanlığını malzeme bulup başkalarına da zehirlemek istiyorsun.

RİSALE-İ NUR DA ONLARIN İÇİNDE BİR FERTTİR

Burada Bediüzzaman söylüyor zaten. “Demiyoruz ki biz ayatın mana-ı sarihi budur.” Manayı sarih namına İşaratü’l-İcaz’dan başlayarak yazdıkları ortada, buyur önce onları bir oku. “Biz demiyoruz ki, ayatın mana-yı sarihi budur. Ta hocalar ‘fihi nazarun’ desin. Hem dememişiz ki, mana-yı işarinin külliyeti budur.” Mana-yı sarih budur demiyoruz. Diyemez zaten Bediüzzaman böyle bir şey demez zaten demiyor da zaten.

Ki mana-yı işari var mı? Var. Bütün İslami gelenek içerisinde bu olagelmiş. Şunu da diyor bak. “Mana-yı işari budur” da demiyoruz. “Mana-yı işarinin külliyeti budur” demiyoruz diyor. Bediüzzaman Eski Said’den Yeni Said’e dönüşümünü “mesail-i mantıkiyeden bu dört kelime benim sırr-ı ehadiyet-i inkışafımın vesilesi ve Yeni Said’e dönüşümünün anahtarlarından biri” olarak zikreder Mesnevi-i Nuriye’de. Külliyetin ne anlama geldiğini burada külliyet derken neyin kastedildiğini bir kere bilmez veya anlamaz bugünkü laf söyleyen kimseler.

Külliyet dediğimiz ise mesela ağaçlar dediğimizde külliyettir. Bütün ağaçlar. Yapraklısı yapraksızı, meyve vereni vermeyeni, çiçek olanı olmayanı, Türkiye’de olanı Patagonya’da olanı. Dünyanın neresinde olursa olsun bütün ağaçlar o külliyetin içerisindedir. Burada diyor “demiyoruz ki külliyeti budur.” Mana-yı sarihi zaten budur demiyoruz, demez zaten. Mana-yı işarisi de budur demiyoruz oradaki istihraçlarda. Mana-yı işarisinin külliyeti budur demiyoruz. Ne diyoruz? Belki diyoruz ki, mana-yı sarihinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da mana-yı işari ve remzidir. Ve o mana-yı işari de bir küllidir. Her asırda cüz’iyatları var. Şimdi bütün asırların bunda hissesi var. Her kıtadaki, coğrafyadaki ağaçlar gibi düşünelim her nevden ağaçlar gibi bütün asırların hissesi var. Her asırda her Müslümanın İslam yolunda Allah için yazılmış her eserin bundan nasibi var.

BU BENİM DEĞİL RİSALE-İ NUR’UN KERAMETİDİR

Burada çıkıp bunların hepsini bertaraf edip mana-yı sarihi zaten göz ardı etmiş mana-yı işariyi bütün o asırlardaki hissesini göz ardı etmiş. Bu asırda da sadece Risale-i Nur’la ilgili böyle bir şey söylemiyor. Mana-yı sarih bir kere ana gövdedir, nazarlar esas ona bakmalıdır. Mana-yı işarinin külliyeti var. O külliyetin içinde müteaddit tabakalar var. O tabakalar içerisinde her asra bakan bir vecih var. O her asırdaki bu manada onun cüziyatları var fertleri var. Risale-i Nur da onların içinde bir ferttir.

Buradan her şeyi bırakıp da sırf Risale-i Nura hasrediyor, indirgiyor böyle bir şey söz konusu değil. Neyi niye söylediği neyi niye yaptığı belli. Anlamak isteyen burada tam bir Müslümanca bir hassasiyet içerisinde zaman ve zeminin şartları ve ihtiyaçları içerisinde bir şey olduğunu görür. Zaten sonrasında diyor ki “o mana-yı işari de bir küllidir. Her asırda cüziyatları var. Ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mana-yı işari tabakasının külliyetinde bir ferttir. Bu asırda da Allah namına kim hizmet etmişse hepsinin gene o işari manalarda hissesi var. Risale-i Nur’da hissesi olanlardan biridir.” Olay bundan ibarettir.

Devamında böyle izah ediyor gidiyor. Daha birçok şey söylüyor. Bununla ilgili belki bir noktada ilaveten şunu söyleyebilirim. Malum hani bilirkişilere vs. gittiğinde böyle diyanet veya alimlerle ilgili bu mahkemelerde “gelenekte böyle bir şey yoktur, böyle bir şey dememişler” denilmemiş. Onların diyebildiği şu. “Buradan kendi ve eseriyle ilgili böyle bir şey çıkarması böyle bir hodfüruşluk, böyle bir makam içeriyor. Yakışık almıyor.” Bunu söylemişler sadece.

Bediüzzaman da onu bir hüsnü zanla izah ediyor. Tamamen sahip çıksalar yanlı ve bu da sahip çıkmış diye kötü yorumlayabilirler. Emirdağ’da bu manada böyle bir şey var. Bu manada söylemişlerdir diye bir böyle hüsnü zanla bakıyor. Ama yok hayır öyle değil bunu ben gerçekten benim nefsime mal etmek için kendim bir makam biçmek için söylediğimi düşünüyorlarsa diye bu defa da “asla ve asla böyle bir niyetle yazmadım” diye değişik mektuplarda bunu ifade ediyor.

Mesela bunlardan birinde diyor, “bu sekiz parçayı Ankara ehli vukufu tahkik etmiş itiraz etmemişler. Yalnız bu yazılmamalıydı. Keramet sahibi kerametini yazamaz. Ben de onlara cevap verdim ki. Bu benim değil Risale-i Nur’un kerametidir. Risale-i Nur ise Kur’an’ın malıdır ve tefsiridir.” Bir kere orada bir güzellik varsa benim değil ki hata eksik kusur varsa benden. Orada ne hakikat varsa Kur’an’ın dersi. Ben bunu nasıl kendime mal ederim? Rabbimin kelamından alınmış bir hakikati nasıl “benim keşfim” diye, “ben buldum, ben söyledim” diye söyleyebilirim. “Ondan sonra böyle dedim onlar sustular. Demek kabul ettiler” diyor.

O DÖNEM RİSALE-İ NUR’A RAPOR YAZANLAR OSMANLI DÖNEMİNİN MEDRESELERİNDE YETİŞMİŞ ALİMLERDİ, KEMALİZM’İN ENFEKSİYONUNU KAPMAMIŞLARDI

Bugün olsa televizyonlarda sağda solda konuşan şeyler görüyoruz. Kim bilir ne zehir zemberek şeyler yazacaklardı? Bediüzzaman’ın haşa kendine vahiy aldı peygamber görüyor diye iftiralardan isim vermiyorum bazı tipler var. Yok Kabalistti, bilmem Yahudi yapmaya kalkan var. Mürtet ilan etmek, müşrik ilan etmeye kalanlar olacaktır.

Peki, o günün o alimleri niye bunu yapmadılar? Bunun da ayrıca ben önemli bir soru olarak kaydedilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü onlar Osmanlı döneminin medreselerinde yetişmiş alimlerdi. Dolayısıyla İslami gelenek içerisinde neyin ne olduğunu, niye söylendiğini bilip takdir edebilecek durumdaydılar. Kemalizm’in iğdiş etmediği, eğitimleri Kemalizm’in iğdiş edici baskısına maruz kalmamış olan, Kemalizm’in enfeksiyonunu kapmamışlardı İslami ilimler tahsilinde. Sonrasında hayatlarında sıkıntılar olmuştur. Korkuyla veya başka şeyle. Biz şimdi şey olmazsak daha beter şeyler olur. Bir mani olabiliriz. Hayra yönlendirebilirim. Çok değişik sebeplerle. Resmi ulema içerisinde o tek parti şartlarında olmuş olabilirler. Ama neticede bunlar Osmanlı alimleri, Osmanlı döneminde ilim ehli olmuşlar. Medreselerinin eğitimlerini geçmişler. Eğitim alırken, zihniyetleri biçimlenirken, düşünceleri muhakemeleri biçimlenirken Kemalizm tarafından enfeksiyona maruz bırakılmamışlar. Kemalizm’in bıraktığı, ürettiği hepimize zerk edilen o virüsler onların eğitiminde bulaşmamış. Dolayısıyla özü itibariyle bir sorun olmadığını görebiliyorlar.

