Etiket arşivi: vehbi karakaş

Kurban’la İlgili Merak Edilen Sorular

Kurban Nedir

Allahu Teâla’ya ibadet etmek ve yaklaşmak niyetiyle belirli günlerde, hususi bir hayvanı kesmeye kurban denir.” Genellikle kuşluk vaktinde kesildiği için bu kurbana “udhiyye” de denilmiştir.

Kurbanlar Allah rızası niyetiyle kesilir, Allah rızası düşüncesi yoksa kurban kabul olunmaz. Allah rızası düşüncesini ancak takva ehli taşıyabilir, Allah da ancak müttakılerin kurbanını kabul eder. “Ve yalnız Rabbin rızası için namaz kıl, kurban kes.” “Sizin kurbanlarınızın etleri ve kanları Allah’a kavuşmaz, ancak takvanız yani kurbanlarınızı keserken taşıdığınız Allah rızası düşünceniz, saygınız ve sevdanız Ona kavuşur.” buyurur.

Hangi Günlerde Kurban Kesilir?

Kurban kesim günleri Hanefi mezhebine göre Kurban Bayramının birinci, ikinci ve üçüncü gününün güneş batımına kadar, Şafii mezhebine göre ise bayramın dördüncü gününün akşamına kadar süren zaman dilimidir. Bu günlerde kurban kesilebilir ama birinci günü kesmek daha faziletlidir.

Kesime bayram namazı kılınan yerlerde namazdan sonra, bayram namazı kılın mayan yerlerde ise sabah namazının vakti girdikten sonra başlanır. Kurbanı geceleyin kesmek mekruhtur. Kurban günlerinde her nedense kesilemeyen bir hayvan, canlı olarak sadaka verilir. Artık bu hayvanın etinden sahibi yiyemez.

Kurban Kesme Olayı Ne Zaman Başlamıştır?

Kurban, mü’minlere Hz. İbrahim’in (as) ve Hz. İsmail’in (as) teslimiyetini hatırlatır. Bu olay Kur’an’da şöyle anlatılmaktadır: “(İbrahim): “-Ey Rabbim, bana salihlerden (bir erkek evlât) ihsan buyur (diye dua etti)”. Biz de ona (İbrahim’e) çok uysal bir erkek evlât müjdesi verdik. Artık o (erkek evlât, babası İbrahim’in) yanında koşmak çağına erince (babası) “Oğulcağızım” dedi. “Ben seni rüyamda kurban ederken görüyorum. Bak artık ne düşünürsün.” (Oğlu) Dedi ki: “-Sana Allahu Teâla ne emretmişse, onu aynen yerine getir. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.”

Vaktaki bu suretle ikisi de Allah’ın emrine boyun eğdiler. (İbrahim) Onu alnı üzere (kurban etmek için) yatırdı. Biz ona: “-Ya İbrahim, rüyana (sana vahyettiğimiz emre) sadakat gösterdin. Şüphesiz ki biz iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız” diye nidâ ettik. Hakikat bu apaçık ve kat’i bir imtihandı. Ona büyük bir kurbanlık fidye verdik. Sonra gelen (peygamberler ve ümmet)ler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık.”

Dikkat edilirse kat’i olan husus açıktır. Hz. İbrahim (as) Allahu Teâla’nın emrine teslim olarak kendi öz oğlunu kurban etmeye, Hz. İsmail (as) de Allah (cc) rızası için kurban olmaya razı olmuştur. Kurban kesmek için bıçağına sarılan her mükellef bu gerçeği iyi tefekkür etmelidir.

Kurban Kesmenin Fazileti Nedir?

Sevgili Peygamberimiz buyurmuşlar ki: “İnsanoğlu kurban kesme gününde Allah katında kan akıtmaktan daha makbul bir amel işlememiştir. O kurban kıyamet günü boynuzları, kılları ve çatal tırnakları ile aynen gelecektir. Çünkü kan yere düşmeden Allah’ın kabul mahalline düşer. Artık kurbanlarla gönlünüz hoşnut olsun.” Yine buyurmuşlar ki: “Kurban kesen için kurban edilen hayvanın her kılı karşılığında bir sevap vardır.

Kurban Kesmenin Önemi ve Peygamber Efendimizin Kurban Kesme uygulaması Kurban hicretin ikinci yılında emredilmiştir. Allah emretmiş, Peygamberimiz de uygulamıştır. Allah’ın emri olarak vacip, peygamberimizin ameli ve emri olarak da muhkem ve müekked (kuvvetli) sünnettir. Hadis ve fıkıh kitaplarında da anlatıldığı gibi Peygamber Efendimiz’in boynuzlu, güzel iki koçu BİSMİLLAHİ ALLAHU EKBER diyerek ve ayağını boyunlarına koyarak kendi eliyle kestiği meşhurdur. Bunlardan birini kendi ve ailesi adına, diğerini de ümmetinden kurban kesemeyenler adına kesmiştir. Hz. Cabir’in (r.a) rivayet ettiği hadis bu olayı doğrulamaktadır. Hz. Cabir (r.a) diyor ki: Peygamber’le (s.a.v.) beraber namazgâhda bayram namazında bulundum. Hutbesini bitirince minberden indi. Bir koçun yanına vardı, usulünce onu yatırdı: Bismillahi vallahuekber, dedikten sonra “bu benden ve ümmetimin kurban kesemeyenlerinden..” diyerek kendi eliyle onu kesti.

Peygamberimiz, kurbanın meşru kılındığı hicretin ikinci yılından sonra vefatına kadar her yıl kurbanını kesmiştir.

Gerek Peygamberimizin bu davranışı ve gerekse “Kim imkânı olduğu halde kurban kesmezse bizim mescidimize yaklaşmasın!” sözü, kurban kesmenin vazgeçilemeyecek kadar önemli bir ibadet olduğuna işaret etmektedir.

Öyleyse Kurbanlar Sünnete Uygun Olarak Nasıl Kesilir ve Nasıl Dua Edilir?

Önceden keskin ve büyük bir bıçak hazırlanır, hayvanın göremeyeceği yere konur. Hayvan eziyet edilmeden götürülür, eziyet edilmeden yüzü ve ayakları kıbleye gelecek şekilde sol tarafı üzerine yatırılır, sağ arka ayağı serbest bırakılır. Sonra ele bıçak alınır: Allahım bu sendendir ve sanadır, denir onun ardından da sahibi veya vekili: “İnnî veccehtü vechiye lillezî fetaressemavati velerda hanîfen vema ene minelmüşrikîn=Ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim, ben müşriklerden değilim” Kul inne salatî ve nüsukî ve mehyaye ve mematî lillahi Rabbilalemîne lâ şerike leh=Namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Onun ortağı yoktur.” mealindeki ayetleri okur. Bundan sonra: Allahu ekber Allahu ekber, Lâilâheillallahu vallahuekber Allahu ekber ve lillahilhamd şeklinde tekbirler getirilir. Arkasından BİSMİLLAHİ ALLAHU EKBER denerek hayvanın boynuna bıçak vurulur. Yemek ve nefes borularıyla şah damarı denilen iki ana damardan en az biri kesilir, kan iyice akıtılır. Hayvan tamamen ölmeden kafa ve ayaklarını koparmak, derisini yüzmek, kıbleden çevirmek, hayvana eziyet etmek mekruhtur. Kurban, sahibi tarafından kesilirse daha iyi olur. Başkasına da kestirebilir. Kurbanın sahibi kurbanın yanında ise elini kasabın üstüne koyar, her ikisi birden BİSMİLLAHİ ALLAHUEKBER diyerek kurbanı keserler. Biri veya ikisi kasden bunu söylemezlerse kurban kurban olmaktan çıkar, eti yenmez. Unuttukları için söylememişlerse kurbana zarar vermez, eti yenir.

Kurban Kesmek Kimlere Vaciptir?

Kurban kesmek, Müslüman olup hürriyeti elinde olan, akıllı ve erginlik çağına ermiş bulunan ve yolcu olmayan zenginlere vaciptir. Zengin, evinin ve ailesinin zorunlu ihtiyaçlarını karşılamış, borcu olmayan ve kurban günlerinde kurban alabilecek kadar parası olan insan demektir. Aynı evde yaşayıp bu özellikleri taşıyan herkesin (yani malları ayrı olan babanın, oğlun) Hanefi mezhebine göre ayrı ayrı kurban kesmeleri gerekir. Diğer mezheblere göre ise aile adına bir tek kurban yeterlidir. Fazla kurban kesmede zorlanan Hanefiler, isterlerse diğer mezheplerin bu kolaylığından istifade edip aile adına tek kurbanla da yetinebilirler.

Borçlanmak Suretiyle Kurban Almak Caiz mi?

Kurban kendisine vacip olmayan ve ödemede sıkıntılarla baş başa kalabilecek olan kimsenin borç altına girerek kurban alması caiz değildir. Ödeme imkânı olan bir kimsenin taksitle ve kredi kartıyla kurban alması ise caizdir. Kredi kartı ve taksitle alış verişler caiz olduğu gibi.

Kurban Hangi Hayvanlardan Olmalıdır? Yedi Hisseli Bir Hayvanı Daha Az Kimseler Kurban Edebilir mi?

Koyun, keçi, inek, öküz, manda ve deve gibi hayvanlardan başkası kurban edilmez. Koyun ve keçi gibi hayvanlar bir yaşını bitirmiş olmalı veya bitirmeyenler de bitirmişler kadar gösterişli ve toklu olmalıdır. Sığır cinsi hayvanlar iki, develer ise beş yaşını bitirmiş olmalıdır. Koyun ve keçiyi yalnız bir kişi, deve ve sığırı ise bir kişi kurban edebileceği gibi yediye kadar kişiler yani altı, beş, ve üç kişi bir araya gelip kurban edebilirler. Yedi kişinin yedisi de Müslüman olmalı, hepsi et yemek değil Allah için kurban kesmek niyetiyle bir araya gelmelidirler. Birisi Müslüman olmasa veya et yemek niyetiyle yedi kişinin içine girmiş olsa, hiç birinin kurbanı sahih olmaz. Hissedarlardan biri akika, biri de adak niyetiyle kurbana karışsa kurbana engel olmaz. Çünkü bunlar da sonuçta kurbandır. Kurbanlık hayvanlar zayıf ve ayıplı olmamalıdır. Paylar götürü usûlü ile değil, tartı ile taksim edilmelidir.

Hangi Ayıplar Bir Hayvanın Kurban Olmasına Engeldir?

Şu ayıpları taşıyan hayvanlar kurban olmaz:

1- İki gözü veya bir gözü kör olanlar, 2- Kulakları veya bir kulağı boyuna kesik olan, 3- Yürüyemeyecek kadar topal olanlar, 4- Boynuzlarının ikisi veya biri kökünden kırılmış olanlar, 5- Dişlerinin çoğu düşmüş olanlar, 6- Kuyruğunun yarıdan fazlası kesik olanlar, 7- Kemiklerinde ilik kalmamış derecede zayıf ve düşkün olanlar, 8- Hayaları veya memelerinin uçları kopmuş olanlar, 9- Doğuştan kulaksız veya kuyruksuz olan hayvanlar, 10- Sürüye gönderilemeyecek kadar deli olan, 11- Pislik yiyen hayvanlar kurban olmaz.

Hangi Ayıplar Bir Hayvanın Kurban Olmasına Engel Değildir?

1- Şaşı ve kesileceği yere kadar yürüyebilen topal hayvanlar, 2- Semizliğine zarar vermeyecek derecede uyuz olanlar, 3- Sürüye iştirak etmesine engel olmayacak derecede deli olanlar, 4- Hayvanın cinsi itibariyle boynuzlu veya boynuzsuz olması, 5- Kulak kepçesinin delik olması veya kulak uçlarının enine kesik olması, 6- Ağzında birkaç dişin olmaması, 7- Hayvanın buruk ve kısır olması veya tenasül organının olmaması bir hayvanın kurban olmasına engel değildir.

