Unutmadık Unutturmayacağız!

Unutmadık.. Unutturmayacağız !” bu sloganı birçok farklı olayda duymuşsunuzdur muhakkak. Hangi olaylarda ne amaçla yazıldığı hususuna hiç girmeyeceğim. Fakat unuttuğumuz unutulmayacakları düşündüğümde bu gayesiz davalarla unutturulmayanlar karşısında ne kadar güçsüz kaldığımızı anladım.
Nisyandan, unutuluştan gelen insan acaba neyi unutmamalıydı ? Başta Rabbini unutmamalıydı. Onu her daim gözeten, izleyen, bağışlayan, rızıklandıran, her saniyesini kaydeden ve bunlardan dolayı sorguya çekecek olan Rabbini unutmamalıydı. Rabbinin nimetlerini unutmamalıydı.Allah (cc)’ın “Habibim” dediği iki cihan serveri Hz. Muhammed (sav) ‘i unutmamalıydı. O’nun(sav) Rabbinden getirdiklerini, Allah’ın emir ve yasaklarını, kanunlarını, kurallarını anlatan Kuran-ı Kerimi unutmamalıydı, anlamalıydı, okumalıydı, yaşamalıydı.  Ne gaye ile dünyaya gönderildiğini sorgulamalıydı. Peygamberi Hz. Muhammed(sav)’in yaşadıklarını okumalıydı.

Eğer unutmayacaksa bir insan namaz kılarken başına deve işkembesi atılan ve buna rağmen onlara beddua etmeyen Efendisi(sav)ini unutmamalıydı. Taif’te taşlanan, Kabe’ye hasret bırakılan, Yesrib’ten Medine çıkaran, her haksızlığa karşı adaletli, merhametli davranan Peygamberini unutmamalıydı.

Birilerini nezaket timsali olarak gözlerinde büyütüp ütopik karakterler oluşturan, İslamiyet kadınları eziyor diyerek İslamiyeti anlamayan kişiler ; kızı geldiğinde ayağa kalkan, kızların diri diri gömüldüğü bir zamanda  kız  çocuklarını bu vahşetten kurtaran, Allah’ın annelerin ayağının altına Cenneti serdiğini müjdeleyen , namazda sırtına çıkan torunları incinmesin diye secdesini uzatan, savaşta askerlerine kadınlara, yaşlılara, çocuklara ilişmeyin diye uyaran ve her savaştan evvel önce barış yolunu bulmaya çalışan ve düşmanlarının bile hiç yalan söylememesi ve emanete hıyanetlik etmemesi sebebiyle “Muhammed-ül Emin” yani güvenilir Muhammed dediği bir Peygamberi tanımıyorsa asıl onlara tanıtmalı asıl onlara unutturulmamalı.

Unutmayacaksa bir insan her ezanda Bilal-i Habeşi’nin islamiyeti kabul ettiği için efendisinden çektiği çileleri unutmamalıydı, kayalarla üzerine bastırıldığında bile “Ehad” diye bağıran o Bilal-i Habeşi unutmamalıydı. Unutmayacaksa Musab bin Umeyr’in haramdan kaçışını, kendisine mendil sallayan kızlara dönüp bakmayışını ve onca zenginliği İslam için, iman için terk eden bu genci n sonunda  kefenleyecek kadar bir bez bulunmayınca vücudunun bir kısmına otların konulduğunu unutmamalıydı.Unutmayacaksa bir insan Hz. Ebubekir’in dostluğunu, Hz. Ali’nin şehadetini, Hz. Osman’ın edebini, Hz. Ömer’in adaletini, sahabelerin İslamiyet uğruna çektikleri çileleri unutmamalıydı. Kerbelayı unutmamalı, Ebu Cehilleri unutmamalı.. Unutmamalı ki yeni Ebu Cehiller türemesin, yeni Kerbelalar yaşanmasın..

Bakın İsrail’e Ebu Cehili dahi aklayacak kadar kirli elleri.. Müslümanların mabedine giriyor, Mescidi Aksa’ya giriyor, Kuranları atıyor, Müslümanlara zulmediyor peki biz ne yapıyoruz kınıyoruz… Niye? Çünkü o kadar çok derdimiz var ki şimdi bide bunlara bulaştırmasınlar bizi unutalım gitsin ne olur ki. Zaten  böyle gelip böyle gitmedi mi. Bizim dertlerimiz var, vizelerimiz var, 5 çaylarımız ve sızısı bir türlü geçmeyen aşklarımız var..

Televizyonda Mescidi Aksa’yı gördüğünde ah vah diyen ama eli duaya kalkmayan kardeşim, yalnızca küçücük çocukların İsrail askerlerine diklenişini direnişini gösteren videoları sosyal medyada yayınlamakla kendini aklayan kardeşim , bir bizimle mi düzelecek başka ülke mi yok  diyen kendine Müslüman kardeşim ve seni unutmam, unutamam diye arabeskin dibine vuran,  aşkın en acılı yanı denk gelmiş olan kardeşim sen de bir bak bakalım neyi, kimi unutmamalısın.. Layemut değilsin ey güzel kardeşim başı boş değilsin, bir dur, bir düşün nesin, necisin, nereye gidicisin.. Sonra sor kalbine unutulmayacakları.. Ve deki Hakk’ı unutmayacağım, unutturmayacağım !
Gülbari Arslan
RisaleAjans

İmam-ı Gazali Kimdir? Rahmetle Anıyoruz (19 Aralık 1111)

İmam-ı Gazali, tam adı Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed. İslam âlimi. Batı dillerinde ismi Algazel’dir. Künyesi Ebu Hâmid, lakabı Huccet-ül-İslam ve Zeyneddin’dir. Gazali nisbesiyle meşhurdur. Müctehiddi. İctihadı, Şafii mezhebine uygun oldu.

Hayatı

ihya.u.ulumiddinİran’ın Tus şehrinin Gazal kasabasında 1058 (h.450) yılında doğdu. Babası fakir ve salih bir zattı. Âlimlerin sohbetlerinden hiç ayrılmazdı. Elinden geldiği kadar, onlara yardım ve iyilik eder ve hizmetlerinde bulunurdu. Âlimlerin nasihatini dinleyince ağlar ve Allahü teâlâdan kendisine âlim olacak bir evlat vermesini yalvararak isterdi. Babası yün eğirip, Tus şehrinde bir dükkanda satardı. Vefatının yaklaştığını anlayınca, oğlu Muhammed Gazali’yi ve diğer oğlu Ahmed’i hayır sahibi ve zamanın salihlerinden bir arkadaşına, bir miktar mal vererek vasiyet etti ve ona dedi ki:

“Ben kendim, âlim bir kimse olamadım. Bu yolla kemale gelemedim. Maksadım, benim kaçırdığım kemal mertebelerinin, bu oğullarımda hasıl olması için yardım etmenizdir. Bıraktığım bütün para ve erzakı, onların tahsiline sarf edersin!”

