Ahirete İman – Ölümden Sonra Hayat Var mı? Delilleri Nelerdir? (Video)

Bismillahirrahmanirrahîm

“Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar kararıp döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde, kıyılmaz mallar bırakıldığında, vahşi hayvanlar bir araya toplandığında, denizler kaynatıldığında, ruhlar bedenlerle birleştirildiğinde, diri diri toprağa gömülen kızlara: ‘Hangi günahtan dolayı öldürüldünüz?’ denildiğinde, amel defterleri açıldığında, gök sıyrılıp açıldığında, cehennem kızıştırıldığında ve cennet yaklaştırıldığında herkes (hayır ve şerden) ne getirmiş olduğunu anlar.” (Tekvir 1-14)

Kur’an’ın bu ve benzeri ayetlerinin sarahatiyle, bir gün gelecek ve bu âlemin kıyameti koparak başka bir âlemin kapısı açılacaktır. Bu, gözümüz önündeki şu âlemin vücudu kadar katidir.

“Ahirete İman” isimli bu eserimizde iman hakikatlerinden biri olan haşir, yani öldükten sonra dirilme ve mahşere çıkma, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilmektedir. Bu eserde anlatılan hakikatler o kadar kuvvetlidir ki en inatçı kâfiri dahi ilzam eder ve susturur.

Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri dava etse: “Şu saray veya şehir, tahrip edilip yeniden sağlam bir surette bina ve tamir edilecektir.” dese… Elbette, onun davasına karşı altı sual terettüp eder.

Birincisi: “Niçin tahrip edilecek? Sebep ve gerekçe var mıdır?” Eğer, “Evet, var.” diye ispat edilse bu sefer ikinci soru sorulur.

İkincisi: “Bunu tahrip edip tamir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?” Eğer, “Evet, yapabilir.” diye ispat edilse bu sefer üçüncü soru sorulur.

Üçüncüsü: “Bu sarayın veya şehrin tahribi mümkün müdür?” Eğer, “Evet, mümkündür.” diye ispat edilirse bu sefer dördüncü soru sorulur.

Dördüncüsü: “Mümkün olan bu tahrip gerçekleşecek ve vukua gelecek midir?” Eğer, “Evet, gerçekleşecektir.” diyerek vukuu ispat edilse iki sual daha ona varid olur ki:

Beşinci ve altıncı sualler: “Acaba şu acayip saray veya şehrin yeniden tamiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tamir edilecek midir?” Eğer, “Evet” denilerek bunlar da ispat edilse o vakit bu meselenin hiçbir cihette hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şüphe ve vesvese girebilsin.

İşte, bu temsil gibi:

·     Dünya sarayının ve şu kâinat şehrinin tahribi ve tamiri için gerekçeler olduğu,

·     Fail ve ustasının buna muktedir olduğu,

·     Tahribinin mümkün olduğu ve vaki olacağı,

·     Ve tamirinin de olası ve vuku bulacağı meseleleri ispat edilirse, artık bu mesele hakkında şüphe ve vesvese edilmez.

İşte eserimizde bu altı cihetin her biri, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilecek ve ahiretin varlığı güneş gibi kati gösterilecektir.

Eserimizden hakkıyla istifade edebilmeniz için, ilk önce eserde takip ettiğimiz yolu ve metodu bilmeniz gerekir. “Ahirete İman” isimli eserimizde şöyle bir yol takip ettik:

Ahiretin varlığına dair delilleri başlıklar ve maddeler hâlinde inceledik. Her bir başlık müstakil olup tek başına ahiretin varlığını ispat etmeye kâfidir. Bütün başlıkların toplamındaki kuvvet ise asla karşı gelinemeyecek kuvvettedir.

Her bir delilde iki basamaklı bir yol ve bir tarz takip edilmiştir.

1. Basamak: Bu basamakta, kâinattaki fiillerden ve tecellilerden bahsedilmekte ve daha sonra fiilden faile, isimden müsemmaya, yani ismin sahibine ve sıfattan da mevsufa, yani sıfatın sahibine geçilmektedir.

Mesela birinci delilin birinci basamağında kâinatta gözüken saltanattan bahsedilecek ve bu saltanat delil yapılarak Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. İkinci delilin birinci basamağında ise kâinatta gözüken merhametten bahsedilecek ve bu merhamet delil yapılarak Rahim olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. Üçüncü delilin birinci basamağında ise kâinatta gözüken izzetten bahsedilecek ve bu izzet delil getirilerek Aziz olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. Diğer delillerde de aynı yol takip edilmektedir.

