Kategori arşivi: Hikayeler

Hikayeler

Tarif

Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:

— Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın hemen yanıbaşındaki fırını arıyorum. Çok yakın olduğunu söylediler. Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:

— Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde. Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez. Çocuk:

kor cocuk— Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.

— İyi ama, demiş adam. Bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malum?

— Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik, manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız. Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kağıt para çıkartıp teşekkür ederken farketmiş onun kör olduğunu. Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini farkettiğini. Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:

— Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş. Görmeyi o kadar çok özledim ki. Sizinkiler sağlam öyle değil mi? Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken:

— Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür.

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

On Birinci Gün

Yaşlı adam, son demlerini yaşıyordu. İhtiyarlık derdine, bir de ağır hastalık eklenmişti. Kendisiyle ilgilenen kişiler, ona iyi olduğunu söylüyorlardı ama, ciğerleri parça parça dağılıyordu sanki, her öksürüşte. Esasında hastalığından fazla, günahları üzüyordu yaşlı adamı. Özellikle gençliğinde pek çok hata yapmıştı. Bu yüzden de evlatları hayırsız çıkmış, her biri bir köşeye dağılmıştı. Eşi, beş yıl kadar önce vefat edince, büyük oğlu yurt dışına yerleşmiş, oraya gidince de, her şeyi unutmuştu. Kızı da bir serseriye kaçmıştı habersizce. Küçük oğlu, nispeten hayırlıydı. Arada bir kendisini ziyaret eder, yatağının baş ucuna birkaç kuruş koyardı. Hatta onu hastaneye bile kaldırmış, bazı masraflarını üstlenmişti.

İhtiyarın yalnızlığı, hepsinden kötü idi. Kendisinden ümit kesen doktorlar, sonunda onu evine göndermişlerdi. Durumu artık çok daha kötüydü. Birkaç seans kemoterapi tedavisi, vücudunun her yerini fosur fosur kabartmış, ayakta bile duramaz hale gelmişti. En çok ihtiyaç duyduğu zamanda, küçük oğlu da uğramaz olmuştu her nedense. Çok şükür ki komşuları vefalı insanlardı. Evlerinde ne pişse, ona da bir parça getirirlerdi.

Yaşlı adamın hemen baş ucunda, eski bir telefon bulunuyordu, çalmasını boşuna beklediği. Borcundan ötürü çoktan kesilmiş, üstü tozla kaplanarak rengini kaybetmişti. Gerçi çalışsa bile, arayan çıkmazdı ya!. O kadar özlemişti ki onun sesini. Bir zamanlar hâlini soran dostlarını. Dayanılmaz ağrılarla kıvrandığı bir gece, telefona uzanarak ahizeyi kaldırdı. Belki gurbet ellerdeki oğlunun, belki de kızının sesi gelirdi derinlerden. Belki de eşinin yumuşak sesini duyardı, çok uzaklardan. Ahizeyi bir süre öyle tuttu. Çıt bile çıkmıyordu. Tam yerine koymak üzere iken, telefondan biri seslendi ona:

— Günahların için tövbe ettin mi?

— Evet!. diye atıldı yaşlı adam, gelen sesin sahibini merak bile etmeden. Yıllar buyu af diledim Allah’tan. Günahlarım, çok fazla olmasına rağmen.

— Doğru!. diye cevap geldi, antika telefondan. Günahların, başındaki saçlar kadardır. İnşallah affedilir!.

Yaşlı adam, ağlamaya başladı. Gençliğinde pek umursamadığı, günün birinde affedilir zannettiği, belki de bu yüzden devam ettiği günahları, daha sonra binlerce kez tövbe etmesine rağmen demek ki silinmemiş, sırtında bir yük olarak bırakılmıştı. Yattığı yerden doğrulup pencereye bakınca, cama yansıyan görüntüsünü fark etti. Saçları bembeyaz, ama çok gürdü. Rahmetli babası, hatta dedesi gibi.

Gözyaşları bir ara kesilince, yorgun vücudunu tekrar yatağa attı. Telefonu yerine koymaktansa, yastığının altına sıkıştırdı. Şimdi artık bir arkadaşı vardı. Hayalî olsa bile, belki başka bir şeyler de söylerdi ona, yüzünü güldürecek, ruhuna bayram yaptıracak sözler. Aradan on gün geçti. Fakat ihtiyar adam, her an biraz daha artan acılarına değil, günahları için göz yaşı döküp ağlamayı, Allah’tan ümit kesmeyip tövbe etmeyi; telefondaki ses de, aynı sözleri tekrarlamayı sürdürdü.