Arkadaşı vasiyeti aynen yerine getirdi. Babasının bıraktığı para ve mal bitinceye kadar, onların yetişme ve olgunlaşmaları için çalıştı. Sonra onlara; “Babanızın, sizin için bıraktığı parayı tahsil ve terbiyenize harcadım. Ben fakirim param yoktur. Size yardım edemeyeceğim. Sizin için en iyi çareyi, diğer ilim talebeleri gibi medreseye devam etmenizde görüyorum” dedi. Bunun üzerine iki kardeş medreseye gittiler ve yüksek âlimlerden olmak saadetine kavuştular.

İlim Düzeyi

İmam-ı Gazali, çocukluğunda fıkıhtan bir miktarını kendi memleketinde okudu. Sonra Cürcan’a gitti. İmam Ebu Nasr İsmaili’den bir müddet ders aldı. Sonra Tus’a döndü. Cürcan’dan Tus’a dönerken başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır:

“Bir grup yol kesici karşımıza çıktı. Yanımda olan her şeyimi alıp gittiler. Arkalarından gidip kendilerine yalvardım. Ne olur işinize yaramayan ders notlarımı bana verin. Reisleri; “Onlar nedir? Nasıl şeylerdir?” diye sorunca; “Onları öğrenmek için memleketimi terk ettim, gurbetlere gittim. Filan yerdeki birkaç tomar kağıtlardır” dedim. Eşkıyaların reisi güldü; “Sen o şeyi bildiğini nasıl iddia ediyorsun, biz onları senden alınca ilimsiz kalıyorsun” dedi ve onları bana geri verdi. Sonra düşündüm, Allahü teâlâ, yol kesiciyi beni ikaz için o şekilde söyletti, dedim. Tus’a gelince üç yıl bütün gayretimle çalışarak, Cürcan’da tuttuğum notların hepsini ezberledim. O hâle gelmiştim ki, yol kesici önüme çıksa, hepsini alsa, bana zararı dokunmazdı.”

Memleketinde geçirdiği bu üç seneden sonra, öğrenimine devam etmek için o zamanın büyük bir ilim ve kültür merkezi olan Nişabur’a gitti. Zamanın bilimadamlarından olan İmam-ül-Harameyn Ebu’l-Meâli el-Cüveyni’nin öğrencisi oldu. Üstün zekasını ve çalışkanlığını gören hocası ona yakın ilgi gösterdi. Burada usul-i hadis, usul-i fıkıh, kelam, mantık, hukuk ve münazara ilimlerini öğrendi. Ebu Hâmid er-Rezekani, Ebu’l- Hüseyin el-Mervezi, Ebu Nasr el-İsmaili, Ebu Sehl el-Mervezi, Ebu Yusuf en-Nessâc gibi devrin büyük âlimleri belli başlı hocalarıdır.

Nişabur’da öğrenimini tamamlayınca, büyük bir ilim ve edebiyat hâmisi olan Selçuklu veziri üstün devlet adamı Nizamülmülk’ün daveti üzerine Bağdat’a gitti. Nizamülmülk’ün topladığı ilim meclisinde bulunan zamanın bilimadamları, imam-ı Gazali’nin ilminin derinliğine ve meseleleri izah etmekteki üstün kabiliyetine hayran kaldıklarını itiraf ettiler. O zaman ortaya çıkan muhalif fırkaların yüksek düşünsel seviyelerine ulaşarak kendilerine iktidarın “cevabını” verecek, halk nezdinde iktidarın “meşruiyetini” tedarik edecek alim olarak görüldüğünden saray tarafından şiddetle desteklendi.

Bu sırada otuz dört yaşında bulunan imam-ı Gazali’nin İslamiyet’e yaptığı büyük hizmetleri gören Selçuklu veziri Nizamülmülk, şimdiki tabirle, onu Nizamiye Üniversitesi rektörlüğüne tayin etti. Bu üniversitenin başına geçen İmam-ı Gazali , üç yüz seçkin talebeye lüzumlu olan bütün ilimleri öğretti. Yetiştirdiği talebelerin had ve hesabı yoktu. Ebu Mansur Muhammed, Muhammed bin Esad et-Tusi, Ebu’l-Hasan el-Belensi, Ebu Abdullah Cümert el-Hüseyni talebelerinin meşhurlarındandır. Bir taraftan da kıymetli kitaplar yazan imam-ı Gazali, ilim ehli, devlet adamları ve halk tarafından büyük bir muhabbet ve hürmet gördü. Şöhreti gün geçtikçe arttı. Nizamiye Üniversitesinde bulunduğu yıllarda, Kitabü’l-Basit fil-Füru, Kitab-ül-Vesit, El-Veciz, Meahiz-ül-Hilâf adlı kitaplarını yazdı.

Vefatı

İmam-ı Gazali 1111 (h.505) yılının Cemaziyelevvel ayının 14. Pazartesi günü büyük kısmını zikir ve tâat ve Kur’an-ı Kerim okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde abdest tazeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu:

Ey benim Rabbim, Mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun” dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine oradakilerden üç kişi içeri girince, İmam-ı Gazali hazretlerinin kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, ruhunu teslim ettiğini gördüler

İmam-ı Gazali’nin güzel sözlerinden bazıları

  • Allahü teâlânın verdiği nimeti, Onun sevdiği yerde harcamak şükür; sevmediği yerde kullanmak ise küfran-ı nimettir (nimeti inkâr etmektir).
  • Belaya şükretmek lazımdır. Çünkü küfür ve günahlardan başka bela yoktur ki, içinde senin bilmediğin bir iyilik olmasın! Allah, senin iyiliğini senden iyi bilir.
  • Bir sözü söyleyeceğin zaman düşün! Eğer o sözü söylemediğin zaman mesul olacaksan söyle. Yoksa sus!
  • Bil ki, kalble gıybet etmek, dille etmek gibi haramdır. Bir kimsenin noksanını, kusurunu başkasına söylemek doğru olmadığı gibi, kendi kendine söylemek de caiz değildir.
  • Sabır insana mahsustur. Hayvanlarda sabır yoktur. Meleklerin ise sabra ihtiyacı yoktur.
  • Allahü teâlânın, her yaptığımızı her düşündüğümüzü bildiğini unutmamalıyız. İnsanlar birbirinin dışını görür. Allahü teâlâ ise, hem dışını, hem içini görür. Bunu bilen bir kimsenin işleri ve düşünceleri edepli olur.
  • Aklı olan kimse nefsine demelidir ki: Benim sermayem, yalnız ömrümdür. Başka bir şeyim yoktur. Bu sermaye, o kadar kıymetlidir ki, her çıkan nefes hiçbir şeyle tekrar ele geçmez ve nefesler sayılıdır, azalmaktadır. O halde bu günü elden kaçırmamak bunu saadete kavuşmak için kullanmamaktan daha büyük ziyan olur mu? Yarın ölecekmiş gibi bütün âzâlarını haramdan koru.
  • Ey nefsim, sonra tevbe ederim ve iyi şeyler yaparım, diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tevbe etmeyi bugün tevbe etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun.

msxlabs.org

“Mevlana ve Bediüzzaman” Bir Transkritik

Mevlana’nın babası “Sultan ül ülema Bahattin Veled’di. Anası ise türbesi Karaman’da bulunan Mader Sultan’dı.

