Kategori arşivi: Yazılar

İkinci Avrupa Kan Kusuyor! (Oslo Katliamı)

Benden 76 kişinin katili Norveç’li Breivik’le ilgili bir yazı kaleme almamı istediler. Bu talep, benim 2006’da Sevgi Yayınları arasında çıkan “İSLÂM’I AVRUPALI’YA NASIL ANLATMALI?” isimli kitabımı aklıma getirdi. İlgili bölümleri okudum. Aman Allahım yazı o kadar taze ve aktüel idi ki bir kelime bile değiştirmeye ihtiyaç duymadım. Şimdi ilgili bölümü arz ediyorum:

Avrupa’yı, mânevî ve felsefî anlamda Avrupa, coğrafî anlamda Avrupa olarak iki kategoride tanımlamaya çalışmışlar.

Mânevî ve felsefî anlamda Avrupa’yı:

1- Grek-Latin dünyasına ve medeniyetine mensup,

2- Katolik Hıristiyan olan,

3-Ronesan’sı, Reform’u ve karşı- reformu yaşamış bulunan Avrupa şeklinde tanıtırlarken;

Coğrafî anlamda Avrupa’yı ise:

“Garp âlemi” de (Abendland) denilen ve bugünkü Avrupa Topluluğu devletlerini içine alan Batı Avrupa; bir de Yunanistan, Balkanlar, Rusya dolayısıyla bütün Ortodoks dünyasını içine alan Doğu Avrupa şeklinde de tarif etmişlerdir.(1)

Bize göre Avrupa, gördüğüm, okuduğum ve tanıdığım kadarıyla ne hepten alınabilir, ne de hepten atılabilir bir şeydir. Çünkü o hepten iyi olmadığı gibi hepten de kötü değildir. Bu tanım herkes için geçerlidir. Müslüman kimliğine sahip olan bizler için de geçerlidir. İnsafla söylenmiş güzel bir söz hatırlıyorum: “Her Müslüman’ın her işi, her sıfatı Müslüman olmadığı gibi; her kâfirin her sıfatı ve her sanatı da kâfir olmaz.” (2)

Bu sebepten dolayıdır ki, orijinal fikirleriyle tanınan çağımızın önemli düşünürü Bediüzzaman ise Avrupa’yı:

Birinci Avrupa

İkinci Avrupa

diye iki kategoride ele almış, birinci Avrupa’yı müsbet ve olumlu görmüş, ikinci Avrupa’yı da menfi ve olumsuz olarak tanımlamıştır. Şimdi biz, adil bir tahlil olduğuna inandığımız bu taksim ve tanımlamayı biraz açalım ve içinde ne olduğunu görelim:

BİRİNCİ AVRUPA:

Hz. İsa’nın(a.s) hakiki dininden aldığı feyz ile insanlık âlemine faydalı fen ve sanatları sunan, adalet ve hakkaniyetle hizmet eden Avrupa.. (3) Bu Avrupa ile bizim bir kavgamız yok. Yani Hz. İsa’nın (a.s) hakiki dinini benimseyen Avrupa’yı kendimizden sayıyor ve kendi ürünümüz biliyoruz. Hz. İsa’ya (a.s), Kur’an’da ki bir ayete binaen (4) peygamberimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v) inandığımız gibi inanıyor, seviyor ve hürmet ediyoruz. Onun annesi Hz. Meryem’in de temiz ve bir peygamber anası olduğuna, hatta âlemlerin kadınları içinden faziletiyle seçilmiş dört büyük kadından biri (5) bulunduğuna iman ediyoruz.