— Günahların, başındaki saçlar kadardır!. İnşallah affedilir!.

On birinci gününde, yaşlı adam öleceğini anlamıştı. O geceki rüyası, daha önce gördüklerinden çok farklıydı. Rüyasında tamamen iyileşmiş, âdeta bir kuş gibi hafiflemiş, kendisini çağıran eşine koşmuştu. Daha sonra onunla birlikte uçmuştu, yamaçlarından şelaleler akan bir dağa doğru. Uyandığında, aceleyle kalkmaya çalıştı yerinden. Rabbinin huzuruna, taptaze bir abdestle varmalıydı. Peki ya daha sonra? Küçüklüğünden beri, ”Allah Kerim!.” diye tekrar ederdi. Kerim Rabbi, belki onu da affederdi. Duvarlara tutunarak lavaboya yanaştı. Üstündeki aynaya baktığında, nefesi bir anda kesilir gibi oldu. Nurlu yüzü iyice aydınlanmış, bütün vücudu titremeye başlamıştı. Tekrar tekrar baktı görüntüsüne. Arada bir elleriyle başını sıvazlarken. Evet, evet!. Gördüğü şey hayâl değildi. Belki de ilaçların tesiriyle, başındaki saçlar tamamen dökülmüştü. Bu sefer de sevinçten ağlıyordu ihtiyar. Yatağına doğru son kez adım atarken, telefondan yine aynı ses geldi:

— Günahların, başındaki saçlar kadardır!. Ve şunu sakın unutma ki, Allah Kerimdir!

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Dokunuş

Haşir meydanındaki insanlar, ebed ülkesine uçmak için sabırsızlanıyordu. Peygamberler, şehitler ve büyük veliler için herhangi bir problem yoktu. Ancak diğerleri, ”Elli bin sene sürer” denilen bu yolu, dünyadaki hayatlarının karşılığı olan bir vasıta ile aşmak durumundaydı. Her insan, sevap ve günahlarını ortaya döküp ince hesaplar yaparken, sermayeleri yetmeyen bazı gençler bir araya geldi ve kendilerine gözcülük eden meleğe başvurarak:

“Bizler, dünyada iken meşhur bir yarışmaya katılmış ve ellerimizi günler boyu süren bir sabırla lüks arabaların üzerinden çekmeyerek onları kazanmıştık” dedi. “Bu gayretimize karşılık o arabaların verilmesini istiyor ve bu zorlu yolu onlarla aşmayı planlıyoruz.”

Melek, yarışmanın detayını öğrendikten sonra:

“Yanlış şeye dokunmuşsunuz” dedi. “Sizin arabanız, o yolda gitmez.” Gençler, biraz ilerideki insanları göstererek:

“Şuradaki insanların da bir şeylere dokunduğu söyleniyor.” diye itiraz etti. “Ama şimdi Cennet’e uçuyorlar.”

“Evet!..” dedi, melek. “Onlar da dokundular. Hem de günde sadece bir saatçik.”

“Bir saat mi?..” diye atıldı gençler. “Oysa bizler günler boyu çekmedik elimizi. Uyumadık, aç kaldık, nerdeyse ölüyorduk. Peki onlar nelere dokundular? “

“Seccadeye…” dedi melek. “Küçük bir seccadeye. Şimdi ise onlarla uçuyorlar.”

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Ramazan Tarifesi

Adamın biri, köyün meydanlık yerinde anîden fenalaşmış. Boylu boyunca serilmiş çamurların içine. Çevredeki insanlar, genç-ihtiyar, kadın-erkek hemen yarışmış ve: “Her hâlde oruç dokundu, tansiyonu düştüğünden bayılmıştır”diyerek, birbirinden değerli yorumlar yapmışlar. Adamcağız güçlükle nefes alıyormuş. Rengi de beyaza dönüştüğünden, acilen bir müdahale gerekiyormuş. Köy sakinleri, bu mübarek Ramazanda sevaba girmek için çok istekliymiş. Zaten köye hiç bir doktor gelmediğinden, ilk yardım konusunda uzmanlarmış.