Baba kuvvetli bir şahsiyete sahip bir âlim ve şeyhtir. Mevlana ilk otuz yılda 1200-1231 arasında onun gölgesindedir. Belh, Afganistan’ın tanınmış şehirlerindendi. Türkçe ve Farsça birlikte konuşulurdu.

Bediüzzaman ise çocukluğunda Türkçe –Kürtçe – arapça belki farsça konuşulan bir muhitte büyüdü.

Bediüzzaman bir köylü ailesinden geliyordu, babası Sofu Mirza anası ise Nuriye hanımdı.Sofu Mirza tarladan dönerken hayvanlarının ağzını bağlar, çocuklarına başkalarının tarlalarından yenilen otlardan dolayı haram süt vermek istemez. Anası Nuriye Hanım’ın kucağında camdan dışarıyı seyrederken ileri yaşlardaki kâinat seyirlerini yapar ve gözü onlardan mana balları çıkarırdı.

Bediüzzaman daha buluğ çağından önce kimsenin şemsiyesi altına girmemiş, hayatının daha o yaşlarda hesabını kendi kendine yapan, medreselerdeki eğitim sistemini eleştiren, hocalarına başkaldıran, ama bir şeyler yapmak isteyen, kısa sürede bütün sıralı eğitimi aşıp beklenmedik bir noktaya gelen bir şahsiyettir.

HAYATI YÖNLENDİREN RÜYALAR

Her iki ailenin hayatında rüyalar önemlidir. Bahattin Veled ihtişamlı bir otağda Peygamberimiz bütün yakınları ile birlikte oturmuş sohbettedir. O sıra Bahattin Veled saygı ile huzura gelip Efendimizin iltifatlarına mazhar olmuş, kendisine sağ başta yer gösterilmiştir. Hz Muhammed bu alime iltifat ve etrafındakilere hitap ile “Bahaddin’in katımızda itibarı büyüktür, onu bundan böyle Sultan ül Ülema diye anınız” demiştir. Ertesi gün aynı rüyayı gören üçyüz bilgin saygı ile Sultan ül Ülema’nın medresesine gelirler, gördükleri rüyayı hepsi aynı şekilde anlatır, aynı anda bu kadar insan aynı rüyayı görmüştür, o da aynı rüyayı gördüğünü anlatır.

Bediüzzaman da Peygamberimiz ona “ümmetimden sual sormamak şartı ile sana ilim verilecektir” demiştir. Demek ilahi bir takdir ile iki büyük okulun kuruluşu için tensibatı kudsiye belirlenmiştir. Yavuz da bir sabah namazından sonra bir sipahi neferinden gördüğü rüyayı dinler. Çar-yar-ı Güzin hazeratı Topkapı sarayının kapısına gelir ve o gönül ehli sipahi neferine “Padişahına söyle harameynin koruma ve kollama görevi kendisine verildi” der ve giderler. Büyük hükümdar ağlar, secdeye kapanır. “Hasan Can orduyu hazırlayın sefer mukadderdir” der. Hayrola hükümdarım der musahibi , o da “ Hasan Can bir yukarıdan emir almadan hangi işe gireriz, öyle değil mi?” Kur’an bağlılık iki büyüğün de temel hareket noktası idi.

Men bende-i Kur’anem eğer candarem
Men hak-i reh-i Muhammed Muhtarem

Bediüzzaman da hem Kur’an ‘a hizmet eden hem de onun için;

Kur’anımız yer yüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem” diyecek kadar Kur’an’ın davasını savunuyordu. Bu Kur’an sevgisinden farklı bir durumdu, kişisel anlamda kişi Kur’an’ı okur ve onunla amel edebilir ama bu söz de Kur’an’ın davasını dava edinmek vardır.

“Elde Kur’an gibi bir mucize-i baki varken başka bürhan aramak aklıma zait görünür
Elde Kur’an gibi bir bürhan-ı hakikat varken münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir” der.

Bediüzzaman ünlü Risalet-i Ahmediye risalesinin başında. Peygamber için söylediklerinin hareket noktası ise bütün sözlerinin onun güzelliğinden etkilendiğidir. “Evet şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren güzellerin güzeli olan evsaf-ı Muhammediyedir”Aleyhissalatu Vesselam.

DÜNYEVİ MAKAMLARDAN UZAK

İkisi de dünyanın en büyük makamlar ve mevkilerinden uzak ve o mevkileri işgal edenlerden daha büyük itibara sahiptiler.

Mevlevilik padişahları da cazibesine almış, büyük sanatçılara mekteplik etmişti.

Goethe Mevlananın birkaç tercüme beytini okuduktan sonra hayret ve hayranlığa , complekse düşmüş Farsca öğrenerek onu taklid etmeye başlamıştır.

Molla Cami onun için “peygamber değil ama kitabı var “ demiştir.

Bediüzzaman’ın eserleri de her sınıf insanı cazibesine kaptırmıştı.

Yaşadığı süre içinde başta Osmanlı padişahları, daha sonra meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerinde her devrin siyasi iktidarlarını ve reislerini etkilemiş, yerine göre onlarla mücadele etmiş, yerine göre onlara siyasi anlamda makul fikirler ilka etmiştir.

Her iki okul da gelenek ve töreye, usül ve erkana çok bağlı idiler.

Her iki insan da İslamiyet’e taze bir yorum getirmişlerdir. Bu yorum devirlerinin ve olumsuzluklara göre şekilleniyordu.İnsanların ilgisini çekmişler ve büyülemişlerdir.

İKİ BÜYÜK OKYANUS

Bu iki büyük insanı anlatmak iki okyanusun arasında kalmak gibi zor bir şey.

Mevlana şule-i Şems ile akıl almaz ve zaten aklı hiçe sayan çılgınlıkların doruğundaki göz cisimlerine dönmüştü, Mevlevilik bu cazibenin etrafında oluşmaya başlayacaktı.

Peygamber öksüz ve sahipsiz biriydi, ama herkes onun sayesinde bin yıldır kaybettiği maverai ve lahuti yolu bulmuş olacaktı. Akif’in dediği gibi

Ondört asır önce yine böyle bir geceydi
Çölden ayın ondördü bir öksüz çıkıverdi

Allah isterse bir köy köşesinden âlemi tesir altına alan nebevi güneşler çıkarırdı ve öyle yaptı.

