Bediüzzaman Denizli Hapsinde

Üstad, geceleyin ihlâsla okuyordu Kuran’ı Kerim’i

Tam okuyacaktı Tur süresinin kırk sekizinci ayetini

 

Polisler her zamanki gibi yaptı anî baskın

Gittiler karakola, tüm Nur talebeleri şaşkın

 

Mübarek Ramazan ayının içinde

Isparta Kastamonu diğer beldelerde

 

Toplatıldı yüz yirmi altı nur talebesi

Suçsuz günahsız masumdur hepsi

 

Mübarek Tur süresinin kırk sekizinci ayeti

Mana ebcet cifir hesabıyla verir üstada teselli

 

Hükümeti kandırır gizli zındıka komitesi

Cumhuriyet aleyhinde denir Said Nursi

 

Nur talebeleri tarikatçılık komitecilikle suçlanır

Dini siyasete alet etmek bahanesiyle tutuklanır

 

Kandırdı yine Hükümeti dessas gizli komite

Toplatıldı Nur talebeleri Denizli hapishanesine

 

Gizli münafıkların esasında asıl bahanesi

İstanbul’da bastırılıştı Ayetül Kübra risalesi

 

İmamı Ali (RA) Ayetül Kübra risalesinden

Haber veriyordu ta bin dört yüz yıl öncesinden

 

Kamuoyuna kasten tehditler korkular yaydılar

Uydurma haber asılsız bilgi verdi resmi makamlar

 

Gaye, halkla nur şakirtlerini üstadtan soğutmak

Araya fitne, fesat sokup ülkede ikilik çıkartmak

 

Hapishanede geçer Ramazanla Bayram

Dost düşman herkes bu metanete hayran

 

Üstad, Barla Isparta’daki talebelerini çok özler

Hapiste de olsa görüşmesi kendini müteselli eder

 

Nur talebelerine ulvi hakikatlarla verir teselli

Diğer koğuşlara mektup gönderir çok gizli

 

“Dünya gibi, geçicidir gamlar elemler kederler “

“Baki olan ise, kazanılan sevapla ruhi feyizler”

 

Nur talebelerini can-ı gönülden tebrik eder

“Ebed yolunda devam edecek bu beraberlik der”

 

“Hapis musibetinden kurtulmanın çaresi”

“Sıkça tavsiye eder kaybetmemek metaneti”

 

Koğuşlara iletir Mevlana Halid’in cübbesini

Üstad teselli eder Nurun sadık talebelerini

 

Kader-i İlahinin şaşmayan yüksek adaleti

Nur talebelerini hapse sevk etmesinin hikmeti

 

Risale-i Nuru, Denizli’de tanıdı bu vesileyle

Nurun faaliyetini duymuştu artık tüm Türkiye

 

Denizli hapsinde, üstada bir günde yapılan eza

Eskişehir’de, ayda yapılmamıştı bu kadar cefa

 

Görevlendirilir dehşetli müthiş bir casus

Tespit edilir koğuşta konuşulan her husus

 

Şiddetli zülüm işkenceler altında kalır

Etmez beddua daima Allah’a yalvarır

 

Nurdaki şefkat hak hakikat adalet anlayışı

Her yerde her an kolaylaştırır yaşayışı

 

Bekir Özcan

www.NurNet.org

RNK Risale-i Nur Külliyatı (Android)

Bu uygulama Rnk Neşriyat tarafından hazırlanmış olup değerli kardeşlerimizin hizmetine ücretsiz olarak sunulmuştur.

Uygulamadaki genel özellikler şunlardır:

-Büyük kitaplar
-Küçük kitaplar
-Kuran-ı Kerim ve Meali, Hizb-ul Kuran
-Cevşen-i Kebir ve açıklaması, Celcelutiye, Tesbihat
-Not tutabilme
-İşaretleme
-Arama
-Listeli Lügat
-Uzun basarak kelime manasını görebilme
-Ayet üzerine tıklayarak mealini görebilme
-Metin seçip, kopyalama, renklendirme vs.
-Parmağı sağa-sola hareket ettirerek sayfa çevirebilme
-Fihrist
-Gece-gündüz modu
ve daha bir çok özellik.

Uygulamayı indirmek için..
https://play.google.com/store/apps/details?id=com.rnknesriyat.risaleinur

Engellilere Dini Kim Öğretecek?

