Kategori arşivi: Yazılar

“Benden Adam Olmaz” diyenler!

“-Ben İslamî bir hayat yaşarken bazen istemediğim hatalar yapıyor, vicdanen rahatsızlık duyduğum yanlışlara düşüyorum.

Bu defa da benden adam olmaz diyerek ümitsizliğe kapılıyor, bu hayattan uzaklaşma düşüncesine giriyorum. Benim bu sürçmeli hayatıma nasıl bakıyorsunuz? Benden gerçekten de adam olmaz mı? Böyle bazen sürçüp düşen adam ayağa kalkıp da yoluna yine devam edemez mi?.” (Başı dumanlı genç)

 İradesinin hakkını tam veremeyerek yaptığı yanlışlarından dolayı ümitsizliğe kapılan bu genç kardeşimize hemen ifade etmeliyim ki, kıble istikametli yolda yürüyen adamın da bazen ayağı kayabilir, dengesini bozup kirli bir zemine düşebilir. Bu türlü kazalarda mühim olan; ‘ben dengemi bozup düştüm, artık benden adam olmaz!..’ demeyip hemen ayağa kalkarak yoluna yine devam etmek.. Bu takdirde düşmenin sonucunda fazla hasar yoktur. Çünkü kalkıp yoluna tövbe istiğfarla yine devam vardır.

 Burada tehlike şuradadır:

 – Eyvah, ben dengemi kaybedip düştüm, üstüm başım kirlendi, artık benden adam olmaz.. ümitsizliğine kapılıp hedefine doğru yürüme azim ve aşkını kaybetmektedir tehlike..

 Halbuki, maruz kaldığı hatalarından dolayı ümitsizliğe kapılmak kesinlikle yanlıştır. Çünkü Allah Resulü Efendimiz (sas), böyle hata yapanların tekrar kalkarak yollarına devam edeceklerini haber verdiği hadisinde şöyle uyarıda bulunuyor tüm insanlara:

 “Ademoğlunun hepsi de hata yapabilir. Ancak hata yapanların hayırlıları da vardır. O hayırlılar, hatalarından sonra tövbe ile yollarına devam edenlerdir!.

 Evet, hadis böyle haber veriyor hata yapanların hayırlılarını: “O hayırlılar hatadan sonra ümit kesmeyip tövbe ile yoluna devam edenlerdir!

 Nitekim böyle hata yapanlardan biri ile Hz. Ali efendimiz arasında geçen şu ibretli konuşma bize çok net davranış örneği vermektedir. Birlikte okuyalım bu muhteşem soru cevapları. Hatalarından dolayı ümitsizliğe düşen bir adam soruyor:

 -Ben yaptığım yanlışlarımdan dolayı ümidimi kaybettim, ne dersiniz bana?

 -Henüz tövbe kapısı kapanmadı ki ümidini kaybedesin; tövbe ederek yoluna devam et! derim.

 –Ama benim günahım öyle çok ki, tövbe ile affedilecek gibi değildir!

 -Hiç düşündün mü, senin günahın mı çok, yoksa Rahman olan Rabb’imizin affı mı?

 -Elbette Rabb’imizin affı çok!.

 -Öyle ise affı senin günahından çok olan Rabb’inden ümidini kesmeden tövbe ile yoluna devam et.

 -Ya imam! Ne zamana kadar bu tövbe? Cevapta tereddüt yoktur:

 – Tövbe ettiğin günahı terk edinceye kadar tövbe!..

 Demek ki, kıble istikametli yolumuzda yürürken bazen sürçüp düşmek ademoğlunun beşeriyeti icabıdır. Ancak düştüğü yerde ümitsizliğe kapılıp kalmak, beşeriyetin icabı değil, şeytanın verdiği vesvesenin gereğidir!. Çünkü şeytan da düştüğü yerde ümitsizliğe kapılıp kalmayı tercih etti, sonunda İblis oldu. Adem babamız ise yasak meyveden yeme yanlışından sonra ümidini yitirmeyip tövbe ile yoluna devam etti, o da peygamber oldu.