Bismillahi Allahu Ekber Demeyi Kasden Terk Edenin Kestiği Kurban Neden Yenilmez?

“Bismillahi Allahu ekber” sözü kurbanlık hayvanı kesip yiyebilmek için mal sahibi olan Allah Teala’dan alınan bir izin belgesidir. Bu sözle kurbanlık hayvanın asıl sahibinin Allah olduğunu itiraf ediyor, Allah’ın malını Allah’dan izin alarak kesmiş oluyoruz. Bu söz söylenmezse izin alınmamış olur. İzinsiz bir hayvanı kesmek de gasb veya hırsızlık anlamına gelir. Bu yolla elde edilen bir malı kesip yemek de haram olur. Onun için kasden “Bismillahi Allahu ekber” demeden kesilen bir hayvanın etini yemek haram olmaktadır.

Allah’ın yasakladığı bir şeye besmele ile başlanmaz. Bir harama besmele ile başlayan dinden çıkar. Kurban kesmek helal bir iştir. Allah’ın emridir. Helal ve Allah’ın emri olan şeylere Allah’ın adı anılmadan başlanmamalıdır. Çünkü Allah’ın adı anılmadan başlanan ve işlenen her iş hayırsız ve bereketsizdir. Ayrıca bismillahi Allahu ekber diyen insan şunu demek istiyor: Allahım bu kurbanlık hayvan senin. Sen emrettiğin için kesiyorum. Senin emir ve iznin olmasaydı ben bunu kesmeyecektim.

Hangi Haller Kurbana Eziyettir?

İslâm herkese ve her şeye karşı güzel davranma ölçüsünü getirmiştir. Bu hususta Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) çok güzel bir sözü var. Buyurmuşlar ki: “Allah her şeye karşı iyilik yapmayı, güzel davranmayı farz kılmıştır. Öldüreceğiniz zaman güzel öldürün. (İşkence ile değil.) Keseceğiniz zaman güzel kesin. O kadar ki her biriniz, bıçağını keskinleştirsin de kurbanını rahat ettirsin, (çabuk kessin de ona işkence çektirmesin.)

1- Kör bıçakla boğazlamak,
2- Kurbanı yere yatırdıktan sonra bıçak bilemek,
3- Kesim yerine ayağından çekip sürüyerek getirmek,
4- Keserken hayvanın omuriliğini dahi koparmak,
5- Kellesini almak,
6- Ölmeden yüzmek. Bütün bunlar eziyettir. Eziyet de mekruhtur, şeriat hoş görmemiş ve yasaklamıştır.

Şoklama Usûlüyle Kurban Kesmek Caiz mi?

Bu soruya Hz. Ömer’in (r.a) bir uyarısını hatırlatarak cevap vereyim. Kurbanını sürükleyerek götüren birine Hz. Ömer (r.a) şöyle bir ikazda bulunmuştur: “Kurbanı eziyet etmeden götür, işkence yapmadan yatır, kesim işini de bir anda bitir!” Eğer şoklama bu işi yapmaya yarıyorsa bu güzel bir şeydir. Ancak şoklamada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır, o da şudur: Eğer hayvan, şokun tesiriyle ölür de kesim sonradan yapılırsa o kurban kurban olmaz, eti de yenmez. Hayvanın ölümü şoklama ile değil de şokun ardından hemen kesimle gerçekleşirse kurban vecibesi yerine getirilmiş olur, eti de yenir. Şunu da ifade etmeye kendimi mecbur hissediyorum: Şoklamada kesmeye fırsat tanımadan ölme ihtimali varsa, şoklamadan uzak durmak daha iyidir. Yukarda arz ettiğim şekilde şartlarına uygun kesim yapılırsa bu kesim hayvana eziyet sayılmaz, kurban da pek fazla acı hissetmez.

Kurbanın Karnından Çıkan Yavru Ne Olacaktır?

Boğazlanmış hayvanın karnından çıkan yavru diri ise yukardaki kaide ve kurallara göre boğazlanır, ölü ise yenmez.

Kurban Kesemeyen Vekil Tutabilir mi?

Çeşitli sebeplerden dolayı kurbanını kesemeyenler ve kurbanının yanında da bulunamayacak olanlar, manevi titizliğine inandıkları kimseleri vekil ederek kurban kesme işini onlara havale edebilirler. Bu durumda olanlar isterlerse kurbanın tamamını bağışlayabilecekleri gibi; bir kısmını alıp kalan kısmını da hediye edebilirler.

Ölüler İçin Kurban Kesilir mi? Sevabını ölülere bağışlamak niyetiyle sırf onlar için kurban kesilir mi?

Kesilir. Ölünün vasiyeti olmadan herhangi bir insan kendi parasıyla aldığı hayvanın sevabını ölmüş bir yakınına bağışlamak üzere kestiği kurbanın etinden yiyebilir ve yedirebilir. Ölen, ben öldükten sonra kurbanımı kesin, diye vasiyet etmişse bu kurbanın bayram günlerinde kesilmesi gerekir. Böyle bir kurbanın etinden kesen yiyemez. Tamamının sadaka olarak verilmesi gerekir. Ölenin vasiyeti yoksa, kurban da onun parasından alınıp kesiliyorsa bu kurban da vasiyet üzerine kesilen kurban gibidir. Yani yine kesen yiyemez.

Kurbanın Tutarı Para Olarak Verilse Kurban Yerine Geçer mi?

Hayır. Kurban kesilmezse kurban ibadeti ifa edilmiş olmaz, sahibi sorumluluktan kurtulamaz. Kurbanlık koyunu canlı olarak sadaka vermek de kurban yerine geçmez.

Kurbanlık hayvanı adak kurbanı yerine niyetlenerek iki borçtan da kurtulabilir miyiz? Hayır. Kurbandan başka bir de adak kurbanı kesmek gerekir. Adak kurbanları, vacip olan kurbanlara karışmaması için bayramdan bir gün veya daha önce kesilebilir.

Kurbanın Eti

Kurbanın eti üçe taksim edilir, biri fakirlere, biri akrabalara, biri de kurban sahibinin aile efradına. Kurban kesen kimse zengin ise ve kurbanın tamamının kendisine kalmasını istiyorsa, bu takdirde fakirlere dağıtmak için ikinci bir kurban daha alıp kesmelidir. Orta halli ve nüfusu da kalabalık ise, kurbanın etini dağıtmayabilir.

Kurbanın Etinden Kâfirlere Yedirmek Caiz Midir?

Kurban etinden kafirlere yedirmek mekruhtur. Müslümana yedirmek gerekir. Fakat et yenirken Müslüman olmayan birisi gelirse o zaman kerahet kalkar, yemesinde bir sakınca kalmaz.

Kurbanın Derisi

Kurbanın derisi kasap ücreti olarak verilmez, evde seccade olarak kullanılabilir. En iyisi, fakirlere, Kur’an kurslarına ve din eğitimi veren hayır kurumlarına vermektir. Kurbanın etini ve derisini satmak mekruhtur. Eğer satılırsa parası sadaka olarak verilir. Kurbanın sütü satılmaz, yünü kırpılmaz, satılsa ve kırpılsa fakirlere sadaka olarak verilir.

Kurbanın Hangi Organları Yenmez?

1- Etten ayrılıp giden kan,
2- Erkeklik ve dişilik aleti,
3- Erkeklerde yumurtalar,
4- Et içinde bulunan toparlak guddeler, bezler,
5- İdrar torbası,
6- Öd kesesi.36

Kurban Bayramında Hayvanların Kesilmesi Katliamdır, Diyorlar, Doğru mu?

Eğer bu düşünce doğru olsaydı, rahmeti sonsuz olan, Rahman ve Rahîm isimleriyle kendisini tanıtan Allah kurban kesmeyi emretmez alemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz de kurban kesmezdi. Siz Allah’tan ve Onun son peygamberi Hz. Muhammed’den (s.a.v.) daha mı çok merhametlisiniz ki hayvanlara acıyorsunuz?

Sonra neden kurban bayramında kesilen kurbanlara acıyorsunuz, onların hakkını savunuyorsunuz da, senenin her gününde kesilen hayvanlara acımıyor ve onların haklarını savunmuyorsunuz?

Bu kadar şefkatli ve merhametli iseniz neden her gün et yiyen bir dünya karşısında, ete hasret insanlara acımıyorsunuz? Bu kadar hakperest ve bu kadar şefkatli ve merhametli iseniz neden her gün alkole, uyuşturucuya, fuhuş sektörüne kurban giden insanlara, kadınlara, kızlara ve delikanlılara acımıyorsunuz? Acıma hissiniz bütün bütün tükenmemişse onu lütfen bunlara harcayalım.

Siz eğer kurbanı keserken İslâm’ın kaide ve kurallarına riayet ederek kurbanı keserseniz yani kurbanlık hayvanı severek, okşayarak kesim yerine götürür, incitmeden ve eziyet etmeden sol yanı üzerine kıbleye doğru yatırır, arka sağ ayağını serbest bırakır, diğer üç ayağını bağlar, daha önceden keskinleştirip hazırladığınız geniş yüzlü bıçağınızı, kurbana göstermeden kısa bir dua eşliğinde bismillahi Allahuekber diyerek kurbanın boğazına çalarsanız sizden Allah da memnun olur, peygamber de memnun olur, kurban da memnun olur, vejeteryanlar hariç herkes memnun olur. Bu olay vahşet değil rahmetin tâ kendisi olur çıkar.

Kurban kesmek, hem kesilen hayvan için rahmettir, hem de insanlar için rahmettir. Çünkü Yüce Yaratıcı, çayırın eliyle hayvanlara ot, ineğin eliyle insanlara süt, ağacın eliyle meyve, arının eliyle bal, toprağın eliyle türlü türlü ürünler gönderdiği gibi, kurban kestirerek varlıklı insanların eliyle de, ete hasret insanlara et ulaştırmaktadır. Aynı zamanda kurbanlık hayvanlardan bir kısmı kurban edilip insanın midesine gitmekle hayvanlıktan kurtulup insanlık mertebesine çıkmakta, ebediyyen cennete layık bir keyfiyet kazanamakta, bir kısmı da Allah yolunda kurban edilmelerine mükâfat olarak Ahirette “Burak” olma şerefine nail olmakta, sahiplerini sırat köprüsünde taşıma görevi ile onurlandırılmaktadır.

“Kurbanlarınızı neşeli ve kuvvetli hayvanlardan kesin. Çünkü onlar sırat köprüsünde sizin binitleriniz olacaktır.” Hadisi de buna işaret etmektedir. Bu olay kurbanlık hayvanlar için bir rahmet, bir saadet ve bir şeref değil midir?
Evet dıştan bakınca bir can ölüyor, ama onlarca can diriliyor. Bir buğdayı feda ediyor, toprağa gömüyor, çürümesine göz yumuyorsunuz, ama içinde yüz dane bulunan bir başak elde ediyorsunuz. Bir buğday gidiyor ama on, yüz buğday geliyor. Bu bir rahmet, saadet ve şeref değil midir?

Siz eğer kurbanlık hayvanı döverek, sürükleyerek götürür, eziyetle yatırır, kör bıçakla ona saldırırsanız bu tavrınızdan ne Allah razı olur, ne peygamber razı olur, ne kurban razı olur, ne de melek-misal insanlar razı olur. İşte vahşet olan budur. Bu tutum sadece çocukların değil, vicdan ve merhamet sahibi her insanın sinesinde yaralar açar.