Ama bugünküler Bediüzzaman’a her türlü şeyi söylemeye kalkıyor. Rapor olarak verilse belki zehir zemberek iftiralar, ithamlar da yazacaklar. Bediüzzaman’ın hatası değil. Kemalizm’e yenik, Kemalizm tarafından biçimlendirilmiş modern Müslüman ilahiyatçı idrakinin enfeksiyonu halinin problemi bu.

BU SAYEDE MÜMİNLERİN ÜMİDİ KAVİ OLACAKSA, KÜFRÜN KARŞISINDA SEBAT EDECEKLERSE, METANET GÖSTERECEKLERSE…

Bediüzzaman diyor ki. -Ne kadar açık ve net- “Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasip olurdu.” Zaten derdinin bu olmadığı dedik. Muhakemat, İşaratü’l-İcaz, gel, gel her şey bitmiş. Ve idam talebiyle yargılandığınız o zor şartlarda ve memlekette İslam namına her şeyin mani olunan şartlarda bunu yazmışsınız. Ben de meraklı değilim bu şeylere. Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasip olurdu. Peki, niye yazdın o zaman? Sezai Karakoç’un o doğru anlayışının izahı var aynı şekilde. “Fakat bu kadar hadsiz muarızlar ve çok kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında az ve zayıf olan bizlere kuvve-i maneviye ve gaybi imdat ve teşci, cesaretlendirici ve sebat ve metanet vermek için mecburiyet-i kat’iye oldu ben de yazdım.” Hani bayılmıyorum ben. Çok da meraklı değildim bunları yazmaya.

Şartlar bu, bu şartlarda hadsiz muarızlar var, imana karşı İslam’a karşı külli bir taarruz, hadsiz muarızlar çok kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında az ve zayıf olan bizlere kuvve-i maneviye ve gaybi imdat ve teşci ve sebat ve metanet vermek için. Buradaki sıfatların her birinin altını çizmek lazım. “Bütün bunlar için mecburiyeti kat’iye oldu ben de yazdım. Benim benliğime bir hodfuruşluk verip sukutuma sebep olsa da ehemmiyeti yok.” Ayrıca böyle demiş ya. Birileri böyle yorumlayabilir mi? Yorumlayabilir. Bunun da ehemmiyeti yok. Niye? “Bu hizmete ehli imanın dalaleti mutlakadan kurtarmaya lüzum olsa dünyevi hayat gibi uhrevi hayatımı feda etmek bir saadet bilirim.” Benim şahsıma dokunmuş, benim haysiyetime ilişmiş birileri umurumda değil. Bu sayede müminlerin ümidi kavi olacaksa, küfrün karşısında sebat edeceklerse, metanet göstereceklerse bir kuvve-i manevi vesilesi olacaksa, bunu yanlış anlayıp birileri kendine pozisyon biçmek, makam vermek için söyledi gibi şeyler o da diyor benim nefsimin imtihanı olsun. Buna da ehemmiyeti yok. Binler dostlarım ve kardeşlerimin cennete girmesi için cehennemi kabul ederim diye devamında yazıyor. Burada da gene bir imani bir tavır ve fedakarlık var.

Bununla ilgili çok izahları da var. Belki şunu da hatırlatabiliriz bu noktada bir mektubunda ise durum bu iken çıkıp bunu Bediüzzaman malum çoklarına haklarını helal etmiştir buradan kendisine yapılan bir iftirayı helal etmeyeceğini de söylüyor.

BEDİÜZZAMAN TALEBESİNE “MESELENİZ BU DEĞİL. KUR’AN’IN MANA-YI SARİHİNE ODAKLANIN” DİYOR

Diğer bölümlerde siz bu hatırlatmayı yaptınız. Nur Talebelerinin de burada bu dili yaygınlaştırmak, genelleştirmek, bunu kullanmak konusunda da azami hassasiyet göstermeleri gerektiğini ifade etmiştiniz

Bediüzzaman kendisi bunu yazmış o zor şartlarda. Talebesi, benim hemşerim aynı zamanda Ahmet Feyzi Kul bu defa kendince bu manada cifir, ebcetle ilgili bir şey yazmaya kalkmış. 1940’lı yıllar. Hoş karşılamamış Bediüzzaman. “Meseleniz bu değil. Bu mecburiyet-i kat’iye tahtında olan bir şey. Yanlış anladın sen.” Odaklanacağınız nedir? Kur’an’ın mana-yı sarihidir. Mesela 1. Söz, mesela 10. Söz, mesela 25. Söz, mesela 20. Söz, mesela İşaratü’l-İcaz. Buradaki ana derslerdir. Kur’an’dan, odaklanacağınız mesele budur. Orada da böyle bir mana yine ayrıca verilmiş oluyor.

Son bir şey daha söyleyeyim. O istihraçlarda da Bediüzzaman haşa “böyle olacak” demiyor. Gaybı Allah bilir. Tam aksine bir de düştüğü hep kayıtları düşünelim. “Allahu a’lem” diyor. Bak Allah bilir. “Bir manası, bir işareti bu olsa gerektir.” Lâ ya’lemul ğaybe illallâh. Gaybı ancak Allah bilir. Allah’tan başkası gaybı bilemez. Velilmu indallâh ilim Allah’ın indindedir. Allah katındadır. Bütün istihraçları yaparken de o tevhit hassasiyetiyle tekrar tekrar bunu da sürekli söylüyor. Haşa buradan da böyle bir kehanet gibi bir şeyle yazmıyor asla. Bediüzzaman böyle bir şeyden elbette Allah’a sığınır. O hassasiyeti de ayrıca vurgulamış olalım.

Kaynak: Risale Haber

Sarsılmaz bir Müslüman: Bediüzzaman

Zamanlar vardır, karanlık mı karanlık… Sıkıntılı mı sıkıntılı, zor mu zor.

Kâbus gibi çöker ülkelerin üzerine. Karabasan gibi korkutur, boğar insanlığı.

İşte böyle bir zamanda geldi, O sarsılmaz Müslüman.

Böyle bir zamanda dünyaya geldi “Nuriye Ana”nın bir tanesi. Nur tanesi. Üzerine titrediği ciğerparesi. Bedii’si. Bayram yüzlüsü, bahar gözlüsü.

O; bir vazife için gönderildi bu asra.

Cemiyetin bozulmaya yüz tutmuş iç hayatını düzenlemeye geldi. Tarumar edilen manevî varlığını ihyaya yetişti.

Vicdan ve imanın olmazsa olmazlarını terennüm etmeye başladı. Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esaslarını önce bölgesine, sonra tecridler, sürgünler ve hapislerle ülkesinin dört bir yanına… Sonra bütün Dünya’ya nakış nakış işledi.

Dedi ki: “İslâm cemiyetinin ana direği İslâm’dır. İmandır. Kur’ân’dır. Muhammedî terbiye, El Emin ahlâktır.

Sataştılar… Zulümlerin envaı çeşidine maruz bıraktılar… Hak etmediği suçlamalarla tecrid, hapis, sürgün, zehirlenmelerle güya korkutmakla onu dâvâsından vazgeçirmeye çalıştılar.

İngiliz oyunbazların geçmişten gelen hınçlarını yağdırdılar üzerine. İşe yaramadı… Onlar yine vazgeçmediler…

Rüşvetler, makamlarla, para ve şöhretle vazgeçireceklerini sandılar. Ama heyhat…! Aldandılar…

“Zamanın Abdülkadir’i ol” onda makes buldu. Zamanın imanlı sesi, sözü oldu.

İknâ ve irşad hizmetinde şefkâti ve merhametiyle gözleri yaşarttı. Kendine zulmedenleri dahi evlâtları hatırına helâl etti.