Demek 1. Basamakta, kâinatta tecelli eden fiillerden, isimlerden ve sıfatlardan bahsedilecek ve fiilden faile, isimden müsemmaya ve sıfattan da mevsufa geçilecektir. Zira fiiller failsiz, isimler müsemmasız ve sıfatlar mevsufsuz olamaz; bir iğnenin ustasız ve bir harfin kâtipsiz olamayacağı gibi…

Demek birinci basamakta aynı zamanda ispat-ı vücud da yapılmaktadır. Yani ahiretin varlığından önce Allah’ın varlığı ispat edilmektedir.

2. Basamak: 1. Basamakta fiil ve tecelli anlatılıp faile ve müsemmaya çıkıldıktan sonra, 2. Basamakta mezkûr ismin ahireti gerektirdiği ve mezkûr sıfatın ahireti iktiza ettiği ispat edilmektedir. Demek bu basamak, ahiretin varlığının ispat edildiği basamaktır.

Her bir delilde anlatılan meseleler âdeta üç zincir halkasından oluşmaktadır:

1- Kâinattaki tecelli.

2- Bu tecellide gözüken isimler ve sıfatlar.

3- Bu isimlerin ve sıfatların ahireti gerektirmesi.

Bu halkalar birbirine geçmiş olup tamamını koparamayan, bir halkaya ilişemez. Ya da başka bir ifadeyle, bir halkayı koparabilmek için tamamını parçalayabilmek gerekir. Mesele bir bütündür; bütünü çürütemeyen, parçaya ilişemez. Parçaya ilişebilmek için bütün çürütülmelidir.

Dolayısıyla diyebiliriz ki:

·     Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce faili ve müsemmayı yani Allah’ı inkâr edebilmek gerekir.

·     Allah’ı inkâr edebilmek için de kâinatta gözüken fiilleri ve isimleri inkâr edebilmek gerekir.

·     Kâinatta gözüken isim ve fiilleri inkâr edebilmek için ise bizzat kâinatın kendisini inkâr edebilmek lazımdır. Bu ise mümkün değildir.

·     Başka bir ifadeyle, kâinatı inkâr edemeyen, göz önündeki fiilleri inkâr edemez; fiili inkâr edemeyen, faili inkâr edemez; faili inkâr edemeyen de o fiilde gözüken, faile ait ismin ahireti gerektirmesini inkâr edemez.

Sözün özü: Her bir başlıkta öyle bir yol takip edilmiştir ki, ahireti inkâr edebilmek için şu göz önündeki âlemi inkâr etmek ve akıldan istifa etmek gerekecektir. İşte bu eserde ahiretin varlığı bu kadar net bir şekilde ispat edilecektir.

“Ahirete İman” isimli eserimiz hazırlanırken Bediüzzaman Hazretleri’nin “10. Söz” namıyla maruf “Haşir Risalesi” kaynak eser olarak kullanılmıştır. Eserimizde anlatılan bütün hakikatler, Bediüzzaman Hazretleri’nin mezkûr eserinden iktibas edilmiştir.

Bu eserle amacımız:

·     Ahirete iman hakikati hususunda imanlarımızı taklitten tahkike çıkarmak,

·     Ahiret hakkında şüphesi olanları şüpheden kurtarmak,

·     Ahireti inkâr edenlerin imana girmelerine bir vesile olmak,

·     Ahiret hakkında kâfirler ile mücadeleye girmek zorunda kalanlara bir rehber olmak,

·      Ve bu vesileler ile Cenab-ı Mevla’nın rızasını kazanmaktır.

Tevfik ve inayet Allah’tandır!

Meşrebe Takılmayalım

Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne..[1]

Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde insan milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cemiyettir.[2]

Eğer içersinde bulunduğumuz meşrep ile bizim husûsî meşrebimiz arasında bir imtizâçsızlık söz konusu ise bunun çaresi meşveret edilmesidir. Lakin meşveretlik bir şey değil şahsi ve hususi olan meşrebimize uymuyorsa ve hizmetin esasına muhalefet varsa bunun çaresi aynı yerde kalmak değildir alternatif varsa. Çünkü aynı yerde kalınsa alternatif varken o ferde ve cemaate bir nevi azaptır. Kendi hususi meşrebine muvafık yer varsa o fert oraya gidip orada hizmete devam etmeli. zaten bir evin odaları gibiyiz. odadan salona, salondan odaya, odadan odaya geçmek gibi bakılması gereklidir.

Yoksa ben hizmeti burada tanıdım burada ne olursa olsun kalmalıyım demek ise yanlış bir düşüncedir. Ama şu var ki çevrem burada buradaki abileri/kardeşleri tanıyorum düşüncesiyle kalmak ise gene tanısın gene görüşsün herhangi bir sıkıntı yok. Görüşüp konuşulmakta hiçbir sakınca yoktur.

Zaten mesleğini meşrebine boğdurmaya çalışan kimselerden upuzak durmak gerekir. Hiçbir meslek o mesleğin bir meşrebine sığmayacak kadar büyüktür.

Mesela Nur Talebeliği vasfımızla söyleyecek olursak. Nurculuk içerisinde ki tüm meşrebler nurculuktandır; amma sadece bir meşrebi nurculuğun tamamını temsil edemez. Nurculuğun bir şua’ını, rengini temsil eder.

Tavuğun derdi civcivlerini muhafaza etmektir. Amma bizim öyle bir derdimiz yok. Herkese hitaben diyorum ki: bir mesleğe girdiniz bir meşrebine intisap ettiniz. Bir müddet devam ettin sonra çevrende var olan meşreplere de bak. Bunlara üst üste 5-6 defa derslerine katıl. Sonra düşün bak sana en münasip meşreb neresi ise oraya devam eyle. Kendi hususi meşrebine muvafık, yakın, aynısı.. bir yer vardır. Amma unutma ki mükemmel olan hiçbir yer yok. Mükemmel olan yer Cennettedir. Dünyada mükemmel yoktur. Kemale yakınlık vardır. Bizce kemalat sayılan yerler ve şeyler vardır.

Bu dediğimi yaparken her çiçekten öz almak gibi bir şey de hatadır. Aynı meslek içinde var olan meşrebler bir bardağın çeşitleri gibidir. Yani zahiri bir fark var aslında aynıdır. Mesela: Sungur Ağabey, Said Özdemir Ağabey, Kurtoğlu Ağabey, Meşveret, Yeni Asya.. bunların hepsi bu nev’dendir.

Sadece biz varız, bizden gayrı kimse istikamet üzere değildir, fırka-i naciye biziz, bize gel onlara gitme… gibi bir sürü lakırtıda bulunan kimselerden uzak durmak gerektir.

Şu da var ki birbirine aynı meşreb üzere bulunan kimseler farklı meşreblerde bulunsa da birbirileri ile sıkça görüşmekte ve kaynaşmaktadır. Meşreb gibi ani ve fani ve zahiri isme takılmıyorlar. “Çünki birbirine yakın zâtlar birbirini taklidedebilirler. Bir cinsten olanlar, birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklidedebilirler.”[3] Yani birbirimizle aynıyız sadece birileri o bizden değil, biz de onlardan değiliz gibi bir söz yersizdir.

 

Güneş tektir o güneş ise Kur’an-ı Kerimdir. Güneşten çıkan ışıklar ise Renklere inkısam edip ayrılmaktadır. Sadece kırmızı diyemez ki renk bana derler gerisi renk değildir. Bu tip sözler yersizdir.

 

“Elhasıl: Her şeyin ifratvetefriti iyi değildir. İstikamet ise hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet Ve Cemaat onu ihtiyar etmiş. Fakat maatteessüf Ehl-i Sünnet Ve Cemaat perdesi altına Vehhabîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi, siyaset meftunları ve bir kısım mülhidler..”[4] nurcuların ittihadını bozarak şirket-i maneviyelerini akim bırakmak peşindeler. Ya ifrata ya tefrite sokarak bunu yapmaya çalışmaktalar. Azami derecede dikkat etmek elzemdir. Yoksa dareynde şekavete sebebiyete sebep olacaktır dikkatsizlik.

Bu yazıyı neden yazdığım ise üstadımın şu tarzına/prensibine iktida etmek içindir. “üssülesas-ı meslekim; ifrat ve tefrit ile hakaik-i İslâmiyete sürülen lekeleri temizlemek ve o elmas gibi hakikatlarına saykalvurmak idi.”[5] Nurculuk saykala muhtaç değildir; ama bizleri nur talebelerinin anlayışları Risale yerine şahısların anlayışlarına uyarlanması/endekslenmesi bizlerin saykala ihtiyacını ortaya çıkartıp hasıl etmiştir.