Müslüman medeni bir insandır, kurbana eziyet etmek gibi bir vahşete tenezzül etmez. Çünkü o, Hz. Peygamber’in: “Kurbanınızı güzel kesin, bıçaklarınızı iyice keskinleştirin ki kurbanınız rahat etsin, acı çekmesin.” sözünü kulağına küpe etmiş insandır. Bırakın kurbanı, Müslüman, haksız ve gereksiz yere bir ağacı bile kesmez, bir gülü hatta bir otu bile koparmaz. Çünkü o her şeyin Allah’ı zikirle meşgul olduğunu bilir. Allah’ın izni hariç, hiçbir şeyin zikrine engel olmak istemez. Bununla beraber Allah’ın emrinin olduğu yerde de müslümanın boynu kıldan incedir. Değil malını, canını, İsmail’ini bile fedadan çekinmez. Allah’ın dostu İbrahim Peygamber (a.s) böyle yapmadı mı?

0-10 Yaş Arasındaki Çocukları Kurban Kesim Yerinde Bulundurmanın Sakıncası Var mı?
Yüce Allah, büyüklerden, ana-babalardan ne istemişse çocuklarına da aynı şeyleri emretmelerini istemiştir. Çocuk babasının namaz kıldığını, zekât verdiğini, kurban kestiğini bilmeli ve görmelidir. Çünkü yarın bu işleri o yapacaktır. Yavaş yavaş o bu işlere alışmalı ve alıştırılmalıdır.

Hadisin ifadesine göre: “Dünya iki gündür: Bir günü sevinç, bir günü de kederdir.” Herkes dünyayı böyle tanımalıdır. Dünyayı böyle bilmeyen ve ona göre kendini hazırlamayanlar çabuk yıkılır ve bozulurlar. İşin içerisinde acı olduğunu bile bile çocuklarımızı sünnet ettirmiyor muyuz? Yine zor geldiğini bile bile onları sabah namazına kaldırmıyor muyuz? Hasret ve ayrılığın bir ateş olduğunu bile bile onları askere, hatta sonunda ölüm olduğunu bile bile savaşa göndermiyor muyuz? Bunlar hayatın olmazsa olmazlarıdır. Bu olmazsa olmazlara nasıl kendimizi hazırlıyorsak, kurban kesmeye de çocuklarımızla beraber hazırlanmalıyız.

Kurban kesmenin hali vakti yerinde olanlara Allah’ın emri ve Sevgili Peygamberimizin sünneti, aynı zamanda kulun Allah’a karşı bir şükran ve teslimiyetinin ifadesi, Allah’ın arzularını nefsin arzularına tercihin bir nişanesi olduğunu, dağıtılan kurban etinin insanlar arasında sevgi ve dostluğu pekiştirdiğini; anarşi ve terör olmasın, İsmaillerin kanı akmasın diye kurban kanının akmasına izin verildiğini; zekât ve sadakanın da bu yüzden farz ve vacip kılındığını; kurban edilen hayvanların insanların midesine gitmekle hayvanlık mertebesinden insaniyet mertebesine çıkacaklarını, sahipleri için ahirette Burak olacaklarını çocuklarımıza tatlı tatlı anlatabilirsek, işte o zaman terörü, hiddet ve şiddeti artıracağını sandığımız kurban kesme olayının; terörün, hiddet ve şiddetin kökünü kazıyan ibadetler zincirinden biri olduğu kesinkes anlaşılmış olur.

“Kur’an’da Kan Akıtmak Yoktur,” Diyorlar.Bu Doğru mu?

“Kur’an’da kan akıtmak yoktur.” diye bir iddiadan söz ediliyor. Bununla insan kanı kasdedilmişse bu doğrudur. Haksız yere bir cana kıymak, Kur’an’a göre bütün insanları öldürmek kadar büyük bir cinayet sayılmıştır. “Kur’an’da kan akıtmak yoktur.” ifadesiyle kurban kanı kasdedilmişse bu doğru değildir. Çünkü Allah Kur’an’da her millet için kurbanı emrettiğini Kevser suresinde de çok açık bir şekilde kurban kesilmesini istediğini biliyoruz. Kurban kesilince kan akar. Farzedelim ki Kur’an’da kurban kesmekle ilgili açık ve net bir delil bulamadınız. Kur’an’ı bize getiren ve Onu herkesten en iyi anlayan Peygamber Efendimizin Kurban Bayramında kurban kesme uygulamalarını nasıl görmezlikten geleceksiniz?

Hz. Peygamber (s.a.v), hemen hemen her yıl kurban kesiyor. Bazen iki koç kesiyor. Birini kendisi ve ailesi adına, birini de ümmetinden kurban kesemeyenler adına niyetlenerek kesiyordu. Veda haccında ise yüz deve kurban ettiğini, bunlardan altmış üç tanesini bizzat kendisi altmış üç yıllık ömrüne bedel kurban kestiğini, diğerlerinin kesimini ise başkalarına havale ettiğini tarih kaydediyor.

“Kurban Kesmek Sünnettir, Kesilmese de Olur.”Diyorlar. Doğru mu?

Kurban kesmek başta Şafii olmak üzere bazı imamlara göre sünnettir, ama onların bu sünnet hükmü, İmam-ı Azam’ın “vacib” hükmüne denk bir sünnettir. Terk edilmesi mümkün olmayan sünnetlerdendir. Şeair gibi bir sünnettir. İmam Muhammed buna: “Terkine ruhsat olmayan sünnet” demiştir. Dolayısıyla zengin olup da kurban kesmeyen hem Allah’ın emrini, hem de Hz. Peygamberin emir ve uygulamalarını görmezlikten gelmiş olur ki bu da bir çeşit günahtır. Eğer kurban kesmeyen günaha girmemiş olsaydı, Hadis-i şerifde: “Hali vakti yerinde olup da kurban kesmeyenler bizim namazgâhımıza yaklaşmasın.” denilmezdi.

Kurban Kesmektense Bedelini Fakirlere Vermek Daha İyidir!” Diyorlar. Doğru mu?

Kurban kesme yerine kurbanın bedelini para olarak sadaka verme meselesi de ne Kur’an’da, ne de Peygamberimizin uygulamaları arasında gördüğümüz bir meseledir. Bu görüş, dinin şeair derecesindeki bir muamelesini lağv ve tahrif etmeye yönelik bir görüştür ki, asla kabul edilemez. Varlıklı insanların kurban kesmesi, muhtaçlara sadaka vermesine, bir hastanın tedavi masraflarını karşılamasına engel değildir.

Bu bedel meselesi ancak şu hallerde düşünülebilir. Bir insan düşünün ki zorunlu ihtiyaçlarını karşılamış, borçlarını ödemiş, bunlardan başka yanında fazla olarak sadece bir kurban alabilecek kadar parası kalmış. Bu insan kurban almaya giderken çaresiz bir hastanın ameliyat masraflarını karşılamak veya ekmek parası bulamayan işsiz ve aşsız bir ailenin ihtiyaçlarını karşılamak gibi ciddi bir durumla karşı karşıya kaldı. İşte böyle biri fedakârlık etse; Kurban parasını çaresizlikle boğuşan bu adamlara verse, ikinci bir kurban almaya da gücü kalmazsa böyle biri kurban kesme vecibesinden kurtulur. Hem de çok faziletli ve önemli bir görevi yerine getirmiş olur.

Yoksa hem kurban kesmeye, hem de çaresizlerin derdine derman olmaya gücü yeten insanlara: Kurban kesmeyin, keseceğiniz kurbanların parasını muhtaçlara verin, demek, doğru olamayacağı gibi Kur’an’ı ve Sünnet’i kale almama ve hafife alma anlamına gelir.

“Hz. Peygamberin sünnetine uymayan tembelliğinden uymuyorsa büyük zarar eder, önemsiz gördüğü için uymuyorsa büyük cinayet işlemiş olur, inkârından dolayı uymuyor ve üstelik eleştiriyorsa büyük sapık olur.”

İmam Malik de: “Sünnetler Nuh’un gemisidir, kim ona binerse kurtulur, kim de ondan geri kalırsa boğulur.” demiştir.

“Ölüler İçin Kurban Kesilmez!” Diyenler Var. Doğru mu?

Ölülere Allah rahmet etsin, denilirmiş de sevabı onlara bağışlanmak üzere kurban kesilmezmiş, iddiası da mantıklı ve tutarlı bir ifade olmadığı gibi, aynı zamanda muteber kaynaklara da aykırı bir açıklamadır. Önce mantıklı olmadığını arz edeyim: Ölüler için “Allah rahmet etsin” demek, bir duadır. Bunun anlamı şudur: Bu dua sebebiyle ölen şahsa Allah’ın rahmeti kavuşsun, o bundan menfaatlensin, rahat etsin. Bu duanın sonucunu rahmet ve rahat olarak ölüğe kavuşturan Allah’tır. Bu sevabı, dolayısıyla bu rahmeti ve rahatı ölüye kavuşturan Allah, sevabı ölülere bağışlanması umuduyla kendi rızası için kesilen ve fakir fukaraya dağıtılan kurbanın sevabını, dolayısıyla onların dualarının sonucunu bir rahmet ve rahat olarak, bir huzur ve mutluluk olarak neden kavuşturmasın? Bu Allah’ın kudretine ağır gelir mi? Kaldı ki kaynaklarımız da dirilerin yapmış oldukları hayır ve hasenattan ölülerin hayır göreceğini, hatta ehl-i sünnete göre sevaplarının da onlara kavuşacağını ifade etmektedirler.

Zaten kurban kesmek te bir çeşit duadır. İbadetlerin hepsi fiili duadır. Sözle ve fiille dua yapanlara sevap verildiği gibi bu duaları yapanlar, başkalarını da niyet ederek dua etseler, dua ettikleri kimselere de sevaplarından pay ayrılması Allah’ın lutfundan ve rahmetindendir. Hem de o duaları, hayır ve hasenatı yapanların sevabından bir şey eksilmeden.

Mesela İbn-i Ömer (r.a), Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vefatından sonra her hangi bir vasiyyet de olmaksızın defalarca umre yapıp sevabını Hz. Peygambere bağışlamıştır. Ve yine sevabını Hz. Peygambere bağışlamak üzere İbnü’l-Muvaffak yetmiş hacc yapmış, İbnü’l-Serrac onbinden çok hatim okumuştur. Cenab-ı Hak, Peygamberine rahmet ettiğini bize haber veriyor, bizim de ona rahmet ve şefaat dairesinin genişlemesi, o dairenin bizi de içine alması için dua etmemizi, Ona Allahumme salli ala Muhammed diyerek salat ve selam okumamızı istiyor. Ahirete gidenler için sevap ulaşmayacak olsaydı Allah bunları ister miydi? Sevgili Peygamberimiz, sık sık Cennetü’l-Bakî’ kabristanına gidip vefat edenler için dualar okuyordu. Onlara faydası olmayacak olsaydı, bunu yapar mıydı?1

Vehbi Karakaş

1 Daha geniş bilgi için bkz. Karakaş, Vehbi, Üçaylar Mübarek Gün ve Gecelerle Toplum Eğitimi, Cihan Yayınları, İstanbul-2008

Üç Aylar ve Görevlerimiz. Üç Ayları Nasıl Değerlendirelim?

Üç aylar… Recep, Şaban ve Ramazan… Bu aylar, çok mübarek zaman dilimleridir. Maddî ve ma’nevî kirlerden, günahlardan arınmak için Cenab-ı Hakk’ın bize tanıdığı büyük fırsatlar; bize verdiği büyük ihsanlar ve ikramlardır. Bizi bu mübarek mevsime kavuşturan Allah’a sonsuz hamd ve senalarımızı, Habib-i Edib’i olan sevgili Peygamberimize de binlerce salat ve selamlarımızı takdim ediyoruz.