Bu inanç kuru bir iddia değil, imanımızın esaslarındandır. Hz.İsa’ın peygamberliğine inanmayan bir Müslüman’ın Hz.Muhammed’e (s.a.v) hatta Allah’a ve imanın diğer esaslarına imanı da makbul değildir. Bu birinci, olumlu, medeni, bilim ve teknikte ilerleyen Avrupa’nın Müslüman’ların ürünü ve Müslümanların öğrencisi olduğu gerçeği de sadece bizim düşüncemiz değildir. Bunu Batının insaflı ilim ve fikir adamları da itiraf etmektedir. Mesela Batılı müsteşriklerden Prof. Dr. Montgomary Watt, İslamiyet hakkında verdiği konferansların birinde şöyle demektedir: “Ortaçağ Hıristiyan yazarlarının zihinlerinde tablosunu çizdikleri İslâm’ın, tamamen iftira mahsûlü olduğu çoktandır bilinmektedir. Yalnız şimdi, geçen asır boyunca, araştırmacıların yaptıkları tedkikler sayesinde, Batılıların gözleri önünde daha objektif bir şekil belirmektedir. Fakat biz Avrupalıların kör gözü, İslâm kültürüne olan borcumuzu görmeye manidir. Geçmişten gelen mirasımıza İslâm’ın yaptığı tes’irin kıymet ve kadrini bazen küçümsüyor, bazen de tamamen görmezlikten geliyoruz. Müslüman ve Araplarla daha iyi münasebetler kurabilmek için, borçlarımızın hepsini itirafa mecbûruz. Onu saklamak ve inkâr etmek, sahte bir gurur alametidir.” (6) Watt, i’tirafını sürdürüyor ve konferansında şöyle diyor: “Mevzûmuzu üç noktada özetleyebiliriz:

1- Müslümanların Avrupa’ya yardımları, daha çok, hayatın zarâfeti ve onun maddî temellerinin terakkîsi hakkında oldu.

2- Bir çok Avrupalı neyi benimsemiş ve neyi kabul etmişse, bunların Müslümanlara ait ve İslâmî olduğunun pek az farkına varmıştır.

3- Müslümanların “ihtişamlı hayat tarzı” ve buna refakat eden edebiyatları, hem Avrupa’nın hayal gücünü, hem de Latin menşeli milletlerin şiir kabiliyetlerini harekete geçirmiştir. (7)

Cl.Sanchez Albornoz da diyor ki: “Tabiatiyle artık bu gün orta çağın karanlığından bahsetmek yersizdir. Fakat gittikçe düşmüş, bahtsız Avrupa’dan bahsetmek yerinde olur. Bunun karşısına Müslüman İspanya’nın o harikulade medeniyetini koymak lazımdır….Ronesans hareketinin doğmasından asırlarca önce, Kurtuba’da coşup akacak büyük bir medeniyet nehrinin ilk kaynakları kendini gösteriyor. Bu medeniyet yeni dünyaya antik düşüncenin temellerini aktaracaktır. (8)

Gustav Diercks de bu gerçekleri görmeyen ve itiraf etmeyenlere soruyor: “Müslümanlar hakkında insaf ve hakkaniyet dairesinde hareket etmek ve faaliyetlerini takdir etmek için bu kadar uzun bir zaman geçmesinin sebebi ne olabilir? Bu sualin cevabını Hıristiyanların hasımlarına karşı besledikleri sönmek bilmez düşmanlıkta aramak lazım. Bundan başka Endülüs Müslümanlarının medenî etkisini unutturmak ve insanlığa karşı başardıkları büyük hizmetleri inkâr etmek için sarf olunan gayretleri de hesaba katmak icab eder…” (9) Bu görüşleri özetleyecek olursak, objektiflik ve bilimselliği esas alan bu Avrupa, İslâm dinini tabiat, tıp ve felsefe ilimlerinin beşiği (10) ve büyük bir medeniyet nehrinin kaynağı olduğunu söylemekten kendilerini alamamışlardır.

İKİNCİ AVRUPA:

Materyalist felsefenin karanlığında medeniyetin günahlarını ve kötülüklerini, sevap ve güzellikler zannederek insanlığı ahlaksızlığa ve sapıklığa sürükleyen,(11) objektiflik ve bilimselliği esas almayan, Hz.İsa’nın (a.s) getirdiği hak dini bırakan, uydurduğu dinin arkasına düşen “efsane ve hurafelerden oluşturduğu kalın bir sis tabakasının ardından İslamiyet’e bakan, taraflı ve sübjektif bir mücadele yolu izleyen” (12) Avrupa.