 Öyle ise sürçmelerden sonra kalbimize gelen duygu ve düşüncelerimizi iyi kontrol etmemiz gerekir. Eğer kalbimize gelen Rahmanî ilham ise ümit kestirmez, yola devam etme duygusu verir; şeytanî vesvese ise ümit kestirir, düştüğün yerde kal, senden adam olmaz ümitsizliği telkin eder.. Halbuki, biz ademoğluyuz, peygamber babamızın yaptığını yapmalı, hata yapanların hayırlısı olmayı tercih ederek, tövbe ile yolumuza devam etmeliyiz..

 İşte tüm bu gerçeklerden sonra başı dumanlı genç kardeşime diyorum ki:

 -Kalbine hücum eden düşünceleri incele, ümitsizlik veren şeytanî vesvese mi, yoksa ümit veren Rahmanî ilham mı, ayırımını mutlaka yap. Böyle bir ayırımdan sonra başındaki vesvese dumanını dağıtır, ümitle kıble istikametli yoluna hem de tereddütsüz devam etme azmi duyabilirsin.Bundan eminim. Kıble istikametli yolunda hayırlı yolculuklar..

Ahmet Şahin

www.ahmetsahin.org

Kaldırımda Bir Hüzün ve Umut İzi

Seni anlamam çok güç, ey kaldırımlara unutulmaz bir iz bırakan adam. Şu kareye imza atarak yürekleri burkan adam.

BELKİ BİLİRSİNİZ, “Konuşabilseydik çizmezdik” diye bir oluşum var. İnternet sitelerinde, facebook sayfalarında özellikle haksızlıklara karşı çizgileriyle mücadele veriyorlar. Neden böyle bir isim seçtiklerini anlayabiliyorum. Çünkü ben de şimdi bir fotoğrafla bakışıyorum, uzun uzun. Boğazımda bir koca düğüm. Bu kaldırımı tanıyorum, derneğe giden ıssız yolun düzensiz kaldırımı. Ve korkarım ki, bu ayakkabıları da tanıyorum. Bu fotoğrafı bana Deniz Feneri Derneği’nden bir arkadaşım gönderdi. Kendisi bu kare üzerine bir şeyler yazmayı denemiş ama tıkanmış. Sürekli ertelemiş. Sonra aklına ben gelmişim. İlk gördüğümde boğazıma oturan düğüm hala orada duruyor. Baktım, baktım, baktım.. Sonra dedim ki, “Kelimeleri bu kareye şahit tutmalıyım.” Ve dedim, “konuşabilseydim yazmazdım.”

Bazen sözün bittiği yerdesinizdir. Dudaklarınız kilitlenmiş gibidir. Sesiniz kısılıp kalmıştır. Böyle durumlarda sayfalarca yazmayı, tek bir cümleyi seslendirmeye tercih ederim. Ağlarken konuşamazsınız, ama yazabilirsiniz çünkü.

Üzerinden defalarca geçtiğim şu sevimsiz kaldırım. Nerden bilirdim bir gün beni böyle ansızın yakalayacağını.. Burası derneğin yolu. Siyaset kuklalarının, fasıkların, Allah’tan korkmazların haksız yere hedef tahtası olduğundan beri dernek, çeşitli yerlerdeki giyim mağazalarını kapatmak zorunda kaldı. Mağazalar derneğin içine taşındı. Muhtaç kişiler, tespitleri yapıldıktan sonra buradan tıpkı bir mağazadan alışveriş yapar gibi ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlar. Eskiden bu kadar hüzünlü değildi bu kaldırımlar biliyorum. Elden başvuru alınmıyor, yardımlar doğrudan teslim ediliyor, merkez bina muhtaç ailelerle çok muhatap olmuyordu. Yoğunluk böyle gerektiriyordu. Ama bu kaldırımların kaderinde bir yandan hüzün, bir yandan umuda yol almak varmış demek ki. Giyim mağazalarından birisi merkez binada sabitlendi. Bir de il il dolaşıp ihtiyaç sahibi aileleri yepyeni kıyafetlerle sevindiren Gezici Giyim Mağazaları var. Muhtaç aileler sırayla gelip buralardan ihtiyaçlarını karşılıyor. Gelirken biraz mahcup, çekingen, üzgün ve bitkinler. Giderken mutlu, huzurlu ve umutlu.

Elbette bu kaldırımlarda birçok izler bırakıyorlar her seferinde. Ama en silinmezlerinden biridir belki bu kare. Siyah renkli bir çift erkek ayakkabısı. Ve bir çift çorap. Sonra bir çorap paketinin aynı yerde duran ambalajı. Kaldırımın üzerinde bir dekor gibi duruyorlar. Kareyi ne tarafa döndürürseniz döndürün görüntü aynı. Hem de oldukça çarpıcı. Kaç boyutlu olması gerekir acaba böyle gerçekçi bir karenin? Ayakkabı yırtık. Çorap eskimiş. Öyle hüzünlü duruyorlar ki kaldırımın üzerinde…

Belli ki yeni ayakkabısını alan kişi mağaza bölümünün içinde giymeye çekinmiş. Kim bilir, sebebi nedir. Bizim anlamakta zorluk çekeceğimiz nasıl bir bahanesi vardır. İçinde nasıl bir sıkıntı vardır, dışa vuramadığı.. Eline aldığı yeni ayakkabısını ve çorabı derneğin bahçesinden çıkana dek giymemiş. O ıssız kaldırıma gelinceye kadar… Sonra öyle acele bir şekilde eski ve yırtık ayakkabılarını terk etmiş ki, öylece düzensizce duruyorlar, çoraplarıyla birlikte. Yeni ayakkabı ve çoraptan ise sadece bir ambalaj kalmış geriye. Bu hüzün dolu karenin tek tesellisi o.

Neler geçmiyor ki aklımdan bu fotoğrafa bakarken. İyi ki diyorum, bunu buraya kim bırakmış diye öfkeyle kaldırıp çöpe atmamış birisi. İyi ki fotoğrafını çekecek kadar etkilenmiş ve düşünceli davranmış birisi. Tabi ya, belki baktığında şükretmeyi akıl eder başka birisi. İyi ki yırtık ayakkabıların yenisini hediye eden birileri var. İyi ki bu kaldırımdan sürekli geçiyorlar. İyi ki…

Acaba neden öylece bıraktı eski ayakkabılarını… Birine görünmekten korktuğu için acele mi etti? Yoksa gerçekten birini fark ettiği için mi kaçarcasına gitti. Sevincinden unuttu mu yoksa. Yoksa görmek, hatırlamak istemiyordu da ondan mı öylece uzaklaşmak istedi eski eşyalarından. Elini bile sürmek istemedi mi yoksa? İbret olsun mu istedi veya. Tahmin etmek ne zor, yırtık ayakkabılarını birer yetim âhı gibi kaldırıma terk edip giderken neler hissettiğini. Belki acelesi vardı, bir yere yetişecekti, yeni ayakkabılarıyla gitmeliydi… Belki üşüyordu ayakları, ısınmak istedi. Belki, belki…

Seni anlamam çok güç, ey kaldırımlara unutulmaz bir iz bırakan adam. Şu kareye imza atarak yürekleri burkan adam. Şükürsüzlüğümüzü yüzümüze vuran, hiç yüzümüze bakmadan. Eğer cennet mekan şu bağışçılar olmasa, dernek sana ulaşmış olmasa daha ne kadar zaman taşıyacaktı seni acaba o siyahlığını yitirmiş yırtık kunduraların. Yoksa onlar seni değil, sen mi onları taşıyordun. Bir utanç gibi. Bir yara gibi. Her baktığında içine batan bir diken gibi.

Seni suçlayacak mıyım, eski ayakkabılarını öylece bırakıp gittin diye. Aslında bu çok mantıklı olurdu, çünkü insanlar en kolay anlayamadıkları zaman suçlarlar. Ya da acıyacak mıyım sana. Sonra? Mübarek zatlar muhatap oldukları her şeye Rablerinden bir işaret gözüyle bakarlarmış. Eğer bu benim karşıma çıktıysa, bundan almam gereken bir ders vardır mutlaka diye. Şimdi mail kutuma düşen şu içler acısı resim, içimi acıtmaktan başka bir işe yaramalı değil misin? Yırtık ayakkabılarını gözlerden kaçırmaya çalışan insanların o yakıcı çabalarını yüzlerinden okuyabiliyor muyum ben. Gözlerinden? Her gece uyumadan önce beynime hücum eden düşüncelerin içinde ayakkabı derdi diye bir derdi olan insanlar yer alıyor mu hiç? “Ne kadar az şükrediyorsunuz” derken Allah, ne tarafında kalıyorum bu ayetin, diye düşündürmeli ve sordurmalısın bana. Yoklukla imtihan edilenler kadar, varlıkla imtihan edilenler olduğunu da hatırlatmalısın.

Keşke diyorum, sana o ayakkabıyı hediye edenlerin arasında olsaydım. Keşke o eski ayakkabılarını bir ah gibi terk edip giderken sen, ben de orada olsaydım. Belki şu cevabını bulamadığım sorularla tümden yanıt verirdin gözlerinle. Ve iyi ki diyorum, hafızama bir iz bıraktın. Bu gece uyumadan önce gözümün önünden gitmeyecek bir anı bıraktın. Ve umarım, yeni ayakkabıların da eskidiğinde yine aynı kaldırımdan geçip, yine yeni bir ayakkabıya kavuşacaksın.

Ben bu kareye bir isim bulamadım ve ilk kez başlıksız bir yazı yazdım. Ama sen o hüzün dolu kaldırıma, hüzün dolu silinmez bir iz bırakırken dönüş yolundaydın… Ve artık umut kaldırımdaydın. Oradan yeni ayakkabılarınla geçtin. İşte bu yüzden her zaman hüznün yanında bir umut olabileceğini da gösterdin. Tıpkı karanlıklarda beliren deniz fenerlerinin yaptığı ve her zaman yapacağı gibi…

Nuriye Çakmak

www.karakalem.net

* Bu yazı, Deniz Feneri Derneğinin websitesinde yayınlanmıştır.

** Yazı isimsiz olarak gönderilmiş, başlık dernek yetkilileri tarafından eklenmiştir.

Simit Parasına Cennet!

Günün son dersinin sonuna gelinmişti. Öğrenciler çıkmak için sabırsızlanıyordu. Defter ve kitaplarını çantalarına koydular. Zil çalar çalmaz, dışarı çıkmak için hazırdılar. Yalnız, Ali hazırlanmamıştı. Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu. Nihayet zil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı. Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor, bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu.Öğretmeni, onun bu halini fark etti: – Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin?

 Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:- Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim.- Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım?- Ahmet arkadaşımız var ya… – Evet, ne olmuş Ahmet’e?- Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasına pek iyi şeyler koymuyor.- Eee?- Ona yardim etmek istiyorum. Ama benim yardim ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz?

Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu. Nurhan Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü. Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadarıyla ailesinin durumu pekiyi değildi. Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna rağmen yardim etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu.

 Nurhan Öğretmen:- Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadarıyla sizin de maddî durumunuz pekiyi değil. Yanlış mı biliyorum?- Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman iş bulamıyor. Ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum. – Nerede çalışıyorsun?- Simit satıyorum.

 Nurhan Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi? Bunun gerçekleşmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu.

 Nurhan Öğretmen, Ali’ye döndü:- Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu.- Çok zengin bir işadamı…- Niçin?- İnsanlara daha çok yardım etmek için…- Güzel, dedi Nurhan Öğretmen. Bak simdi Ali, Ahmet’in ailesinin durumu pekiyi değil, bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil. İstersen acele etme. Çok zengin olduğun zaman insanlara yardim edersin. Olmaz mı?- Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım.— Neden olmaz?— Üç sebepten dolayı olmaz.

 Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor.

 İkincisi: “Ağaç yaş iken eğilir.” deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam.

Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.

 Nurhan Öğretmen, karsısında büyük biri varmış gibi dinliyordu:- Bu sonuncusunu pekiyi anlayamadım, dedi.

 – Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali. Şimdi, çok zengin olmadığım için, ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet’i gücü kadar iyilik edene veriyor. Şimdi gücüm bu olduğuna göre, Cennet’in fiyatı birkaç simit parası kadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet’e girebilirim. Bundan daha karlı bir yatırım olur mu?

 Nurhan Öğretmen’in gözleri dolmuştu. Başını “Evet” anlamında sallarken Ali’yi evine yolladı.

 Sınıfa geri dönerken okulun boşaldığını fark etti. Eşyalarını toplamak için masasına döndüğünde Ali’nin bıraktığı paraların masa üstünde kaldığını fark etti. Sandalyesine gayri ihtiyari oturdu ve paraları eline aldı.

 Hiçbir para ona bu kadar kıymetli gelmemişti. Sanki elinde dünyanın en kıymetli incilerini, yakutlarını, elmaslarını tutuyordu. Hatta bu paralar onlardan bile kıymetliydi. Bu paralar, bu bozuk SİMİT paraları, Cenneti satın alabilecek paralardı. Sanki hiç bırakmak istemeyen bir duygu ile sımsıkı kavradı bu bozuk simit paralarını.

 Oturduğu yerden kalkamadı Nurhan Öğretmen. İçinin dolduğunu, Tarif edilemeyen duygulara boğulduğunu hissetti. Birden boşalan sağanak yağmurlar gibi ağlamaya başladı. Ağladı… Ağladı… Ağladı.

 Kendine geldiğinde aksam olmuştu. Yavaş adımlarla sınıftan çıkıp okuldan ayrılırken bekçi Sadık “Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak, Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak” diye Nurhan öğretmenin sayıkladığını duydu. Bekçinin hayretler içinde, “Ne dediniz hocam?” demesini bile duymayan Nurhan öğretmen, bekçinin şaşkın bakışları altında akşamın alaca karanlığına karışıvermişti…

(Alıntı bir hikaye)

Ey Felaket ve Helaket Asrının Adamı (Şiir)

Ey felaket ve helaket asrının hizmet eri
Devrin Bediüzzamanı insanların rehberi

Ey zamanın kahramanı ey kimseden korkmayan
Ey milyonlarca insanın imanını kurtaran

Ey NURS’tan parlayan güneş ey tükenmeyen ziya
Ey Resul’ün Halifesi ey Âlim ey Evliya

Sen ki Risale-i Nur’u bize ettin armağan
Gizli İslam düşmanları oldu rezil perişan

Kalplerimize imanı nakşettin hece hece
Var kuvvetinle çalıştın durmadın gündüz gece

Önüne setler çekilip zindanlara attılar
İman ve vicdanlarını beş paraya sattılar

Memleketten memlekete insafsızca sürdüler
Defalarca zehirleyip öldürmek istediler

Ama bütün bu zorluklar Sen’i engellemedi
Yapılan tüm haksızlıklar Sen’i etkilemedi

Ömrünün sonuna kadar çektiğin sıkıntılar
Sen’i yolundan etmedi içindeki zor şartlar

Yıllarca devam ettirdin imani hizmetleri
Büyük bir kararlılıkla oldun bir iman eri

Yaymaya muvaffak oldun bu Nur Külliyatını
İman kurtuluşu için adadın hayatını

Kötü niyetli dinsizler Sen’i yok edemedi
İslami neşriyatın da önüne geçemedi

Asi din düşmanlarının boğazlarını sıktın
Putlaştırılmış şeyleri bir bir hepsini yıktın

Şahsını takdir ediyor yaşayan cümle âlem
Hizmetlerini eksiksiz yazıyor Levh-u Kalem

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Besmele Ve Nefis

SÖZLER’İN İLKİ olan Besmele bahsinin çoğumuzun ezberinde yer alması ve çokça okunması sevindirici olsa da, diğer bahislerin mukaddimesi olmasından dolayı ve istifadenin artması için üzerinde çok daha fazla durulması gerektiği kanaatindeyim. Her işe başlarken onu anmak, her fiilde esmaya ayine olmak ve tesir-i hakikiyi nefisten çekmek gibi doğrudan imana dair manalar ihtiva ettiğini düşünüyor ve Besmeleden nefse büyük bir atıf hissediyorum, hakkıyla bir Besmeleye niyet ettiğimde.