Bahattin Veled bulunduğu bölgede çekilmez, alimler onu kıskanır, o da göç etmek ister.Aile önce haca daha sonra Diyar-ı Rum’a doğru hareket ederler.

Yollarındaki Nişabur’dan ayrılırken bir büyük veli “ Subhanallah bir derya bir ırmağın peşine düşmüş gidiyor” der. Irmak Sultan Bahaattin ve

Deniz de Mevlana’dır.

SOSYAL İLİŞKİLER AĞI

Nişabur, Bağdat, Kabe , Ravza, Şam, Halep, Malatya , Erzincan , Sivas, Kayseri , Niğde, Larende(karaman) a gelirler.

Peygamberimiz Suriye ve civar ülkelere gider ticaretle uğraşır, insanları tanır, itikadları tanır, Allah onu peygamber yapmak istemiştir, ama insanları tanımasını gerekli bulmuştur, kırk yaşına kadar insanları , çevreyi ve itikadları, sosyal ilişkiler ağını tanımıştır.

Bediüzzaman da Van, İstanbul, Ankara, Kostruma, Avusturya , Rusya , Almanya , Erzurum , Pasinler, Trabzon ,Burdur, Isparta , Şam, Selanik gibi şehirlerde yaşamış, insanları tanımış, portrelerini çizmiş , dünya görüşlerini anlamış velhasıl büyük bir yenilik ve değişim hareketinin sahibi elbette değiştireceği cemiyeti bir camın arkasından göremezdi.

Bahaddin Veled de felsefe aleyhtarı idi , onun halifesi Seyyid Burhaneddin ve Tebrizli Şems , Sultan Veled’de de aynı durum mevcuttur.

Bediüzzaman bütün felsefeyi ve filozofları değil, ateist ve nihilist ve materyalist , Natüralist felsefecilere karşı idi. “Risale-i Nur’un şiddetle tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise , mutlak değil belki muzır kısmınadır. Çünkü felsefenin hayat-ı ictimaiye-i beşeriyeye ahlak ve kemalat-ı insaniyeye ve sanatın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise Kur’an ile barışıktır, belki Kur’an’ın hikmetine hadimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor, müstakim menfaattar felsefeye ilişmiyor.

Mevlana’nın mesnevisi kıyas erbabını küçümseyen örneklerle doludur. Hasta ile Sağır, Dudu ile Kuyumcu, Şaşı ile Üstad ve Öğrenci ile Gemici bunlardandır.

ESAS HEDEF TEVHİD

Mevlana da Bediüzzaman da öğretilerinin önemli teması olarak tevhidi görürler. Mevlana” Allah’a kıyas ve akıl yolu ile değil, gönül ve aşk yolu ile varılır” der. Mevlana’nın muhatabı kalptir, çünkü o dönemde hitap daha çok kalbedir, akıl materyalizm, nihilizm, inkârcı görüşler ve felsefe ile tanışmamıştır. Bu yüzden akıl sorun çıkarmaz, hitap daima kalbedir.

Bediüzzaman’ın asrı ise batı felsefesinin fena kısmı , fenden gelen fikirler, maddeci ve tabiatçı görüşler yüzünden aklın sağlıklı yorum yapamadığı bir dünya vardır. Bediüzzaman aklın almadığı hakikatleri ispatlarla, aklı ikna etmekle başarır.

Onun büyük eserlerinde sürekli akıl şüpheden kurtulup temizlendikten sonra inanır ve arkasından aklın şüphesinden kurtulması ile kalp de akıl ile birleşir, akıldan kalbe bir yol çizilir. Mesela Dördüncü Söz namaz ile ilgilidir iki sahifelik eserin on cümlesi aklı namaza ikna etmek içindir.

AKIL KALB BERABERLİĞİ

Haşir risalesinde akıl âhireti kabul etmekte zorlanır, Bediüzzaman otuz üç epizotluk bu eserinde inanmayan bir insanı inanmaya akli kıyaslar ve muhakemelerle hazırlar, bahsin sonunda akıl artık kabul eder. Ve Bediüzzaman bütün bahiste aklı ikna edip âhireti kabule getirdikten sonra yaptığından emindir ve eserinin bu konudaki fevkaladeliğini anlatır. “ Eğer haşrin gelmesini gelecek baharın gelmesi gibi kati bir surette anlamak istersen haşre dair Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu söze dikkat ile bak. Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen gel parmağını gözüme sok” (Sözler 103)

Bütün eserlerinde aklı ikna ettikten sonra akıldan kalbe yol açar, nice nihilist ve ateistler onun ikna metodları ile ikna olmuş ve kalpleri de akıllarına boyun eğmiştir.

Her iki öğreti sahibinin hayatında da medreseler önemlidir. Mevlana’nın hocalığı yetişme yılları hep medresede geçer.

MEDRESELERİN KAPATILMASI

Bediüzzaman medreselerde başlayan eğitimini medresede yenilik yapma fikri ile değişik bir tarzda devam ettirir. Osmanlı medresesi asra intibak edemediği için yenilik yapamamıştır.

Bediüzzaman medreselerin kapatılması ile üzülür , ama Risale-i Nur Dershanelerinin talebeleri tarafından her yerde açılmasını ister. Açılan dershanelerde Risale-i Nur okunur, dostluk , arkadaşlık gibi duygular güçlenir. Hayatını hizmete adayan vakıf denilen yetişmiş nur talebeleri hem okur hem de başkalarının okumasını sağlar onlara hakikatleri belletir ve bir evde yaşamak için gerekli olan vazgeçilmez eylemleri hep yapar hem de başkalarını onlara alıştırırlar.

Mevlevihanelerde de aynı şekilde Mevlevi adayları yetişir ve Mevlevihanenin bütün ihtiyaçlarını karşılayacak bir şekilde eğitilir, ülkenin çeşitli yerlerine irşad için gönderilirler. Bu şekli ile iki büyük mürşid gayr-i resmi okullar tarzında insanları eğitirler. Bunların derneği , kitabı , kaydı kuyudu yoktur. Siyasi maksatları , sistemle kavga gibi hedefleri yoktur.

Mevlana da Bediüzzaman da kuruyan denizin suyunu artırarak suladığı yerleri yeşertirler. Denizin suyunu kurutanlarla kavga etmezler, denizin suyunu artırarak onun suyunu azaltanların da orada boğulmasını sağlarlar.

Mevlana’nın hayatında Şems’in tesiri büyüktür. Onu terekesine alıp sonsuzluğa uçuran yıldız suvarisi Şems’tir.

