Kategori arşivi: Soru – Cevap

Allah’a Tanrı Demek Doğru Mu?

Allah (cc) için Tanrı ifadesi kullanmak caiz midir? Allahu tealaya hitab ederken “Tanrım” demekte bir sakınca var mıdır?

Allah” lafza-i celal Allah’ın ism-i hassıdır/özel ismidir. Kur’an’da –Besmelelerle birlikte-2800’den fazla “Allah” ismi geçmektedir.

İhlas suresinde yer alan “De ki: O Allah’tır, birdir” mealindeki ayet, Allah’ın kendine bu ismi taktığını açıkça beyan etmiştir. “İster Allah diye çağırın, ister Rahman.. fark etmez, güzel isimler onundur”(İsra, 17/110) mealindeki ayette de Allah lafza-i celal ile, Rahman ism-i celili arasında bir fark olmadığı, ikisinin de O’nun özel isimleri olduğuna işaret edilmiştir.

Allah isminin “ELH” veya “VLH” den müştak olduğunu söyleyenlerin yanında, İmam Şafii gibi bir çok büyük alimlere göre, bu isim mürteceldir/türetilmemiştir, sadece Allah için kullanılan bir özel isimdir.

İlah mabud manasına gelir. Bu kelime bu açıdan hem batıl ilahlar, putlar için kullanılır hem de hakikî mabud olan Allah için de kullanılır. “La ilahe illellah” sözcüğü bu iki hususu da içinde barındrımıştır. Fakat, Yüce yaratıcıyı sadece mabut vasfıyla değil, bütün sıfatlarını çağrıştıran bir unvanla zikretmek istediğimizde bunu Allah ismiyle yaparız. Çünkü, bu isim ancak böyle kapsamlıdır.

İlah ve tanrı kelimeleri, “Allah” lafza-i celalin yerini tutamaz. Bu sebeple, “tanrı” kelimesi ile “ilah” kelimesi birbirinin yerine kullanılabilir.

Bir âyet-i kerimede “En güzel isimler Allah’ındır. Allah’a bu isimlerle dua ediniz” (Araf Sûresi, 180) buyurulur. Bu âyet, Cenab-ı Hakkın birçok isimlerinin bulunduğuna işaret etmektedir. Her birisi güzel ve ulvî mânâlar ihtiva eden bu yüce isimlere “güzel isimler” mânâsında “Esmâü’i-Hüsnâ” denilmektedir. Bu İlâhî isimlerden bazıları şunlardır: “Vâhid, Evvel, Âhir, Zahir, Bari, Musavvir, Rahman, Rahîm, Hayy, Kayyum, Halım, Kerîm, Tevvâb, Rezzâk, Muhyî, Mümît.

Cenab-ı Hakkın isimlerinin tamamı kesin olarak bilinmemektedir. Bazı âlimler Esmâ-i Hüsnânın bin kadar olduğunu beyan ederler. Nitekim, Peygamberimiz (a.s.m.) Cevşenü’l Kebîr isimli hususî duasında Rabbine bin bir isim ve sıfatla niyaz etmektedir. Yine bazı ulema ise bu isimlerin dört bini bulduğu kanaatindedir. Bu isimlerin ise ekserisini sadece Cenab-ı Hak bilir. Bir kısmını melekler, diğer kısmını da meleklerle birlikte peygamberler bildiği gibi; mü’minler de Peygamberimizden öğrendikleri kadarıyla malûmat sahibidirler.

İbnî Mâce ve Tirmizi gibi hadis kitaplarında Esmâ-i Hüsnâ hakkında rivayet edilen hadis-i şeriflerde Peygamberimiz bu isimleri bir bir zikretmekte ve faziletini bildirmektedir. Esmâ-i Hüsnânın sayıldığı hadis-i şerifin baş kısmının meali şöyledir:

Şüphesiz, Allah’ın doksan dokuz, yüzden bir eksik ismi vardır. Muhakkak Allah tektir, tek olanı sever. Kim o doksan dokuz ismi sayarsa veya ezberlerse Cenab-ı Hak onu Cennetle mükâfatlandırır.” (İbni Mâce, Dua 10; Tirmizî, Dua 83)