Her bir iyiliğin sevabı başka vakitlerde on ise, Receb ayında yüzü, Şa’ban ayında üç yüzü geçer. Bu sevap mübarek Ramazan’da bire bin olur. Cuma gecelerinde binler, Kadir gecesinde de otuz bine çıkar. Üç aylar, özellikle Ramazan ayı, ahiret ticareti için kurulmuş kudsî bir Pazar, hakikat ve ibadet erbabı için açılmış bir fuar, üç ayda seksen senelik bir ömrü kazandıran mübarek bir zaman dilimidir. (1)

Recep, Şa’ban ve Ramazan gibi üç mübarek ayın önemini artıran özelliklerden biri de büyük mübarek gecelerin bu aylarda olmasıdır. Regaib ve Miraç geceleri Recep ayını, Berat gecesi Şa’ban ayını, Kadir Gecesi de Ramazan ayını taçlandırmış, bereketlerini ve rahmetlerini zirveye taşımıştır.

Recep ayı Müslümanlar tarafından mübarek bilinen üç ayların birincisidir. Bu aya kavuşan her Müslüman, Rasûlullah Efendimizden geldiği rivayet edilen şu duayı yapmaya başlar: “Allahım! Recep ve Şa’ban aylarını hakkımızda mübarek eyle ve bizi Ramazan ayına kavuştur.” (2)

Recep ayı, hiç şühesiz hayır ve bereket aylarının başlangıcı ve anahtarıdır. Ebubekir Verrak da: “Recep, ekim ayı, Şa’ban sulama ayı, Ramazan da biçim ve ürün toplama ayıdır.” demiştir. Verrak, bir benzetme daha yaparak şöyle söylemiştir: “Recep ayı rüzgar, Şa’ban ayı bulut, Ramazan ayı da yağmur gibidir.” Bazıları da demişlerdir ki: “Yıl, bir ağaç gibidir, Recep ayı ağacın yapraklarının, Şa’ban ayı dallarının, Ramazan ayı da meyvelerinin yetişip olgunlaştığı aydır. Mü’minler ise o meyvelerin toplayıcılarıdır. (3)

Rivayetlerde Recep Allah’ın, Şa’ban Peygamberimizin, Ramazan da ümmetin ayı olduğu ifade edilmiştir.(4) Bu tahsiste bir şeref, bir itibar ve bir itina var. Allah Teala, Recep ayında cehennemden kullarını çıkarmaya başlıyor, Peygamberimiz, Şa’ban ayında nafile oruçlarını, ümmet de ramazan ayında ibadet yoğunluğunu artırıyor. Böylece Allah’ın af ve mağfireti kendisine müracaat eden herkesi kuşatıyor, cennetlik insanlar haline getiriyor.

PEYGAMBERİMİZ (SAV) DÖNEMİNDE ÜÇ AYLAR NASIL DEĞERLENDİRİLİRDİ?

Müslümanlar, Recep, Şaban ve Ramazan denilen üç ayları ve bu ayların içindeki ve dışındaki mübarek geceleri canla başla ihya etmeye çalışmaktadırlar. Tebrik ediyoruz, takdir ediyoruz. Bu bir açıdan sevindirici olduğu gibi, bir açıdan da hüzün vericidir. Sevindiricidir; çünkü bir çok insan bu ayları ve bu geceleri fırsat bilerek tevbe etmekte, camilere koşmakta, namaz kılmakta, vaaz ve nasihat dinlemekte ve sadakalar vermektedir. Hüzün vericidir; çünkü o gece ve o aylarda yaşanan dini hayat ve heyecanın o mübarek zaman dilimlerinden sonra azaldığı veya bazı çevrelerde hiç kalmadığı gözlenmektedir.

Halbuki Hz. Peygamber’in (s.a.v) devrinde böyle bir kutlama tarzı ve anlayışı yoktu. O devirde her Müslüman beş vakit namazı eksiksiz kılıyor, güç yetirebilenler teheccüd namazına kalkıyor, bütün namazlar mümkün mertebe camide, değilse başka mekânlarda cemaetle kılınıyordu. Onların devrinde her gün ve her gece mübarekti, günümüzde önem verdiğimiz geceler gibi hareketli ve bereketli geçiyordu.

Ekonomik kriz yok, herkes alnının terini silerek kazanıyor, çalışan alnının teri kurumadan ücretini alıyor, her zengin zekâtını veriyordu. Gelir dağılımında adalet öyle gelişti ki, gün geldi, zekât verilecek fakir bulunamadı. Herkes ahirette hesap vereceğim endişesiyle adımını atıyor, şuna buna zarar vermek, çalıp çırpma, kapıp kaçırma yerine; herkes, herkesin menfaatini kendi çıkarından önce düşünüyordu.

Çünkü onlar sadece belli geceleri kutlayan Müslümanlar değildi. Her yerde, her zaman Kur’an ve Sünnetin ölçüleriyle oturup kalkan, her geceyi mübarek bilen Müslümanlardı. Ahlak ve takva onlara hâkim olmuştu. Onlar, hak ve adaletten ibaret bir medeniyeti dünyaya yayma yolunda hep zaferden zafere koşuyorlardı. Onlar dinlerini koruyorlardı, din de onları koruyor ve onlara güç ve moral veriyordu.

Şöyle bir soru akla gelebilir: “Tarihin bir döneminden sonra, madem ümmet öteden beri Regaib, Berat ve benzeri geceleri Kur’an okuma, sadaka verme, namaz kılma, yanlışlardan kaçıp iyiliklere sığınma gecesi olarak görmüş ve öyle değerlendirmişler, varsın öyle bilsinler, ne zarar ederler?

Biz de zarar ederler demiyoruz zaten. Bu gecelerde elde ettikleri kârı, bu geceler ve bu aylar geçtikten sonra tekrar ibadetsiz hayata dönerek kaybetmesinler, diğer gün ve gecelerini de ibadetlerle ihya ederek mübarekleştirsinler, diyoruz.

Ve yine diyoruz ki; Müslümanlığımızı yalnız Regaib, Miraç, Berat ve Kadir gecesi gibi mübarek gecelere, Recep, Şaban ve Ramazan gibi üç aylara tahsis etmemiz yanlıştır. Müslümanlık süreklilik arz eden bir hayat tarzıdır. İnsan kendisini bir gece ibadet ve taate verip, o gece geçtikten sonra bir yıl ibadetin ve dinin semtine yanaşmazsa, gelir gideri karşılayamaz, belki de telafisi mümkün olmayan zarar ve ziyana düşer. Böyle bir din anlayışı İslâmiyette yoktur ve makbul da değildir. Allah Resulü Efendimizin “Amellerin Allah’a en sevimlisi az olup devamlı olandır.” Sözü ne kadar güzel ve ne kadar makul bir sözdür. Allah da zaten gücümüzün yettiğini bizden istemiştir.(6) Ama devamlı istemiştir. Gücümüzün yettiğinin istenmesi gücümüzün sınırlı oluşundandır; devamlı istenmesi de amel ve ibadetlerin bizi her zaman kötülerden ve kötülüklerden koruyucu özellikler taşıyıcı olmasındandır.

Buna en güzel misallerden biri namazdır. Allah mutlaka kılmamız gereken namazı belli aylara, belli gecelere tahsis etmemiş, günde beş vakte serpiştirerek her gün istemiştir. Ta ki insan her gün manevi hayatla ve iman esaslarıyla iç içe yaşasın. Kendisini her an görüp gözeten bir Allah’ın olduğunu, yaptıklarını kaydeden meleklerin bulunduğunu ve ahirette hesap vereceğini unutmasın. Unutmasın ki kendisine, ailesine, devletine ve milletine zarar verecek günahlara dalmasın, dadanmasın, zarara, ziyana ve cehenneme düşmesin.

Yine Allah sadece mübarek bir gecede haram ve günahlardan kaçmamızı istemiyor, her gece, her gün, hatta her an haram ve günahlardan uzak durmamızı istiyor. Çünkü haram ve günahlar ya kul hakkına, ya da Allah hakkına tecavüzdür. Bu hukuku çiğnemeye sadece mübarek gecelerde değil, hiçbir zaman hakkımız yoktur. İnsanlara iyilik ve teşekkür; Allah’a sevgi, saygı ve şükür, insan olmanın, kul olmanın gereğidir ve sürekli olmalıdır.

İslâm’da mübarek olmayan, Allah’ın lütfu, rahmeti ve nimeti olmayan bir zaman dilimi yoktur. Bütün zamanlar, hatta anlar mübarektir. Mübarek gecelere ve mübarek Ramazan’a ulaşıp ta bunlara inanmayan ve isyan içinde öleni ne Ramazan ve ne de Kadir gecesi kurtaramaz. Hattâ Ramazan ayında ve Kadir Gecesinde yapılan iyilik ve ibadetlere nasıl bire bin ve otuz bin mükâfat veriliyorsa yine bu ay ve bu gecede işlenen günahlara da bire bin ve otuz bin ceza verileceği kaynaklarımızda ifade edilmektedir.(7)

Kur’an’da adı verilerek anlatılan tek gece Kadir gecesidir, adı verilmeden anlatılan gece de Miraç gecesidir. Duhan suresinde (8) “Mübarek Gece” olarak dikkatlere sunulan gecenin de yine Kadir gecesi olduğu söylenmektedir.(9) Ramazan ayını ayların sultanı, Kadir gecesini de bin aydan hayırlı yapan ve mübarekleştiren, Kur’an’ın o ayda (10) ve o ayın Kadir Gecesinde (11) inmiş olmasıdır.

Madem Kur’an’ın inişi bir ayı, ayların sultanı, bir geceyi de bin aydan hayırlı bir gece (Kadir Gecesi) haline getirmiştir. Kur’an’ın, senin ağzına girmesi ve kalbine inmesi de seni ve senin evini, geceni, gündüzünü ve aylarını mübarekleştirecektir.

Şu halde üç ayların ve mübarek gecelerin rahmetinden, bereketinden, kurtarıcılığından istifade etmenin yolu; bu mübarek zaman dilimlerini fırsat bilerek, bu mübarek geceler hürmetine kabul edileceğimize yürekten inanarak tevbe etmekten, günahlara veda edip, Allah’a dönmekten, Kur’an’ı okumaktan, anlamaktan ve yaşamaktan, hayır ve hasenat yapmaktan geçmektedir. Üç aylarda, özellikle Ramazan ayında ve mübarek gecelerde bu inancımız, bu niyetimiz, bu hamlelerimiz ve bu ibadetlerimiz yoksa, üç aylar, mübarek gün ve geceler bize yâr değil, bâr olacaktır ve bize bir şey kazandırmayacaktır.

Büyüklerden birine sormuşlar:
-Bayram ne zaman efendim?
-“Rabbimin beni bağışladığı gün”. cevabını vermiştir.

Bağışlandığımız gün, bizim Ramazanımız, kadir gecemiz ve bayramımızdır. Bağışlanmadığımız Ramazan ayı, kadir gecesi ve bayramımız da bizim azabımız ve kara günümüzdür. Onun için hadis-i şerifde: “Kim Ramazan ayına kavuşur da kendini affettiremezse, ana-babasına kavuşup ta, onlara hizmet ederek cenneti kazanamazsa, benim adım anıldığı zaman bana salat ve selam okumazsa onun burnu sürtülsün, ona yazıklar olsun” (12) buyurulmuştur.

HER ŞEYE RAĞMEN ÜÇ AYLARI NASIL DEĞERLENDİRELİM?

1-Noksanlarımıza ve yanlışlarımıza dair bir liste tutalım. Onları tamamlamaya ve düzeltmeye çalışalım.

2-Her zaman ve her yerde dindar yaşamaya karar verelim. Verelim ki dünyada mutsuz, ahirette müflis olmayalım.

3-Üzerimizde kul hakkı varsa ve maddî bir şeyse onları sahiplerine hayatta iseler teslim edelim, hayatta değil iseler, onlar adına üzerimizdeki hakları kadar hayır hasenat yapalım. Bu işlemden sonra Allah’tan af ve mağfiret isteyelim, aynı kötülük ve haksızlıkları yapmayacağımıza dair tövbe edelim.