Bedenî kusurları yüzünden çölde yaşamayı seçen Zahir isimli sahabi, Medine pazarında Peygamberimizi (S.A.V.) bir köşede beklerken, Peygamberimiz (S.A.V.) ona arkadan yaklaşır ve gözlerini kapatarak şakalaşır. Peygamberimizin (S.A.V.) o güne kadar hiç kimseye bu denli mesafesiz davranmadığını gören etraftaki Müslümanlar, bu ilginç manzarayı seyrederler.

Kâinatın efendisi, (S.A.V.) bunu fırsat bilerek, çevreye yüksek sesle: “Bir kölem var. Satıyorum. Onu benden kim alır?” diye şakasını sürdürür. Zahir, “Ey Allah’ın elçisi, beş para etmez bir sakat köleyi kim satın alır?” deyince şaka bu andan itibaren biter. Peygamberimiz bütün ciddiyetiyle kendilerini sarmış olan kalabalığa seslenerek, şöyle der: “Ya Zahir, and olsun ki Allah ve Allah’ın Rasûlü katında senin değerin paha biçilmez! Bunun için biz de seni seviyoruz.

Peki bu sahabeye kim öğretmişti dinini ve bu dini yaşamayı? Bu sahabe namaz kılmıyor muydu veya oruç tutmuyor muydu? Mesul olduğu yani yapabildiği şeyleri yapmıyor muydu? Elbette yapıyordu. Çünkü sorumluydu, çünkü biliyordu ki yapmazsa bunun hesabını rabbimiz ona soracaktı.

Peki soruyorum şimdi; engelliler bunlardan sorumluysa bunları öğretmek görevi kime düşüyor? Sadece aileye mi?

Hayır elbette, görev topluma da düşüyor ve en büyük görev vakıflarda derneklerde gönüllü çalışanlara, İslam’ı öğreten, eğitim veren abilere düşüyor. Gönüllü Abiler! Hanginiz bir engelliye ulaşıp, “Gel kardeşim sana İslam ın farz’larını öğreteyim, sünnetleri öğreteyim, camiye gidip namaz kılalım.” dediniz veya benzer bir şey için ön ayak oldunuz?

Peki eğitim verdiğiniz çocukların veya kişilerin ahiretini kurtarmaya çalışıyorsunuz -sonuna kadar destekliyorum- ama bir engellinin ahiretine ilgisiz kalıyorsunuz. Neden bir engelliyi gurubunuza katmıyorsunuz? Peki konuşma engelli yani konuşma sıkıntısı olan birini kaç dakika dinleyebilirsiniz? Yani kaç dakika ona tahammül edebilirsiniz acaba? Görme engelli bir insana İslam’ı öğretmek için ne kadar sabırlı olabilirsiniz? Veya yürüyemeyen bir kişiyi alıp her vakitte olmasa da, hiç olmazsa günde bir vakit için cemaatle namaz kılsın diye cami’ye götürebilirsiniz?

Haftada bir gün gurubunuza saatlerinizi ayırabiliyorsunuz da engelli biri için haftada değil ayda bir gün ya da bir saat ayırabiliyor musunuz? Peki bunları öğretmenin sorumluluğu -aileye düşen öncelikli bölümü dışında- sizlerin de üzerinizde değil mi? Yani Rabbimizin bunun hesabını size de sormayacağını mı zannediyorsunuz. Eğer öyle sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Aslında ben gönüllü abilere söylüyorum ama hani bir ata sözü var, kızım sana söylüyorum gelinim sen anla misali herkese söylüyorum bunları. Bizler sizlere zimmetliyiz bunun farkında mısınız? Tıpkı müslüman, müslüman kardeşine zimmetlidir gibi.

Senede bir gün engelliler günü kutlanıyor, o da ayrı bir facia, onu da belirtmek isterim. O gün geldiği zaman mangalda kül bırakmayan milletimiz sadece 24 saat sonra hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ediyor maalesef.