Ancak, bu müjdeye mazhar olmak için sadece isimleri sayıp ezberlemek kâfi gelmez. Bu İlâhî isimlerin içinde bulunan ve taşımış oldukları ulvî mânâları düşünüp, kâinat yüzündeki tecellî ve akislerini müşahede etmeyi de unutmamalıdır. Meselâ, Allah’ın Rezzak olduğunu bilip düşünerek rızık için endişeye kapılmamalı. Rızkı helâlinden aramalı, kanaatkar olmalı. Cenab-ı Hakkın sadece insanın kendisini değil, en küçük mikroptan file kadar, parmak kadar balıklardan tonlarca ağırlıktaki balinalara kadar milyarlarca canlının ve bitkinin rızıklarını hiç şaşırmadan, ihmal etmeden, en güzel bir şekilde ihsan ettiğini düşünüp tefekkür etmek Rezzâk ismini okumanın bir cihetidir.

Cenab-ı Hakkın isimleri tevkîfîdir, yani semavîdir. Bu isimlerin büyük bir kısmı Kur’ân-ı Kerimde zikredildiği gibi, geriye kalanlarını Peygamberimiz bildirmektedir.

Peygamberimiz de (a.s.m.) zikretmiş oldukları isimleri Rabbinden öğrenerek bildirdiğine göre, Cenab-ı Hak için bu isimlerin dışında bir isim kullanılmaz. Yani, Allah sadece Kur’ân’ında bildirdiği ve Habibine öğrettiği isimleriyle kendisine niyaz edilmesini istemektedir. Başta mealini verdiğimiz âyet-i kerime bu mânâya işaret etmektedir.

Cenab-ı Hakkın, söylendiği zaman kalb ve gönülleri dolduran ve kâinatı mânâlandıran “Allah” ismi-i celâli ve doksan dokuz mübarek ismi ve sıfatları bulunuyorken Onu başka uydurma isimlerle anmak ne kadar yakışıksız bir hareket olduğu açıktır. Bilhassa “Allah” ismini söylememek için ısrarla “tanrı” kelimesini kullanmak iyi niyetten kaynaklanan bir düşünce değildir. Çünkü esasen “tanrı” kelimesi, bir olan Allah’ı tanımayıp başka “uydurma” mabutlara isim olarak verilmiştir. “Yer tanrısı, gök tanrısı” gibi. Halbuki Cenab-ı Hakkın böyle bir isme ihtiyacı olmadığı gibi, kendi bildirdiği isimlerin dışında çağrılmamasını, dua ve niyaz edilmemesini istemektedir.

İsmi Ahmed olan bir insanı “ağaç” diye çağırsanız size ne kadar kızacağını, hattâ darılıp küseceğini; yanlışlıkla söylemişseniz hemen “Benim ismim ağaç değil Ahmed’dir” diyeceği kesindir. Bir kul olan insan kendi ismiyle çağrılmayıp başka uydurma bir isimle çağrıldığı zaman nasıl kızıyorsa; kâinatın Rabbi olan Yüce Allah, kullarının kendisini uydurma isimlerle çağırmasına, dua etmesine hiç rıza gösterir mi? Bir insanı kendi ismiyle çağırmaya dikkat eden insan, Cenab-ı Hakkı yüce isimleriyle çağırmazsa ne kadar anlayışsızlık gösterdiğini, ne kadar hata ettiğini artık anlamalı. Bilhassa “Allah” ismi celilî Allah’tan başka hiçbir mahluka verilmediği için de ismi âzam olmuştur.

Buna göre Tanrı kelimesi Allah lafzının yerini tutmaz. Ancak kişi isterse Allah’ı niyet ederek, bir yaratıcıyı kasdederek, İlah ya da Tanrı diyebilir.

Kaynak: Sorularla İslamiyet

İmam-ı Azam Ebu Hanife Kimdir?

İmam Âzam (büyük İmam) lâkabıyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meşhur Numân b. Sâbit b. Zevta (Zûta) mutlak müçtehid ve fıkıhta Hanefi mezhebinin imamı (80/150 – 700/767).

Ebû Hanife, Kûfe’de hicrî 80 yılında doğdu. İslâm’in hâkim olduğu bir ortamda yetişen Numân b. Sâbit küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzetti.