Gündelik işlerimiz sayılmayacak kadar çoktur. Ülfetin yardımıyla bir robot gibi kalıplaşmış bir şekilde yapageliriz onları. Küçük şeylerdir… Yataktan kalkmakla başlayan, bilgisayarı açmak, kitap okumaya başlamak, otobüse binmek vs. gibi durmaksızın süren.

 Her gün yaptığımız küçük işler…

 Aklımıza geldikçe söylediğimiz, Besmele…

 Niyetimizde vardır elbet Besmelenin önemi, her işe onu eklemek. Unutsak da vardır. Tehlikeli olan bence unutmak değil.

Sonra bu gündelik işimizde bir aksilik çıksa, “Allah Allah, fesüphanallah, hayırdır” gibi gayriihtiyari cümleler dökülür dilimizden. Elimizden geleni yapar ve o işe yeniden başlamak için güzel bir Besmele çekeriz.

 Lafın gelişi, bilgisayarı açarken gelmez de aklımıza, bilgisayar takıldı mı dökülüverir dudaklarımızdan. Evden çıkarken unutsak da, otobüse binerken aklımıza gelir vs.

Sanki bilinçsiz bir bölüşme yaşanıyor. Bu küçük işler, her gün yapageldiklerim, ben bunları iyi-kötü yapıyorum, tâ ki bir sorun çıktı, bu benim gücümü aşıyor, bana yardım et manasında kullanabiliyoruz Besmeleyi. Nefis bu unutuşu sağlayabiliyor üzerimizde. Doğrudan kulluk şuuruna bakan bir mesele oluyor böylece Besmele. Herşey de O’nu görmek, onu bilmek değil mi hakiki iman?

 “Allah” lafzı diğer isimleri içine aldığından, Besmelede birinci sırada yer alması bu küçük işler için bir uyarı belki de. Her işim için ayine olduğum isim var. İlaç alıyorum, Şâfi olan Allah, Senin isminle. Birine yardım için niyet ediyorum, merhameti sonsuz olan Allah, Senin isminle. Yatağıma giriyorum, öldüren ve yaşatan Allah, gecenin gündüzün Rabbi, Senin isminle…

 Bir tefekkür vesilesi oluyor Besmele. Hayatın sahibine, hayatın her işinin kendisine baktığı Yaratıcı ve yöneticisine ayna olduğumuzu hatırlatıyor. Kendimizin ve o işin bizim olmadığını. Sonra?

 Bu güzel başlangıca yaraşır bir “sonra” geliyor arkasından. Besmeleyle başlanılan bir işte, sonuç aciz benlikten mi beklenir? Sonuç mu beklenir veya, ona ayine olmak için yapıldığında? Ve gelene razı olunmaz mı ki, o verdi…

 O’nunla başlayan, O’nunla süren, O’nunla biten herşey ne kadar yükseldi. Mutlak hayır sahibinin ismiyle herşey nasıl da cemale erdi.

 Besmele sadece başlarken hayır değil, bu şuurla başladıktan sonra, hayır kendisi gelir ve sonuca meyletmez bile akıl. Ayinelik ve sığınmışlığın huzuru Besmeleyle gelir. Allah deriz, başlarız bir isme ayine olmaya, sonra anlarız ki o isimle birlikte Rahmân gelir, Rahîm gelir. Niyet hayır olur, akıbet hayır olur. Çünkü; Bismillah ile başlayan, Allah’a ulaşır. Rahman ve Rahîm olan ve tüm isimleri “Allah” lafzında gizli olan Zât’a, isim sahiplerinin en güzeline. Kişi kul olur böylece. O’nun ismiyle isimlenmiş şerefli bir köle…

 Öyleyse, O’nun ismiyle…

 Nuriye Çakmak

 Karakalem.net