Bu Avrupa, materyalizmi esas aldığından dolayı insanlığa iki şey armağan etmiştir: İnkar ve nankörlük!..İnkârıyla Mevlâ’nın yerine maddeyi, doğayı koymuş, nankörlüğü ile de iyiliklerin, güzelliklerin ve nimetlerin Allah’dan geldiğini görmemiş, tabiattan, doğadan geldiğini söylemiş, dolayısıyla şükür ve teşekkürlerini Allah’a takdim edememiştir. Böylece ne kendi huzurlu ve mutlu olmuş, ne de etkisi alanına giren dünya.

Hakiki Mâbud’unu kaybeden bu ikinci Avrupa’yı da iki kategoride ele almamız gerekiyor. Bunlardan biri, kendi ilahını kendisi oluşturmuş, ona materyalist ve naturalist felsefenin etkisiyle “doğa” demiş; diğeri de son ve hak dini kabul etmemenin sapıklığı ile ilahına “İsa” demiş, “Ruhu’l- Kudüs” demiş, “Meryem” demiştir. Bu gün dünya maalesef bu ikinci Avrupa’nın iki sapık kolunun aleme armağan ettiği inkâr ve nankörlük hastalıklarının pençesinde kıvranmaktadır. Kanlı terörün, ahlaksızlık terörünün, uyuşturucu terörünün, çıkarcılık, hırs ve bencillik terörünün, ırkçılık terörünün, fuhuş terörünün, taciz ve tecavüz terörünün, sömürü terörünün temelinde bu ikinci Avrupa zihniyeti vardır.

-Neden?

-Çünkü bu Avrupa, Hz. İsa’nın (a.s) getirdiği hakiki dinden ve tek Allah inancından inhiraf etmiş, Hz. İsa’nın mesajını, ahlakını, ahkâmını en mütekâmil manada içinde toplayan İslâmiyet’le de bütünleşememiştir. Dine uymak yerine dini kendine uydurmuş, uydurduğunu kendine din edinmiştir. Onun için imanı makbul değildir. Çünkü O, Hz. İsa’ya, Allah’ın bir kulu ve peygamberi olarak değil, bir ilah ve bir Rab olarak inanmaktadır. (13) Böylece gerçek uluhiyyet inancından, yani Hz.İsa (a.s) da dahil bütün peygamberlerin getirdiği tevhid akidesinden, Allah’ın birliği inancından sapmış, “baba, oğul, ruhu’l-kudus” den ibaret olan “teslis yani Allah’ı üçleme” yanlışına ve şirkine düşmüştür. (14) Allah’ın egemenliğini başkalarına taksim etmiştir. (15) Bu da şirktir. Şirk ise Kur’an’a göre büyük bir zulüm (16) ve büyük bir cinayettir. Allah birdir, iki olmaz, üç olmaz. Bir köyde iki muhtar, bir vilayette iki vali, bir ülkede iki başbakan olmayacağı gibi.

Bu ikinci Avrupa’nın sinsi ve gizli şirkini, en büyük ayıp ve günahını Roger Garaudy (1913) şu şekilde ortaya koymuştur: “Batı kültürü, fiilî bir Allahsızlığı sinesinde barındırır. Doğu ülkelerinde Allahsızlık resmen ilan edilmişken, Batı ülkelerinde ise adı verilmeden uygulanan bir Allahsızlık vardır. Şahsi hayatını Hz.İsa’nın sevgi kanununa göre yaşayan bir azınlığın derûnî hayatı dışında Batı dünyası Allah’dan yoksun bir dünyadır.” (17)

Düşünüyorum… Allah’dan yoksun bu dünya bilmem ki insanlığın derdine nasıl derman olacak ve onu nasıl mutlu edecektir?. “Acaba bedeni yalancı bir cennette olup kalp ve ruhu cehennemde azap çeken bir insan mutlu olabilir mi?” (18) başkalarını mutlu edebilir mi? Medeniyetler de böyledir. Dıştan cennet görünen ama içi cehennem olan bir medeniyet insanlığa nasıl mutluluk verecektir? İşte ikinci Avrupa bu.