İmanların tutuşup yandığı bir hengâmda, yangını söndürmeye koştu. Kimi zaman metanetiyle, kimi zaman cesaretiyle, kimi zaman şefkâti, merhametiyle. Kimi zaman akılların almadığı tevazuu, istiğna, fedakârlığıyla.

Zaman zaman gözyaşlarıyla tutuşan imanları söndürmeye koştu. Hüzün bulutları serdi o yangının üzerine.

Ve bazı zamanlar hiddeti, kararlılığı kurşun gibi işledi dar görüşlü, dar düşüncelilere.

İdam sehpalarına gülerek baktı.

Cemiyetin iman selâmeti yolunda vazgeçişleri sadece Dünya mı sanırsınız? Makam, para, ikbâl, şan, şeref mi sanırsınız?

“Evet” diyenlere esefle baktı.

O insanların iman selâmeti için ahiretinden bile vazgeçti.

Gözünde ne Cennet sevdası, ne Cehennem korkusu olmayan bir kahramandı O. Hem öyle bir kahramandı ki, bir Said değil, bin Said olsa da fedaya hazır bir Asr-ı Saadet kahramanıydı.

Yeryüzü Kur’ân’sız kalırsa, cemaatler Kur’ân’dan uzaklaşırsa Cennet bana zindan olur diyen kaç kahraman görebiliriz? Milletinin iman selâmeti için Cehennemin alevleri içinde yanmaya razı kaç Müslüman sayabilirsiniz?

Zamanlar vardır insanların üzerine kâbus gibi çöken. Zamanlar vardır Müslümanların sessiz ve tepkisiz öylece kala kaldığı.

Hücumların dört yandan yapıldığı.

İman ve Kur’ân esaslarına rağmen aykırı yaşanıldığı. İşte öyle zamanların Müslümanıdır Bediüzzaman.

Zor zamanların, karanlık çağların ışığı olan. Risale-i Nur’ları okuyup anlatanların dahi; onu iyice, hakkıyla tanımadığı bir Bediüzzaman’dır, o.

Sanal ortamlarda birbirine galiz ifadelerde bulunanlara, ihlâs ölçülerinin çok dışında davrananlara, uhuvvet anlayışına sırt çevirenlere, talebeyim dediği halde yalan söyleyenlere, emanete hıyanet edenlere, masum ve mazlûmların hakkına girip ağlatanlara, darılacağına emin olduğum, Üstad’ım, Efendim, Bediüzzaman’ımdır, o.

“Beni ağlatmayınız…! Çabuk, kalben tam barışınız…” demesine rağmen vasiyet gibi bu arzusunu hiçe sayanları bilmem talebeliğe kabul eder mi? Bir bir bine kadar birler varken bizi birbirimize bağlayacak, bizi bize yakınlaştıracak sebeplere rağmen, uzaklaşmalara ne diyecek acaba diye sormaktayım kendime.

İman Uhud Dağı gibiyken, çakıl taşlarına itibar eden yaramaz çocuklara dönmenin utancı içindeyim ey Aziz Üstad’ım. Sarsılmaz imanının, kahraman duruşunun takipçisi olamamanın azabı yakıyor, kavuruyor benliğimi.

Utanıyor ve sıkılıyorum. Kardeşlerimin kusurunu kendi kusurlarım gibi göstersem, helâl ettiğin zalimleri helâl ettiğin şefkatinin enginliğine sığınarak bizi de bizi de helâl et desem…

Himmetini istesem, aramızdaki sıddıkların, azizlerin, Nurcuların hatırına bizi talebeliğe kabul buyur desem..

Kendini bilmez velilerle diz dize oturduğumu varsaysam, onların açık avuçlarına konan aminlere dahil olsam, bakışları kırgın bakarken, dilleri müşfik konuşanların halkasına alınsam, hatalarımızda, kusur ve öfkelerimizde, nefsin ve şeytanın hissesi var, bunun için bizimle çok uğraşıyor, ondandır bu gel-gitlerimiz desem kucaklar mısın?

Sarsılmaz bir Müslüman: Bediüzzaman.

Onu anlamak demek, mesleğimizin esası olan şefkâtle, acziyetimizi, perişaniyetimizi anlayıp Nur’lara sarılmak demekse:

İşte bir fırsat…

İşte bir zaman…

İşte bir belge…fotoğrafı çekilecek olan bir an..

Zaman: Günlerden Pazar.

Yer: Bursa Ulu Camii

Öncelikle Âlemlerin Efendisi Resulü Kibriya Hazreti Muhammed Mustafa’ya (asm), O’nun (asm) âl ve ashabına, ve nihayetinde O’nun (asm) varisi olan Bediüzzaman’a ve gelmiş geçmiş bütün Nur Talebelerinin aziz ruhlarına hediye edilecek olan mevlid-i şerife hissedar olmaya ne dersiniz?

Okunmuş hatm-i şeriflerin, kıraat edilen Yasinlerin hürmetine Ya Rab!.. Niyetlerimizin samimiyeti hürmetine, ihlâs ile yolu bu mevlüde düşenlerin, gelmek isteyip gelemeyen saf yüreklerin, sıddıkların, dostların, hak ve hakkaniyet ile yaşayanların hürmetine Allah’ım!..

Bizi birbirimize sevdir… Bizi Üstadımın istediği Uhuvvet sırrına erdir. Bize ihlâs-ı tamme nasip eyle. Enelerimizi söndür, nefislerimizi sustur, öfkelerimizi dindir. Ahirzaman kahramanı Üstadımız Bediüzzaman’ın nefsiyle, zulümle, ölümle, zindanlarla, sürgünlerle, idam sehpalarıyla, mülhid ve kâfirlerle ettiği mücadelenin örneğini bize de ver… Ver ki, artık öfkelerimizi, kinimizi, düşmanlıklarımızı, mücadele ve  gayretimizi din ve Kur’ân düşmanlarına sarf edelim.

Bizi bize böldürme. Bizi bizle imtihan eyleme. Bizi şeytana güldürme. Bizi sarsılmaz bir iman kahramanı olan Üstad’ımıza ters düşürme.

Bursa Ulu Camii buluşmamız kutlu olsun. Bereketli ve feyizli olsun. Muhabbetli, uhuvvetli olsun. Niyetler halis, duâlar makbul, aminler kabul olsun inşaallah.

Ahirzaman müceddidi, mürşidi, kahramanı Üstad’ımız!

Sana talebe olmanın yeri, zamanı elbette olmaz. Biz bu gün kardeşliğin ve sana talebeliğin bir fotoğrafını çektirmek istiyoruz. Dünya misafirhanesinde Nur sevdalıların buluşma vaktinin bir belgesi olsun istiyoruz, bu Bursa Bediüzzaman mevlidi.

Ve bu mevlidde manevî bir fotoğrafımız olsun istiyoruz. Kocaman bir aile fotoğrafı… Kendinden bîhaberlerin ve kendini bilenlerin fotoğrafı…

Hülya YAKUT

www.NurNet.Org

Ötelemek Ve Ertelemeyi Bilmeliyiz!

Ötelemek Ve Ertelemeyi Bilmeliyiz

“Vicdanın anasır-ı erbaası ve Ruhun dört havassı olanirade, zihin, his, latife-i Rabbaniye, herbirinin bir gayat-ül gayatı var!

Ø  İradenin ibadetullahtır.

Ø  Zihnin marifetullahtır.

Ø  Hissin muhabbetullahtır.   

Ø  Latifenin müşahedetullahtır.

ve  TakvaDenilen ibadet-i Kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayat-ül gayata sevkeder.”[1]

Kat’iyyen bil ki:Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cinn ü insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.

Evet,bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenab-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen; nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten mübtela olur.” [2]

Malumdur ki her insanda nefs-i emmare bulunmaktadır ama maddi ama manevi nefs-i emmare.. Nefs-i Emmarenin isminden de belli olduğu gibi emreder, cebreder ve istediği şeyi cebren ve hile ile yaptırmak için havada taklalar atar yeter ki o istediği şey olsun. Baktı yaptıramıyor mu o zaman insana sıkıntı vermeye başlar. Mesela bir şeyi yemek istiyor, içmek istiyor onu elde edene dek her şeyi yapmaya gayret eder. Elde ettikten sonra gözünü başka şeye diker. Bu defa ona çalışır.

Nefs-i emmareyi aktif eden ve eline malzeme veren ise gene biziz. Çünkü alakadar olduğumuz her şey nefs-i emarenin rotasını belirliyor. Teşbihte hata olmasın “tavşan kaç, tazı tut!” bu işlemi yapan gene biziz. Mesela serendip adasında, Hz. Adem (a.s.)’ın dünya nüzulünde oturduğu iddia edilen kaya hakkında malumatımız olmazsa, o kayayı merak etmeyiz. Bu bilmeklerin ve malumatların hepsi nefs-i emareye malzeme oluyor. Adeta içtiğimiz bir çay vücudumuza girmesiyle, vücudda çay olarak kalmadığı gibi..

Nefs-i emarenin bazı tabirleri ise “Nefs-i emmare elbette hevesat-ı rezile ile ve nefsanî müştehiyat ile onu aldatamaz, çabuk o nefsin belasından kurtulur.” [3] “Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-inefsine adavet et, ıslahına çalış.” [4]Nefs-i emmare tahrib ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir; fakat icad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz’îdir.” [5]Enaniyet ve nefs-i emmare sizi aldatmasın.”[6]

Bu mehazlerden tezahür eden mana ise;

a)      nefs-i emmare, hevesat-ı rezile ve nefsanî müştehiyat ile insanı aldatmak yolunu tutar.

b)      İnsana en fazla zarar veren şeylerden olan nefs-i emmarene ve heva-i nefsidir.

c)       Tahrip ve şer cihetinde nefs-i emmare istediğini elde edene dek durmadan önüne geleni grayder gibi toplar götürür.

Hal böyle olunca düşmanın en kuvvetlisi insanın nefsidir diye tezahür eden mana oluyor.

İnsan hayatında bazı haz ve lezzetleri ötelemeyi, tehir etmeyi, ertelemeyi bilmesi gerekmektedir. Aksitaktirde insan hem çok perişan olur hem de çok perişan eder. Mesela İnsanların hayat-ı içtimaiyesinde en kuvvetli medar olan gençler, delikanlılar, şiddet-i galeyanda olan hissiyatlarını ve ifratkâr bulunan nefis ve hevalarını tecavüzattan ve zulümlerden ve tahribattan durduran ve hayat-ı içtimaiyenin hüsn-ü cereyanını temin eden; yalnız Cehennem fikridir. Yoksa Cehennem endişesi olmazsa “El-hükmü lil-galib” kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesatları peşinde bîçare zaîflere, âcizlere, dünyayı Cehenneme çevireceklerdi ve yüksek insaniyeti gayet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi.”[7]  “Nev’-i insanın üçten birisini teşkil eden gençler, hevesatları galeyanda, hissiyata mağlub, cür’etkâr, akıllarını her vakit başına almayan o gençler, âhiret imanını kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur etmezlerse; hayat-ı içtimaiyede ehl-i namusun malı ve ırzı ve zaîf ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı bir dakika lezzeti için bir mes’ud hanenin saadetini mahveder..”[8]

Gençleri elde eden kim olursa olsun emeline daha sühuletli muvaffak olur. Bu ister hayr ister şer manada olsun.“Gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler… His ve heves ise kördür, akibeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder.” [9] Bu sebeple insanlığın bel kemiği, damarındaki kan gibidir gençlik. Aklî değilde his, heves ve arzularına göre hareket ise delikanlı olan gençlerde en bariz görünen hatadır. İhtiyarlara sorduğumuzda “aman şunu yapın, bunu yapmayın, önünüze bakın..” gibisinden bir çok şey işitiyoruz. Neden diye düşünüp eşinip tahlil ettiğimizdeGençlik damarı onlardan geçmiş, akıldan ziyade hissiyatı dinleyecek zaman geçmiş… His ve hevesin körlüğü geçmiş ve artık akibeti net görür hale gelmiştir.

Evlilik ve bazı şeyleri yaşamak her insan fıtratında yani sisteminde var. Ama bunu öteleyenler daima kazançlı çıkacaktır. Ötelemeyip helal haram demeden rast gelenle şehvetini tatmin etmek yolunu tutanlar ise hem dünyada “evhamlı hastalıkla”[10] hem kabirde “tecrid-i münferidle” [11] “beş-on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azab ve zarar ve âhirette cehennem ve sakar belasını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu haldeاَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُsırrıyla hiçacınmaya müstehak olamaz. Çünki zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir.[12]

Gençliği şehvetle vurmak isteyen islam düşmanlı yani zındıka cereyanı her bir yolu deneyerek ne kadar keklik avlarsak kardır düşüncesiyle hareket ediyorlar. “İslâmiyet ve Kur’an aleyhinde dehşetli tahavvüller ve tahribler yapılıyor ve cihanın en namdar ordusunun bin senelik cihad-ı diniye ile geçen parlak mazisi ve o mazide medfun muhterem ecdadı, yeni nesillere ve mektebli talebelere unutturulmaya çalışılıyor ve mazi ile irtibatları kesilerek bir takım maskeli ve sureta parlak kelâmlarla iğfalatta bulunularak, komünizm rejimine zemin hazırlanıyordu! İslâmiyet’in hakikatında mevcud maddî-manevî en yüksek terakki ve medeniyet umdeleri yerine; dinsiz felsefenin bataklığındaki nursuz prensipler, edebsiz edib ve feylesofların fikir ve ideolojileri; gizli komünistler, farmasonlar, dinsizler tarafından telkin ediliyor ve çok geniş bir çapta tedris ve talime çalışılıyordu. Bilhâssa İngiliz, Fransız gibi İslâm düşmanlarının İslâm âlemini maddeten ve manen yıpratmak, sömürmek emellerinin başında kahraman Türk Milletinin dinî bağlardan uzaklaştırılması; örf âdet, an’ane ve ahlâk bakımından tamamen İslâmiyete zıd bir duruma getirilmek plânları vardı ve bu plânlar maalesef tatbik sahasına konmuştu![13]  zahirde çeşitli gayr-i ahlaki dizi film klip şarkı namı verilen hakikatte vıcık vıcık müstehcenlik kokan hırıltılardan ibaret olan şeylerle gençlik başta olarak toplum şuursuzlaştırılarak embesil yapılı bir toplum tipi oluşturulmaya çalışıyor.

“Şuur ile okunduğunda” [14] insanın adeta kainatı ihata etmiş çepeçevre sarmış olan latife, his, istidat ve kabileiyetlerini söndürmek emelinde olan zındıka cereyanı ve bu cereyanın kuklası olan taşeron kurum ve kişiler insanın hayatını sadece “batın ve fercin hizmetine münhasır” [15] zannettirmek için var güçleriyle çabalıyorlar. Gayeye ulaşmak için her yolu mübah gören bu zındıka cereyanına karşı müminler olarak, hitabat-ı ahirzaman müezzini Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin ikazına kulak verelim!

“Ey insan!Fâtır-ı Hakîm’in senin mahiyetine koyduğu en garib bir halet şudur ki: Bazan dünyaya yerleşemiyorsun. Zindanda boğazı sıkılmış adam gibi “of, of” deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde, bir zerrecik bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin, o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.

Hem senin mahiyetine öyle manevî cihazat ve latifeler vermiş ki; bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde; göz, bir saçı kaldıramadığı gibi; o latife, bir saç kadar bir sıkleti, yani gaflet ve dalaletten gelen küçük bir halete dayanamıyor.

Hattâ bazan söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında; gök, yıldızlarıyla beraber içine girip garkoluyor.

Hardal gibi küçük kuvve-i hâfızanda, senin sahife-i a’malin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi; çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.” [16]

Bizlere elzem olan şey ise insanın hayatında bir hazırlık yeri olan “dünya, Ahirete vesiledir.” [17] ahirette kelek yok. Yani Cennet ektim Cehennem çıktı gibi bir şey yok. “eken, biçer”[18] ne ektiysek mahsulat da o cinsten olacağını her akıl sahibi bilir.

kalp   Bu sebeple şehevi duygularımızı helal yollarla tatmin etmek ve harama gitmemek ve dünyayı ihata eden latifelerimizi basit bir iki şeyde berbat etmemek için gayret edelim. eğer helal nasip olmamışsa bu arzuları öteleyip, erteleyelim ve mümkün olan en kısa zamanda helalin nasip olması için gayret edelim, vesile olalım. Evlilikte  Küfüv yani denklik cihetini göz ardı etmeyelim. Sadece surete, güzelliğe aldanan kimselerin bir süre sonra boşandıkları yadsınamaz. İslami aile yapısını ifsad edip bozmak isteyen sanat namı altındaki müstehcenlikten ibaret olan şeylere karşı ailemizden başlayıp çevremizi de tenvir edelim, ikaz edelim.

Eğer düşmüş çıkamıyorsak ne mi yapalım? düşmeyen kimselerle beraber Risale-i Nur dersleri ve ibadetlerimizi yapalım. Unutmayalım ki doğrularımızın %’lik oranını arttırdığımızda, yanlışlarımızın oranı azalacaktır.“boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde Kur’andan bildiğimiz sureleri okumak ve manalarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade..”[19] ederek bu dünya hayatını ahirette meyve verecek bir surete çevirmeye gayret edelim.

“Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmîn…”[20]

Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

 


[1]Hutbe-i Şamiye ( 136 )

[2]Mektubat ( 222 – 223 )

[3]Lem’alar ( 219 )

[4]Mektubat ( 265 )

[5]Sözler ( 320 )

[6]Lem’alar ( 160 )

[7]Asa-yı Musa ( 216 )

[8]Asa-yı Musa ( 43 )

[9]Sözler ( 148 )

[10]Sözler ( 147 )/ Kastamonu L. ( 158 ) / Gençlik R. ( 33 )

[11]Sözler ( 142 )

[12]Sözler ( 147 )

[13]Tarihçe-i Hayat ( 154 )

[14]Sözler ( 322 )

[15]Sözler ( 126 )

[16]Lem’alar ( 136 )

[17]Mesnevi-i Nuriye ( 91 )

[18]Tarihçe-i Hayat ( 498 ) / Emirdağ L. ( 135 )

[19]Asa-yı Musa ( 19 )

[20]Sözler ( 147 )

www.NurNet.Org

“Dindar flört”

Dünyevîleşme, önce meşrûlaştırma ile başlayan bir süreçtir.

Kişinin temel dinamikleri, vicdanı insanı tutarken zamanla heva ve arzulara giydirilen kılıflar, meşrûlaştırma operasyonları yavaş yavaş vicdanları rahatlatmakta medenileşen (!) ve güya çağdaşlaşan dünyada normalleşmeler başlamakta ve dindar kesim de, bu sürece hemence ayak uydurmaktadır. Tahrip kolay olduğundan, nefis ve haz eksenli hayatlara insan kolayca uyum sağlamakta ve ehl-i dünya ile pek derin bir mesafe olan aralık kolayca kapanıvermektedir. Zira zındıkların bütün mesaisi bunun üzerinedir. 

İşte bu önemli tahribatın bir nev’îde dindar gençler arasındaki flört meselesidir. Geçenlerde üniversitenin bahçesinde yürürken kendi aralarında konuşan genç kızların konuşmalarına kulak kabarttım. Aralarında geçen konuşmalardan birisi çok dikkatimi çekti. Genç kız diğer arkadaşına şunu söylüyordu. “ …….falan kişi bana, ‘evlenme teklifimi kabul etmeyecektin de o halde kelâm notlarını bana neden verdin’ dedi”. Güler misin, ağlar mısın? (!)

İşte o zaman dindar gençlerin arasındaki bu flört meselelerini kaleme almak gerektiğini düşündüm.

Kavram olarak dindarlığın bizatihi kendisi meşrûlaştırmada kullanılmakta ve şeytan tarafından bu kavramların içerisinde haramlar yaşatılmak suretiyle, algılarda oynamalar ve tahribatlar gerçekleştirilmektedir. Bu da vizyon açısından çok tehlikeli ve kirletici durumlara sebep olmaktadır.

Flört meselesi genelde dindar olan gençler tarafından evlilik öncesi tanımaya dönük ara dönem olarak algılanırken, ehl-i dünya gençler açısından ise gönül eğlendirmek, vakit geçirmek olarak algılamaktadır.

Flört eden dindar kız ve erkekler genelde işlemekte oldukları haram olan bu beraberlikleri güya ilerideki yapacakları evliliğin ilk adımı olarak değerlendirmektedir. Birbirlerini tanıyarak uyumlu olup olmayacaklarını tesbit ederek yol yakınken dönmek gibi bir düşünce ile hareket etmektedirler. Lâkin harama atılan küçücük bir adım zaten yolun çok ilerlemesi anlamına geliyor, fakat farkında olamamaktadırlar.

Evet, şeytan insanları harama sevk ederken dindar olanlara yaklaşım biçimi sağdan olup fısıltı şeklinde vicdan seslerini bastırarak, iç frenlerini yıkmak suretiyle olmaktadır. Neticede çok iyi niyetle (!) başlayan bu beraberlikler maalesef hayalleri süsleyen evlilik gibi bir neticeyle de sonlanmıyor. Çünkü, flört aşaması zaten birbirlerini tanımak kılıfına gizlenmiş kusurları saklamak ve sun’î maskelerle dolaşmak anlamına geliyor. Birbirlerine kendilerini sevdirmek ve beğendirmek duygusunun tavan yaptığı bu dönemde bütün bütün kişiliğin kusurları gizlenir ve herkes iyi taraflarını ortaya çıkararak kendini karşısındakine beğendirmeye çalışır. İşte ta baştan yalanla ve kamuflajla başlayan bu süreç daha evlilik gerçekleşmeden veya gerçekleşse bile ilerleyen süreçte patlak verecektir.

Gençler olması gerekenle, olan arasındaki farkı ayırt edemediklerinden veya vicdanlarını nefislerin hevasıyla bastırmalarının kolay yolu bu şekilde inanmak olduğundan, dindarlık kavramına olan güvenleri ile pek çok yanlışa girebilmektedirler.

Kendilerini kandırdıkları en önemli nokta, belki de yanlışa açılan kapı işte bu şeytanî noktadır. Çok dindar dürüst ve güvenilir bir kişi diyerek “dindarlık” profilinde olması gerekenle, olanı, iltibas edip nefsin ve şeytanın kandırmasıyla karşısındakine hemen güvenivermektedirler. Özellikle de dindar kızlar bu konuda yanlışa adım atmakta daha müsaittirler.

Evet bir kişinin temiz, dürüst, dindar olması, dinin emir ve yasaklarının muhatabı olmaktan onu çıkarmıyor. Ya da şöyle düşünelim Allah’ın haram kıldığını işleyen, hatta bunu mubah gören kişi ne kadar dindardır. Bu nokta, üzerinde düşünülmesi ve bir mihenk olması gereken bir noktadır.

İşte bütün bunların neticesinde şöyle bir sonuca ulaşmak mümkündür. Dindar olsun olmasın pek çok genç kız ve erkeklerin birinci gündemi karşı cinsle olan münasebettir. Bu bir gerçektir. Bu yüzden bu dönem için “delikanlılık”, “ delilikten bir şube” his ve heveslerin galeyanda olduğu dönem” denir. İşte ebeveynler bu gerçeği gözden kaçırmadan onlarla muhatap olmaları gerekir. Aslında daha küçük yaştan itibaren onlara öğretilmesi gereken en önemli eğitim “özdenetim” adı altında hazlarını ötelemeyi bilmeyi öğretmektir.

Risale-i Nur’da, “akibeti görmeyen kör hissiyat” diye teşhis edilen bu hissi mağlûp edecek eğitimler vermek, gençlik dönemindeki bu tür haramlara girme noktasında en önemli fren görevi görecektir. Yoksa bu hisleri yok sayarak, görmemezlikten gelerek gençlerle muhatap olmak bütün yanlışı onlara yüklemek kolaycılık olacaktır.

Bu dönemdeki bir gencin en önemli freni, vicdanla beraber aklı takviye yani ilimle meşguliyet, kalbi tasfiye yani ibadetle meşguliyet ve ulvî gayelerle ve hedeflerle meşgul etmek, meşgul olmak suretiyle, hazlarını ertelemeyi, mağlûp etmeyi öğretecek bir disiplindir.

Bunun temeli de hiç şüphesiz daha çocukluk yıllarında atılacaktır. Zaten çocuk eğitimi denen şey çocuğa davranış öğretmekten ziyade duyarlılık ve irade kazandırmaktır. Birçok ebeveyn güya çocuklarını gözü dışarıda kalmasın diye onun bütün isteklerini yerine getirmenin doğru olacağını düşünürler. Oysa çocuk her istediğine hemen ulaşmaya alışırsa haz ötelemeyi beceremez. Hazza teslim olmak ise iradeyi zayıflaştırır. Her istediğine hemen ulaşan, bir bedel ödemeden kavuşan, beklemeyi, sabrı ve istemeyi bilmeden isteklerine ulaşan çocuklar yavaş yavaş bencilleşmeye sonra narsistleşmeye sonra da ahlâkî erdemlerini yitirmeye başlayacaktır.

Hasılı; bu tür çok güçlü olan hisler elbette yok sayılarak yok olmayacaktır. Risale-i Nur’un öğrettiği bir metot olan haramların ve günahların içindeki acil elemi ve iman ve güzel işlerin içindeki acil lezzeti ispat etmek suretiyle bu beşinci hisler inşallah mağlûp edilebilecektir.

Konuya inşallah haftaya devam edeceğiz.

Yasemin YAŞAR

Akgündüz, hakkındaki ‘intihal’ iddialarına cevap verdi

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Murat Bardakçı/Emrah Cilasun gibi isimlerin kendisi hakkındaki ‘intihal‘ iddialarına aşağıdaki metni kaleme alarak cevap verdi.

İNTİHAL İDDİALARI, YERLİ VE YABANCI AKGÜNDÜZ MUHALİFLERİ TARAFINDAN SERVİS EDİLİYOR

Algemeen Dagblad’a göre benim PKK tabirimi “Genç Kürtler” olarak yorumladığı iddia edilen ve daima PKK’nın elemanlarına Hollanda’da destek veren Türkolog Prof. Dr. Zürchker, Ermeni Soykırımına inandığını inkâr etmeyen ve maalesef aynı ismi taşıdığımız Amsterdam Üniversitesi öğretim görevlisi Dr. Ahmet Akgündüz ve nihayet Türkiye’den destek aldıkları Marksist ve PKK’nın yayın organlarında yazarlık yapan bir tezvîrâtçı, yıllardır sürdürdükleri Prof. Akgündüz’ü yıpratma ve IUR’yi hırpalama projelerine, bu sefer şahsımla alakalı intihal iddialarını arka planda yürüterek ve yanlarına PKK’lılar ile Hollanda’lı bazı gazetecileri alarak devam ediyorlar. Bunun Volskrant gibi, İslam ve Türk düşmanlığını adet haline getiren bir Hollanda Gazetesinde yayınlanması ise manidardır.

Önce dayandıkları olayları görelim:

1991: Bilindiği gibi, Vakıf Müessesesi adlı Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlan eserimiz hakkında hakaret-âmiz bir tanıtım yazısını, Tarih ve Toplum Dergisinde Hasan Yüksel isimli bir şahıs yayınladı. Buna cevap verdik ve cevabımız da neşredildi.

Murat Bardakçı, hemen bu iddiaları, Hürriyet Gazetesindeki sayfalarına taşıdı. Cevap göndermemize rağmen neşretmedi.

Ali Birinci denen ve gazetelerde Türk Tarih Kurumundan milyonlar çaldığı iddialarını okuduğumuz adam, aynı iddiaları bazı dergilerde tekrarladı.

25 September 2006’da, sözde Ermeni soykırımı iddialarının savunucusu Amsterdam Üniversitesi öğretim görevlisi olan ve 1997 yılında gönderdiği bir e-mail ile benden nefret ettiğini söyleyen bir adamın bütün Hollanda’daki akademisyenlere gönderdiği e-maildir. Şu anda elimizdedir.

Bu yerli ve yabancı sözde ilim adamlarının bana olan hücumlarının iki sebebi var.

BİRİNCİSİ: VAKIF MÜESSESESİ

Ancak kitap neşredildikten sonra bize ulaşanlar arasında iki önemli tenkit yer almaktadır:

Birinci Tenkit: Bir Dergide ve bundan iktibasla günlük bir Gazete’de eserimizle ilgili bir tenkit yayınlandı. Kitabiyat bölümünde neşredilen ve maalesef muğalatalarla dolu olan bu görünürde ciddi, ancak vakıf hukuku ve ilmî ölçüler açısından indî tenkide cevap vermenin zaruretini bir araştırmacı olarak hissettim ve iddiaları cevaplandırmak üzere cevâbî yazı hazırladım. Hedefimiz ilme hizmet ve rızây-ı ilâhî olması hasebiyle, sadece vakıf hukuku açısından yapılan fâhiş hatalara değindim ve gerisini araştırmacıların ve vakıf hukuku uzmanlarının takdirlerine havale eyledim. Cevâbî yazıyı buraya aynen iktibas etmek yerine, bazı hakikatleri aktarmak istiyorum.

1) İlim, karşılıklı tenkid ve tartışmalarla gelişir. Ancak bu tenkit ve tartışmaların, ön yargısız ve meseleyi bilen ehil insanlar tarafından yapılması icap etmektedir.

2) Biraz önce de hatırlattığımız gibi,“Vakıf Müessesesi” adlı eserimizin en önemli özelliği, sadece eski fıkıh kitaplarında anlatılan vakıfla ilgili şer‘i hükümlerin aktarılması değil, aynı zamanda Osmanlı tatbikatını da aksettirmesidir. Sayın Tenkitçi, sadece nazarî açıdan değil, Osmanlı tatbikatı açısından da kitabı incelemekten mahrum kalmıştır veya öyle göstererek maalesef muğalata yolunu tercih etmiştir. Tenkid yazısını okuyanlar, kitabımızın, sadece El-Kübeysî’nin kitabının bir özeti olduğu iddiasıyla karşılaşırlar. Halbuki kitabımızın, vakıf hukukunun icâreteyn, gayr-ı sahih vakıflar, gedik hakkı ve benzeri istisnalarını konu edinen kısımları; nakit para mevzuunu inceleyen kısımları; vakıf çeşitleri ile ilgili sayfaları; vakıf görevleri ve vakıf teşkilatıyla alakalı bölümleri ve benzeri birçok mevzular, bırakınız El-Kübeysî’nin eseri, İslâm Hukuku kaynaklarında da bir iki cümle ile geçiştirilen konulardır. Yani eserimizin hemen hemen yarısı, tamamen Osmanlı Hukukunda ve tatbikatındaki hususi meselelere ayrılmıştır ve geriye kalan kısmın %30’unda da Osmanlı uygulaması özel başlıklar altında incelenmeye çalışılmıştır. Daha önce yapılan çalışmalardan istifade etmeyi, eskiyi aynen iktibas şeklinde değerlendirmek yapılacak ilmî çalışmalarda, daha öncekileriden hiç istifade etmemek demektir.