Numân gençliğini ticaretle geçirdikten sonra İmam Sa’bî’nin tavsiye ve desteğiyle öğrenimine devam etti. Arapça, edebiyat, sarf ve nahiv, şiir ögrendi. Yetiştiği Kûfe şehri ve bütün Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düşüncenin, itikâdi fırkaların bulunduğu, itikadla ilgili ateşli tartışmaların yapıldığı rey ehlinin yerleştiği bir şehirdi. Dindar bir ailede yetişen Ebû Hanife’nin de bu itikâdi tartışmalara zaman zaman katıldığı kuvvetle muhtemeldir.

Ebû Hanife’nin yaşadığı yer ve çağda itikâdi fırkalar çoğalmış, bir sürü sapık fırkalar ortaya çıkmış, Emevi hükümdarlarının Ehl-i Beyt’e zulmü devam etmiştir. Mantığı çok kuvvetli olan Numân b. Sâbit hiçbir fırkaya bağlanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelâm ilmine yöneldi.

Ebû Hanife ilimle uğraşırken ticareti de bütünüyle bırakmadı. Bu, onun helâl rızık kazanmasını sağladığı gibi, ticarî kazancını ve talebelerinin ihtiyaçlarının karşılanmasını, bağımsız bir ilim meclisi kurmasını da sağladı. Ebû Yûsuf’un parasının bittiğini söylemesine ihtiyaç bırakmadan o Ebû Yusuf’u murâkabe eder, yardımda bulunurdu. Gücü yetmeyen talebelerinin de evlenmesini sağlardı (Zehebî, a.g.e, 39). Bir çokları ticarette Ebû Hanife’yi Ebû Bekir’e benzetirdi; çünkü o bir malı satın alırken, sattığı zamanki gibi emânet kâidesine uyar, kötü malı üste, iyisini alta koyardı, muhtaç satıcıyı sömürmezdi.

Bir defasında bir kadın, satmak üzere ona bir ipek elbise getirdi. O, fiyatını sordu. Kadın yüz dirhem istedi. Ebû Hanife, değerinin yüz dirhemden fazla ettiğini söyledi. Kadın yüzer yüzer artırarak dört yüze çıktığında Ebû Hanife, daha fazla edeceğini söyleyince kadın, “Benimle eğleniyor musun?” demişti. Ebû Hanife de, “Ne münasebet, bir adam getirin de fiyat takdir ettirelim” dedi. Adam çağrıldı ve fiyatı takdir etti: Ebu Hanife o malı beş yüz dirheme satın aldı. Bu olay o zamandan beri halk arasında günümüze kadar anlatılarak, ticarette dürüstlüğe dâir bir darb-i mesel haline gelmiştir.

Ebû Hanife vakar sahibi bir insandı. Tefekkürü çok, konuşması az, Allah’ın hudûdunu olabildiğince gözeten, dünya ehlinden uzak duran, faydasız ve boş sözlerden hoşlanmayan, sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir müçtehiddi.

Fıkhi sistematik hale getirip bütün dünyevî meselelerin leh ve aleyhteki biçimlerini ortaya koyarak ve sağlam bir akîde esası çıkararak doktrinini meydana getirmiştir. Ebû Hanife’nin binlerce talebesi olmuş, bunların kırk kadarı müçtehid mertebesine ulaşmıştır (el-Kerderî, Menâkibu’l-Imâm Ebû Hanife, II, 2i8).

Müçtehid öğrencilerinden en meşhurları Ebû Yusuf, Muhammed b. Hasan es-Seybânî’dir. Ebû Hanife’nin fıkıh okulu, talebelerine verdiği dersler ile ondan fetvâ istemeye gelen halk için verdiği fetvâlardan meydana gelmiştir. Ders verme usûlü eski filozofların diyalektik akademi derslerini andırmaktadır. Bir mesele ortaya atılır; bu, talebeleri tarafından tartışılır ve herkes görüşünü söyler; en son olarak İmam, delil ve istinbat ile bir karara ulaşılmasını sağlar ve kararı delillerden ayırarak veciz cümleler halinde yazdırırdı. Bu sözleri en yakın müçtehid talebeleri tarafindan sonradan mezhebin fıkıh kaideleri haline getirilirdi. Onun ilim meclisi bir istişâre, bir diyalog merkezi, bir hür düşünce okulu idi.

Ebû Hanife’nin halkın sevgi ve saygısını kazanmasında; fetvâlarının her yerde haklı olarak tutulmasında; ilmi, ihtilaflardan arındırıp halka selefin yaptığı gibi bilgi aktarması, fitnelere bulaşmaması ve takvası etkili olmuştur. Onun talebelerine verdiği öğütlerde, ilimde hür düşünce ve araştırmanın yollarının tutulması, câhil ve mutaassıplardan uzak durulması gibi önemli kayıtlar vardır.

Ebû Hanife kimseye “benim görüşüm en doğrudur” demedi; hattâ, kendisinin de bir görüşü olduğunu ama daha iyi bir görüş getirene uyacağını söylerdi. Yine o, talebelerine kendisinden her işittiğini yazmamalarını, çünkü yarın görüşünü değistirebileceğini ifade ederdi. Demek ki, hiç bir zaman kendisi mezhebî taassub içinde olmamıştır.

Aktif bir şekilde olmasa da döneminin siyasî hareketlerine katıldı. Hayatının bir bölümü Emevilerin, bir bölümü Abbâsilerin hâkimiyetinde geçti. Her iki dönemde de siyâsal iktidara karşıydı. Onun siyâsetini ehl-i beyt taraftarlığı belirliyordu. Ehl-i beyt’e büyük muhabbeti vardı. Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt’i gözeteceklerini söylemişlerdi. Ancak onların iktidara geldikten bir süre sonra ehl-i beyt’e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karşı çıktı. Derslerinde firsat buldukça iktidarı tenkid etti. Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden şüphelenilmiş, onu kendi taraflarına çekmek, halk nezdindeki itibarından yararlanmak için kendisine kadılık görevini teklif etmişlerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmiş ve bu sebepten dolayı işkenceye uğramis, hapsedilmiştir (Ibnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Târih, V, 559).

İmam, takvâsı, ferâseti, ilmî dürüstlüğü ve görüşlerini iktidara karşı kullanması ile halkın büyük sevgisini kazandı. Abbâsi yönetimi ile hiçbir zaman uyuşmadı, uzlaşmadi. Ticaretten kazandığı helâl rızıkla ilmini destekledi. Hattâ o, Zeyd b. Ali’nin imamlığına zımnen bey’at etmişti.

Hz. Ali (r.a.)’in torunlarından Muhammed en-Nefsü’z Zekiye ile kardeşi İbrahim’in Abbâsilere isyan etmeleri ve şehîd olmaları karşısında Ebû Hanife Irak’ta, İmam Mâlik Medine’de açıkça iktidarı tenkit etmişler, bu yüzden ikisi de kırbaçlatılmış, işkence görmüş ve hapsedilmişlerdir. Ebû Hanife alenen halkı ehl-i beyt’e yardıma çağırdığı için hapsedildi ve her gün kırbaçlatıldı. Bunun sonucunda yetmiş yaşında şehitler gibi öldü. Zehirletildiği de rivâyet edilir (en-Nemeri, el-Intika, 170). Bağdat’ta, Hayruzan mezarlığına defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazır bulundu.

Ebû Hanîfe önceleri Kelâm ilmiyle uğraşmış ve birtakım tartışmalara katılmış olmasına rağmen cedelcilerin iddialı üslûbundan uzak kalmıştır. İçtihadlarını değerlendirirken kendisi şöyle demiştir: “Bu bizim reyimizle vardiğimiz bir sonuçtur. Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye ‘bunu kabul etmeniz gerekir’ demeyiz. Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en iyisi budur. Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul ederiz” (Zehebî, a.g.e., 2i).

Kendisine tâbi olacak kimselere de şu tavsiye ve ikazda bulunmuştur: “Nereden söylediğimizi (verdiğimiz hükmün delil ve kaynağını) tetkik edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl olmaz.” O, bir tek kişi ya da mezhebin İslâm’ı kuşatmasının mümkün olmadığını biliyordu. Ne Ebû Hanife ne başka bir İmam, kendi içtihadı hakkında böyle bir iddiada bulunmuştur. Onlar hep sahih sünnetin asıl olduğunu, sahih sünnet ile sözleri çatıştığı takdirde sahih sünnet ile amel edilmesi gerektiğini öğrenci ve izleyicilerine özenle tavsiye ve ikaz etmişlerdir.

Şamil İslam Ansiklopedisi

Nene Hatun Kimdir?

Erzurum‘daki Aziziye Tabyası’nın savunulmasında çalışarak adını tarihe yazdıran Türk kadınıdır. Aziziye savunmasına 20 yaşlarında genç bir gelinken, küçük yaştaki oğlunu ve 3 aylık kızını evde bırakarak katılmıştır.

Nene Hatun 1857 yılında Erzurum’da doğdu. 1877 yılında 8 Kasım’ı 9 Kasım’a bağlayan gece, Osmanlı vatandaşı olan Ermeni çeteleri Erzurum’un Aziziye Tabyası’na girmeyi başarmışlardı. Tabyayı koruyan Türk askerlerini uykuda yakalayıp kılıçtan geçirdiler. Bu sırada arkadan gelen Rus askerleri ise hiçbir zorlukla karşılaşmadan tabyayı ele geçirdiler. Baskından yaralı olarak kurtulan bir er haberi Erzurumlulara ulaştırdı.

Sabah ezanından hemen sonra “Moskof (rus) askeri Aziziye Tabyası’nı ele geçirdi” şeklinde minârelerden Erzurum halkına haber verildi. Bu haberin ardından Erzurum halkından silahı olan silahını, olmayanlar ise balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak Tabya’ya doğru koşmaya başladılar. Koşanlar arasında, erkeği cephede çarpışan Nene Hatun da vardı. Ağabeyi Hasan bir gün önce cepheden yaralı olarak gelmiş ve kollarında can vermişti . Nene Hatun üç aylık bebeğini emzirdikten sonra, “Seni bana Allah verdi. Ben de Ona emânet ediyorum.” diyerek vedâlaştıktan sonra birkaç saat önce ölen ağabeyinin tüfeğini alarak sokağa fırlamıştı.

Erzurumlular, ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye Tabyası’na doğru koşuyordu. Tabyaya yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere yaylım ateşi açtı. Ön sıradakiler o anda öldüler. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri atıldılar. Demir kapılar kırılıp içeri girildi. Göğüs göğüse bir savaş başladı. Mükemmel silâhlarla donanmış Rus ordusu, baltalı-tırpanlı, taşlı-sopalı halk karşısında yarım saat tutunabildi. 2300’e yakın Rus askeri öldürülüp, Tabya geri alınmıştır. Osmanlı tarafı ise 1000 kadar şehit vermiştir.

Nene Hatun o günleri özetle şöyle anlatmıştır:

“Ağabeyim Hasan cepheden ağır yaralı olarak bir gece önce eve gelmişti. Bir yandan ona bakarken, bir yandan da 3 aylık çocuğumu emziriyordum. Kardeşim o gece kollarımın arasında öldü. Sabaha karşı minarelerden ‘Moskof Aziziye’ye girdi’ diye haykırışlar başlayınca, kardeşimin alnını öpüp, ‘Seni öldüreni öldüreceğim’ diye and içtim. Yavrumu Allah’a emanet ettikten sonra, ağabeyimin tüfeğini ve satırımı alıp dışarı fırladım. Sel gibi Aziziye’ye akıyorduk. Tabyanın mazgallarından düşman ölüm yağdırıyordu. Düşmanda iyi silah vardı, bizde de iman. İleri atıldım. Dadaşlar arasına karıştım. Satırım durmadan kalkıp iniyordu.”

Tabya’nın geri alınmasının ardından, aralarında Nene Hâtun’un da bulunduğu yaralıların tedâvisine başlandı. Fakat bu sırada Nene Hâtun yaralı olmasına rağmen diğer yaralıların tedavisini yapmak için çalışmıştır. Nene Hâtun bu özverisiyle tanınıp, saygı ile sevilmiştir.

Nene Hatun’un vatan için gece başlayan mücâdelesi, tüm düşman Erzurum’dan kovuluncaya kadar devam etti. Erzurum’un her karış toprağında cephâne taşıyarak, yaralılara hemşirelik yaparak, yemek pişirerek, su dağıtarak, hizmetten hizmete koşarak destanlaştı. Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın zaferinde Nene Hâtun’un ve onun vatan aşkını paylaşan bütün insanların da payı vardı.