Bu makaleden sonra şimdi çok rahat diyebiliriz: 76 kişinin katili Norveç’li, ırkçı Breivik ve benzeri katiller bu ikinci Avrupa’nın ürünüdür. Irkçılık her yerde dünyanın başının belasıdır. Anarşi ve terörün tâ kendisidir. Bu zehirin panzehiri de İslamiyet ve Kur’an’dır. Bu hakikati, Cenab- Hakk’ın lutfu inayetiyle her platformda isbata hazırım.

Not: Ramazan’ın başından 15’ine kadar, Hollanda ve Almanya’da çeşitli merkezlerde vaaz, sohbet ve konferanslar vermek için davet almış bulunuyorum. Bu vesile ile siz saygıdeğer okurlarıma Allah’a ısmarladık diyor, Ramazan-ı şeriflerinizi tebrik ediyorum. Allah, hepimize, nerde olursak olalım, rızasına uygun hizmetler yapmayı nasip eylesin.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-bkz.Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, I, s.136, İst-1991

2-Nursî, Said, Münazarat,26-27, Sözler Yayınevi, İst-1977

3-bkz.Nursî, Said, Lem’alar, 106, Sinan Matbaası, İst. 1959

4-bkz.Bakara, 2/285

5-Tirmizi’de geçen hadis-i şeriflerin birinde: “Huveylid’in kızı Hatice kendi alemindeki hanımların en hayırlısı, İmran’ın kızı Meryem de kendi alemindeki hanımların en hayırlısıdır.” buyurulurken onu takip eden Hadis’de ise: “Alemlerdeki hanımlar içinden seçilmiş dört büyük hanım olduğu, bunlardan birincisi İmran kızı Meryem, ikincisi Huveylid kızı Hatice, üçüncüsü Muhammed kızı Fatıma, dördüncüsü de Firavun’un hanımı asiye olduğu vurgulanmaktadır. (bkz. Tirmizî, Kitabü’l- Menakıp, 63)

6-Watt, Montgomary, İslâm Avrupa’da, terc. Hulusi Yavuz, s. 15-16 M.Ü. İlahiyat Fak. Vakfı Yayınları, İst.

2000

7-A.e, s.65

8-Daha geniş bilgi için bkz. Gürkan, Ahmet, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, s.256-257, 246-305,

Akçağ Yayınları, İst.1969

9-Gürkan, Ahmet, İslâm Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, s.445, Akçağ Yayınları, İst-1969

10-Zakzuk, M.Hamdi, Oryantalizm veya Mdeniyet Hesaplaşmasının Arka Planı, terc. Abdulaziz Hatip, s.15-16

Işık Yayınları, İzmir-1993

11-bkz. Nursî, a.e, s.106

12-Zakzûk, a.g.e, s.15

13-bkz. İncil, Petrus’un ikinci Mektubu, Çağdaş Türkçe Çevirisi, s.522, Yeni Yaşam Yayınları, İst. 1994; ayrıca bkz. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XVII, s.367

14-Yeni Ansiklopedi, IV, s. 1769, Timaş Yayınları, İst. 1991

15-bkz. İncil, A.e, s.522

16-Lokman, 13/13

17-Garaudy, Roger, İslam ve İnsanlığın Geleceği, terc. Cemal Aydın, s.126-127. Pınar Yayınları, İst.1990

18-Nursî, Lem’alar, (17. Lem’a, 5. Nota)

“Birliğimizi Korumak” Kendi İrademize Bırakılmıştır!..

Biz Müslümanlar olarak kendi içimizde ve aramızda nasıl birlik beraberlik ruhu ve anlayışı içinde olmamız gerektiğine önemli ikaz ve işaretlerde bulunan bu yazıyı Kırık Testi’den derleyerek yerimizin aldığı kadarını arz etme gereği duydum. Konu okununca anlaşılacak ki, ülke içinde birlik beraberliğimizi korumak ve güçlendirmek bizim bir imtihanımız olarak kendi gayret ve irademize bırakılmıştır.