4-Her gün Kur’an’dan bir bölüm mealiyle birlikte okumayı adet haline getirelim, şimdiye kadar Kur’an’ı öğrenememişsek, Kur’an öğrenmeye karar verelim ve hemen başlayalım.

5-Az yiyelim, az konuşalım, az uyuyalım, çok okuyalım. Ders mahallerinden uzak durmayalım. Evimizde dersler yapalım, yaptıralım. Böylece meleklerin evimizi ziyarat etmelerine vesile olalım.

6-Zikrimizi, şükrümüzü, fikir ve tefekkürümüzü artıralım.

7-Aksatmadan ve kusursuz namaz kılmaya karar verelim. Teheccüt ve Hacet namazlarına kendimizi alıştıralım. Bu hususta zorlanıyorsak V.Karakaş’ın Niçin Namaz, Nasıl Namaz ve Namaza Nasıl Başlanır adlı kitaplarından ve benzeri kitaplardan yardım alalım. İşte o zaman namaz vazgeçemeyeceğiniz bir ibadet olacak, sizi alıp alay-ı ılliyyine çıkaracak, Firdevs cennetlerine kavuşturacaktır.

8-Kasa ve kesemizin ağzını açalım, zekât, sadaka, hayır ve hasenatla fakir fukaranın yüzünü güldürelim. Bu dünyadan ahrete gitmiş sevdiklerimizin hayrına Kur’an kurslarımıza ve camilerimize sahip çıkalım. Yapalım, onaralım, ihtiyaçlarını karşılayalım.

9-Çocuklarımızla beraber ders ve ilim meclislerine katılalım, alim-ulemayı evimize çağıralım, ilim ve hizmet adamlarına hürmet ve ikramda bulunduğumuzu çocuklarımızın da görmesini sağlayalım. Tarihî camileri ve muhterem zatların türbelerini ziyaret ederek, Fatiha ve dualar okuyalım. Zekât ve sadakalarımızı mümkünse çocuklarımızın eliyle gönderelim, camilerde cemaatle namaza katılalım. (13) Verdiklerimizin arkasına düşmeyelim, başa kakmayalım. Sadaka ve zekâtlarımızı verirken mahcup ve mütevazı bir eda ile verelim.

10-Kötülükleri unutalım, iyilikleri asla unutmayalım. Kusura bakmayalım, affedici olalım ve gönül kırmayalım. Yunus der ey hoca, istersen var bin hacca, hepisinden iyice bir gönüle girmektir.

11-İman hakikatlerinin anlatıldığı derslerin ve ilim meclislerinin müdavimleri olalım. Alimlerimizin üzerimizde çok hakları vardır. Onları unutmayalım ve onlara karşı edepde, hürmette ve muhabbette kusur etmeyelim.

12-Tehlike anında dua korkudandır, her zaman dua sevdadandır. Her zaman dua Peygamberimizin sünnetidir. Dua bizim zırhımız, kal’amız ve siperimizdir. Hiçbir zaman duadan ayrı kalmayalım. Namazlarımızın arkasından tesbihatı yapalım, cevşeni elimizden düşürmeyelim. Duadan ayrı kalmak, Allah’ın yardımından ve desteğinden mahrum kalmak demektir.

13-Hatalarımızdan dolayı özür dilemesini ve af istemesini bilelim.
Recep, cehennemden kurtuluşunuza, Şaban, berat fermanınızı almanıza, Ramazan, cennet ve cemalullaha kavuşmanıza vesile olsun, üç aylarınız mübarek olsun.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:
1-bkz. Nursî, Said, Şualar, s.494
2-En- Nablusî, a.e, s.27
3-A.e, s. 29-30
4-Hadisin kaynaklarının tahlili için bkz. A.e, s. 27 (dipnot)
5-Suyûtî, Celalüddin, el- Camiu’s- Sağîr, I, s. 19
6-Bakara, 2 / 286
7-bkz. Karakaş, Vehbi, Üçaylar, s. 90-92. Cihan Yayınları, İst.2008
8-Duhan, 44 / 3
9-Karakaş, aynı eser.
10-Bakara, 2 / 185
11-Kadr, 97 / 1-5
12-Tirmizî, Daavat, 101
13-Daha geniş bilgi için bkz. Karakaş, Vehbi, ÜÇAYLAR Mübarek Gün ve Gecelerle Toplum Eğitimi, Cihan Yayınları, 2008-İstanbul

Bedrin ve Çanakkale’nin Aslanları

Bu milletin nefs-i emmaresi olan talihsiz şairlerden biri şöyle demiş:

Din şehid ister, asuman kurban;

Her zaman, her taraf kan kan kan. (Tevfik Fikret)

Zavallı şair, bu iki mısrasıyla adetâ: “Din şehid olmamızı, Allah kurban kesmemizi istiyor. Her yerde, her zaman kan görüyoruz. Bıktık artık bu manzaralardan.” diyerek İslamiyet’e kinini kusmuş; İslamiyet’i gönderen Allah’a düşmanlığını ve inkârını ilan etmiştir.

Bu da şair, Mehmed Âkif Ersoy da şair. İkisi de bu ülkenin havasını teneffüs etmiş, suyunu içmiş, ama Âkif’ten nur, diğerinden kir akıyor. Birinden küfür ve cehennem çıkmış, birinden de iman ve cennet. Aynı suyu yılan içer zehir üretir, arı içer bal yapar.

Sormak lazım bu zavallılara Allah sizi yaratmakla, nimetlerle donatmakla, size akıl vermekle kötülük mü etti ki siz Onu ve Onun dinini Onun verdiği akılla inkâr ediyorsunuz?

Allah, cennetten ibaret bir dini göndermekle, din, namus ve vatan uğrunda ölenlerinize rütbelerin en büyüğü olan şehadet rütbesini vermekle, İsmaillerin kanı akmasın diye, kurban kesmeyi emretmekle, imkânı olanları, imkânı olmayanların yardımına koşturmakla size kötülük mü etti ki, siz Ona karşı bu küstahlığı yapıyor ve Onun dinine böyle düşman kesiliyorsunuz?

Sayısız iyiliklerde bulunan bir Allah’a sayısız şükür edilmesi gerekirken neden bize şehidlik ve cennet veriyorsun, diyerek hâşâ Allah’a başkaldırmak, hiçbir akıllı ve vicdanlı adamın işi olmasa gerek.

Allah’ın nimetlerini yeyip de Allah’ı inkâr eden böyle talihsizlere talihli şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un bir cevabı var; der ki:

Serseri: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok,

Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok,

Şimdi Allah’a söver… Sonra biraz bol para ver,

Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!

İslamiyet’in inkârcıları da dahil, herkes bilsin ki, İslamiyet yeryüzünde kan akıtmak için değil, akan kanı durdurmak, kabile savaşlarını, kan davalarını ve her türlü şiddeti bitirmek için gönderilmiş bir dindir.

Peygamberimiz, 13 yıl Mekke’de İslam’ı anlattı. Bunca yıl içerisinde gördüğü en ağır işkencelere rağmen acaba bir kimsenin bir damla kanını akıttı mı? Hayır. Buna izin verdi mi hayır?

Nihayet Mekke’den Peygamberimizi göç etmeye zorladılar. Peygamberimiz, Mekke’den 450 km uzaklıkta bulunan Medine’ye yerleşti. Orda da rahat bırakmadılar. Geldiler, Peygamberimizi ve sevenlerini Medine’nin biraz ötesindeki Bedirde, biraz yakınındaki Uhud’da ve çevresinde kazılan Hendek’te yok etmek istediler.

Peygamberimiz ve inananları, bu şer şebekelerin saldırılarına cevap vermeyecekler miydi? Verdiler. Kan aktı. Bu akan kanın sorumlusu kim? İslam’ın müminleri mi? Yoksa İslam’ın düşmanları mı?

ÇANAKKALE’DE DE BUNDAN BAŞKASI OLMADI.

1914 yıllarındaki Çanakkale, ülkemizin mütevazı şehirlerinden bir şehir idi.

Dünyanın en büyük devletleri Fransa, İngiltere, Rusya, Avusturalya, Kanada ve daha bilmem kimler kalkmışlar, tâ uzak diyarlardan en güçlü orduları ve donanmalarıyla, tankları, topları ve tayyareleriyle toplanmışlar, gelmişler. Çanakkale boğazından geçecekler, Marmara’yı aşacaklar, Anadolu’yu istila ve işgal edeceklerdi.

Bunların Medine’yi basan, Peygamber’i ve inananlarını yok etmek isteyen müşriklerden farkı ne idi?

Bedir savaşında müşriklere geçit vermeyen kahraman Ashab, nasıl tarif edilmez büyük bir hizmet icra etmişlerse, Çanakkale’de düşmana geçit vermeyen kahraman Mehmetçik de, ona benzer bir hizmet icra etmiştir. Onun için Âkif, Mehmetçiği Bedr’in aslanlarına benzetmiş ve şöyle demiştir:

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhidi,

Bedrin Aslanları ancak bu kadar şanlı idi” der.

Bedrin aslanlarını örnek alan ve düşmana geçit vermeyen aslan Mehmetçiğe, Bedr’in ve Çanakkale’nin aslanlarına minnet ve şükran borçluyuz. Şehadetiniz, zaferiniz ve gazanız size ve milletimize mübarek olsun.

ÇANAKKALE’DE MEHMETÇİĞİN KARŞISINDAKİ GÜÇLER

Çanakkale’de Mehmetçiğin karşısındaki güçleri Âkif’den dinleyelim:

Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.

Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,

Avusturalya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…

Hani, tâûna da züldür bu rezil istilâ!”

Saygıdeğer dostlar,

Biz, bu rezil istila ve işgale cevap verdik, karşı koyduk. Kan döküldü. Bu kanın sebebi kimlerdi? Irz, namus, hak-hukuk, din, medeniyet, mukaddesat düşmanları mı? Yoksa vatanını, milletini, namusunu, bayrağını, din ve mukaddesatını kahramanca ve aslanca savunan Müslüman Mehmetçik mi?

EĞER BİZ 300 BİN ŞEHİD VERMESEYDİK

Eğer biz, Çanakkale’de 250-300 bin şehid vermeseydik bu gün İstanbul, hatta Anadolu bile elimiz de olmayacaktı. Minareler yıkılacak, ezanlar susturulacak, camiler kiliseye döndürülecek ve her caminin boynuna çan asılacaktı. İffet, ahlak, namus ve mukaddesat diye bir şey kalmayacaktı.

YAŞLI BİR NİNE

Yaşlı bir ninemiz, yağan yağmurdan top mermisi etkilenmesin diye, yanındaki kız torununun üstündeki şalı alır, top mermisine sarar ve onu koruma altına alır. Bunu gören asker der:

-Anacığım, çocuğu üşüteceksin, hasta edeceksin, şalı çocuğun üzerine ört. Ninenin cevap enteresan:

-Kuzum, bu çocuk hastalansa bir şey olmaz, ölse de bir şey olmaz. Ama düşman için kullanılacak olan bu top mermisi patlamazsa, düşman Çanakkale’yi geçer, bu kızın anasının, bacısının ırzını kirletir, namusunu çiğner, bayraklar iner, ezanlar susar, koca bir vatan ölür.

İşte Çanakkale zaferini kazandıran ruh budur.

ÇAĞRILMADAN ÇANAKKALEYE KOŞTULAR

Bu sebepten dolayıdır ki o gün çağrılmadıkları halde okullardan öğretmenlerimiz, öğrencilerimiz, doktorlarımız, müftülerimiz, camilerden imamlarımız, cemaatlerimiz, kınalı kuzularımız Çanakkale’ye koşmuştur. Günlerce boğazda nöbet tutmuşlar, vuruşmuşlar, şehit düşmüşler, gazi olmuşlar, “Çanakkale geçilmez” demişlerdir.