İlk hamleyi iri-kıyım bir kadın yapmış ve “Yerli Doktorlar” dizisinde gördüğü gibi, ona bir “kalp masajı” uygulamış. Hamur yoğurmaktan iyice güçlenen kolları ve nasırlı elleriyle, adamın böğrünü bir güzel ezmiş ve bu arada birkaç burgu hareketiyle, bir çamaşır gibi sıkmış garibi. Adamın beş kaburgası o an kırılmış, sekizi de çatlamış. Allah’tan ki kadın çok yorulduğu için, bu işten vazgeçerek bir kenara oturmuş. Oturmuş ama, diğer bir kadın itiraz ederek:

“Kız Hatçe!.” demiş. “İşi eksik bıraktın. Biliyorsun o dizide bir hastaya ‘elektroşok’ yapılmıştı. Bu adam başka türlü ayılmaz ki”

Bu teklif çok mantıklı bulununca, evlere kaçak elektrik çekilen kablolardan bir kaçı, adamın dört bir yanına bağlanmış ve beş dakika süreyle “uygulama” yapılmış. Zavallıcık bu sırada, Karadeniz ekibinin folklor oyuncusu gibi titreyip durmuş ama, her nedense bir türlü ayılmamış. O sırada köyün çobanı gelmiş: “Bırakın da bu işi ben halledeyim” diyerek. Kadınlar bir kenara çekilince, çoban yerde yatan adamın suratına, birkaç tane sıkı tokat patlatmış. Çünkü bayılan birini ayıltmak için, bir filmde öyle yapıyorlarmış. Adam buna rağmen ayılmayınca, çoban “b” planını uygulamış ve aynen sığırlara vurduğu türden, bir de tekme yapıştırmış, adamın en hassas bölgelerine.

Daha sonra onu tekrar muayene etmişler. Ayılmaya hiç niyetli görünmüyormuş. Adamın etrafında, pervaneler gibi dolaşırlarken, bu sefer de kasap koşmuş imdatlarına. Çobandan aldığı iple, adamı ayaklarından sıkıca bağlayarak, bir hamlede asmış koca çınara, danaları parçalarken astığı gibi. Esasında bunu boşuna yapmıyormuş. Adamın boğazına bir şey kaçmışsa eğer, böylelikle anında çıkacakmış. Bu ihtimal köylülerin aklına yatmış. Zaten birçok filmde, birbirinden değişik “asma sahneleri” görüyorlarmış.

Biraz sonra demircinin en büyük oğlu gelmiş. Bu sportmen genç, hem son derece güçlü, hem de çok iyi bir TV seyircisiymiş. Nefes borusu tıkanan kişilerin göğsüne basınç uygulanması gerektiğini bir gün önceki filmde seyrettiğinden, ağaçtaki adama, tabi ki özellikle göğüs bölgesine, peş peşe yumruklar indirmeye başlamış, bir kum torbasında çalışan boksör gibi. O da yorulduğunda, yağlı güreş şampiyonu girmiş devreye. Yılların başpehlivanı, adam henüz ağaçtayken ona birkaç tane “elense” çekmiş ve gözüne kestirince, anında “çift dalıp” yere indirmiş. Bunları yaparken bütün gayesi, adamın kan dolaşımını hızlandırmak ve onu bir an önce kendine getirmekmiş. Bu arada teşrif eden Ramazan davulcusu, arkadaşı olan zurnacıyla birlikte, güzel bir “güreş havası” çalmaya başlayınca, başpehlivan acayip şevke gelmiş. Ve “paça kasnak” oyununu uyguladıktan sonra, beş tane de “künde” atmış adama. Son olarak “boyunduruk” da çekmiş ama, rakibi “tuş” durumuna geldiği için, daha fazla ezmeye kıyamamış. Bir “temenna” çakıp kalkmış ayağa, çevredeki halkın alkışlarıyla.

O sırada sokaktan, tekel ürünleri satan bir büfenin sahibi geçiyormuş. Olup biten hiç bir şeyi bilmemesine rağmen, kalabalığı görünce o tarafa yanaşmış. Yerde yatan kişiyi fark edince: “Kardeşler!.” demiş. “Bu adam biraz önce bizim büfedeydi. Eve götürün de kendine gelsin. ‘Ramazanda içki içme, yoksa başın derde girer’ diye söyledim ama, beni dinlemeyip zil-zurna sarhoş oldu. Neyse ki başına kötü bir şey gelmemiş.”