İnsanlar bizzat bu iradeyi kullanmaktan sorumlu tutulmuştur. Sanırım siz de Efendimizin (sas) bu husustaki kabul olan olmayan şu iki duasını dikkatle okuyacak, benim gibi siz de ibretle düşüneceksiniz.

Hakkımızda kabul olan ve olmayan iki dua:

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ümmet-i Muhammed’in kökten ve toptan yok edilmemesi, umumi bir kıtlığa maruz kalmaması ve çoğunu helak edecek bir düşmanın onlara musallat kılınmaması için Cenâb-ı Hakk’a dua dua yalvarmış ve Allah (c.c) Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın bu duasını kabul buyurmuştur!.

Buna göre bu ümmet, umumi bir helake uğramayacağı gibi, devamlı olarak başkalarının hâkimiyeti altında,işgal ve istilasında da kalmayacaktır!.

Ancak Efendimizin (sas) bu ümmetin kendi arasında birbirleriyle vuruşmamaları, birbirlerine düşmemeleri için yapmış olduğu duasının Cenâb-ı Hak tarafından kabul buyrulmadığı da ifade edilmiştir. (Müslim, Fiten, 19/20)

Bu son talebin kabul edilmeyiş hikmetiyle alâkalı şu önemli husus dile getirilebilir:

Bu birlik beraberlik konusu, insanların kendi irade ve gayretleriyle çözüp gerçekleştirecekleri bir konudur.

Zira insan akıl ve şuur sahibi bir varlıktır. Kendi iradesi işin içinde olmadan  bir yere toplanmak, ağaçlar gibi üst üste yığılıp bir arada bulunmak insan haysiyet ve şerefine terstir!. Bunun yerine insanın, iradesinin hakkını vererek bir arada yaşayabilme ve başkalarıyla beraberlik tesis edebilme yollarını araştırması, çaresini bulması insanlığının gereğidir!.

Nitekim Cenâb-ı Hak farklı âyet-i kerimelerde tekrar tekrar insanların birbiriyle imtihan edileceğini ifade buyurarak Ümmet-i Muhammed’in maruz kalabileceği bu büyük fitne hususunda bizi ikaz etmektedir.

Bazınızı bazınızla imtihan edeceğiz”  (En’âm Suresi, 6/53)

 Evet, Allah (celle celâlühu) bizi pek çok şeyle imtihan etmektedir. Bazen hastalıklarla, bazen musibetlerle, bazen ibadat- ü taatle, bazen de günahlarla yani günahlara karşı bize verdiği zaaflarla imtihan ediyor.

İşte bu imtihanlardan biri de bazımızın bazımızla imtihan edilmemizdir. Çünkü insanın yaratılışı çok farklıdır. Allah (c.c.) insan nevinde değişik neviler yaratmıştır. İnsanlardan her bir fert başlı başına bir nev gibidir. Herkesin mizaç ve huyu farklıdır. Kimse kimseye benzemez. Allah insanları bu şekilde farklı farklı yaratmakla, esma-i ilâhiye ve sıfat-ı sübhaniyesinin tecellilerini gösteriyor. Ve aynı zamanda bununla bizi imtihan ediyor ve imtihanda başarılı olanlara mükâfat vaad ediyor. Yani senin huyun onun huyuna uymadığı gibi, onun huyu da sana uymayacak. Sen ayrı bir meşrebin çocuğu, o ayrı bir mizacın çocuğu, öbürü de yine ayrı bir mezağın evladı olacak. Ancak aranızdaki bütün bu farklılıklara rağmen, siz birlik ve beraberlik tesis edebilmenin, beraber yaşayabilmenin yollarını arayacak,böylece imtihanı kazanacaksınız!.      