 

Bu ifrat ile tefrit ehlinden çekilenleri yaşayanlar bilirler.

  • Hizmet namına hezimetler..
  • Hizmet namına ihanetler..
  • Sadakat namına hıyanetler..
  • Kaş yapıyorum derken göz çıkaranlar..
  • Usulü bilmeden yapılan hizmet neticesinde hasıl olan neticeyi kendine almayıp nasibi yokmuş deyip hatayı karşıya yükleyenler..

 

Dershanelerde kalan gençlerin sahsi anlayışın/ağalığın hüküm sürmesi neticesinde dershanelerden uzaklaştırılmasının sebebini nasibi yokmuş deyip o gençlerde bulan müdebbirler ise sanmasın ki o gencin istikameti kaybetmesinden mesul değildir. “kim olursa olsun, mes’uliyet dairesi olanlar, muhitinitenvir ile mükelleftir. Bir vilayet, hattâ bir memleketin saadet ve selâmeti, tenvir ve irşadı ile mükellef olanlar, elbette çok daha ziyade müteyakkız davranmak mecburiyetindedirler.”[6]

Selam ve Dua ile 

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

[1] Muhakemat ( 62 )

[2] Münazarat ( 13 )

[3] Sözler ( 186 )

[4] Lem’alar ( 25 )

[5] Muhakemat ( 50 )

[6] Tarihçe-i Hayat ( 29 )

 

Seksenlik Nineden Gençlere Bir Mesaj!

Misafir olarak Malatya’nın Yeşilyurt İlçesinde bulunduğum bir gün, akşam vakti camiye gitmek için ara sokaktan geçmem gerekiyordu. Mevsim sonbahar olmasına rağmen havalar sıcak, bir evin önünde yaşlı karı koca oturmuş, serinleniyorlardı. Onlara yaklaştığımda, yaşlı bayan iki ellini iki dizin üzerine bırakarak yavaşça ayağa kalktı.

Namazdan sonra bu mütevazı insanları ziyaret etmek, hal hatırlarını sormak ve hayırlı dualarını almak istedim. İkram olsun diye marketten bir şeyler alıp evlerine gittim. Aldığım ikramları yaşlı amcaya uzatınca “bize mi getirmişsiniz?” Ben de “evet amca” dedim, çok duygulandı, “neden zahmet ettiniz.” dedi.

Müsaadeniz varsa yanınızda birkaç dakika oturup sizinle sohbet etmek istiyorum. “Hay hay “ dedi. Kendimi tanıtırdım, misafir olarak Malatya’ya geldiğimi söyledim. Amca bey sizi de tanımak istiyorum, dedim. “ İsmim Osman, eşimin ismi de Esma” dedi. Osman amca, sebeb-i ziyaretimi sorunca: Efendim, camiye giderken Esma teyzenin ayağa kalkması beni çok duygulandırdı, bu nezaket, bu ahlak ve bu terbiyenin günümüze kadar intikal edilmesi kültürümüzün en önemli miraslarındandır. Bu güzel ahlak sahibi Esma teyzemi yakında görmek, sizlerle müşerref olmaya ve tanışmaya geldim.

Karı koca ikisi de yaşlı, yaşlı olmalarına rağmen dinç ve nurani insanlar. Esma nine hemen eve doğru gitti, bir ikramda bulunacağını fark ettim. Israrla ikna ettim ise de Esma teyzenin gönlü pek rahat değildi, çünkü Anadolu insanı misafirperverdir, misafire ikram yapmasa rahat edemez.

Ben de, “teyzeciğim size geliş sebebimi söyledim, “Kapının önünden geçerken ayağa kalkmanız beni duygulandırdı. Yaşlısınız, ayağa kalkmasanız da olurdu, neden zahmet edip gelen geçenin önünden kalkıyorsunuz?” Dedim.

Esma teyze: “ Olur mu, aile terbiyem müsaade etmez” dedi. Bu terbiye, bu nezaket, bu güzel ahlakı gençler arasında göremiyoruz, bu yaşınızla bir erkeğin önünden kalkmanız büyük bir duygu ve haslettir.

Seksenlik nineden; gençlere güzel bir mesaj olsa gerek.