Eğer yolda yürürken bir engelli görüyor ve yolunuzu değiştiriyorsanız, asansöre binmek istemiyorsanız, merdivende karşılaştığınız zaman çığlık atıyorsanız ve kaçmaya çalışıyorsanız, toplu taşıma araçlarında engellinin yanına oturmamak için dakikalarca ayakta yolculuk yapıyorsanız, evlilik yaşına gelmiş kızınızı sırf engelli diye ona vermiyorsanız ve onu damat olarak kabul etmiyorsanız, Peygamber (S.A.V.) Efendimizden ahirette hangi yüzle şefaat isteyeceksiniz. Biz engelliler de hangi yüzle isteyeceğiz o da ayrı bir konu, kendimizi ayrı tutmuyorum.

Ben bu yazdıklarımın hepsini tek, tek yaşadım. Hatta daha fazlasını yaşadım. Bizler Şefkat Peygamberi olan MUHAMMED MUSATAFA (S.A.V.) Efendimizin ümmetiyiz. Ama şefkat denilen şeyi sadece sözde bırakan bir ümmet olduk maalesef.

2010 yılında umre nasip oldu. Gitmeyen ve gitmek isteyen herkese umre ve hac nasip olur inşallah. Kasım ayında niyetine girdim ve bir arkadaşımla gitmeye karar verdik. Pasaport, organizasyon şirketi vs. işlemleri yaptırdım. Ama işin ilginç kısmı kimseye söylemedim. Aileme bile. Bir akşam evdekilere “Ben umreye gidiyorum.” dedim ve biraz tepki gösterdiler. “Nasıl olur, nasıl yaparsın? Biraz bekle beraber gidelim.” gibi sesler yükseldi ama ben vazgeçmedim.

Arkasından ailem de gitmeye karar verdi ve bir gece rüyamda üstadımızı gördüm. Bana, “Ailenle beraber gitmen senin için daha hayırlı” dedi, ve sabah kalktım ailemle gitmeye karar verdim. Arkadaşımı aradım helallik istedim ve ailemle gittim. Döndükten sonra arkadaşıma uğradım. Bana dedi ki, “İyi ki ailenle gitmişsin. Ben umreye gidemedim nasip olmadı.” Anlatmak istediğim bağlılık. Eğer siz bağlıysanız, üstadınız sizden daha çok size bağlıdır. Eğer siz engelli olmanıza rağmen dininize bağlıysanız ve öğrenmek istiyorsanız sizin önünüzde engel yoktur. Ama bir öğretmen şarttır. Bu öğretmenler sizler olacaksınız.

Efendimizin (S.A.V.) engellilere karşı bu kadar şefkat nazarı ile yaklaşırken sizler hangi nazar ile yaklaşıyorsunuz? Eğer elinden tuttuğunuz çocuğunuza, “Bak yaramazlık yaparsan bu abi gibi olursun.” diye korkutursanız, eğer sokakta yürürken bir engelli ile karşılaştığınızda ona çok dikkatli bir şekilde bakıp yanınızdan geçerken “Yazık, bunlar sokağa çıkmasa iyi olur” diyebiliyorsanız, çalıştığınız iş yerine iş için bir engelli geldiyse ve onunla muhatap olmamak için her şeyi yapıyorsanız, çocuklarınız etrafında bir engelli gördüğünüz zaman onunla arkadaşlık yapmaması için tembih ediyorsanız, bunu dinimizin neresine sığdırabilirsiniz.

Hüseyin Küçük

cocukaile.net

Ayrı Dünyaların İnsanları mıyız?

Önce benim gibi düşünen ve inandığı gibi yaşamaya çalışan azınlığa, sonra da bu azınlığın haricinde kalan insanlara bakıyorum da, çok şaşırıyorum. Bazen hayretler içinde kalıyordum. Şu soruları hiç kimseye soramıyordum ama kendi kendime çok düşündüm, paylaşacağım.

1. Acaba şu koca kainat, sadece beni ve şu bir avuç insanı sınamak için mi kuruldu? Geri kalan çoğunluk, şu bir avuç bizleri sınamak için yaratılmış figüranlar mı acaba?

2. Acaba bunlar niçin çok rahatlar ve niçin başıboşmuş gibi yaşıyorlar?

3. Acaba sadece ben ve şu bir avuç inanmış insan mı ahirete sevk edileceğiz? Diğerleri, niçin sürekli dünyada kalacaklarmış gibi davranıyorlar?