Bu itibarla bazı huyları kötü olan bir insan, “ tümüyle kötü insan” demek değildir.. Aranızda böyle farklılıklardan dolayı hırgür çıkabilir. Ancak burada yapılması gereken biri birinize hemen kötü damgası yapıştırmak değil, bir yolunu bulup aradaki kırgınlığı gidermek, kardeşliğin gereği olan saygı sevgiyi sürdürmektir.

 Bunun için böyle devrelerde tavır ve davranışlarımızı kontrol etme görevi bizim irademize verilmiştir..

Nitekim fertler arasında oluşan kırgınlıktan sonra ilk defa özür dileyip “kusura bakma kardeşim, hakkını helal et” diyen kimse işin ilk kahramanı sayılır. Bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hususa işaret eder ve birbirine küsen iki kişiden hayırlı olanın, önce teşebbüse geçerek selâm veren,el uzatan olduğunu ifade buyurur.

Bundan dolayı kardeşler arasında kollarını açıp kucaklaşmaya ilk yürüyen kimse, barış görevini başlatan ilk irade kahramanı sayılmıştır.

Ahmet Şahin

Ramazanda İlk Günlerde Sorulan Sorular

Soru: 1

 –Ramazan’ın ilk günlerinde en çok maruz kalınan yanlışlar, oruçlu olduğunu unutarak yemek, içmek gibi oruç bozucu yanlışlardır. Bu gibi unutarak oruç bozmalarda ne lazım gelir? ‘Orucumu nasıl olsa bozdum’ diyerek yemeye devam mı eder? Yoksa hatırladığı anda hemen bozmasını bırakıp orucunu sürdürür mü?

 Cevap: Unutarak orucunu bozanı Rabb’imiz bağışlamaktadır. Bu sebeple hatırladığı anda hemen yeme içmesini bırakıp orucuna devam eder, orucunu kurtarmış olur. Bu sebeple kasti değil de unutarak orucunu bozanların hatırladıkları anda bozmayı hemen bırakıp oruca devam etmeleri gerekir. Özellikle Ramazan’ın ilk günlerinde dikkatli olmalı, unutarak da olsa oruç bozucu bir yanlışa düşmemelidir. Şayet böyle bir oruç bozma yanlışına maruz kalırsa bozmayı hemen bırakıp orucuna devam etmeli, orucum bozuldu diye oruçtan vazgeçmemelidir. Rabb’imiz (kasti değil de) unutarak oruç bozmaları bağışlamaktadır.

 Soru: 2

 –Ramazan’da bir de (unutarak değil de) hata ile oruç bozmalara maruz kalınmaktadır. Bu hata ile bozulan oruçlara yine devam edip sonra yeniden tutmak mı gerekmektedir?

 Cevap: Evet, oruçlu olduğunu hatırladığı halde bir dikkatsizlik ve ihmal sonunda bozduğu oruca hata ile bozma denmektedir. Böyle hata ile bozulan oruçların sonra yeniden tutularak kaza edilmesi gerekmektedir. Mesela, abdest alırken, yahut da guslederken oruçlu olduğunu hatırında tuttuğu halde kaza ile boğazından aşağıya su kaçıran kimse orucunu hata ile bozmuş sayılır. Bu orucuna yine devam eder. Ancak Ramazan’dan sonra hata ile bozmuş olduğu bu orucunu yeniden tutması gerekir. Bir de imsak vakti girdiği halde girmedi zannı ile yemeye devam eden insan ya da iftar vakti girmediği halde girdi zannıyla orucunu açan insan da orucunu hata ile bozmuş olur. Bu orucuna yine devam eder, ancak Ramazan’dan sonra yeniden tutarak sağlam oruçla değiştirmesi gerekir.

 Hata ile bozulan oruçlar için kefaret değil sadece gününe gün olarak kaza yeterli olur. Çünkü bunda kasıt yok, sadece dikkatsizlik söz konusudur.

 Soru: 3

 –Oruç ezanla başlar, ezanla mı biter? Yoksa vakitle başlar yine vakitle mi biter?  Bu konudaki yanılmaları nasıl önleyebiliriz?

 Cevap: Hemen ifade edelim ki, oruç ezanla değil vakitle başlar, vakitle biter. Ezanlar orucun başlama vaktini değil namazın başlama vaktini bildirir. Ayrıca ezanı okuyan insan yanılıp erken de okuyabilir, geç de kalabilir.

 Bu ihtimallerden dolayı orucun başlama ve bitme vaktini takvimdeki imsak ve iftar dakikaları ile tespit etmek gerekir ki, hata ile oruç bozmaya maruz kalınmasın. Çünkü imsak vakti girdiği halde girmemiş zannederek yemeye devam eden, orucunu hata ile bozmuş sayılır. Nitekim iftar vakti girmediği halde girdi zannıyla orucunu açanın da hata ile oruç bozmuş sayılacağı gibi…

 Soru: 4

 –Her günün orucu tek başına bir oruç olduğundan her oruca iftardan sonra imsak vaktine kadar niyet etmek gerekiyor mu? Niyet için sahura kalkma şartı var mıdır?

 Cevap: İftardan sonraki her dakika, imsak vaktine kadar niyetin vakti sayılır. Kaldı ki, kendini oruca baştan kilitleyen insanlarda bu niyet Ramazan boyunca kendiliğinden oluşur. Niyet etmedim diye bir vesveseye kapılmaya gerek olmaz. Ancak sahura kalkarak az da olsa bir şeyler yemek, en azından bir bardak su içmek hem sahur sünnetini yerine getirmek olur hem de Ramazan ayının özelliğini fiilen yaşamış, niyetini de fiilen yapmış sayılır.

Ahmet Şahin

www.ahmetsahin.org

İrade Kahramanları Ve Mazeret Masumları

Rabbimiz sonsuz merhamet sahibidir. Bütün sene boyunca verdiği nimetlerine karşı serbest bıraktığı biz kullarını, bir aylık oruç ibadetiyle mükellef kılmış, hem sıhhatlerini kazanmaları hem de sahip oldukları nimetlerin farkına varmaları için günahlarının affına sebep olacak bir irade imtihanına tüm kullarını tabi tutmuştur. Bu irade imtihanında zaaf göstermeyip oruçlarını tutanlar çok şey kazanırlar, hiçbir şey kaybetmezler. Tutmayanlar ise hiçbir şey kazanmazlar; ama ( ebedi hayatları adına ) çok şey kaybederler.

Bunun için nefse ve şeytana uymayan irade kahramanları, Ramazan-ı Şerifin şanına ait hürmeti çiğnemeyerek tüm Müslümanlarla birlikte oruç tutarlar, yine herkesle birlikte iftar eder,bayrama ulaşırlar.. Böylece bir aylık irade imtihanından yüz akıyla çıkar,şükür duyguları içinde hep birlikte bayram yaparlar..

Bununla beraber, yine sonsuz merhamet ve şefkatin sahibi Rabb’imiz, kullarının oruç tutamayacak derecede mazereti olanlarını da ayırır, onlara oruçlarını ileride özürleri geçince tutma izni de verir.

 – Kimler Ramazan’da herkes oruçlu iken oruçlarını tehir etme iznine sahip olan mazeretli masumlar? Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz.

 1- En başta oruç tutacak yaşa erişmemiş küçük çocuklar: Bunlar erginlik yaşına ulaşmadıkça oruç tutmakla yükümlü olmazlar. Tutarlarsa sevabı, onları alıştıranlara da şamil olur. Mükellefiyet yaşının son sınırı, on beş yaş denmişse de esas yükümlülük, kızlarda özel hal, erkek çocuklarda ihtilam olma durumunun başlamasıyla kesinleşmiş olur. Bu tespitler yapılamazsa on beş yaş son mükellefiyet yaşı olarak kabul edilir.

 2- Oruç tutma gücünü kendinde bulamayan yaşlılar: Bunlar oruç tutmaları halinde halsizlikleri daha da artarak zor durumda kalacaklarsa tutmazlar. Bu yaşlıların maddi imkanı müsait olanları, tutamadıkları her oruç başına birer fitre verirler yoksula. Oruçlarını yoksula verdikleri bu fitre miktarı fidyelerle tutmuş sayılarlar. Her oruç başına bir fitre veremeyecek durumda olanlardan ise Rabb’imiz onu da bağışlar, borçlu da kalmazlar.