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Geri Alınan Dua

Bir imam ve müezzin, câmilerine getirilen bir cenâzeyi kaldırdıktan sonra, mezarcıyı da yanlarına alarak aynı kabristanda yatan bir evliyâyı ziyaret etmişler. Mezarcı, tam ayrılacakları sırada:

– Muhterem hocam, demiş. Bu fırsat, bir daha ele geçmez. Hazır dua ederken, diğer insanlarda olmayan bir şeyi isteyelim.

İmam, Allah’ın verdiği nimetlerin herkese yettiğini ve daha fazlasına göz dikmenin nankörlük sayılacağını defalarca söylemiş ama boşuna. Sonunda mezarcıyı kıramamış ve hiç kimsenin göremediği şeyleri görecek gözlere sahip olmak için Allah’a niyazda bulunmuşlar. Duaları, icâbet saatine rasgeldiği için kabul edilmiş. Ve bunu ilk farkeden de imam olmuş. İmam efendi, o evliyâya son bir fâtiha okuduktan sonra “âmin” demek için ellerini havaya kaldırdığında bir de ne görsün? Gökyüzünde dolaşan koca bir göl, üzerlerine doğru gelmiyor mu? Rengi bir anda sapsarı kesilen imam, anında kelime-i şahadet getirdikten sonra:

– Hakkınızı helâl edin kardeşler, demiş. Külli nefsin zâikatül mevt. Ölmüşlerimiz birazdan bize kavuşacaklar.

Mezarlığın yanından geçmekte olan köy öğretmeni, imamın bu telaşı üzerine başını yukarı kaldırdığında, hareket hâlindeki bulutları görüp:

– Korktuğun şey, yağmur bulutlarından başka bir şey değil be hocam, demiş. Evet, bir bakıma koca bir göldeki suyu taşırlar ama, onu bir çok yere dağıttıkları için tehlikeli olmazlar.

İmam efendi, o ana kadar hiç kimsenin görmediği şeyleri gören gözlerine mi inansın, yoksa öğretmene mi? Tabi ki hiç aldırmamış denilenlere. İmam, yukarıdaki gölün ne kadar dehşet verici olduğunu anlatıp dururken, beli bir haftadır tutuk olduğu için ancak yere doğru bakabilen müezzin, faltaşı gibi açılan gözlerini topraktan ayırmadan:

– Üstümüzdeki şey göl müdür deniz midir bilmem ama, bir an önce yere aksa iyi olacak hocam, demiş. Bastığımız yerin aşağısında koca bir cehennem var. Belki faydası olur sönmesine. İmam, müezzinin sözü üzerine aşağı baktığında, bu sefer de kıpkırmızı kesilmiş. Erimiş madenlerden oluşan koca bir kazan, ayaklarının altındaki incecik toprak tabakasının altında fokur fokur kaynayıp duruyormuş. Köy öğretmeni, zangır zangır titreyen imamla müezzini sakinleştirmeye çalışarak:

– Dünyanın merkezinde magma tabakası vardır, demiş. Ama ilim gözüyle görülür ancak. Siz maşallah nedense farklısınız. Bu sözlerden de tatmin olmayan imamla müezzin, topraktan biraz olsun uzaklaşabilmek için tırmanacak yüksek bir ağaç ararken, bir korkuluk gibi hareketsiz duran mezarcıyı görüp meraka kapılmışlar. Müezzin, makinalı tüfek gibi takırdayan dişleri arasından zorlukla bir kaç kelime çıkartap:

– Yahu mübârek, demiş. Bir şey görmüyor musun ki, bu kadar tepkisizsin? Mezarcı, derinden inleyerek:

– Keşke öyle olsaydı, demiş. Bu yeni gözlerle, üç gün sonra öleceğimi gördüm. Şimdiye kadar yüzlerce kişiyi mezara koymama rağmen, kendim için böyle birşey düşünmemiştim. Öğretmen, hepsinin deli olduğuna karar verip ayrılmış. Mezarcı ise, gömüleceği yeri de gördüğü için, kendi mezarına fâtihalar okuyup üflüyormuş. İmam, sonunda vaziyete el koyarak:

– Anlaşılan haddimizi çok aştık, demiş. Gelin tekrar dua edelim ki normale dönelim, yoksa ömrümüzün geri kalanını akıl hastanesinde geçiririz.. Biraz önceki evliyâyı şefaatçi yaparak tekrar dua ettiklerinde, icâbet saatinin son saniyelerini yakalayıp eski hâllerine dönmüşler. Ama mezarcı:

– Sizler paçayı kurtardınız, diye ağlayıp duruyormuş. İyi ama ben ne halt yerim şimdi?

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi