Kategori arşivi: Soru – Cevap

Said Nursî “Bana yazdırıldı” derken Peygamberlik mi iddia eder?

Söylemedi demeyin. Aşağıda okuyacağınız, katılıp katılmamakta tereddüt edeceğiniz ifadeler herhangi bir ilahiyatçı ya da tıpçıyı hedeflemiyor. Yazıda sadece “ilahiyatçılık” ya da “tıpçılık” tarif edilmeye çalışılıyor.

İlahiyatçılık” ya da “tıpçılık” bir tavrın adıdır. Öyle ki, “ilahiyatçı” olmak için ilahiyatçı olmak gerekmediği gibi, tıp doktoru olmayanlardan da “tıpçı” olmak beklenebilir. İlahiyat ya da tıp eğitimi alan ya da veren muhterem insanları kınamak değil elbette maksadım, ancak ilahiyatçı ya da tıpçıları da etkileyebilecek bir savrulmaya dikkat çekmeye niyetliyim.

Şöyle ki: Tıpçılar nasıl insanın selameti için insanı kadavralaştırıyorsa, ilahiyatçılar da dini biçimsel kategorilere ayırırlar. Ben de bir tıpçı olarak gayet iyi biliyorum ki, kadavra üzerinde çalışırken de, yoğun bakımda ya da acil serviste bir insanın hayatın kurtarmaya çalışırken de insanla samimi olmak zorunda değildir hekim. Cerrahlar insanın kendisine muhatap olmadan, muhatap olmak zorunda kalmadan, muhatap olmaya ihtiyaç duymadan, insanın gözünü, dizini, beynini opere edebilir. Bazen bu istenir bile. Hekimler insanın kendisiyle oyalanmadan ve tanışmadan ““lerini daha iyi yapabilirler. Aynı şekilde ilahiyatçı da bir ayetin kelimelerini hece hece inceleyebilir, kelimelerin etimolojisine derinlemesine nüfuz edebilir, bir hadisin rivayet zinciri üzerinde uzun tezler yazabilir. Ancak bu sırada ayete ve hadise muhatap olmayabilir, muhatap olmamayı bir eksiklik saymayabilir, hatta muhatap olmamayı işinin gereği sayabilir. Çünkü ilahiyatçı da tıpçı da operasyon adamıdır, eylem uzmanıdır. Tıpkı taksiciler gibidirler. Taksici kimin nereye, niye gittiğiyle ilgilenmez, ilgilenmek zorunda değildir, ilgilenmemesi gerekir. Taksici operasyonunu yapar; şehrin hangi semtinde güzel yemek yeneceği, hangi sahilde daha keyifli gezileceği müşteriyi ilgilendirir. Taksicinin müşterisine verebileceği en iyi hizmet, sokakları, caddeleri, çıkmazları, meydanları avucunun içi gibi bilmektir. Sözgelimi, bir hadisçi, bir hadisin nerede, kime, nasıl, hangi kanaldan, kaç versiyonla geldiğini, zayıf mı, sahih mi, mevzu mu ince ince bilir, söyler. Ancak bu sırada sözün neyi kastettiğini tatmak aklına gelmese de olur. Hadisçi hadisin tadını almadan doktora tezi bile yazabilir, yazdırabilir. İlahiyatçıya göre, mesela bir ayetle samimi ilişki kurmanın adı “tasavvufi bakış açısı“dır; sadece bir açı farkı olarak kaydetmek zorundadır bu içtenliği. Nefsin hallerini sayabilir, saymalıdır ama “emmare” olan nefsini “mutmainne” olarak yaşamak ilahiyat müfredatında yoktur; olması gerekmez, olmaması gerekebilir. İlahiyatçı içtiği suyun tadına değil etiketine bakmakla yükümlüdür; suyun tadına aşina olma zorunluluğu yoktur. Hamidiye suyunun üzerine Çırçır suyu etiketi yapıştırırsanız, suyu Çırçır olarak tarif edecektir. Çırçır suyu etiketli bir suyun, Hamidiye suyu da olabileceği iddialarını “zayıf” ve “mevzu” olarak tanımlayacaktır. İlahiyatçı, mesela Mevlana’nın hadis kitaplarında yer bulmayan hadisleri çokça zikretmesine, hatta tüm davasını o hadislerin anlamı üzerine inşa etmesine mesafeli bakacaktır. Hadis sahih değilse, hadisçiye göre, hadise dair yorumlar da sahih olmaktan çıkacaktır. İlle de gönül adamı olacaksa, bunu ilahiyatçı kimliğinin dışında bir alana geçerek yapmak zorundadır. Oysa Mevlana da Geylani de, Gazali de Nursi de Peygamber sözlerinin tiryakisidir. Tiryakiler sözü tadından tanır; etiketinden değil. O söz teknik olarak sahih hadis sayılmasa da, bir sözün peygamberî tavır içinde karşılık bulacağı anlamlar arar, bulur. Bu konuda “Sen olmasaydın, sen olmasaydın…” diye başlayan “Levlâke…” hadisi çarpıcı bir örnektir. İlahiyatçılığın sıkı disiplini bu söze hadis kaynaklarında net olarak yer verilmemesi üzerine sadece susar, “sahih” olmadığı notunu düşmekle yetinir. Fazlası disiplin dışına çıkmak demeye gelir. Sözün kendisiyle ancak laboratuvar şartlarında muhatap olmak zorundadır ilahiyatçı. Sözü yüreğine değdirmek, gönlünde bu sözün anlam alanına tekabül edecek bir hakikat aramak ilahiyatçı olarak işi değildir.

Şu halde ilahiyatçı tavrını hakkıyla benimsemiş bir ilahiyatçıdan Said Nursi’nin “bana yazdırıldı...” “kalbe ihtar edildi…” türünden, hakikatle samimiyet ilişkisini anlaması ve tartması beklenemez. Tartmaya kalkarsa, ancak teknik olarak tartar; en iyi ihtimalle “peygamberlik iddiası” kapsamında yorumlanabilmesine ses çıkarmaz, bir de şahsi hesabı varsa, “peygamberlik iddiası” kapsamına koyuverir.

Said Nursî, İmam Ali’nin [ra] eserlerinde Risale-i Nur’a dair işaretler olduğunu kaydeder; açıkça vurgular, talebelerine anlatır. Elbette ki bunu da Risale-i Nur’a dokunulmaz “kutsal kitap” statüsü kazandırmak için değil, İmam’ın kerameti adına söyler. Kaldı ki Said Nursî, sırf Risaleleri okuyup yazmalarından ötürü insafsız mahkemelerce idam iddiasıyla yargılanan talebelerine moral destek sağlamak için bu işaretlerin altını çizer, ama ilahiyatçının bu zamandan o zamana bakışı son derece soğukkanlı olacaktır. Said Nursî ve talebeleriyle empati kuracak insaf ve anlayışını esirgerse, kimse ilahiyatçıya bir şey diyemez, insaf meslek gereği değildir. İmam Ali’nin [ra], harf devrimleriyle ve yasaklarla kaynak çoraklığı yaşandığı bir dönemde, Kur’ân’la bizi doğrudan tanıştıran, bize Kur’ân’a dışarıdan baktırmaktan öte bize Kur’ân’la bakmayı öğreten bir esere manevi ilgisini görmemek meslek erbabı için kusur değildir. İlahiyatçı olarak haklıdır. Kalbinizi çok teknik bir operasyonla yeniden çalıştıran bir cerrahtan niye bir de tebessüm bekleyesiniz?

İnsanî nezaketi takınarak bakarsanız, “Bana yazdırıldı…” ve “Kalbe ihtar edildi…” gibi cümlelerin tekebbür için değil tevazu sonucu söylendiğini anlamakta zorlanmazsınız. Tıpkı “ben çok günahkârım…” diyen bir adamın, “ben”le başlayan cümlesini “o” diye başlayan cümleye dönüştürdüğünüzde gramatik bilgi hatası yapmadığınız halde, nezaket hatası yapmanız gibi. Bir insan “Ben günahkârım” derken, kendi iç dünyasının gerçekliği üzerinden kendini bağlayan bir bildirimde bulunur. Onun kendi sübjektif algısında “günah” diye algıladığı sizin “günah” diye algıladığınızla eşleşmiyor olabilir. Onun “ben günahkârım” deyişi ile sizin “ben günahkârım” deyişi aynı nesnel gerçeği ifade etmez. O halde, bu cümleyi “o günahkârdır” diye tercüme edemezsiniz; çünkü onun günah diye kastettiğini ancak o bilir, o anlar. “Bana bildirildi…” cümlesi de ancak “ben” öznesiyle nakledilmelidir. Söz sahibinin iç gerçekliğiyle ilgilidir. Bu cümleyi “Said Nursi’ye bildirildi, yazdırıldı…” diye çevirirseniz, tartışılır bir nesnel gerçeklik olarak algılarsınız.

İlle de ilahiyatçılara anlatmak gerekirse, “Sen attığında, sen atmadın; velakin atan Allah’tır” mealindeki ayetin ekseninde söylenmiş olamaz mı bu cümle? Atma eylemini tercih eden insandır; ama eylemi yaratan Allah’tır. Aynı şekilde, yazma eylemini de var eden, yaratan Allah’tır. Tercih eden Said Nursî’dir. İş bu kadar kolayca anlaşılabilecekken, işi yokuşa sürme, bin dereden su getirme niyeti pekâlâ başka türlü yorumların malzemesi de yapabilir bu cümleyi. Bu da, yorum sahibinin Said Nursî’nin ne söylediğiyle değil, Said Nursî’nin söylediğinden ne anla(t)mak istediğiyle ilgilidir.

Hem sonra “kalbe ihtar edildi...” sözüne kim hangi hakla karşı çıkar? Allah kulunun kalbinden bihaber midir? İnsaf, sadece insaf! “Kalbe ihtar edildi” demek kalbine ihtar edileni büyütmez, kalbe ihtar edenin keremini ve ilmini, rahmetini ve ihsanını hissettirir.

Said Nursî sözlerinden peygamberlik iması çıkarmaya kalkmak, ciddi bir yetersizliğin de ucunu gösterir. Aklınızdaki algılama çerçevesi yeterince geniş değilse, her türlü veriyi bu çerçeveye sığdırmaya çalışırsınız. Gerçekliğin kolu bacağı çerçevenizin dışında kalırsa, inkâr eder, yok sayar; biraz daha ileri gider saçmalıkla etiketleyebilirsiniz. Bu da bir gerçekliktir; kim ne diyebilir? Oysa veriler değildir saçma olan, veriyi algılayan aklın anlam alanında verilerin kendine yer edinememesidir. Şöyle anlatayım: Eğer, bakırcılıkla meşgulseniz, her türlü değeri sadece bakırla ölçersiniz. Yediğiniz ekmeği de, giydiğiniz elbiseyi de… Altından bihaberseniz, altın’ı unutmuşsanız tek yapacağınız budur. Aynı şekilde, kafanızda sadece kibirlenme/büyüklenme çerçevesi yer etmişse, hele bir de gökten yere dokunuşların cümlesini “vahyin inişi” kapsamında algılayacak esneklikten yoksunsanız, “vahiy” deyince aklınıza sadece doktora tezlerinin başını süsleyen lügat tanımları geliyorsa, Said Nursî’nin bu cümlelerini tekebbüre, büyüklenmeye yormaktan başka seçeneğiniz kalmaz. Kategorize düşünen bir aklın “bana yazdırıldı..”lardan anlayacağı tek şey “bana peygamber gibi vahiy indirildi” iması olacaktır. Bu şekilde inşa edilmiş bir aklın terazisinde başka türlü bir değer tartılmaz.

Şimdi “Bunlar da benim kalbime ihtar edildi; bana da bunlar yazdırıldı” deyiversem, “bana vahiy geldi” mi demek isterim?

Senai Demirci

Başımıza Gelen Musibetlerin Sebepleri Nelerdir?

Peygamberler tarihine baktığımızda Allah (c.c.) ın emirlerine uymayan kavimlerin helak oldukları görülür. Bu durum Müslümanlar için Felaket ve musibetler olarak tezahur eder diyebiliriz .

Hz. Ali (ra) anlatıyor: Resûlullah Efendimiz (SAV) bir gün:

“Ümmetim on beş şeyi yapmaya başlayınca ona büyük belâlar iner!” buyurdu. Yanındakiler:
“Ey Allah’ın Resûlü! Bunlar nelerdir?” diye sordular.
Resûlullah Efendimiz (SAV) şöyle buyurdu:

 
1- Millî servet, fakir fukaraya uğramadan sadece zengin ve mevki sahibi kimseler arasında gidip gelen bir metâ haline gelirse,
2- Emanet ganimet ve fırsat bilinip hıyanet edildiği zaman,
3- Zekât (ödemeyi ibadet bilmeyip bir angarya ve) ceza telâkki ettikleri zaman.
4- Kişinin karısının kötü emirlerine itaat ettiği zaman,
5- Anne hukuku sıkça çiğnendiği zaman,
6- Baba hukuku sıkça çiğnendiği zaman.
7- Arkadaşın kötü emirlerine itaat arttığı zaman,
8- Mescitlerde (rızay-ı İlâhî gözetmeyen husûmet, alış-veriş, eğlence ve siyaset vs. ile ilgili sesler yükseldiği zaman.)
9- Kavme, onların en alçağı reis olduğu zaman;
10- Zorba kişiye zararı dokunmasın diye hürmet edildiği zaman;
11- Şarap meşrû sayılarak içildiği zaman,
12- İpek (haram bilinmeyip erkekler tarafından) giyildiği zaman;
13- Şarkıcı kadınlar arttığı zaman;
14- Türlü çalgı âletleri arttığı ve sıkça çalınır olduğu zaman,
15- Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri, önceden gelip geçenlere (çeşitli ithamlar ve bahanelerle) hakaret ettiği zaman artık kızıl rüzgârı, zelzeleyi, yere batışı veya suret değiştirmeyi ya da gökten taş yağmasını bekleyin.
(Kütüb-ü Sitte, 14/340; Tirmizî, Fiten 31, (2307)

Yukarıda Hz. Ali (ra) den rivayet edilen hadislerin gösterdiği gibi Müslümanların da musibet ve belalardan uzak olmadıkları açıktır.

Bediüzzaman Hazretleri de Müslümanların başına gelen musibetleri Namaz, Oruç, Zekat ve Hac gibi İslamın şartlarının yerine getirilmesinde gevşeklik göstermek ve yerine getirmemek gibi nedenlere bağlar.

Üstadın bu rükünlerden Namaz, Oruç ,Zekat ve Hac gibi İslamın şartlarının yerine getirilmemesinde gevşeklik göstermenin acısını ve sonucunu 1. Dünya savaşı sırasında gördüğü rüya ile çok güzel açıklar.Rüyada Ona alimlerden oluşmuş bir meclis soruyor.

“SORU: “Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti? Musibet-i âmme ekseriyetin hatâsına terettüp eder. Hazırda mükâfatınız nedir?

“Dedim: “Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât.”

“Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, O da bizden müterakim zekâtı aldı. El cezâu mincinsi’l-ameli

“Mükâfat-ı hâzıramız ise: Fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatâdan neşet eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi.”

“Rüyanın zeyli”

Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.”

“İşte Hint, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu, “ba’de harabi’l-Basra” anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.”

“İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.”

“İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor.”

“İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor.”

Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. Fa’tebirû.

Rüyada meclisin sorusuna verilen cevapta Üstad, İslam’ın namaz, oruç ve zekat gibi terk edilen ibadetleri; bazı musibetler vasıtası ile ümmetin günahlarına kefaret olup affına sebebiyet verdi diyor. Ama aynı kefaret ve af, hac ibadetinin terki için vuku bulmadı.

Üstad meclise karşı hac hususunda cevap veremiyor, sükut ediyor. Haccın en önemli hikmet ve siyaseti; muhtelif kavimlerin bir araya gelip, orada kardeşlik bağlarının kuvvetlenmesidir. İşte ümmet bu ibadeti terk etmek ile, bu önemli hikmet ve siyaseti de terk ettiği için, ceza olarak ümmet manasından uzaklaşıp, güç ve birliğini yitirmiş ve zalim Avrupa devletlerine yem olmuştur. Cezası günahlara kefaret değil, günahların artmasına sebep oldu. Hakikaten İslam ümmeti en şiddetli tokadı hac ibadetinin terkinde gördü. Bugün Filistin’in ve koca Arap aleminin, bir avuç İsrail karşısında aciz kalması bu sırdan ileri geliyor.

Hamit Derman

www.NurNet.org

Namaz Kılmayan Çocuk Dövülür Mü?