Hazret-i Mevlana’nın medreselerinde çağın ilmine bakış açıları geliştirmek gibi bir direk iddia yoktur. Çünkü sorun ilimlerden ileri gelmemiştir.

ALLAHA GİDEN YOLLAR

Ama Bediüzzaman fenlerden gelen inkâr fikirlerini temizlemek için bütün ilimleri okur ve onlardan Allah’a giden yolları kapayan yorumları açar ve oralardan Allah’ a giden yollar belirler.

Eserlerinde her ilimde Allah’a giden kapılar, yollar ve pencereler vardır, Allah’a giden yolda engel olan perdeleri kaldırır ve dar bir dünyaya sıkışmış modern dünyanın insanının akıl ruh ve kalp dünyasını geliştirir.

Hazret-i Mevlana asrı gereği böyle bir faaliyette bulunmaz.

Mevlana’nın hayatında Konya ne kadar önemli ise Bediüzzaman’ın hayatında da Isparta önemlidir. Birinin Belh ten kalkıp Konya’da karar kılması diğerinin Van’ın İsparit nahiyesinden kalkıp Isparta’da karar kılması anlamlıdır. İkisi de orta Anadolu şehridir, kaderin bu tensibinin hikmetleri nedir fazla bilinmez.

Mevlana’nın beş büyük dostu vardır. Babası Bahattin Veled, Seyyid Burhaneddin, Tebrizli Şems, Kuyumcu Selahattin, Çelebi Hüsamettin, Sultan Veled.

Bediüzzaman’ın hayatında Hulusi,Sıddık Süleyman,Hafız Tevfik,Abdullah Çavuş,Husrev,Refet ve Hafız Ali, Mehmet Feyzi,Hasan Feyzi, Abdullah Yeğin, Çalışkanlar Hanedanı , Tahiri Mutlu,Zübeyir,Sungur,Ceylan, Bayram,Hüsnü,Ahmet Feyzi, Fırıncı ve Birinci ve başkaları vardır. Bunlar onun hem arkadaşları hem de davasının en önemli ilk uzuvlarıdırlar.

Mevlana’nın oğlu Sultan Veled tarikatı organize etmiş ve çağlara devretmiştir.

Bu önemde Bediüzzaman, Zübeyr Gündüzalp ve Hizmetkârları ile aynı şekilde davanın metodolojisini uygulamış ve organize etmiştir.

Şeyh Burhanettin ona dokuz yıl mürşitlik etmiş ve onu hemen tutuşmaya hazır bir çıra haline getirmiştir.

Bediüzzaman’ın hayatında Abdulkadir Geylani ,

İmam-ı Rabbani onun nebevi ve lahuti yolunun pusulasını tutmuşlar ve onu denetlemişlerdir yaşadığı bütün sürece, onların perde arkasındaki direktifleri ile hizmet hayatı devam etmiştir. Hazreti Ali de onun manevi hayatının bir başka pusulasıdır. En son hocalarından biri de Küfrevi hanedanındandır.

Bediüzzaman büyük ıztıraplar çekmiştir, bunlar tecrid, hapis, zulüm, işkence , zehirlenme gibi şeylerdir.

Mevlana’nın hayatında bu tür öğeler yoktur. En büyük ıztırabı müdevven bilimsel dünyasının Şems’in taşkın hareketleri ile sarsılmasıdır, Şems olmasaydı o sadece ilmi ve hikmetleri ile bilinecekti, Mevlana da eksik olan aşkı ve heyecanı Şems ona vermiştir.

Sultan Veled, Kur’an-ı Kerim’in

18 inci kehf suresindeki olayları babası ile Şems arasındaki olaylara benzetir. Hızır hz Musa’dan hareketlerinin anlamını sormamasını ister, her halde ona inkıyat etmeyi ister. Ne delinen geminin, ne de yıkılacak duvarın hikmetini sormamasını ister. Hazreti Mevlana da Şems’in hareketlerindeki zahiren mantıkla çatışan halleri sorgulamaz, ona teslim olur. O Mevlana’nın etrafındaki suni şöhret zırhını parçalar, hakka göre hareketini sağlar halka göre değil. Nesimi gibi “Ben şişeyi taşa çaldım namusu arı neylerem “ söylettirir ve söyler.

İKİ BÜYÜK İNSAN VE ANADOLU

Şemsten sonra Mevlana kelama, didara ve sırra koşmuştur. Bir madene ateş vererek ondan altın ruhlar çıkarmayı Şems ona hazırlamıştır, Birçok insan Mevlana’nın etrafında onun insanlığa bir irşad kâbesi olması için çalışmışlar ve katkılarından sonra bir vesile ile sahneden çekilmişlerdir. Şems ya kaybolur veya ölür, belki de öldürülür, eşi Kimya da Şems’ten yedi gün önce ölmüştür.

Babası hocaları ve Şems onun ruhunu bir plastik madde gibi biçimlendirmiş ve sonradan sahneden çekilmişlerdir. Anadolunun mukaddes toprağını mayalamak için Allah bu iki büyük insanı orta anadoluda bu büyük milletler toplululuğuna manevi hizmet için hazırlamıştır.

Bediüzzaman’ın yetişme yıllarında ve daha sonraki hizmet yıllarında gaybi bir ekibin onunla birlikte çalıştığı eserlerindeki satır aralarındaki kayıtlardan anlaşılır. Zaman zaman bu felaket ve helâket asrının adamı bir perdenin arkasında bir büyük ekibin denetimi veya gözlemi ile bulunurlar. İdraki maali bu küçük akla gerekmez , zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.

Hazret-i Mevlana Şems’in bir süre sahneden çekilmesine dayanamaz onu arar, Şam’a gider çaresiz geri döner, ama onun çekilmesi aradığı şey onun iç dünyasına girmiştir, aslında aradığı Şems değil kendisidir. Iztıraplar, uykusuzluklar, kararsızlıklar Şems’ten sonra uzun zaman onu bırakmaz. Ama onlar sarsılan klasik dünyasının taşlarının yerine oturmasını sağlar.

Büyük karşılaşmalar her zaman şaşkınlığa neden olmuştur. Şemsin telkinleri onun bedenine şemsi yerleştirmiş ve şems daha sonra ortadan çekilmiştir. Şemsin geniş ruhu ve heterojen dünyası Mevlana’yı klasik dünyasından yeni bir dünyaya taşımıştır. Geometrik bir insan olmaktan çıkıp denetlenemez bir ruh yapısına sahip olmuştur Şems’ten sonra Mevlana.

Mevlana din ile birlikte musiki ve sanatı da telkin dünyasına sokmuş ve dini sanat ve musiki ile birlikte hale getirmiştir. Mevleviliğin büyük tesiri bu terkipten ileri gelmiştir.

Bediüzzaman ruhu belirleyen öğeler olarak mütalaa ve gözlem ve ibadeti getirmiştir.