4. Acaba bizler, ayrı dünyaların insanları mıyız?

Bunları ve benzer soruları düşünürken, inanınız ki kesinlikle “acaba ben mi yanılıyorum? Ben de onlar gibi davranamaz mıyım?” diye hiç düşünmedim çok şükür. Düşünemezdim de!

·        Çünkü; benim öğrendiğim gerçekler, öyle sıradan insanlardan değil, düşmanlarının bile “en doğru sözlü insan, en güvenilir insan, tek bir kere dahi yalan söylemeyen insan” dediği, Hz. Muhammed’ül Emindendir. SAV.
..Ve O’nu da SAV, bizleri ve şu kainatı da yaratan Yüce Allah c.c. konuşturuyordu.

Mü’min S. 79. Ayette: “..Hiçbir peygamber Allah‘ın izni olmaksızın, herhangi bir ayeti kendiliğinden getiremez.”.. Buyruluyor.

· İşte bu nedenle de kılavuzumuz Hz. Muhammed SAV olduktan sonra “asla yanılmış olamam” diyorum…
***
Bugün niçin bu kadar hüzünlüyüm ve niçin bu konuyu seçtim, arz edeyim:

· Şu geçtiğimiz Ramazanda, çok çeşitli yerlere iftarlara davet edildim. İmkanlarım nispetinde ve müsait olduğumda, çoğuna da gitmeye çalıştım. Ancak, birçoğunda hayal kırıklığına uğradım.

Şöyle ki: Her Müslüman’ın bildiği gibi, iftara yarım saat kala sofra hazırlıkları yapılırken, diğer yandan ulvi sohbetler yapılır veya TV’lardaki Kur’an-ı Kerimler, mealleri, kasideler-ilahiler ve sohbetler dinlenir. İftara 3-5 dakika kala da sofraya oturularak, o açlık ve susamışlık hissinin verdiği bir hazla, bizlere bahşedilen nimetlere bakarak, İkram eden Mün’im-i Hakiki  tefekkür edilir ve kendisine şükürler edilir.

Sofrada bulunan saygıdeğer ilim erbabını, konuşmaya sevk ederek, anlattıkları huşu ile dinlenir. Ezan okunmaya başlayınca, huşu içinde dualar edilir veAllahümme lekesümtü ve bike êmentü, tevekkeltü vealarızkuke iftartü” diyerek oruç açılırdı. Bu sene ben iftar sofralarında, hep izlemeyi tercih ettim.

· İnanınız ki, iftara birkaç dakika kala bile, bazılarında televizyonlar maçlar için açıktı bir yandan maç izlenirken, diğer yandan bilindik heyecanlı yorumlar tartışılıyordu.

· Bazılarında haberler için açık olup, yine sıradan ve siyasi yorumlar yapılıyordu.

· Bazılarında TV kapalıydı, fakat araba markaları ve modellerinin tartışması veya siyasi gündem, o olması gereken ulvi havaya fırsat tanımıyordu.

“Bu kadar da sessiz kalmamalıyım” düşüncesiyle, birkaç kez İFTAR muhabbeti açmaya çalıştım. Adeta; “Havamızı bozma, ne güzel konuşuyoruz” der gibi anlamlı bakışlarla kestirme cevaplar verip, bir dakika içinde demagoji yoluyla başka konular açılıveriyordu. Bu durumlara üzüldüğüm için, ısrarlı davranamadım ve bu garabetleri izlemekle yetindim.

İftarlardan sonra ise bir kısmı “duman zehirlenmesi gecikmesin” diye kalkıyor ve çeşitli kuytulara gidiyorlardı. Zoraki sofra duası yapmaya çalıştığımda, “yine n’oldu” der gibi bakışlarla dinlemeye çalışıyorlardı.

Cemaatle akşam namazı kılabilmek için yaptığım teklifler, “aptesimiz yok (!), biz sonra kılarız, bizim hemen çıkmamız lazım, sen kılıver, bize de dua et..” gibi basit cevaplarla ya sonuçsuz kaldı. Veya 20-30 kişiden, 1 veya 2 kişi namaz kıldı…
 
Bakınız tekrar hatırlatıyorum, bu topluluk sokaktan rast gele gelip-geçenlerden oluşmuyordu. Gayrimüslim de değillerdi. Allah cc. adına (!) oruç tuttuğu için, iftara gelmiş kişilerdi bunlar. Ben şaşırdım kaldım ve kendi kendime şu soruları sormaya başladım.