Kur’ân-ı Kerîm’de en ziyâde üzerinde durulan ailevî sorumluluk aile halkının dinî terbiyesidir. İkamet edip yaşamak üzere yer seçiminden, namaz, oruç gibi ibâdetlerin öğretilip tatbikatına nezâret etmeye, dinî yaşayışa elverişsiz hâle gelen mekândan hicret etmeye ve ettirmeye varıncaya kadar, dinî hassasiyet gösterilmesi gereken pek çok mesele Kur’ân-ı Kerîm’de yer eder. Bunları birer birer belirtmeye çalışacağız.

Dikkatlerin öncelikle dine çekilmesi: Hemen şunu kaydedelim ki, ailenin sorumlusu, idaresi altındaki her ferde, öncelikle, bir bütün olarak “din”i tavsiye etmeli, nazar-ı dikkatine “din”i arz etmeli, hayatını ona göre, onun esaslarına uygun olarak, onu tatbik edip yaşamasına imkân verecek şekilde tanzim etmesini duyurmalıdır. Kur’ân’da bu hususa örnek olarak Hz. İbrahim ve Hz. Ya’kûb zikredilir:

Rabbi ona; ‘(Kendini Hakk’a) teslîm et’ dediği zaman o; ‘Âlemlerin Rabbine teslîm oldum’ demişti. İbrahim bunu oğullarına da tavsiye etti. (Torunu) Ya’kûb da (öyle yaptı): ‘Ey oğullarım, Allah sizin için (İslâm) dinini beğenip seçti. O halde siz de ancak Müslümanlar olarak can verin’ dedi.“(1)

Kur’ân-ı Kerîmde çocuk kaydı olmaksızın, dini tavsiye eden, “dine karşı müminlerin dikkatini çeken, en mühim meselelerinin “din” olmasını emreden âyetler pek çoktur. (2) Mevzuumuzu tamamlayacağı için burada onlardan birkaçını kaydedeceğiz.

Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini, doğruluk rehberi Kur’ân ve hak din ile gönderen O’dur. Şâhid olarak Allah yeter.“(3)

Puta tapanlar hoşlanmasa da dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen Allah’tır.“(4)

Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki, Allah onların işlediklerini şüphesiz görür. Eğer yüz çevirirlerse, Allah’ın sizin dostunuz olduğunu bilin. O ne güzel dost, ne güzel yardımcıdır!”(5)

Allah katında din, şüphesiz İslâmiyet’tir… Allah’ın âyetlerini kim inkâr ederse bilsin ki, Allah hesabı çabuk görür.”(6)

Kim İslâmiyetten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O, âhirette de kaybedenlerdendir. İnandıktan, Peygamberin hak olduğuna şehâdet ettikten, kendilerine belgeler geldikten sonra inkâr eden bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah zâlimleri doğru yola eriştirmez.“(7)

Hz. Peygamber de şöyle buyurur:

Üzerinize, Habeşli burnu kesik bir köle de emir tâyin edilse onu dinleyin ve itaat edin. Sizden biri dinini terk ile boynunun vurulması arasında muhayyer bırakılmadıkça itaate devam etsin. İslâmı terk ile boynu vurulması arasında muhayyer bırakılacak olursa boynunu uzatsın. Anasız kalasıcalar, din gittikten sonra ne dünyanız, ne de âhiretiniz kalır.“(8)

Yaşanacak muhitin seçimi: Muhîtin insan üzerindeki -müsbet veya menfî te’sîri- eski devirlerden beri bilinen bir husustur. İbnu Haldun bu keyfiyeti “İnsan, tabiatının ve mizacının değil, kendisini saran muhitin ve bu muhitten kazandığı alışkanlıkların çocuğudur” diye ifâde etmiştir. Şu halde, ailesinin terbiyesinden sorumlu bir aile reisinin, yaşanacak yer olarak, dini tatbik edebileceği bir muhit seçmesi gerekecektir. Bunun Kur’ânî örneğini Hz. İbrahim verir: Hz. İbrahim, Kabe’nin inşasını tamamladıktan sonra, oğlu İsmail’i “ziraate elverişsiz” olmasına rağmen, dinî mülâhazalarla Mekke’ye yerleştirdiğini ifâde eder:

Ey Rabbimiz! Ben evlâtlarımdan kimini, namaz kılabilmeleri için Senin mukaddes olan evinin yanında ziraate elverişsiz bir vadiye yerleştirdim. Artık, Sen, insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Şükretmeleri için bâzı meyvelerle rızıklandır.”(9)

Hz. Peygamber (a. s. m) bâzı hadîslerinde, çocuğun babası üzerindeki haklarını beyan ederken “ismini, ahlâkını güzel yapması“, “temiz rızıkla beslemesi“, “okuma-yazma“, “yüzme” ve “atma” öğretmesi, “bulûğa erince evlendirmesi” gibi hususlarla birlikte “yerini güzel yapması“nı da sayar.(10).