Mehmetçiğin bu fedakârlığı İslam ve istiklal şairi MehmedÂkif Ersoy’a:

Asım’ın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek,

İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek.”

dedirtmiş ve Çanakkale şiirini yazdırtmıştır.

ÂSIMIN NESLİ İŞ BAŞINDA

Cenab-ı Hakk’a sonsuz ve sınırsız şükürler olsun, Âsım’ın nesli şimdi iş başında. Bütün dünyanın namusunu kurtarmaya hazırlanıyor. Çağın Büyük Düşünürü boşuna söylememiş: Ümitvar olunuz; şu gelecekteki değişiklikler içinde en yüksek gür ses İslam’ın sesi olacaktır.”

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Ezan Neden Orijinalinden Başka Bir Dilde Okunamaz?

Ha­ne­fî ve Han­be­lî fu­ka­ha­sı eza­nın baş­ka bir dil­de okun­ma­sı­nın ca­iz ol­ma­dı­ğı ka­na­atin­de­dir­ler. Şa­fiî fa­kih­le­ri ise, Arap­ça bil­me­yen ya­ban­cı­la­rın, eza­nı ori­ji­nal şek­liy­le oku­ya­bi­len bi­ri­ni bu­la­ma­dık­la­rı tak­dir­de ken­di dil­le­rin­de oku­ma­la­rı­na ce­vaz ver­miş­ler­dir. Fa­kat bu da, ebe­dî de­ğil, ge­çi­ci ya­ni ori­ji­na­li­ni öğ­re­nin­ce­ye ka­dar ve­ril­miş bir ce­vaz­dır. Ka­hir ek­se­ri­yet, eza­nın Arap­ça’dan baş­ka bir dil­de oku­na­ma­ya­ca­ğı ka­na­atin­de­dir. Onun için­dir ki ezan, on dört asır içe­ri­sin­de dil­le­ri bir­bi­rin­den fark­lı bü­tün İs­lâm ül­ke­le­rin­de, Arap­ça’dan baş­ka bir dil­le okun­ma­mış­tır.

Bi­ze gö­re de ezan Arap­ça’dan baş­ka bir dil­le oku­na­maz, oku­nan şey de ezan ol­maz. Bu­nun ne­den­le­ri­ni mad­de mad­de şöy­le sı­ra­la­ya­bi­li­riz:

1- Eza­nın söz­le­ri Arap­ça’dır. Ama Arap’ın söz­le­ri de­ğil­dir. Onun naz­mı ve laf­zı ya­ni di­zi­li­şi ve söz­le­ri as­hap­tan Ab­dul­lah b. Zeyd’e, Hz. Ömer’e ve da­ha pek çok sa­ha­be­ye (r. an­hüm) Al­lah ta­ra­fın­dan il­ham edil­miş; Hz. Pey­gam­be­rin onay ve tas­dik­le­riy­le ke­sin­leş­miş, 1400 kü­sur se­ne­dir dil­le­ri fark­lı bü­tün İs­lâm ül­ke­le­rin­de de­ğiş­me­den, tar­tı­şıl­ma­dan “EZAN-I MU­HAM­ME­DΔ ola­rak oku­na­gel­miş­tir.

2- “Ezan-ı Mu­ham­me­dî” ola­rak ad­lan­dı­rıl­ma­sın­da da ayrıca bir gü­zellik var­dır. Arap kal­kıp “Ezan-ı Ara­bî” ya­ni Arap Eza­nı de­me­sin, Pa­kis­tan­lı kal­kıp “Ezan-ı Pa­kis­ta­nî” ya­ni Pa­kis­tan Eza­nı de­me­sin, Müs­lü­man Türk kal­kıp “Ezan-ı Tür­kî” ya­ni Türk Eza­nı de­me­sin ve herkes kendisine göre bir ezan çıkarmasın di­ye bü­tün Müs­lü­man­la­rın peygamberi olan Hz. Muhammed (s.a.v)Efendimize isnaden “EZAN-I MU­HAM­ME­DΔ de­nil­miş­tir.

3- Düş­man is­ti­la­sın­da ka­lan Müs­lü­man top­rak­la­rın­da ilk ya­pı­lan şey eza­nı men et­mek olur. Çün­kü ezan bir pa­ro­la­dır, Müs­lü­man­la­rın hür­ri­yet ve bir­lik alâ­me­ti­dir. İş­te bu se­bep­ten­dir ki, “Ezan oku­ma, İs­lâm dün­ya­sın­da fe­tih ve za­fer­le­rin vaz­ge­çil­mez bir un­su­ru ol­muş­tur. Ni­te­kim Mek­ke’nin fet­hin­den be­ri ele ge­çi­ri­len her bel­de­de ya­pı­lan ilk uy­gu­la­ma­lar­dan bi­ri, fe­tih müj­de­si­ni her ta­ra­fa du­yur­mak için yük­sek bir yer­de ezan oku­mak ol­muş­tur. Bâ­kî’nin meş­hur Kâ­nû­nî Sul­tan Sü­ley­man mer­si­ye­sin­de­ki:

Al­dın he­zar büt­ge­de­yi mes­cid ey­le­din

Na­kûs yer­le­rin­de okut­tun ezan­la­rı.

bey­ti bu uy­gu­la­ma­nın di­van şi­iri­ne ak­set­miş bir ifa­de­si­dir. Anlamı şududr:

Aldın binlerce puthaneyi mescid yaptın

Çan çalınan yerde okuttun ezanları.

4- Eza­nın gö­re­vi­ni yap­sın di­ye ön­ce­den çok tek­lif­ler gel­di. Çan ça­lın­sın, bo­ru öt­tü­rül­sün, ateş ya­kıl­sın de­nil­di; ama bun­la­rın hiç­bi­ri hüsn-ü ka­bul gör­me­di. Çün­kü bun­la­rın hep­si be­şe­rî idi. İn­san­la­rın dü­şün­ce­si­nin ürü­nüy­dü. Ay­nı za­man­da bir yan­lı­şı çağ­rış­tı­rı­yor­du.

5- Hal­bu­ki ezan, be­şe­rin ürü­nü de­ğil­di. Bu­ra­dan da an­la­şı­lı­yor ki ezan ilâ­hî bir ter­cih­tir, ilâ­hî bir da­vet­tir, ilâ­hî bir teb­liğ­dir, ilâ­hî bir me­saj­dır. Me­sa­jı­nı in­san­lı­ğa du­yur­mak is­te­yen Al­lah, her­hal­de bu­nu, dil­ler­den bi­ri­ni se­çe­rek ya­pa­cak­tı. Ni­te­kim öy­le yap­mış, dil­ler­den Arap­ça’yı seç­miş, eza­nı da Arap­ça il­ham ey­le­miş­tir. O, Fa­il-i Muh­tar’dır, di­le­di­ği­ni yap­mak­ta ser­best­tir. Kim­se­nin O’na ‘Ne­den Arap­ça’yı seç­tin?’ de­me­ye hak­kı yok­tur.

6- İs­lâm şe­ai­rin­de­ki ilâ­hî ve ne­be­vî ke­li­me­ler can­lı ve se­vap­lı bir ka­buk ve bir de­ri gi­bi­dir. Bir hay­va­nın de­ri­si ve­ya bir mey­ve­nin ka­bu­ğu so­yul­sa, az bir za­man son­ra o za­rif et ve o gü­zel mey­ve si­yah­la­nır, ko­kar.

İş­te ge­rek iba­det­te ve ge­rek­se ezan­da ol­sun şe­air-i İs­lâ­mi­ye­de­ki Arap­ça ifa­de­ler can­lı ve se­vap­lı bir de­ri ve bir ka­buk gi­bi­dir. On­lar so­yu­lur­sa, ge­çi­ci ola­rak ma­na­la­rı bir de­re­ce gö­rü­nür; fa­kat o mü­ba­rek ma­na­la­rın ruh­la­rı uçar, ge­ri­ye du­ma­nı ka­lır.

Üm­mî bir adam ya­ni Kur’an’ın ma­na­sı­nı bil­me­yen bi­ri, Kur’an’dan ya­rım say­fa oku­sa Kur’an oku­muş sa­yı­lır. Kur’an’ın ma­na­sı­nı bi­len bir alim Kur’an’ın me­alin­den on say­fa da­hi oku­sa Kur’an oku­muş sa­yıl­maz. Çün­kü Kur’an de­nil­di mi onun laf­zı ve naz­mı ak­la ge­lir. La­fız ve na­zım or­ta­dan kal­kar­sa Kur’an di­ye bir şey kal­maz. Ge­ri­ye ka­lan me­al ve ter­cü­me­dir. Kur’an’ın me­al ve ter­cü­me­si Kur’an de­ğil­dir ki onun­la iba­det ya­pı­la­bil­sin.

Ay­nen bu­nun gi­bi eza­nın Arap­ça söz­le­ri de ilâ­hî­dir. Türk­çe­leş­ti­ril­se ve Arap­ça eza­nın ye­ri­ne Türk­çe’si okun­sa, o, ezan sa­yıl­maz. Oku­yan, sa­de­ce eza­nın Türk­çe’si­ni oku­muş olur. Türk­çe ezan da, ori­ji­nal eza­nın ka­zan­dır­dı­ğı­nı ka­zan­dır­maz. Pa­ro­la ve şe­air ol­maz.

7- İs­lâ­mi­yet’in me­se­le­le­rin­den bir kıs­mı “Ta­ab­bü­dî”dir. Ya­ni Al­lah ve Pey­gam­ber ne koy­muş­lar, na­sıl is­te­miş­ler­se öy­le ya­pı­lır. Yüz bin hik­met ve mas­la­hat on­la­rı de­ğiş­ti­re­mez. Me­se­la bi­ri, “Eza­nın hik­me­ti Müs­lü­man­la­rı na­ma­za çağır­mak­tır. Şu hal­de bir tü­fek at­mak kâ­fi­dir.” der­se yan­lış söy­le­miş olur. Çün­kü eza­nın sa­de­ce bir hik­me­ti yok­tur. O pek çok hik­met­ler­den sa­de­ce bir hik­met ola­bi­lir.

Eza­nın en önem­li hik­met­le­rin­den bi­ri, in­san­lık adı­na, o şe­hir aha­li­si adı­na, kâ­ina­tın ya­ra­tı­lı­şı­nın en bü­yük ne­ti­ce­si ve in­sa­noğ­lu­nun ya­ra­tı­lı­şı­nın en bü­yük ga­ye­si olan tev­hi­di ilân et­mek, yani Al­lah’ın birliğini kabullenip Rab olu­şu­nu haykırmaktır.

8- İki çe­şit hak var­dır. Bi­ri şah­sî, özel hak, di­ğe­ri umû­mî, ge­nel hak­tır. Ge­nel hak­la­ra “Hu­ku­kul­lah” Al­lah’ın hak­la­rı da de­ni­lir. Bun­la­rın bir adı da “Şe­air-i İs­lâ­mi­ye” ya­ni “İs­lâ­mî sem­bol­ler”dir. Bu hak­la­ra bü­tün Müs­lü­man­lar or­tak­tır. İş­te o şe­air­den bi­ri Ezan-ı Mu­ham­me­dî’dir. Bü­tün Müs­lü­man­la­rın rı­za­sı ol­ma­dan on­la­ra iliş­mek, her­ke­sin hu­ku­ku­na ve Al­lah’ın hak­la­rı­na te­ca­vüz sa­yı­lır.

İş­te bu se­bep­ler­den do­la­yı­dır ki, hiç­bir Müs­lü­man ve hiç­bir İs­lâm ül­ke­si eza­nı ori­ji­na­lin­den baş­ka bir dil­le oku­mak ve din­le­mek is­te­me­miş, oku­yan­lar­dan ve oku­tan­lar­dan da as­la ra­zı ol­ma­mış­tır.