3) Sayın tenkitçinin, eserimizin tamamını da okumadığı kanaatindeyiz. Zira “Metod ve Kaynaklarkısmında, İslâm Hukuku ile alakalı mu‘âsır eserler arasında, El-Kübeysî’nin iki ciltlik kıymetli eserinin temel kaynaklarımız arasında olduğunu belirttiğimiz gibi, paragrafın son cümlesinde de aynen şunu ifade etmişiz: “İslâm Hukukunda mezheplere ait görüşlerin derlenmesi ve değerlendirilmesi konusunda, mu‘âsır İslâm hukukçularının yazdıkları eserlerden yararlanılmıştır”. Elbetteki bu yararlanılan eserler arasında, iki ciltlik El-Kübeysî’nin eseri de olacaktır ve olmaması, bizim ilmi anlayışımıza göre büyük bir eksikliktir. Bu istifadeye, elbetteki bazı konuların tasnif ve sistematiği de dahildir. Değerli İslâm Hukukçusu Hayreddin KARAMAN’ın“Mukayeseli İslâm Hukuku” adlı eserinin III. cildinde Devletler Özel Hukuku bölümünde Abdülkerim Zeydan’ın konuyla ilgili eserinden yararlanması; İzmirli İsmail HAKKI’nın İlm-i Hilaf adlı eserinde yine konuyla ilgili eserlerin tasnifini aynen taklit etmesi, eksiklik değil, büyük bir ilmi bir meziyettir. Zira inkâr söz konusu değildir. Sadece El-Kübeysî’nin eserinden değil, vakıfla ilgili Osmanlı Hukukçularının temel kitaplarından da, hemen hemen her sayfada yararlanmaya gayret ettik. Sonuç bölümünde bunu özellikle tekrar ettik:“Daha önce yapılmış olan çalışmaları tamamlamaya çalıştık. Bütün ayrıntılarıyla işlenmiş olsa bile, yeni nesil tarafından anlaşılamıyan eski eser ve belgelere defnedilmiş bulunan vakıf hükümlerini anlaşılır hale getirmeye çalıştık. Uzun ve düzensiz olan vakıf hukuku mevzuatı ve doktrinini bir araya getirmeye ve düzenlemeye çalıştık”. Yani İslâm Hukukundaki mezheplerin görüşlerinin tedvîni yapılırken, El-Kübeysî’nin iki ciltlik dev eserinden yararlanıldığı gibi, aynı mevzuları benzeri bir sistematikle inceleyen Ebu Zehra’nın eserinden ve özellikle Zekiyyüddin Şa’ban ve Ahmed El-Gandur’un kıymetli eserlerinden de yararlanılmıştır. Mezheplerin görüşleri hülâsa edilirken yapılan iş şudur: Evvela bu konuda yazılmış mu‘âsır eserlerin muhtevâsından yararlanmak, imkân varsa bunların ulaştığı veya ulaşamadığı kaynakları bizzat görmek; bu da mümkün değilse mu‘âsır eserler kaynak alınarak ve onlara atıf yapılarak onların kaynaklarına da işaret eylemek.

Şunu da önemle ifade edelim ki, mu‘âsır fakihlerin kaynakları tetkik edilirken, onların maalesef göremediği, Osmanlı Hukukçularının çalışmaları da satır satır takip edilmiştir. Mesela tenkitçinin El-Kübeysî’yi taklid ettiğimizi iddia ettiği her konuda, Ömer Hilmi’nin Ahkâm’ül-Evkaf’ı, Ali Haydar’ın Tertîb’üs-Sunûf’u, Kadri Paşa’nın Kanun’ül-Adl’i, Ebül-Ula Mardin’in Ahkâm-ı Evkaf’ı ve benzeri Osmanlı fakihlerinin eserleri esas alınmıştır. Hatta tercüme dediği şer‘î ıstılâhların izahında bu hukukçuların ifadeleri kullanılmaya ihtimam gösterilmiştir. Muasır eserlerden yararlanma. Elbetteki hem muhtevâ ve hem de sistematik ve kaynaklar açısından olabilecektir.

Özellikle ilk kısımda her ilgili yerde anı kitabı referans olarak vermişiz:

Örnek dipnotlar:

[1]     San’âni, 3/82-83, El-Kübeysî , I/95-96; Mardin, AE, 10; Şevkâni, 6/24 vd., Ayrıca bkz: I. Bölüm, 2, E, D; bu kesin yorum karşısında şüpheli bir tutum için bkz: Hâtemi, Türk Hukukunda…,31vd.,37vd.

[1]     Buhari, Muhammed b. İsmail (v. 256/869), Sahihul-Buhari, Kahire, 1313, c. 4, sh. 15, “Eşlerimin nafakası ve masraflarından sonra geriye kalan sadaka (vakıf) olsun”; Beyhaki, 6/ 160, El-Hassaf, 1-4; Elmalı, İA, 143, El-Kübeysî , I/96-98.

İKİNCİSİ BEDİÜZZAMAN KÜLLİYÂTI

6 Cildi bulan Bediüzzaman Said Nursi kitabımızın iki temel kaynağından birinin Abdülkadir Badıllı’ya aitMufassal Tarihçe-i Hayat (3 Cilt) olduğu, kendisinin bana digitalini vererek vakit kaybetmeden istifade etmemi sağaldığı; bizim de bazan onun kitabı özetleyerek; bazan atıf verip nakilde bulunarak ve bazan da ortak kaynaklara sahip olduğumuzdan doğrudan yararlanarak istifade ettiğimiz bir vakıadır. Kaldı ki, eseri görmüş, okumuş ve Önsöz yazmıştır. Şimdi bizi teyid bazı kısımları alalım:

1. Abdülkadir Ağabey’in de imza attığı Önsöz’den bir parça:

“Bu sebeple arşiv uzmanlığı, İslamî ilimlere olan vukufu ve Risâle-i Nura çocukluğundan beri âşinâ olduğu herkesçe malum olan Prof. Dr. Ahmed Akgündüz kardeşimiz, daha evvel Üstadımız ile alakalı erişilemeyen vesikalara ulaşmış; bu ciltte görüleceği üzere, Üstadımızın seyyid ve şerif olduğuna dair belgeler; Üstadımızın aldığı iki icâzetnâme ve ezberlediği 90 kitabın listesi; İngiliz Müstemlekât Nâzırına verdiği cevap; Medreset’üz-Zehrâ’nın kuruluş belgeleri; İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti ve benzeri kısmen de olsa mübhem kalan meselelerle alakalı binlerce belgeyi elde etmiştir. Bunu takdir eden Abdülkadir Badıllı kardeşimizin de elindeki bütün kaynakları, kendisine teslim etmesiyle, elindeki belge sayısının 50.000’i geçtiğini kendisinden öğreniyoruz. Bedîüzzaman’ın bütün dünyada akademik konferans, panel ve sempozyumlara konu edildiği bir zamanda, böylesine arşiv belgelerine ve orijinal kaynaklara dayanarak yapılan çalışma, inşaallah Üstadımızın biraz önce naklettiğimiz ifadelerinden anlaşılan  “kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet makul olmakla beraber, gayet lâzım ve zarurî ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır” hakikatına masadak olacağını rahmet-i ilahiyeden ümit ediyoruz. Bu muhteşem eser, Üstad’ın hayatı ve şahsiyeti ile alakalı yapılan yerli ve yabancı çalışmalara ve araştırmalara kaynaklık edecektir.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz kardeşimize merhum Mustafa Sungur Ağabeyin cemaatin huzurunda ve şifâhî olarak yaptığı teşvik ve tasvibi, biz de bu takriz ile yazılı olarak yapmayı vazife addediyoruz. Kendisine hayırlı ömür niyaz ederek geriye kalan ciltleri de tamamlamasını Yüce Allah’dan niyaz eyliyoruz.

İstanbul – 30 Haziran 2013

Hüsnü Bayram                                                               Abdullah Yeğin

Salih Özcan                                                                     Ahmed Aytimur

Said Özdemir                                                                  Abdülkadir Badıllı”

(Akgündüz, Bediüzzaman Said Nursi, c. I, sh. 5-7)

2. Abdülkadir Badıllı ağabeyin kıymetli eseri Mufassal Tarihçe-i Hayatı okuduktan sonra, kendisini ziyarete karar verdim. 2010 yılının Haziran ayında ziyaretine gittiğimde ona şunları söyleme cesâreti buldum ve kitabımın önsözüne de aldım ve kendisi de okudu:

“Ağabey! Bedîüzzaman gibi maneviyat reislerinin hayatlarını kaleme almak sadece akademik kariyer ve bilgi sahibi olmak işi değildir; belki bir istihdâm-ı ilâhî meselesidir. Ben Bedîüzzaman’ın hayatında yazılanBüyük Tarihçe-i Hayat dışında bu mevzuda iki şahsiyetin istihdam edildiğine inanıyorum.