Ölümünden bir yıl önce kendisini ziyaret eden NATO’da görevli Amerikalı subayın bir sorusuna: “Ben o zaman gereken şeyi yapmıştım. Bugün de gerekirse aynı şeyi yaparım” cevabını vermişti.

1955 yılında yılın annesi seçilmiştir.

98 sene yaşadığı Erzurum’da 22 Mayıs 1955’de zatürre hastalığından dolayı 98 yaşında vefat etmiştir. Nene Hatun, kurtuluş mücadelesini verdiği Aziziye Tabyası’na defnedilmiştir. Türk Kadınlar Birliği tarafından ölümünden birkaç ay önce yılın annesi seçilmiştir.

Vikipedi

Allah ile Kul Arasındaki En Yüksek Münasebet Nedir?

İbadet Allah ile kul arasında yüksek bir münasebet, şerefli bir ilişki ve güçlü bir bağdır.

İbadet; kulun, Allah-ü Teâlâ’ya karşı tekbir, hamd, şükür gibi vazifelerini Onun emrettiği tarzda yerine getirmesidir. İnsan; Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ihsan, ikram ve nimetleriyle beslendiğini düşünerek Ona karşı hamd ve şükür görevini yerine getirmekle sorumludur. Bu ise, ancak ibadetle olur.

Cenâb-ı Allah; “Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” (Zariyat.56 )

“Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki takva mertebesine nail olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, Arz’ı size döşek, semâyı binanıza dam yapmış ve semadan suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve diğer gıdaları çıkartsın. Öyle ise Allah’a misil ve ortak yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah’tan başka Ma’bûd ve halıkınız yoktur.” (Bakara.21-22) buyuruyor.

Bediüzzaman ibadet hakkında şöyle diyor: “Akaidi ve imani hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke hâline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdani ve akli olan imani hükümleri terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hâle, alem-i İslamın hal-i hazırdaki vaziyeti şahittir.

Ve keza, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi, meaş ve meade, yani dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsi ve nev’i kemalâta vasıtadır ve Hâlık ile abd arasında pek yüksek bir nispet ve şerefli bir rabıtadır.” (İşaratül İ’caz. 227)

İnsanın imanla ilgili esasları ve hükümleri güçlü ve sabit bir hale getiren ancak ibadettir. Cenab-ı Allah’ın emirlerini yapmak ve yasak ettiği şeylerden uzak kalmak gene ibadetle olur. İbadetsiz insan gaflettedir. İşte bugünkü âlem-i İslamin hal ve vaziyeti ve perişaniyeti, ibadetdeki zafiyet ve kusurların neticesidir.

İbadet dünya ve ahiret saadetine vesile olduğu gibi, dünya ve ahiret işlerini düzeltmesine de sebeptir. İnsanın kemalâtına vasıtadır. Netice itibariye ibadet Cenab-i Allah ile kul arasında yüksek bir münasebet, şerefli bir ilişki ve güçlü bir bağdır.

Bediüzzaman hazretlerinin, ibadetin dünya saadetine vesile olduğuna dair izahları şöyledir:

Birisi: İnsan, Hayrete bırakan hoş bir fıtrat üzere yaratılmış, birçok meyiller ve arzuları vardır. Meselâ, insan en güzel bir geçim ve şerefle yaşamak ister. Bu kadar istek ve ihtiyaçlarını tedarik edebilmesi için birçok sanatlara ihtiyacı vardır. O sanatları anlama ve bilmesi de mümkün olmadığından kendi cinsinden olanlarla birlikte çalışma ve işbirliği yapma mecburiyeti olur ki; her birisi çalışmanın semeresiyle diğer arkadaşına mal değiş-tokuşu ile kar elde edebilsin. Yoksa fert kendi başına bu külli istek ve arzularına yetişemez ve terakki etmesi de mümkün olamaz.

İkincisi: İbadet, fikirleri Cenab-ı Allah’a yöneltmeyi, itaat ve teslimiyeti neticelendirir. İtaat ise abdi mükemmel sistem ve düzen altına alır. İbadetsiz ve itaatsizlik ise şer ve tahribi intaç eder ve neticede düzen ve sistemi bozmaya çalışır.