Âlimler haklı olarak bundan, ikamet edeceği yerin kurrâ ve âlimlerinin çokluğuyla, Kur’ân ve ilim tahsiline imkân verecek bir yer olmasını anlarlar.(11)

Bu noktada tahlili daha da ileri götüren fakîhler, şehirde doğan bir çocuğu, ölüm veya boşanma hâlinde annenin, terbiyevî muhît yönüyle şehirden dûn (uzak) olması sebebiyle köye götüremeyeceği hükmünü verirler.(12)

Akidenin öğretilmesi: Aile halkına, hususan yeni yetişen çocuklara her şeyden önce öğretilmesi gereken şey, iman esasları ve bilhassa “tevhid” inancıdır. Yâni Allah’ın bir olduğu, hiçbir surette ortağı, yardımcısı bulunmadığı inancıdır. Yaş ve idrâk yönüyle bir şeyler öğrenme durumuna gelen her çocuğa öncelikle bu inanç kazandırılmalıdır. Nitekim bir kısım rivayetler Hz. Peygamber’in (a.s.m), kendi yakınlarından bir çocuk konuşmaya başlar başlamaz, çocuğa tevhîd öğrettiğini, bu maksadla:

Elhamdulillahillezi lem yetteğiz veleden velem yekun lehu şerikun fil mulki.” âyetini yedi sefer okutarak ezberlettiğini haber vermektedir.(13)

Tevhîdle birlikte bunun zıddı olan şirkin kötülüğü, bâtıllığı, şirke düşmenin ne büyük bir zulüm ve cinayet olduğu da öncelikle öğretilmesi gereken dinî bilgiler olmaktadır. Bu mes’elede Kur’ân’ın kaydettiği en güzel örnek Hz. Lokmân’dır:
Ve iz kale lokmanu ibnihi ve huve yeizuhu ya büneyye la tuşrik billahi inneşşirke le zumlun azim.”(14)

Meâlen: “Hani Lokman oğluna -ona öğüt verirken- şöyle demişti: ‘Oğulcuğum, Allah’a ortak koşma. Çünkü şirk mutlaka büyük bir zulümdür.“(15)

Çocuğa akidenin öğretilmesi deyince bundan, sâdece Allah’ın varlığını ve birliğini öğretmek anlaşılmamalıdır. Kâmil mânâda Allah inancı, kalblerde Allah’ı bütün isim ve sıfatlarıyla tanımakla teşekkül eder. Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın “güzel isimleri” (el-esmâu’l-hüsnâ) olduğunu mükerrer âyetlerde haber verir.(16)

Hz. Peygamber el-esmâul -hüsnâ’nın doksan dokuz adet olduğunu söyler ve bunların neler olduğunu sayar.(17)

Şu halde, Allah’ı en azından sübûtî ve zatî sıfatlarıyla (18) tanıtarak çocuklara öğretmek gerekecektir. İslâm akidesine uygun Allah inancı bu şekilde ortaya çıkar. Bu hususa riâyet edilmeden verilecek Allah inancı nakıs, hattâ gayr-i İslâmî bile olabilir. Nitekim Hıristiyanlar, Yahudiler ve hattâ müşrikler de ulûhiyete inanırlar. Son araştırmalar, yeryüzünde inançsız insanın olmadığını göstermiştir. Her insan kendine has bir ulûhiyet tasavvur etmektedir. Şu halde bunları birbirinden ayıran husus, ulûhiyete izafe edilen isim ve sıfatlardır. İslâmî Allah inancının çocuklara tam olarak verilebilmesi Kur’ân ve hadîslerde gelen isim ve sıfatlar çerçevesinde öğretilmeye bağlıdır.