Birincisi, Necmeddin Şahiner ağabey’dir. Zira hem Bilinmeyen Taraflarıyla Bedîüzzaman Sa’îd-i Nursî adlı eseri ve hem de asıl temel kaynak teşkil eden 6 ciltlik Son Şahitler ve Aydınlar Konuşuyor kitapları, ancak ve ancak Allah’ın lütfuyla telif edilebilinecek eserlerdir. 100 yılı geri getirmedikçe kimse benzerlerini telif edemez. Bedîüzzaman’ın ayak bastığı her yeri ve konuştuğu her şahsiyeti adım adım ve şahıs şahıs dolaşarak bu eserleri meydana getirmiştir. Bütün Nur Cemâ’ati ona medyûn-u şükrandır.

İkincisi, Abdülkadir Badıllı Ağabey’dir. Hem üç büyük ciltten oluşan Mufassal Tarihçe-i Hayat, hem Risâle-i Nur’un Kudsî Kaynakları muhalled eserler olup ancak ve ancak istihdâm-ı ilahî ile vücuda getirilebilinecek eserlerdir. Bu çalışmayı kaleme alabilmek için, 60 sene Bedîüzzaman ile alakalı yaşanmış olayları ve hâtıraları, belge ve bilgileri toplamak ve takip etmek gerekmektedir. Ayrıca Risâle-i Nur Müellifinin eski ve yeni bütün eser ve lahikalarına hem sahip olmak ve hem de tam vâkıf olmak icabetmektedir. Bu şeref sadece Abdülkadir Badıllı ağabeye nasip olmuştur.

Ancak bu çalışmalar muhteşem olmakla birlikte, hem akademik bir üslupla kaleme alınmak ihtiyacı olduğunu ve konularla alakalı elimizde çok ciddi yeni arşiv belgelerinin bulunduğunu ağabey’e aktardım. Özellikle de Medreset’üz-Zehrâ ile alakalı bazı belgeleri gösterdim. Büyük bir takdirle karşılayan Abdülkadir Badıllı ağabey;

“Ahmed Kardeşim! Ben Üstâdın kemâl-i adâletinin ve hakkaniyetinin bütün dünyaya bahsettiğin şekilde gösterileceğine ve bunun da ancak sizin gibi akademik bir şahsiyetin kalemiyle olacağına inanıyorum. Elimdeki bütün belge ve kaynaklar size açıktır. Ben de bu büyük projede her türlü hizmete hazırım.”

dedi ve bizi tebrik ederek, biraz önce Şu’âlar’dan aktardığımız paragrafı bize okudu. İşte bu projenin kısa hikâyesi budur. Bunun üzerine yardımcım ve değerli kardeşim Ahmed İlker Kuzlu ile 5 gün geceli gündüzlü üç scanner ile çalışarak kitap ve belgelerin tamamının renkli PDF’ni aldık ve işe başladık.

3.Abdülkadir Badıllı Ağabey’in Bedîüzzaman Sa’îd-i Nursî; Mufassal Tarihçe-i Hayatı adlı Eseri

2500 sayfayı bulan ve Envar Neşriyât tarafından birkaç baskısı yapılan bu dev eser, Bedîüzzaman’ın hayatı ile alakalı bir ansiklopedidir. Bizim Bediüzzaman Said Nursi adlı ve altı cilt olan eserimiz 8000 küsur sayfayı bulmuştur. Farklı arşivlerden toplanan 53.000 belge değerlendirilmiştir.

Abdülkadir Badıllı Ağabey’in eserlerinden nasıl istifade ettim. Altı ciltte 1601 yerde atıf yaptım.

A) Eğer Badıllı Ağabey, birinci derecede kaynaklardan kitabına alıntılar almışsa, istisnaî durumlar dışında, ikinci derecede kaynak sayılan Badıllı Ağabey’in eserleri yerine, elbetteki birinci derecede kaynak kabul edilen eserlere atıf yaptım. Mesela I. Cilt, sh. 207-210 arası bazı bilgiler, Badıllı’nın kitaplarından değil, onun da kaynağı olan Yeğen Abdurrahman’ın eserlerinden ve hem de hatalar düzeltilerek alınmıştır.

B) Eğer, bir değerlendirme yahut bilgi sadece Badıllı Ağabey’in kitaplarında ise, mutlaka atıf verilmiştir. I. Cilt, sh. 300, 332, 373 giibi.

C) Eğer bir meselede Badıllı Ağabey, son sözü söylemişse, bize de özetleyerek ve bazan da aynen onun izahlarını almak düşmüştür. Mutlaka bu nokta izah edilmiştir. I. Cilt, sh. 984 vd.

Bu konuda Abdülkadir Badıllı’nın kaleme aldığı eser ve makaleler, başkalarının kalem oynatmasına ihtiyaç bırakmamıştır. Bilindiği gibi, Bedîüzzaman’ın daha ziyade Münâzarât, Dîvân-ı Harb-i Örfî ve Nutuk isimli eserleri tahrif iddialarına konu edildiğinden ve bu mezkûr eserlerin tamamı, 1918 yılına kadar neşredilen eserler arasında yer aldığından, konuya Badıllı’nın kitaplarından ve makalelerinden özetleyerek bu cilde alacağız. En büyük delil olarak da, adı geçen eserlerin tamamını, Bedîüzzaman’ın tashihleriyle birlikte, bu cildin sonunda orijinal haliyle neşredeceğiz.” (I. Cilt, sh. 984 vd.)

D) Eğer, Bediüzzaman’ın hayatına ait bilgiler, bütün kaynaklarda ve en önemlisi de Büyük Tarihçe-i Hayat’ta varsa ve herkesçe biliniyorsa, bazan kaynak dahi verilmemiştir.

Anlaşıldığı kadarıyla, Badıllı’nın eserleriyle alakalı iddiaları, tamamen yanlış ve kasıtlı yorumlarıyla dolu “Yeni Paradigmanın Eşiğinde Bediüzzaman Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği (Yabancı Arşiv Belgeleriyle)” kitabı kaleme alan Emrah Cilasun’dur. Bu zatı, eserimizi yeniden okumaya ve Osmanlıca biliyorsa birinci derecede kaynakları incelemeye davet ediyorum.

Acı tarafı, bu insanın Bediüzzaman’ın Maksist bir perspektifden değerlendirdim demesi ve şu sözleridir:

“Raymond Kevorkian’ın Kudüs’teki Ermeni Patrikliği’nin arşivinde bulduğu bir belgede Bitlis bölgesinde yaşanan katliama ve faillerine ilişkin, “Esasen Ermeni ve Kürt nüfusunun hakim olduğu Bitlis bölgesindeki katliamda yerel liderlerin ve aşiret reislerinin doğrudan bir rolü oldu” diyerek listede Said’in (Said Nursi) ismini de gösteriyor.”

Bu arada Müfid Yüksel; ilgili kitabın “tezvirât dolu”, “ilmilikten ve akademik formattan tümü ile uzak ve ısmarlama” olduğunu; yazarın “belgeleri kullanma yöntemini bile” bilmediğini, yazarın Nursî hakkındaki iddialarının “sağlıklı temeli”nin bulunmadığını ve bu çalışmanın “PKK’lılar tarafından” desteklendiğini twitter hesabından ifade etmişti.( http://www.yeniakit.com.tr/haber/cilasunun-belgeleri-said-nursiyi-dogruluyor-81475.html)

ÜÇÜNCÜSÜ: HAKAN ERDEM DENEN TARİHLENG’İN İDDİALARI

Bilindiği gibi, bu zatın iddialarını cevaplandırmak üzere “Tarihlenklere Cevaplar” adlı eseri telif eyledim ve bu tarihçi bozmasının iddialarını cevapladım. Bunun Osmanlı’da Harem adlı eserimiz ile alakalı iftiralarına cevap için, adı geçen kitabımızı inceleyebilirsiniz.

(Akgündüz, Tarihlenklere Cevaplar, OSAV, 2009, İstanbul, sh. 46 vd.)

www.NurNet.Org