Esma teyzenin bir fotoğrafını çekmek istiyordum, ona bir şekilde söylemem lazım, derken bir cesaret gösterdim. “Teyze, zaman zaman böylesi duygulu anları bir hatıra olarak kaleme alıyorum. Müsaadenizle fotoğrafını çekeyim,” dedim. Esma teyze, “olur mu kardeşim. Hem fotoğraf çekmek günah hem de bir erkeğin karşısında durmak saygısızlık olur, olmaz, olmaz…

Evet, buraya kadar bir hatıra bir öykü ve bir kültürün mirası, daha doğrusu Anadolu halkın makul ve iyi sayılan örnek davranış şeklini izaha çalıştım. Elbette bu davranışın temelinde ahlak öne gelmektedir. Pek yakında tren ile yolculuk yaptım, oturduğum kompartımanda 20-25 yaşlarında bir kız da oturuyordu. Şark insanın özelliğinden birisi de, karşılaştığı kişilere nereden- nereye, ne yapıyorsun, kimsin özgeçmişleri hakkında hüsn-ü niyetle sorarlar. İşte yolculardan biri o kıza sordu? “Nereye gidiyorsun, öğrenci misin? Kız: “ Okulumu bitirdim, nişanlıyım,…ya ’ya nişanlımı görmeye gidiyorum” dedi.

Eyvah, eyvah!.. dedim. Bir zaman erkek tarafı bayramlarda kız tarafına giderlerdi, nikâhı kıyılmayan nişanlı gençlerin kol kola girip dolaşmaları mümkün değildi. Elbette nişan öncesi kız erkek birbirlerini görür, konuşup anlaştıktan sonra sünnette uygun nişan yaparlardı. İslâm ahlakı ile yapılan nişan ve evlenmeler daha sağlam ve berdevam olurdu. Bugünkü gençler birbirlerini tanımadan sokaklarda yapılan görüşmelerle, şehirden şehre nişanlının peşine düşen kızların akıbetleri bundan dolayı genelde iyi netice vermiyor.

İşte seksenlik Esma teyze ile 85’lık Osman dedenin bu uzun yolculuktaki sırrın altında yatan elbette samimiyet, doğruluk ve güzel ahlâktır. İslâm’da güzel ahlak ve hasletler tamamen iman esasına dayanır. Ahlakın da membaı zaten imandır. İman ne kadar sağlam olursa o kadar ahlakta güzel ve sağlam olur. İşte tahkiki imanı ders veren Risale-i Nur, hem imanı sağlamlaştırır, hem de ahlak ve güzel özelliklerin inkişafına medar olur. Bediüzzaman, bütün zamanı iman üzerine yoğunlaştırmanın sebebi de bu olmuştur.

“Bediüzzaman, “edep” kavramını hayatın tamamına hakim olan davranışlar bütünü olarak görmektedir. “Sünnet-i seniyye edeptir, hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın” sözüyle, Kur’an’ın hayata tatbiki olan sünnetin özünü edep ve ahlâkın oluşturduğunu vurgulamaktadır.”(Risale-i Nur Enst.1.masa)

Efendimiz ahlakın en güzel örneğidir. “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim. Sizin en hayırlınız, ahlaken en üstün olanınızdır” buyurmuş.
Hz. Aişe (ra) validemizden Efendimiz’in ahlâkı sorulmuş, ” O’nun ahlâkı Kur’ân’dan ibarettir,” demiş.

Bütün ahlâk-ı hamîde, huy ve hasletlerin en güzeline sahip ve dellâl-ı a’zam olan Efendimize, insanların cennete girmesine en çok vesile olan şey nedir, diye soruldu: “Allah’a takvâ ve güzel ahlâk.” buyurmuş. (Buhari,Tirmizi) Güzel ahlak edeptir. Bu noktada en güzel model Hz. Muhammed’dir. O’nu örnek almalıyız.