Kendisi de eserlerini okumuş talebelerini okumaya teşvik etmiş, eserlerinin teenni ile okunmasını teşvik etmiş , ayrıca âlemi sanatlı bir gözle bir arı gibi , bir mütalaacı gibi , bir seyirci gibi seyretmeyi örgütleyerek dine sanatçı gibi kainata bakma ve büyük sanatçıya açılan kapılar, pencereleri, yolları görmeyi örgütlemiş ve kendisi bunları bizatihi yapmıştır.

Hayatın her safhasında bir temaşacı bir sanat yorumcusu bir büyük estetikçi gibi âlemi yorumlamış ve yorumlamayı örgütlemiştir.

Özellikle namaz konusunda her anı ve her rüknünü canlı tutmak için namazın derinliğini hissettirerek anlatmış ve namazın insanın dünyasına katkısını belirlemiştir.

NEFİS TERBİYESİ

Mevlana başka mutasavvıflar gibi hiçbir zaman batıni yolları seçmemiş, söz ve davranışlarının çok belirli ve İslami olmasına önem vermiştir.
Mevlana muhakkik ile mukallidi ayırır. “Bunlar Davut ile ses gibidir. Kağnı da feryad eder ağlar, öküzde de yük vardır.

Onun için nefsi körletmek değil , nefsi yenmek ve aşmak önemlidir.”Heva ve hevese eğilip ot gibi rüzgarın geldiği yöne eğilme “ der.

Meylin olmadan sabrın manası yoktur” der.

Nefsi çok istediği şeylere karşı iradesini bilemek nefsini yenmesini sağlamaktır.

Arzuları öldürmek değil onları yenmek ve aşmak gerektiğini söyler. Onları yükseltmek , billurlaştırmak ve arıtmak gerektiğini söyler.

Bediüzzaman bütün bunlardan ayrı nefis ile kalp ve akıl münasebetlerini iyi ayarlamayı esas almış, sünnete uymayı ve haramlardan kaçınmayı esas almıştır.

Çünkü Mevlananın toplumunda kadın ve erkeğin yeri, iyi ile kötünün uzaklığı mesafesi modern toplumdan farklıdır, bu yüzden sünnete ittiba o asırda başka bu asırda başkadır.

Bediüzzaman’da da böyledir.

‘’ Kendisi sanki yedim demiştir” ama öğrencilerinin bu tür eylemlerine karışmamıştır. Bedeni hizmetten engelleyen tavırlara karşı çıkmıştır, kendisi yemeden yaşamış gibidir, ama talebelerine iktisatla hareket telkinlerinde bulunmuştur, çünkü hizmet gayret ile olur, tasavvufi tavır insanı belli duvarlar arasına kilitler.

Nasıl güneşin etrafında gezeğenler onun dönmesinden aşkından ve deveranından güç alıyorsa Mevlana da sema ve Mevlevi musikisi ile hem kendi ruhunu ve hem de Mevlevilerin ruhunu olgunlaştırıyordu.

Bediüzzaman’ın hayatını hastalıklar ve zulümler belirlemiştir. Hastalıklar ve zulümler onun ruhunu gayesine hazırlayan demircinin balyozu ile dövülen ateşteki demir gibi izler bırakmışlardır. En büyük eserlerini en büyük zulümlere maruz kaldığından yazmıştır.

Mevlananın hikmetleri ruhsal taşkınlıklar ve aşk ve musiki ile yazılmıştır.

Bediüzzaman ‘ın eserlerinde ise farklı ruh halleri görülür, her eseri farklı ruh hallerinin ve akıl kalb imtizaçlarının neticesidir.

Mevlana “ âhiret için de bir sanat öğren ki bağışlanma kazancını elde edesin. O âlem de kazançla yazarla dolu bir şehirdir, zannetme ki kazanç yalnız bu âlemdedir ve bu sana kâfidir.”der.

Bu aşağılık nefis senden fani kazanç ister, fakat niceye dek, bu aşağılık şeyleri kazanıp duracaksın, bırak artık yeter. “

Ulu Allah bu alemin kazancı o kazancın yanında çocuk oyuncağı kalır” buyurdu, hani çocuklar dükkancılık oynar ya . Fakat zaman geçirmekten başka bir şey ellerine geçmez, gece gelip çatar, çocuk evine döner. Dinin ise kazancı aşktır. “

Mevlevi, sema musiki , şiir , oruç , namaz sayesinde ruhunu adi duyuş ve hazlardan arzulardan kurtarır. Sema ruhun gücünü artırır, Arındırır ve yüceltir. Gökte milyonlarca yıldız nasıl intizam içinde dönerse , kargaşaya düşmeden . Sema ‘da üstün bir nizam içinde ruh dönerek yücelir. Ruha ahenk kazandırır.

Necip Fazıl

Kaçır beni ahenk al beni birlik
Artık barınamam gölge varlıkta
Diyerek bunu ifade eder.

Itri ve Şeyh Galip bu havada yetişmişlerdir, Mevlana sema, musiki ve şiir, ile din ve sanatı birleştirmiştir. Ona göre avamın orucu yemeği içmeği terk etmektir, seçkinlerin orucu ise Allah’tan gayrisini terk etmektir. İmamın arkasında nasıl cemaat düzenle hareket ederse, toplumsal ruhsal kurtuluş bu düzende ise , aynen öyle de yıldızlar da imamları olan güneşin etrafında dönerler. İki sema birbirini çağrıştırır. Bediüzzaman da namaz ile insanın ve evrenin hayatı arasında kozmik ve zamansal bağlar kurar, namaz bütün bu değişimleri çağrıştıran onlarla empati kuran bir büyük seremonikal tavırdır.

Bediüzzaman bu dünyayı bir kitap olarak anlatır, insan gözü ile o kainat kitabını okur, mütalaa eder, Mevlana da dünyayı ötenin bir tezahürü olarak görür. Semayı birleştirme ve ahenk aracı gören Mevlana yanında Bediüzzaman varlık arasındaki tevhidi birliktelikleri, armonikal duruşları cemal ve kemal-i ilahinin aynası görür.

Bediüzzaman” marifetullahın en yüksek makamı lezzetleri terketmektir “ der

Allah cemali ile perdesiz tecelli ederse insan buna tahammül edemez, ama Allah dağa perdeli tecelli ettiğinde onu yeşillendirir, süslendirir , bu perdeler arasından gelmiş olan güzellik insanı etkiler, ama perdesiz tecelliye insan dayanamaz. Perdesiz tecelli ederse dağ parçalanır.Mevlana ömrü bir gölge avı olarak görür,

Bediüzzaman ise insanı gölgeye yapışmış ve yolunu şaşırmış olarak görür, hakikatı görmesi için gölgeden başını kaldırması gerekir.