·        Acaba bu durum ne kadar normal?
·        Böyle bir Müslümanlık, hangi kitaplarda var?
·        Müslüman’ları İslam’dan, böylesine koparan ve başkalaştıran sebepler nelerdir?
·        Acaba ben mi fazla ileri gidiyorum?
·        Acaba ben mi farklı bir dünyanın adamıyım?
.. Ve bu sorulara cevap aramaya başladım.

İlk aklıma gelen İ.Şafi Hz.’nin şu “SEN HAK İLE MEŞGUL OLMAZSAN, BATIL SENİ İŞGAL EDER”  veciz sözü, sorularıma ışık tutmaya başladı.
 
Peki, bundan sonrasını birlikte düşünelim; batıl bizleri işgal ettiğine göre,“..bizleri Hak ile meşgul olmaktan alıkoyan sebepler nelerdir?”

Ben birkaç sebep sayayım, sizler eklemeler yaparsınız.

1.     Ailemizi geçindirmek için çalıştığımız işler.
2.     Okul hayatı ve ders çalışmalar.
3.     Televizyon, internet v.s. ..meşguliyetler.
4.     Futbol, basketbol, voleybol v.b. ..diğer meşguliyetler.
5.     Çoluk çocuğumuz için yaptığımız çalışmalar.
6.     Çarşı, Pazar, market, Pazar v.s. ..meşguliyetler.
7.     ……. Dikkat ettiyseniz, haram, muzır ve gayrimeşru meşguliyetleri almadım.

Tam bu noktada, bir genç tarafından şu “hocam, basket oynamak günah mı?”sorusuna, H.İhsan Kasım hocamızın müthiş cevabı aklıma geldi.

-Kardeşim sen lise öğrencisisin, değil mi? Bir gün sonra ciddi bir sınavın varken, bir arkadaşın sana gelse ve “gel basket oynayalım” dese, sen ne yaparsın?

Genç cevap verdi: “Şimdi sırası değil, çok önemli bir sınavım var,” derdim.

Hocamız müşfik bir sesle:

– Kardeşim, bizler her an çok ciddi bir sınavda değil miyiz? Her sayfamızın(yani dakikamızın veya saniyemizin) hesabını verecek değimliyiz? Bu sınavımızın neticesine göre ya ebedi Cennetler veya ebedi Cehennem azapları bizleri beklemiyor mu? Üstelik de her insanın şu kısacık ömründeki sınavının asla tekrarı da yok, değil mi? ..burada genç araya giriyor ve şöyle konuşuyor.

-Evet hocam, çok iyi anladım. Hatta kafamdaki diğer sorularımın bile cevaplarını aldım. Allah cc. sizden razı olsun… ..diyordu.

NETİCE: Kendimizi Batıla işgal ettirmemek için, her zaman HAK ile meşgul olmak zorundayız…

A. Raif Öztürk

Kafamızdaki Sağ ve Sol Beyin Ne İşe Yarar?

Beyin bilimleri ile uğraşan insanlar, sadece bir organımızın faaliyetlerini anlamakla uğraşmazlar; onların temel meselesi, başta insan denen bu muamma olmak üzere, canlıların neden bu şekilde davrandıklarını çözmeye çalışmaktır. Zira beyni anlamaya çalışmak, aslında çoğu zaman kendi kendini anlamaya çalışmaya denk bir uğraştır.

Bedenimizin tepesinde, adına “kafa” dediğimiz bölümün üst kısmı, “kafatası” adlı sert bir kubbe ile kapatılmış durumdadır. Bu kubbe, içinde son derece hassas bir organ olan beynimizi taşır ve bu nazik dokuyu sağlam bir muhafaza içinde tutabilmek için tasarlanmıştır. Bu sağlam kasa içindeki yumuşak beyin dokusu, dışarıdan bakıldığında pek bir şeye benzemez ve adeta kabuğu kırdığınızda karşınıza çıkan ceviz içi gibi, kıvrımlı yüzeylere sahip, şekilsiz iki farklı yarıdan oluşur. Her ne kadar bu yarılar aslında oldukça şekilsiz olsa da biz bunlara beyin yarımküreleri adını veriyoruz. Beyni önden arkaya doğru ortadan ikiye ayıran derin bir oluğun iki tarafında sağ ve sol beyin yarım küreleri vardır ve bu yarım küreler, ilk bakışta tıpatıp aynı görünmelerine rağmen, hem yapı, hem de işlev olarak aslında birbirlerinden bir hayli farklıdırlar.