Rüstem Garzanlı

24.11.2014

www.NurNet.org

Öğretmenim Benim

Güneş olup, bütün dünyayı aydınlatıp ısıttın
Kutup yıldızı gibi, karanlıklarda yol gösterdin

Dolunaysın sanki aydınlattın gecemizi
Bulutlar gibi hür oldun, gezdirdin bizi

Rüzgâr oldun, insanlığı dalgalandırdın
Şimşekler gibi çakıp, cahilliği kaldırdın

Yağmur olup, okyanusları suya kandırdın
Işık oldun, tüm güzellikleri bizlere tanıttın

Toprak gibi, alçak gönüllü olup her şeyi kabul ettin
Yeraltında tohum oldun, dünya nimetini yetiştirdin

Su oldun, yanan gönülleri söndürüp, hayat verdin
Tüm insanlığa, insan olmayı öğretip, şereflendirdin

Gözümün nuru, ruhumun güzelliği, aklımın gıdası
Canımın cananısın, vatanımın ay yıldızlı bayrağı

Sensin öğreten, minaredeki okunan kutsal ezanı
Beni ben yapan, sensin ey! Şahsiyetimin sancağı

Ezan, vatan uğruna çekmediğin kalmadı
Yetiştirdiğin nesiller bile sizi tanıyamadı

Borborunbekir

Bekir Özcan

www.NurNet.org

Üstadın Vasiyetini Yerine Getiren Bakanları Tebrik Ederiz

Bediüzzaman Said Nursi’nin eseri olan Risale-i Nur‘un hakları Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından kullanılmasına ilişkin karar Bakanlar Kurulu tarafından imzalandı. Bakanlar Kurulu kararı ile Bediüzzaman‘ın kitapları tahrifattan kurtulacak.Risale-i Nur‘ların basılması ve dağıtılmasındaki tartışmalarına Bakanlar Kurulu son noktayı koydu. Bakanlar Kurulu tarafından alınan kararla Risale-i Nurların basımı, dağıtımı ve okutturulması Diyanet İşleri Bakanlığı bünyesinde gerçekleştirilecek.
Bediüzzaman Hazretlerinin isteği. ‘Benim kitaplarımı devlet bassın. Benim kitaplarımı devlet basıp okutturmalı.’ Bir vasiyetti.
Bu vasiyeti yerine getiren Bakanları NurNet ailesi olarak tebrik ediyoruz.
www.NurNet.org
Konuyla ilgili hatıra:

‘’Üstad Hazretleri, Risaleleri Diyanet bassın istiyordu. Onun için bize haber gönderdi, “Diyanet’in Risaleleri basması için teşebbüse geçin” dedi. Biz talebeyiz, pek Diyanete tesirimiz olmaz diye, rahmetli “Isparta Meb’usu Dr. Tahsin Tola” görev aldı. Biz onunla tanışmıştık, Ziyaretine gittik ve durumu anlattık. Allah rahmet etsin çok mübarek bir zattı, çok temiz bir insandı, bizim önümüze düştü ve Diyanet’e kadar gittik. O içeriye Reis’in yanına girdi, biz dışarıda bekledik. Reis’e teklifi yapmış. Reis demiş ki: “Başbakan bize emir vermediği müddetçe, bunları basamayız.

‘’Bunun üzerine rahmetli “Menderes’i ziyaret ettik beraber, ama biz yine dışarıda bekliyoruz, Tahsin ağabey durumu Menderes’e anlatmış. Menderes de demiş ki: “Ben sizi vekil tayin ettim, gidin Diyanet İşleri Başkanına söyleyin, bassın.” Biz tekrar Diyanet İşleri Başkanına gittik, yine rahmetli Tahsin Tola içeri girdi, fakat Reis: “Ben Başbakanla kendim konuşmadıkça basamam” diyerek kabul etmemiş. Neyse Reis Başbakanla görüşmek için çok uğraştığı hâlde muvaffak olamıyor, en sonunda Başbakanın müsteşarı “Ahmet Salih Korur” ile görüşüyor. Bu adam zannımca 33 dereceli bir masondu. O zamanlar Başbakan Müsteşarının bakanlardan daha çok sözü geçerdi. Diyanet İşleri Reisi bu adamla konuşuyor. Müsteşar Üstad’ımızın ismini göstererek: “Bu eserlerin basılmaması için bu isim kâfi değil mi?” diyor ve kabul etmiyor. Bunun üzerine Reis, Tahsin ağabeye gelerek: “bu durumda ben bu eserleri basamam” demiş. Tahsin ağabey de bize bildirdi, biz de Isparta’da bulunan Üstad’a bildirdik. Üstad’dan bize derhâl bir emir geldi: “Bu azîm sevap onlara nasip olmayacak, derhâl siz basacaksınız” dedi.’’ (Ömer Özcan-Ağabeyler Anlatıyor, Nesil Yayınları)

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version