Bediüzzaman da hikâyeler anlatır, Mevlana da. Hikâyelerin farkı biri kalbi harekete geçiren diğeri de aklı daha sonra kalbi harekete geçiren hikâyelerdir.

Bediüzzaman’ın hayatı da ölümü de trajikir. Bütün bir hayat trajedinin safhaları gibidir, bunun nedeni de toplumda din büyük oranda tesirini kaybetmiş, düşmanlar büyük komiteler haline gelmiş, avam da gaflet ve ülfet ile dinin mahiyetini kaybetmiştir. Bu yüzden Bediüzzaman büyük çileler çekmiştir.

Hz. Mevlana’nın ölümü bir aristokrat İslam büyüğünün ölümüdür, hristiyanlar ve papazlar dahi onun arkasından göz yaşı dökmüş onun engin bakış açısını yadetmişlerdir. Bugün iki meslek tarzı da dünyada hala devam etmekte, Mevlevi ve Mevlana bakış açısı bütün dünyayı aydınlatmaktadır.

Bediüzzaman ve eserleri de bin yıldır inkar edilen kitaplı dinlerin temel argümanlarını küfrün tasallutundan kurtarmış, dünyanın birçok iklimlerinde gece gündüz Kur’an güneşinin şuaları olan eserleri ile insanlığı aydınlatmaktadır.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Mevlana İle Yeniden Buluşmak!

Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak yolunda en önemli araç ve en geçerli vasıta; Hazreti Muhammed (sav) efendimiz olduğu için, Bediüzzaman’la Mevlana Hazretlerinin buluşma noktası; Allah aşkı, rızası, muhabbeti noktasından başlarken, Hazreti Peygamber ve Onun çizmiş olduğu sünnet-i seniyye çizgisiyle devam eder. Zira Allah’ın razı olacağı tarzın, Hazreti Peygamber Efendimizin çizmiş olduğu rota olduğu, yüce kur’ânın sarih beyanlarıyla ortadadır. Bu iki güzide şahsiyetin ve diğer tüm Allah dostlarının buluşma noktası, Allah’ın rızası ve Hazret-i Muhammed (s.a.v)’e tâbi olmak cihetiyle en mühim buluşma rotasını teşkil etmektedir.

Biz mü’min kulların bu kutlu buluşmayı ve kesişen noktayı dikkatimizden uzak tutma gibi bir lüksümüz elbetteki olamaz.

O zevât-ı kirâm, kur’ân ve Sünnetten aslâ taviz vermemiş, hayatları pahasına cansiperâne müdafaa etmişler, cehd, gayret ve mesailerini bu uğurda sarfetmişlerdir.

Mücedditler, Hz. Peygamber (s.a.v)’in vârisleri, asırların rehberleri ve mânevî önderleridirler.

Allah (c.c), hikmetinin gereği olarak her asra, zamanının şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun, insanların yolunu aydınlatacak rehberler göndermiştir. Her asırda bir mürşid gönderdi ki, insanlık istikametten ayrılmasın, yolunu şaşırmasın…

Asırlara mânevî mührünü vurmuş, Allah’ın kitabına ve Resûlünün Sünnetine hizmeti hayatının en yüce gayesi edinmiş bu mâneviyat erleri, serâpâ nur neşreden şahsiyetleriyle şarktan garba tüm âlemi aydınlatmaktadırlar.

Ömer b. Abdülaziz, İmam-ı Muhammed b. İdris eş-Şafiî, Ebu’l-Hasen Ali el-Eş’ârî, Ebu Hamid el-İsfereyânî, Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî, Fahreddin-i Râzî, Mevlâna Celâleddin-i Rumî, Hafız İmam Zeynüddin-i Irakî, Celâleddin-i Suyutî, Müceddid-i Elf-i Sanî İmam-ı Rabbanî (Ahmed Fârukî es-Serhandî), Şah Veliyullah Dehlevî, Mevlâna Hâlid-i Bağdadî, Bediüzzaman Said Nursî…

Hayatları ve davaları, ümmet nazarında birer destan olarak ruh ve gönüllerde makes bulmuştur ve bulmaya da devam etmektedir.

O bahtiyar insanlardan biri de Mevlâna Celâleddîn-i Rûmîdir.

O’nun açtığı kur’ân sofrasında insan, sözünü, yüzünü, gönlünü ve ruhunu güzelleştirmektedir..

Onun dergâhı, mânevî estetiğin merkezidir. Sabır, feragat, fedakârlık, nefis ve duyu terbiyesi ve tezkiyesinin okuludur. Bin bir günde Esmâ-i Hüsnânın tecelliyatıyla arınma ve paklanma ameliyesidir.

Kişisel gelişim de (NLP) diyebileceğimiz kıvamda insan unsurunun yetiştirilmesidir.

O, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadeleriyle, âlemi baştan başa akıl ve kalp gözüyle gören bir makamda bulunmaktadır.

Hazret-i Mevlâna, Benlikten sıyrılarak hak kapısının eşiğinde her dem niyazda olan, rıza üzere gözünü ebediyetlere diken, nefsini bilmekle Hakk’ı tarif eden, her tecelliyi Hak’la bilip Hak’la idraka çalışan, Hak yolunun hakkını veren, benlik ve enaniyetten geçip marifet ve Hakka kurbiyyet kapısını açan bir Allah dostudur.

Onun mânevî terbiyesine baş koymuş DERVİŞ ise, kelimenin harflerinde manasını bulan dünya, riya, varlık, yalan ve şehveti terk yolunda azmetmiş bahtiyar erlerdir.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (ra)’nin bir kısım sözleri,maalesef yanlış yorumlanarak Müslümanların zihinlerinde istifhamlar oluşturulmaktadır. Meselâ bir sözünde Mevlâna şöyle der: “Ne olursan ol, yine gel!”. Bu söz doğrudur, ancak Mevlânâ Celâleddin’in murâdı üzere olsa… Yoksa, hevâ ehlinin anladığına göre değil. Mevlânâ’nın hakíkí murâdı/maksadı ise, ancak bir takım esaslara göre anlaşılır. O kasd edilen mâna ise üç noktada toplanır :

Birincisi: Yahûdîler, neseben Yahûdî olmayanları Yahûdî dinine kabûl etmiyorlar. Çünkü, onların inancına göre din, Yahûdî ırkı üzerine kurulmuştur ve millî bir dindir. Hak Din olan İslâmiyete göre ise böyle bir inanç bâtıl ve merdûttur. Yâni, din-i Muhammedî (asm), belli bir kavmin dini değildir. Belki bütün ırklara hitâb eden ve onları mes’ûl tutan bir dindir. “Ne olursan ol, yâni hangi ırk ve dine mensûb olursan ol, din-i Muhammedî (asm)’a gel!” demektir.