 3- Yaşlı değil, fakat hasta olanlar: Oruç tutacak olurlarsa hastalıkları fazlalaşacak, sıhhatleri daha da bozulacaksa sıhhatine kavuşunca tutmaya niyet ederek beklerler. İyileşince tutarlar..

 4- Hamile hanımlar: Taşıdıkları çocuklarına bir zarar geleceğini düşünüyorlarsa doğumdan sonraki müsait devrede tutmaya niyet ederek oruçlarını tehir ederler.

 5- Doğumdan sonra çocuk emdirmekte olan anneler: Oruçlu iken sütün azalacağını, emen çocuğun ya da annenin zarar göreceğini düşünüyorlarsa oruçlarını tehir eder, sonra tutarlar.

 6- Her ay belli günlerdeki özürleri başlamış bulunan hanımlar : Bunlar da oruçlarını bu halleri başlayınca bırakırlar; bitince başlarlar. Bu özürlerini başlatmamak için önceden ilaç almaya mecbur değiller.

 7- Seferde (yolcu) olanlar: Oruç günlerinde doksan kilometreden az olmayan yolculuğa çıkmış bulunanlar, tutarlarsa sevaplısını tercih etmiş olurlar, tutmazlarsa verilen ruhsattan istifade etmiş sayılırlar, vebale girmiş olmazlar.

 Orucun ilk günlerinde en çok karşılaşılan unutarak oruç bozmanın hükmüne de kısaca bir işarette bulunalım:

 – Oruç, sabaha karşı imsak dakikasının girmesiyle başlar, akşam da iftar dakikasının girmesiyle biter. Bu giriş ve çıkış sınırları içinde oruçlu bulunan insan, yeme, içme gibi orucu bozucu hallerden kesinlikle uzak durur. Ancak unutarak orucunu bozacak olursa hatırladığı anda hemen ağzındakini dışarıya çıkarır, orucuna yine devam eder. Çünkü Rabbimiz unutarak oruç bozmadan sorumlu tutmuyor kullarını. Ancak unutan insan nasıl olsa orucumu bozdum diyerek yemeye devam etmemeli, hemen ağzındakini çıkarıp orucunu sürdürmelidir. Hatırına geldiği halde orucum bozuldu diye yemeye devam eden adam, o orucu sonra tekrar tutmaya mecbur olur. Hatta keffaret cezası gerekir diyenler bile vardır. Onun için dikkatli olunmalıdır.

Ahmet Şahin

Ramazan ve 17 Ağustos’un Hatırlattıkları

“Sadaka belayı def eder”, Yüce Peygamberimiz(SAV) böyle buyuruyor.

Dünya coğrafyasına baktığımızda deprem, sel, kuraklık gibi birçok afet ve felaketlerle imtihan olan bir çok insan görüyoruz, bu tür felaketlerin bizede gelmesi ihtimal dahilinde, tıpkı 17 ağustos’ta geldiği gibi.

Allah bu millete bu ve buna benzer bela ve musibetleri bir daha yaşatmasın(amin). Mübarek ramazan ayında yaptığımız bu kavli duaya bir de fiili dua ile kuvvet verelim inşaallah.

“Dünyanın herhangi bir yerinde açlıktan ölen insanlar varsa zekat vermeyen müslümanlar bundan mesuldur.” hatırlatmasını yapmak yerinde bir uyarı olacaktır.

Renkleri gibi bahtlarıda kara olan kardeşlerimizin seslerine kulak verelim.

Rahmeti bol Mevlamın onlara vermek için emaneten verdiklerini asıl sahiplerine gönderelim, çocukları açlıktan ölen anneleri sevindirelim, onların da bayramlarını bayram edelim, Mevlam bu fırsatı hepimize bahşetsin.

Çetin Kılıç / LÜLEBURGAZ

www.NurNet.org