Diğer taraftan, yine Kur’ân-ı Kerîm, peygamber inancı olmadan Allah’a inanmanın hiçbir kıymet ifâde etmediğini, Allah’a inananların behemahal peygamberlere de inanmaları gerektiğini bildirir: “Allah’ı ve peygamberini inkâr eden, Allah’la peygamberleri arasını ayırmak isteyen, ‘Bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr ederiz’ diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kâfir olanlardır. Kâfirlere ağır bir azâb hazırlamışızdır. Allah’a ve peygamberlerine inanıp, onlardan hiçbirini ayırmayanlara, işte onlara Allah ecrini verecektir. O, bağışlar ve merhamet eder.“(19)

Peygamber inancı, kaçınılmaz bir şekilde kitap ve melek inancını da beraberinde getirecektir. Şu halde, bir olan Allah inancını, çocuklara öğretmeyi mükerrer âyetlerde ele alan Kur’ân-ı Kerîm, dolayısıyla imanın bütün rükünlerinin çocuklara öğretilmesini emretmiş olmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber’in ehemmiyetine ısrarla dikkkatlerimizi çekerek her gün okunmasını tavsiye ettiği ve Arş’ın altındaki bir hazîneden alınmış olarak, sâdece bu ümmete verilmiş olduğunu belirttiği Kur’ânî bir pasajda mü’minin inanması gereken bütün esaslar tâdâd edilir: “Peygamber, Rabbinden ne indirildi ise ona iman getirdi, mü’minler de. Her biri: Allah ve melâikesine ve kitaplarına ve peygamberlerine, peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayırmayız diye iman getirdiler ve şöyle dediler: İşittik, itaat ettik, Rabbimiz affını dileriz, dönüş Sanadır.“(20)

İbâdetlerin öğretilmesi: Yukarıdaki âyet-i kerîme, katlanılacak bir kısım maddî fedâkârlıklar pahasına dini yaşayabildiğimiz bir yer seçimini ifâde etmekle kalmaz, Hz. İbrahim’in duası suretinde mü’minlere namaz mes’elesinin dinî terbiyede alması gereken ehemmiyeti de vurgular.

Namaz mevzuunda Hz. ibrahim’in bir diğer duasını da burada kaydetmemiz münâsibtir: “Rabbim! Beni ve çocuklarımı namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz, duamızı kabul buyur.“(21)

Namaz mes’elesi, çocuklarla alâkalı olarak, daha başka âyetlerde de ele alınmakta, ehemmiyeti zihinlerde, bu açıdan da tesbit edilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm, âdeta hadîslerde “dinin direği”(22) olarak ifâde edilmiş bulunan namazın din terbiyesinde de direk yâni ana mes’elelerden biri yapılmasını istemektedir. Öyle ki, hiçbir şey hattâ maddî ihtiyaçların karşılanması mes’elesi bile namaza ve namazla ilgili öğretim ve tatbikata bahane ve engel teşkil etmemelidir:

Ve’mur ehleke bisselevati vesdebir aleyha la nes’elüke rizken nehnu nerzukuke velakibetu littekva.

Meâlen: “Ehline namazı emret. Kendin de ona sebat ile devam eyle. Biz senden bir rızık istemiyoruz. Seni biz rızıklandırırız.“(23)

Aile halkına namazın emredilmesivle ilgili örnekler meyâmnda Hz. Lokman da karşımıza çıkar. Zira, o da çocuğuna diğer emirleri meyâmnda “Oğulcuğum namazını kıl” diye emretmiştir.(24)

Kur’ân’da, Allah’ın rızasını kazanmış bulunduğu belirtilen Hz. İsmail’in de “ailesine namaz ve zekatı emrettiği” ifade edilir(25).

Hz. Peygember’in de (a.s.m) çocuklara yedi yaşında namazın emredilmesin!, kılmadıkları takdirde on yaşında namaz için dövülmesini tebliğ ettiğini daha önce başka vesileyle kaydetmiştik. Hz. Peygamber’in çocuklar hakkında dayağa ruhsatı namazla ilgili olarak vermesi, namazla alâkalı ta’lim ve tatbikatın ehemmiyetini te’yîd eder. Bâzı âlimler, bu hadîse dayanarak, farz olmayan umur dışında çocuğun tekâsül ve ihmali sebebiyle dövülüp dövülmeyeceğim münâkaşa etmiştir.(26)

Ayrıca çocukların küçük yaşta namaza başlatılması hususunda ise yedi yaşından sonra vefat edenler büyük insanlar gibi hesaba çekileceklerinden “vildanun muhalledun” ayetinin ifadesine dahil olmadıklarını bu yüzden şeriatın “zamanında namaza başlamayan çocukların hafifçe dövülebilecekleri” ni söylemesinin hikmetlerini ifade etmektedir.