Öncelikle belirtmeliyim ki, beyin denen organın ne iş yaptığını şekline bakarak çıkartmak bir hayli zor, hatta imkansız bir iştir. Zira sert kemikler, kasılıp gevşeyebilen kaslar, yahut havayla şişip sönen ciğerlerimiz gibi, yaptığı işi doğrudan çağrıştıracak bariz bir yapısal görünüme sahip değildir. Sadece yumuşak, kıvrımlı, bozuk şekilli ve karışık görünümlü bir et parçasıdır karşımızdaki. Sadece bir litre su, 160 gram yağ, 110 gram protein ve 10-15 gram civarında da tuz ve şekerden ibaret, 1.5 kilodan daha hafif bir et parçası…

Beynin neresinin ne işle meşgul olduğuna dair bilgilerimiz son yıllarda hızla artsa da, hala beynin işlevi büyük bir muamma olma özelliğini koruyor. Fakat denizde damla misali de olsa, beyin hakkında öğrendiğimiz her yeni bilgi, bize, bize dair bir çok ipucu da veriyor. Bunlardan birisi de sağ ve sol beynin farklı işlevleri.

Sağ ve sol neden farklı?

Biyolojik olarak nedenini bilmiyoruz ama, beynin bedenle garip bir bağlantı ilişkisi var. Özellikle beden hareketlerimizi kontrol eden ve adına “motor sistem” denen kontrol merkezleri, beden ile çapraz bir bağlantı sistemi ile bağlanmış vaziyettedir. Bedendeki bütün süreçlerin en üst kontrol merkezi olan beynimizin sağ tarafı bedenin sol tarafını, sol tarafı ise bedenin sağ tarafını kontrol eder. Bu yüzden, sağ elinizle bir şey yaparken beyninizin sol yarısı; tersi durumda da sağ yarısı faaliyete geçer. Sol beyin yarısı, insanların büyük çoğunluğunda rutin hareketlerin hızlı ve bilinçsiz şekilde yürütülebilmesi konusunda sağa göre daha maharetli olduğundan, sol beyin baskındır ve biz bu yüzden genellikle sağ ellerimizi kullanmaya eğilimliyizdir. İnsan topluluklarında %5-10 oranında görülen sol ellilik (solaklık) durumunda da mesele tam terstir: Bu insanlarda, beynin sağ yarısı hareketlerin kontrolünde daha baskındır. Bu ufak farklılığın nedeni halen tam olarak anlaşılmış değil.

Benzer bir uzmanlık, konuşma, anlama, akıl yürütme, problem çözme gibi zihinsel özelliklerde de gözlenir ve yine sağ elini kullanan insanlarda bu işlerde sol beyin genellikle daha mahirdir. Dikkat edilirse, sayılan işlerin tamamı, rutin ve hızlı bir şekilde gerçekleştirilmesi gereken ve şuurumuzu çok fazla ilgilendirmeyen meselelerdir. Yazı yazarken ne kadar hızlı yazabildiğinizi düşünün; her bir harfi düşünerek planlamak zorunda kalsaydınız, ilkokulun ilk haftalarındaki yazma hızınızdan fazla öteye geçemezdiniz.

Öte yandan sağ beynimiz, son araştırmaların gösterdiğine göre, “bütünü” algılamakta, hayal kurmakta, karmaşık bağlantı, kalıp ve örüntüleri anlamakta önemlidir. Sağ tarafın bir başka uzmanlık alanı ise “yenilik”tir; her gün rutin olarak yaptığımız bilinçsiz faaliyetlerimizi sol tarafla güzelce halledebilirken, aktif olarak şuurumuzu cezbeden yenilik ve sürprizler var olduğunda, hemen sağ beynimizdeki devreler oyuna dahil olurlar. Elbette iki beyin yarısı normal insanlarda sıkı bir biçimde birbirine bağlıdır ve birinin yaptığı işten, diğer taraf hemen haberdar olur.