9- Eza­nın ke­li­me­le­ri ve­ciz­dir, mu’ciz­dir, ilâ­hî­dir. Me­se­la son cüm­le­si­ni ele ala­lım. La ila­he il­lal­lah’ın her bir ke­li­me­sin­de bir La ila­he il­lal­lah var­dır. Ya­ni ma­na­sı var­dır. La ila­he il­lal­lah, Al­lah’tan baş­ka tan­rı yok de­mek­tir. “La ila­he”yi kal­dı­rın “il­lal­lah” de­yin, yi­ne yal­nız Al­lah var de­mek­tir. “İl­la”yı kal­dı­rın “Al­lah” de­yin, yi­ne kâ­ina­tın mut­lak hâ­ki­mi ak­la ge­lir. “Al­lah” laf­za-i ce­la­li­nin ba­şın­dan eli­fi kal­dı­rın, “Lil­lah” yi­ne her şey Al­lah için­dir an­la­mı­na ge­lir. “Lil­lah”ta­ki bi­rin­ci la­mı kal­dı­rın “le­hu” ka­lır. Yi­ne her şey Al­lah’ın­dır an­la­mı­na ge­lir. “Le­hu”da­ki la­mı kal­dı­rın, ge­ri­ye “Hû” ka­lır. Her şey “O” de­yip in­le­mek­te, O’nu gös­ter­mek­te, Al­lah’ın var­lı­ğı­nı ve bir­li­ği­ni ilân et­mek­te­dir, an­la­mı­na ge­lir.

10- Şim­di bir de ge­lin Al­lah laf­za-i ce­la­li­nin ye­ri­ne ko­nu­lan “TAN­RI” ke­li­me­si­ni dü­şü­ne­lim. Ba­şın­dan T’yi kal­dı­rın ge­ri­ye ne ka­lı­yor? AN­RI. Ne an­la­ma ge­li­yor? Hiç. A har­fi­ni kal­dı­rın ve ba­kın, ge­ri­ye hiç­bir şey kal­ma­dı­ğı­nı gö­re­cek­si­niz. Öy­ley­se ge­lin bu taş­la­rı ye­rin­den oy­nat­ma­ya­lım. Çün­kü bu taş­la­rı Al­lah diz­miş­tir.

Bu taşları yerinden oynatanın başına ağır taşlar düşer, bir daha iki yakası bir araya gelmez; ne dünyada ne de ahirette.

11- Ben “Tan­rı ulu­dur” de­mek­ten hiç zevk al­mı­yo­rum. San­ki Al­lah’ın bü­yük­lü­ğü Tür­ki­ye hu­dut­la­rıy­la sı­nır­lan­dı­rıl­mış gi­bi ge­li­yor ba­na. Hal­bu­ki be­nim inan­dı­ğım Al­lah’ın bü­yük­lü­ğü sı­nır­sız. Bu­nu da an­cak “Al­la­hu­ek­ber” sö­zü ifa­de etmek­te­dir.

Yu­suf İs­lâm da iş­te bu­nun için eza­nı ori­ji­nal di­liy­le oku­mak­ta­dır. Biz di­ne uyar­sak din, din olur. Di­ni ken­di­mi­ze uy­du­rur­sak din, din ol­mak­tan çı­kar. O da bi­zim gi­bi pe­ri­şan olur.

12- Müs­lü­man, ırk­çı­lık da­va­sı gü­de­me­ye­ce­ği gi­bi, dil ırk­çı­lı­ğı­na da te­nez­zül et­me­me­li­dir. Hik­met ve ilim han­gi dil­le bi­zim eli­mi­ze tu­tuş­tu­ru­lur­sa onu alı­rız. İl­min ve hik­me­tin Müs­lü­ma­nı, gay­ri­müs­li­mi ol­maz. İlim ve hikmet nerde olursa olsun hep Müslüman’dır. Yü­ce Al­lah me­sa­jı­nı Hz. Mu­ham­med’in (s.a.v) Efendimizin eliy­le, elekt­ri­ği de Edi­son’un eliy­le in­san­lı­ğa ulaş­tır­mış­tır. Peygamberin eliyle gelen de, Edison’un eliyle gelen de nimettir, hikmettir, hikmet mü’minin malıdır, bulduğu yerde almalıdır.

13- Ben­de­ni­zin Tan­rı ke­li­me­si­ne ta­kıl­ma­mın se­be­bi, bu ke­li­me­nin Al­lah laf­za-i ce­la­li­nin ye­ri­ne ko­nul­ma­sından ve onun bir ter­cü­me­si ola­rak gös­te­ril­miş olmasındandır. Yok­sa Tan­rı di­yen der, ona biz ka­rış­ma­yız. Ama “Al­lah” laf­za-i ce­la­li­nin ye­ri­ne ko­nul­ma­sı­na da ra­zı ola­ma­yız.

TERCÜME EDİLEMEYEN LAFIZ

14- Şu­nu da unut­ma­ya­lım: Bun­ca ça­ba­la­ma­la­ra rağ­men Tan­rı ke­li­me­si bir tür­lü mil­le­tin ağ­zı­na otur­ma­mış, Al­lah laf­za-i ce­la­li de bu mil­le­tin ağ­zın­dan düş­me­miş­tir. Me­se­la he­men he­men her­kes her kız­dık­ça ve sı­kış­tık­ça, ‘Al­lah Al­lah, Al­lah Al­lah’ der du­rur; ‘Tan­rım Tan­rım, Tan­rım Tan­rım’ de­mez.

Dep­re­me tu­tu­lan eğlence âlemindekiler bile ‘Al­lah Al­lah’ di­ye­rek ka­çı­yor. Tanrı tanrı diyerek değil.

Kah­ra­man Meh­met­çik de düş­ma­na kar­şı şah­lan­dı­ğın­da ‘Al­lah Al­lah’ di­ye­rek hü­cu­ma geç­mi­yor mu?

Al­lah inan­cı ve sev­da­sı -gü­nah­kâr da ol­sak- bu mil­le­tin ru­hu­na iş­le­miş­tir.

Bı­ra­kın “Tan­rı” ke­li­me­si­ni Yü­ce Al­lah’ın isim­le­rin­den bi­ri­ni laf­za-i ce­la­lin ye­ri­ne koy­sa­nız, yi­ne laf­za-i ce­la­lin ye­ri­ni dol­du­ra­maz. Me­se­la sen, Al­lah’ı “Rah­man” is­miy­le ça­ğır­san, onu rah­met­le yâd etmiş olur­sun, Ka­hhar ismiyle anmış olmazsın. “Alim” is­miy­le ça­ğır­san ilim sı­fa­tıy­la vas­fet­miş olur­sun, kud­ret­le vas­fet­miş ol­maz­sın. Ama sen Al­lah’ı “Ya Al­lah” di­ye­rek Al­lah is­miy­le ça­ğı­rır­san bü­tün sı­fat­la­rıy­la onu vas­fet­miş, zikretmiş ve yâd etmiş olur­sun. Çün­kü Al­lah an­cak bü­tün sı­fat­la­rıy­la Al­lah ola­bi­lir. Al­lah laf­za-i ce­la­li için var olan bu özel­lik, di­ğer isim­ler için ge­çer­li de­ğil­dir.

Ke­li­me-i Şe­ha­det öy­le bir ke­li­me­dir ki, o ke­li­me ile kâ­fir kü­für­den İs­lâm’a ge­çer. Kâ­fir “Şe­ha­det ede­rim ki Rah­man’dan ya­hut Ra­hîm’den ya­hut Me­lik’ten ya­hut Kud­düs’ten baş­ka ilah yok­tur.” de­se kü­für­den çı­ka­maz, İs­lâm’a da gi­re­mez. Fa­kat ne za­man ki “Ben şe­ha­det ede­rim ki Al­lah’tan baş­ka ilah yok­tur.” de­se iş­te o za­man kü­für­den kur­tu­lur, İs­lâm’a gi­rer.

Halbuki Rahman, Rahîm, Melik, Kuddüs isimleri de Allah’ın isimleridir. Ama kuşatıcı isimleri değildir. Her bir isim kendi manasını ifade eder ama, “Allah” lafza-i celali bütün isimlerin manasını içerir. Kuddüs’de “Allah” lafzasının manası yoktur. Ama “Allah” lafzasında Kuddûs ismi, Rahman ismi, Kahhar ismi ve bütün isimler vardır. Onun içindir ki Allah lafza-i celalinden başka bütün isimler kullara da verilebilmektedir. Ama hiç kimseye Allah ismi verilmemiştir ve verilemez.

15- Bu­gün oku­nan ezan­lar o ka­dar lâ­hû­tî ve de­rû­nî­dir ki, he­le bir de gü­zel oku­yan­la­rın se­sin­den din­len­di­ğin­de o ka­dar tat­lı ol­mak­ta­dır ki, o ezan­lar, in­san­la­rı ken­di­le­rin­den al­mak­ta, cen­net­le­re gö­tür­mek­te ve şa­ir­le­re il­ham kay­na­ğı olmaktadır. İş­te İs­tik­lal Mar­şı şa­iri bir dört­lü­ğün­de eza­na şöy­le vur­gu ya­par:

Ru­hu­mun sen­den İlâ­hî şu­dur an­cak eme­li

Değ­me­sin ma­be­di­min göğ­sü­ne nâ­mah­rem eli

Bu ezan­lar ki şe­ha­det­le­ri di­nin te­me­li

Ebe­di yur­du­mun üs­tün­de be­nim in­le­me­li

Ve iş­te Yah­ya Ke­mal. O da Akif’in te­men­ni­le­ri­ne şu mıs­ra­la­rıy­la ka­tı­lır:

Şu ko­pan fır­tı­na Türk or­du­su­dur Ya Rab­bi

Se­nin uğ­run­da ölen or­du bu­dur Ya Rab­bi

Ga­lib et, ezan­lar­la yük­sel­sin mü­eb­bed na­mın

Ga­lib et, çün­kü bu son or­du­su­dur İs­lâm’ın…

16- Bi­ri­si kal­kıp “İyi de ben bu me­sa­jı an­la­mı­yo­rum.” de­se, bu ge­çer­li ve ma­sum bir çı­kış ol­maz.

-Ne­den?

-Çünkü dün­ye­vî is­tik­ba­li­ni ga­ran­ti et­mek için çok şey öğ­re­nen, hat­ta ba­zen de gün­de 50 ya­ban­cı ke­li­me ez­ber­le­yen in­san­la­rın 15 ke­li­me­lik eza­nı öğ­ren­me­me­le­ri, 15 gün­de öğ­re­ni­le­cek Kur’an’ın 15 gün­de ez­ber­le­ne­bi­le­cek kı­sa su­re­le­ri­ni bir ha­yat bo­yu ez­ber­le­me­me­le­ri ve iba­det ha­ya­tı­na uy­gu­la­ma­ma­la­rı, eğer ze­kâ­nın az­lı­ğın­dan ve­ya to­ta­li­ter bas­kı­lar­dan kay­nak­lan­mı­yor­sa, işin için­de bir ka­sıt ve bir art ni­yet var de­mek­tir. Hiç­bir Müs­lü­ma­nın eza­na kar­şı, Kur’an su­re­le­ri­ni ori­ji­na­liy­le ez­ber­le­me­ye kar­şı, art ni­yet­li ola­ca­ğı­nı dü­şü­ne­mi­yo­rum ve bu­nun da o ka­dar zor bir iş ol­ma­dı­ğı­na ina­nı­yo­rum.