Âlimler, yedi yaşından itibaren “çocuğa namaz emredilmesi” hadîsinden, namazla ilgili her çeşit bilginin öğretilmesi gereğini anlamışlardır: Namaz vakitleri, farzları, vâcibleri, sünnetleri, namazda okunacak sûreler, dualar, tesbihât, abdest ve temizlikle ilgili teferruat vs.

Kaynaklar:
1- Bakara 2: 130- 132.
2- Bakara 2:193, 217; Âl-i imrân 3:19, 85; ErVâm 6:161; A’raf 7:29; Enfâl 8:39; Tevbe 9:33, 122; Yûnus 10:105: Nur 24:2; Rum 30:30, 43; Zümer 39:3, 11; Feth 48:28; Mümtehine 60:8, Beyyine 98:5.
3- Feth 48:28.
4- Tevbe 9:33.
5- Enfal 8:39.
6- Âl-i imrân 3:19.
7- Âl-i imrân 3:85.
8- Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr 1, 152.
9- İbnu Haldun. Abdurrahman (v.808), el-Mukaddime. Beyrut, tarihsiz, s. 125.
10- İbrahim 14:37.
11- Bak. Câmi’u’s.Sağîr 3, 393-394.
12- Münâvî, Feyzu’l-Kadîr 3. 394.
13- Üsrûşenî. Ahkâmu s-Sığâr 1, 102-103.
14- İbnu Ebî Şeybe. Ebû Bekr Abdullah ibnu Muhammed (v.253), Musannafu ibn-i Ebî Şeybe, Haydârâbâd, 1966, 1, 348; Abdurrezzâk, ibnu Muhammed es-San’ânî (v.211) Musannafu Abdirrezzâk, Beyrut, 1970. 4. 334.
15- Lokman 31:13176
16- A’râf 7:180; isrâ 17:110; Tâ-Hâ 20:8; Haşr 59:24..
17- Buhârî, Da ava! 69; Müslim, Zikr 5, 6.
18- Allah’ın sübûtî sıfatları: Hayat, ilim, semi’ (her şeyi işitmesi), basar (her şeyi görmesi), irâde (dilemesi, dilediğini yapması), kudret (her dilediğine gücü yetmesi), kelâm (konuşma, vahyetme), tekvin (yaratma sahibi olma). Allah’ın zatî sıfatları: Vücut (varolmak), kıdem (varlığının evveli olmama), beka (varlığının sonu olmama), vahdaniyet (bir olması), muhalefetün lil-havâdis (hiçbir mahlûka benzememesi) kıyam binefsihî (hiçbir varlığa muhtaç olmaması).
(Bak. Dikmen. Tasavvuf ve Hikmet Işığında islâm ilmihali, Cihan Yayınları, 1983, İst.)
19- Nisa 4:150-152
20- Bakara 2: 285-286.
21- İbrahim 14:40.
22- Aclûnî, İsmail İbnu Muhammed (1162), Keşfu’l-Hafâ, Beyrut, 1351, 2,31.
23- Tâ-Hâ20:132
24- Lokman 31:17.
25- Meryem 19:55.
26- İbnu Hacer, Şihâbü’d-Dîn Ebû’l-Fadl Ahmed el-Askalânî (v.B52), Fethu’l-Bârî, Mısır, 1959, 2, 489-90: Zebîdî, Zeynü’d-Dîn Ahmed ibnu Ahmed (v.893), Tecrîd-Sarîh, tercüme: Ahmed Naim, Ankara, 1972, 2, 941; Şevkânî, Muhammed ibnu Ali (1250), Neylü’l-Evtâr. Kahire. 1971, 1,349,

Prof. Dr. İbrahim CANAN (Çocuk Terbiyesi) / Sorularla İslamiyet