Sağ beyinsiz yaşamak

Bu kadar beyin bilgisi yeter; şimdi hayatımıza bakan yönüne odaklanalım: Hayatımızın büyük bir çoğunluğu, özellikle de eğitim hayatımızın başladığı anlardan itibaren, sol beynin hakimiyeti altında geçer. Eğitim dönemi, insanlara belli koşullar altında nasıl davranılması gerektiğini öğrettiğimiz sayısız “algoritma”nın öğretilmesini kapsar ve bunların çok büyük bir çoğunluğu üzerinde düşünmenin dahi gereksiz olduğu hazır reçeteler halindedir. Bunun en son geldiği noktalardan birisi de mesela çoktan seçmeli sınavlardır. Bu sınavlarda, öğrencilerin bilgileri 4-5 seçenekten birisini “doğru” olarak işaretleyip işaretleyemeyeceklerine göre sınanır ve yeterince doğru işaretleme yapanlar, “başarılı” kabul edilir. Burada algoritma basittir; birileri tarafından size verilen seçenekler arasından doğru olanı seçmek için gereken “algoritma”yı öğrenmiş olmak, başarının temel bir ölçütü haline gelmiş durumdadır. Bana inanmıyorsanız, sürekli “çoktan seçmeli sınavlara” alıştırılmış öğrencilere “sizi bu sefer klasik bir sınav” yapalım deyiverin; gözlerinde beliren paniği hemen görebileceksiniz. Böyle yetişen insanlar, “seçenek”siz seçim yapamaz hale gelirler.

Neredeyse bütün eğitimimiz sol beyin ağırlıklıdır. En önemli dersler, matematik, fizik, kimya ve diğer fen bilimleridir. Sonra, hiyerarşinin bir alt basamğında, aslında tamamen bir “sağ beyin” faaliyeti olan “edebiyat”ın sol beynin anlayacağı kalıplara dönüştürüldüğü, “şair burada ne demek istemiş?” konulu saçma sapan kompozisyonlarla “başarı”nın ölçüldüğü “edebiyat ve dil” dersleri karşımıza çıkar. Hiyerarşinin her zaman en altında ise sanat, resim, müzik, beden eğitimi ve oyunlar vardır. Bu en alt basamağa yerleştirilen faaliyetler, olmazsa da olur faaliyetlerdir; zira üniversite sınavında size çok fazla “doğru kutu karalama” imkanı sağlamaz. İki beyin yarısının işlevlerini hatırlarsanız, böyle bir önem sırasına göre yetişen insanları tahayyül edebilirsiniz: Yeni bir şey düşünmeye korkan, (anarşistken bile muhtelif) sürülerle uyum içinde, uyuşuk, heyecansız ve otomatik “birey”ler…

Çoğunlukla sağ beynimizde dercedilmiş insani vasıflarımızı eğitim boyunca törpülüyor, adeta sistematik olarak yok ediyoruz. Karmaşık düşünceler üretme ve karmaşık düşünceleri takip etme konusunda sorun yaşıyoruz. En basit dertlerimize bile kalıcı çözümler üretemiyor, en çok bağıranı haklı sanmaya devam ediyoruz. Sanattan, anlamdan, derinlikten, duygudan, hakiki deneyimlerden kopuyor; kopya, rutin, otomatik, ruhsuz, sevgisiz, amaçsız hayatlar geliştiriyoruz. Eğer biraz dikkatli bakılırsa, ortalıktaki en önemli sorunumuzun bizzat bu “eşitsizlik” olduğu açıkça görülebilir.

Kaybedecek bir neslimiz daha yok; ama gelecek nesiller için bir şeyler yapabiliriz. Yapılacak ilk şey, rutinleri kırıp, beklenmeyeni irade etmektir genellikle. Hemen şimdi, bir şiir ezberleyip, bir şarkıda ağlayıp, bir dua ile yüreğinizi titretebilirseniz, büyük mesafelerin ne kadar kolay kat edilebileceğini göreceksiniz. Çocuklarımızın en az “fen” eğitimi kadar, sağ beyin devrelerini coşturacak “gönül” eğitimini, daha doğrusu “ilhamını” da önemsemeden, gelecekten umutlu beklentiler içinde olmamanızı öneririm. Aksi takdirde sonuç, hayal kırıklığıdır; yüzyıllardır olduğu gibi…

Sinan Canan

sinancanan.com

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version