17- Mil­let Mec­li­sin­de bir ye­min tö­re­ni ya­pı­lır. Ora­ya mah­sus ye­mi­nin bir met­ni var­dır. O met­ni bi­ri de­ğiş­tir­me­ye kalk­sa ye­mi­ni ge­çer­li ol­ma­mak­ta, hat­ta ağır it­ha­ma ma­ruz kal­mak­ta­dır. Gö­rü­lü­yor ki be­şer be­şe­rin koy­du­ğu­nu de­ğiş­ti­re­mi­yor. De­ğiş­tir­se kı­ya­met­ler ko­pu­yor. Pe­ki şu in­sa­noğ­lu Al­lah’ın koy­du­ğu­nu ve Hz. Pey­gam­be­rin uy­gu­la­dı­ğı­nı, üm­me­tin baş ta­cı edip ka­bul et­ti­ği­ni de­ğiş­tir­me­ye na­sıl ce­sa­ret ede­bi­li­yor? 1400 se­ne­lik bu gü­zel­li­ği de­ğiş­tir­me­ye na­sıl yel­te­ne­bi­li­yor?

18- Eza­nın as­lı­na ve ori­ji­na­li­ne kar­şı çı­kan­lar gay­ri­müs­lim ol­say­dı­lar, hiç ya­dır­ga­maz­dım. Ama Müs­lü­man ol­du­ğu­nu söy­le­yen­le­rin eza­nın as­lı­na kar­şı çık­ma­la­rı­nı hav­sa­lam al­mı­yor.

Cat Ste­ven Müs­lü­man ol­du. Hz. Pey­gam­be­rin hem di­ni­ne, hem de di­li­ne tes­lim ol­du. ‘Ne­den ezan İn­gi­liz­ce de­ğil de Arap­ça, ne­den Kur’an Arap­ça, ne­den pey­gam­ber Arap­lar­dan?’ di­ye­rek hâ­şâ Al­lah’ı yar­gı­la­ma­ya kalk­ma­dı. Al­lah’ı sor­gu­la­mak ve yar­gı­la­mak gi­bi bir yan­lı­şa, bir edepsizliğe ve say­gı­sız­lı­ğa düş­me­di.

19- Ye­ri gel­miş­ken şu­nu açık açık söy­le­ye­yim: Dil ırk­çı­la­rı­nın Türk­çe’den kov­ma­ya ça­lış­tık­la­rı şey Arap­ça’nın öte­sin­de Kur’anî kül­tür ve Kur’anî muh­te­va ise çok ya­zık eder­ler. Bi­zim böy­le­le­ri­ne di­ye­ce­ği­miz tek şey, “Al­lah hi­da­yet na­sip ey­le­sin” ola­cak­tır.

20- Son ola­rak de­mek is­te­rim ki, eza­nı Türk­çe (veya Kürtçe)okut­ma­ya kal­kış­mak he­ze­yan­dır. Ce­ma­at­le ic­ra olu­nan na­maz­da su­re­le­ri Türk­çe oku­mak abes­le iş­ti­gal­dir. Ama ih­mal edil­me­me­si ge­re­ken bir ha­ki­kat var: Kur’an’ın ma­na­sın­dan (ve hayat tarzından)uzak kal­mak ise in­ti­har­dır.[1]

Vahbi Karakaş / Risale Haber

[1] Ezan hakkında daha geniş bilgi ve kaynakları için bkz. Karakaş, Vehbi, Nasıl Namaz, (Timaş Yayınları)

Seher Vaktinde Sessiz Haykırışlar!

Allah’ım! Zaman içerisinde ben nefsime uyup inhiraf etsem de, yani razı olduğun çizginin dışına çıksam da, nefsimi ibadetsizlik gibi bir talihsizliğe mahkum etsem de, bütün zaman ve mekanı kuşatacak şekilde şimdiden bağırıyorum:

“Ey Allahım! Bütün kainat şahid olsun ki Sen,sonsuz hamde, sonsuz övgüye, sonsuz şükre, sonsuz sevgiye ve sonsuz saygıya layıksın. Hem de bütün kainatın hamdine, hürmet ve muhabbetine layıksın.

N’olur güzel Allahım, inhirafımdan dolayı gazap edip te beni gözden çıkardıklarının içine atma.Şu andaki duygu ve düşüncelerime göre, şu seher vaktindeki yakarışlarıma göre bana muamele eyle ey merhametlilerin en merhametlisi!

Gelecekte ne olacağımı bilmiyorum.Bununla beraber bütün aleme ilan ediyorum, geçmişim ve geleceğim adına, manevi hayatım adına, bütün insanlık adına, bütün bir kainatla “Elhamdülillahi Rabbil alemin ve ettehıyyatü lillahi vassalavatü vettayyibatü, diyorum.

Sen bütün övgülere layıksın. Çünkü Sen alemlerin Rabbisin. Herkesin ve herşeyin elindeki servetin, şöhretin, marifet ve hünerlerin, meziyet ve başarıların asıl sahibiSensin. Dolayısıyla onların şükür ve teşekkürlerine layık olan da Sensin. Geçmişim ve geleceğim adına bu şehadetimi kabul eyle, bu yakinimi, bu imanımı koru Allahım!

Şimdiden itiraf ediyorum: Ben Senin yolundan sapsam da, Sen yine sonsuz hamde, şükre layıksın layıksınlayıksın! Benim sapmam Senin ibadete liyakatsizliğinden değil, benim Senin huzuruna kabul edilme liyakatimi kaybedişimdendir.Sen hep haklısın haklısınhaklısın.Sen yanlış iş yapmazsın. Beni, huzuruna kabul edilme liyakatini kaybetmiş zavallılardan eyleme!

Senden bir istirhamım var: N’olur Rabbim, beni, Kendinden, ibadetten, namazdan, hayır-hasenattan, dinine hizmetten uzaklaştırmakla cezalandırma.

Beni nefsime ve Senden başkasına bırakma, kötülüklerimi, iyiliklerle değiştir. Üzerimde hakkı olan herkesi ve her şeyi bağışla, ta ki kimsenin benden alacağı bir şey kalmasın.Üzerimde hakkı olanları öyle zenginleştir ki dünyada ve ahirette Senden başkasına muhtaç olmasınlar. Elimden ve dilimden hiç kimse zarar görmesin.

Allahım! Dünya, Senin masum ve mazlum kullarına eziyet eden zalimlerin despotların, diktatörlerin seslerinden, sözlerinden, hakaretlerinden, şiddetinden, yalanlarından, iftiralarından, fısk u fücur haberlerinden usandı. Bu zalimleri Sen, etkisiz ve yetkisiz hale getir. Masum ve mazlumları onların şerrinden koru ve kurtar.

SEN NE VAZGEÇİLMEZ BİR DOSTSUN ALLAHIM!

Dostlardan biri bir seher vaktinde seslenmiş:

-Sen ne vazgeçilmez bir dostsun Allahım! İnsanlık aleminde nice dostlar gördüm; ya onlar beni terk etti, ya da ben onları. Ama Seni terk edemiyorum, Seni unutamıyorum.

-Neden?

-Çünkü Sen beni hiç terk etmiyorsun, Sen hiç benden ilgini kesmiyorsun. Sen öyle vefalı, öyle sabırlı, öyle merhametli bir dostsun ki ben Senden küssem de Sen benden hiç küsmüyorsun. Ben Senden ayrılsam, Seni unutsam da, Sen beni hiç ama hiç unutmuyorsun! Beni, benden çok düşünüyorsun.

Beni yokluk karanlıklarından çıkarmışsın; varlık nuruna kavuşturmuşsun. Taş gibi cansız bir varlıketmemişsin, canlı bir varlık yapmışsın, hayvan etmemişsin. İnsan olarak yaratmışsın.İnsanlığımı kaybetmeyeyim diye de İslamiyet’i göndermişsin. Kainatı bana bir konak olarak hazırlamışsın. Sayısız nimetlerle soframı donatmışsın. Sevmeseydin bunları yapmazdın, yaratmazdın, sevmeseydin donatmazdın.

Allah dostlarından birine sormuşlar:

-Allah’ın seni sevdiği nerden belli? O da Şöyle cevap vermiş:

-Allah beni sevmeseydi, hiç herkes uykuda iken beni huzuruna kabul eder miydi? Namaz kılma şerefini bana nasip eder miydi?

NEFS-İ EMMAREDEN GELEN SES, AKLIN VERDİĞİ CEVAP

Nefs-i emmareden sesler geldi:

-Neden günah işlemiyorsun? Kudretin var, kuvvetin var. Akıl cevap verdi:

-Evet, günah işleme kudretim var ama, yapmıyorum.

-Neden?

-Benim günahım başımdan aşkın, daha ne günah işleyeyim?

-Nedir o günahınız?

-Allah’ı hakkıyla takdir edemiyorum. Onu, Ona layık bir şekilde anamıyorum, Onunhakkı olan şükrü ve ibadeti hakkıyla Ona takdim edemiyorum. Bunlar günah olarak bana yetmez mi? Bunlar yetmiyormuş gibi bir de utanmadan kalkıp başka günahlar mı işleyeyim? İçki mi içeyim, kumar mı oynayayım, zina mı edeyim?

Peygamberimiz günde 70 kere, 100 kere tevbe istiğfar ediyordu. Günahkar mı idi ki tevbe ediyordu? Hayır haşa! Onun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştı. O masumdu. Peki öyleyse günde 70 kere, 100 kere tevbe-istiğfarı nedendi?Allah’a karşı fevkalade edebinden, fevkalade saygısından, sevgisinden, Allah’ı en iyi bilmesinden, tanımasından ve fevkalade takvasındandı. Ondan bu dersi alan ashabı da böyleydi. Suheyb hakkında şöyle buyurmuştu: “Suheyb ne güzel kuldur!Allah’tan korkmasaydı da yine Allah’a isyan etmezdi.” Neden? Edebi ve Allah sevgisi öylesine zirvedeydi ki isyana ve günaha yer ve zaman kalmıyordu.

KULUN AŞINA GELEBİLECEK EN BÜYÜK BELA

İsrailoğullarından biri, bir gün Hz. Musa’ya (as):

-Ey Musa! Bunca yıldır ben, senin davet ettiğin Allah’a isyan ediyorum o hala benim belamı vermedi, demiş. Allah (cc) da, Hz. Musa’ya (as) şu bilgiyi göndermiş:

-“Ey Musa! O zavallıya söyle; ben ona belaların en büyüğünü verdim ama haberi olmadı.

-Nedir o?

-Benimle olma ve bana ibadet etme şerefini onun elinden aldım. Bundan daha büyük bir bela olur mu?”

“Onu kaybeden neyi bulur?

Onu bulan neyi kaybeder?!”

Dünyevi musibetler rahmettir. Asıl musibet dine gelen musibettir. Karda ve tipide insan ölse şehid olur, cennete gider. Deprem gelse malımızı telef etse sadaka ve zekat yerine geçer. Ama insan namazsız ve imansız ölse cehenneme gider.

Şimdi burada bir soru akla gelebilir:

-Hocam, Allah bir insanı kendisine ibadet etme şerefinden yoksun bırakmışsa kul ne yapsın, neden suçlu olsun?

Cevap:

-Evet Allah’a ibadet etme şerefini kulun elinden alan Allah’tır, ama ibadetetmemeyi isteyen de ve ibadet etmeyen de kuldur. Kul istemiştir, Allah da vermiştir. Allah, hayır isteyene hayır, şer isteyene şer verir. Ama şer isteyenlerden ve şer işleri yapanlardan asla razı olmaz. Böylelerini de cezasız bırakmaz. Ya bu dünyada, ya da ahirette gerekeni yapar.

Allah bizi şer isteyenlerden ve şer işleyenlerden eylemesin. Şerre bulaşanlara da derhal tevbe-istiğfar fırsatı ve şerefi nasip eylesin. Dini ve dünyevi musibetlerden hepimizi korusun. Bizi, Kendinden uzaklaştırmakla ve namaz kılmama belasıyla cezalandırmasın. Namaz aşkından, secde nimet ve lezzetinden, İslam’ın şefkatinden, merhametinden, Peygamberimizin güzel ahlakından bizi mahrum eylemesin.

Dr. Vehbi Karakaş / RisaleAjans