İkincisi: Diğer peygamberlerin her biri, belli bir kavme peygamber olarak gelmiştir. Resûl-i Ekrem (asm) ise umûm insânlara peygamber olarak gelmiştir. Buna binâen, “Ne olursan ol, yâni hangi ümmetten olursan ol, ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah’ de! Ve Kur’ân’ı kabûl et!” demektir.

Üçüncüsü: Eski şerîatlarda tevbenin kabûlü, ancak kebâiri işleyen kimsenin kendisini öldürmesine bağlı idi. Mücerred tevbe kâfî değildi.

Şerîat-ı Muhammediyye (asm)’da ise nasûh tevbe ile günâhlar afvolur. Onun için “Ne olursan ol, yine gel! Yâni, günâhım çoktur diyerek rahmet-i İlâhiyyeden ümidini kesme! Allah tevbeleri kabûl eder. Gel, günâhından tevbe et!” demektir. Yoksa, “Bulunduğun gayr-i meşrû’ hal üzerine devâm et!” demek veyâ onların günâh olan hallerini hoş görmek demek değildir.

Mevlâna Hazretleri, Kur’ânın koyduğu ölçüleri en iyi bilen ilim erbabından birisiydi. İslâm ulemâsına aykırı bir görüşü ortaya sürmesi düşünülemez.

Bediüzzaman Hazretleri konuya aşağıdaki veciz ifadeleriyle son noktayı koymaktadır:

Âlem-i İslâmın cadde-i kübrâsı, o umûm eimmenin(imamların) caddesidir; muazzam ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka husûsî ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar.”(Mektûbât, Yirmi Dokuzuncu Mektûb, Yedinci Kısım)

Bir fikre da’vet, cumhûr-i ulemânın kabûlüne vâbestedir. Yoksa, da’vet bid’attır, reddedilir.”(Hakíkat Çekirdekleri)

Makalemizi O gönül sultanının bir sözüyle noktalayalım:

Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.

Mevlâna (r.a) ile yeniden buluşmak temennisiyle.

İsmail Aksoy

Kaynak: www.NurNet.Org

Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi Kimdir? (1207-1273)

Mevlana 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan’ın Belh şehrinde doğmuştur. Mevlana’nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında “Bilginlerin Sultanı” ünvanını almış olan Hüseyin Hatibi oğlu Bahaeddin Veled’tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur.
Sultanü’I-Ulema Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh’den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultanü’I-Ulema 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh’den ayrıldı.
Sultanü’I-Ulema’nın ilk durağı Nişabur olmuştur. Nişabur şehrinde tanınmış mutasavvıf Feridüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlana burada küçük yaşına rağmen Feridüddin Attar’ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.
Sultanü’I Ulema Nişabur’dan Bağdat’a ve daha sonra Kufe yolu ile Ka’be’ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam’a uğradı. Şam’dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Larende’ye (Karaman) geldiler. Karaman’da Subaşı Emir Musa’nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler.
1222 yılında Karaman’a gelen Sultanü’l-Ulema ve ailesi burada yedi yıl kaldılar. Mevlana 1225 yılında Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile Karaman’da evlendi. Bu evlilikten Mevlana’nın Sultan Veled ve Alaeddin çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun’u kaybeden Mevlana bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlana’nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Alim çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.
Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti’nin egemenliği altında idi. Konya’da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alaeddin Keykubad idi. Alaeddin Keykubad Sultanü’I-Ulema Bahaeddin Veled’i Karaman’dan Konya’ya davet etti ve Konya’ya yerleşmesini istedi.
Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya’ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alaeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi’ni ikametlerine tahsis ettiler.
Sultanü’l-Ulema 12 Ocak 1231 yılında Konya’da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu Sarayının Gül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlana Dergahı’ndaki bugünkü yerine defnolundu.
Sultanü’I-Ulema ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlana’nın çevresinde toplandılar. Mevlana’yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlana büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi’nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.
Mevlana 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizi ile karşılaştı. Mevlana Şems’de “mutlak kemalin varlığını” cemalinde de “İlahi nurlarını” görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü.
Mevlana, Şems’in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selahaddin Zerkubi ve Hüsameddin çelebi, Şems-i Tebrizi’nin yerini doldurmaya çalıştılar.
Yaşamını “Hamdım, piştim, yandım” sözleri ile özetleyen Mevlana, 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk’ ın rahmetine kavuştu. Mevlana’nın cenaze namazını Mevlana’nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlana’yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlana’nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.
Mevlana ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah’ına kavuşacaktı. Onun için Mevlana ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen “Şeb-i Arus” diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.
“ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! / Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir.”
Her türlü kemale erişi aşkta gören Mevlana’nın bütün eserleri aşka dairdir. Zira aşk hayatın aslıdır, özüdür. Kainatın yaratılış sebebi aşktır. ‘Sen olmasaydın bu gökleri yaratmazdım.’ kudsi hadisiyle; varlık alemlerinin yaratılmasındaki yegane maksadın, Cenab-ı Hakk’ın Hazreti Peygambere (asm) duyduğu sevgi olduğu belirtilir. Mademki varlığın mayası aşktır, aşkın en ileri noktası olan Allah aşkı ve muhabbeti her şeyin üzerinde değere sahiptir. Mevlana bu düşünceden hareketle, binlerce beyitte ilahi aşkı söylemiştir. Onun aşka dair düşüncelerini dört grupta toplamak mümkündür. Akıl ve aşk mukayesesi, aşkın üstünlüğü ve değeri, fanilere duyulan aşkın geçersizliği, aşktan nasibi olmayanların zavallılığı …
Mana Padişahı Mevlana’ya göre akıl ve ilim, gayb aleminin gerçeklerini kavramada yetersizdir. Bunlar insanı bir noktaya kadar götürür, ancak hedefe ulaştıramaz. Fakat insan aşktan kanatlara sahipse , ilim ve aşkın hayal edemeyeceği kadar yücelir. Tıpkı Miraç Gecesi olduğu gibi. O kutlu gecede Hazreti Peygamber (asm) ve Cebrail (as) gök katlarında yükselirken, Sidre-i Müntehaya gelince; Cebrail (as) “Bir parmak ucu daha ilerlersem, yanarım.” diyerek kalmış, Hazret-i Peygamber (asm) ise Sidre’yi geçerek Cenab- Hakk’a yakınlığın son derecesine ulaşmıştır. Sidre-i Münteha denen yer; gerek melek gerekse peygamber, bütün varlıkların ulaşabildiği son noktadır. Bir başka deyişle emr-i İlahiden başka her şeyin son bulduğu yerdir. Mutasavvıflar buradan hareketle, Cebrail (as)’i beşer idrakin , ilim ve aklın sembolü, Hazret-i Peygamber (asm)’i ise gönül ve aşkın timsali olarak görürler.
Sorularla İslamiyet

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version