Üçüncüsü: İnsan santral gibi, yaratılış kaidelerine ve fıtratın kanunlarına ve Cenab-ı Allah’ın koymuş olduğu kanunlarına bir merkezdir. İşte insan o kanunlara mensup olması lazımdır ki, genel cereyanı temin etsin. Bu dünya âleminde dönen dolaplarına muhalefetle o dolapların çarkları altında ezilmemek, ibadet ve taata önem vermekle olur.

Dördüncüsü: Cenab-ı Allah’ın emirlerine uyma, yasakladığı şeyden çekinme ve uzak durmakla bir fert sosyal hayat içerisinde çok derece ve basamak çıkar. Bilhassa dine ait hükümler ve herkese ait faydalar ile bir fert bir nevi hükmüne geçer, bu nedenle büyük vazife bir şahsa verilir. Eğer emirlere tamamen uyma ve yasaklanmış şeylerden uzak duran o şahıs olmasa, o vazifeler tamamen ayakaltına alınarak, sosyal ve içtimai hayat yaşanmaz bir hale gelir.

Beşincisi: İnsan İslamiyet sayesinde, ibadet sebebiyle bütün Müslümanlara karşı değişmeyen bir münasebet peyda eder ve kuvvetli bir irtibat elde eder. Bunlar da sarsılmaz bir kardeşliğe ve muhabbete sebep olur. Bu nedenle sosyal ve toplumsal kalkınmanın terakkisinin birinci basamağı ancak Uhuvvet ve Muhabbettir.

Rüstem Garzanlı

Diyarbakır/ Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

Hazret-i Hızır Aleyhisselam Hayatta Mıdır ?

Çok merak edilen  ”Hazret-i Hızır Aleyhisselam Hayatta Mıdır ?” sorusunun cevabı :

Elcevap: Hayattadır. Fakat merâtib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten, bazı ulema hayatında şüphe etmişler.

Birinci tabaka-i hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıtlarla mukayyettir.

İkinci tabaka-i hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyet değillerdir. Bazan, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde, ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Hattâ makamat-ı velâyette bir makam vardır ki, “makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir velî, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazan o makam sahibi, yanlış olarak ayn-ı Hızır telâkki olunur.

Üçüncü tabaka-i hayat: Hazret-i İdris ve İsâ Aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüdle, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letâfet kesb eder. Âdetâ beden-i misalî letâfetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semâvâtta bulunurlar. “Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.) ile amel edecek” meâlindeki hadîsin sırrı şudur ki:

Âhirzamanda, felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı ulûhiyete karşı, İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı mânevîsi, vahy-i semâvî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür. Öyle de, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı mânevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden Deccalı öldürür; yani, inkâr-ı ulûhiyet fikrini öldürecek.

Dördüncü tabaka-i hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur’ân’la, şühedanın, ehl‑i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şüheda, hayat-ı dünyevîlerini tarik-i hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar, kemâl-i saadetle mütelezziz oluyorlar, ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir; fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez.

Nasıl ki, iki adam bir rüyada cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rüyada olduğunu bilir; aldığı keyif ve lezzet pek noksandır. “Ben uyansam şu lezzet kaçacak” diye düşünür. Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor; hakikî lezzet ile hakikî saadete mazhar olur.

İşte, âlem-i berzahtaki emvat ve şühedanın hayat-ı berzahiyeden istifadeleri öyle farklıdır. Hadsiz vakıatla ve rivayatla, şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve kat’îdir. Hattâ, Seyyidü’ş-Şüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahu Anh, mükerrer vakıatla, kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevî işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve ispat edilmiş.

Hattâ, ben kendim, Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rüya-yı sadıkada, tahte’l-arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O beni ölmüş biliyormuş; benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor. Fakat Rus’un istilâsından çekindiği için, yeraltında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz’î rüya, bazı şerâit ve emâratla, geçen hakikate bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.

Beşinci tabaka-i hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir. Evet, mevt, tebdil‑i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir; idam ve adem ve fenâ değildir. Hadsiz vakıatla ervâh-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menâmen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delâil, o tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Zaten bekà-i ruha dair Yirmi Dokuzuncu Söz, bu tabaka-i hayatı delâil-i kat’iye ile ispat etmiştir.

Kaynak : Risale-i Nur

http://www.nurnet.org/