Bayram Penceresinden..

Dini de edebiyatı da çok işgal etmiş bayram kelimesi. Birçok edip ve yazar bayrama ilgisiz kalmamış, bunların literatüre compare tarzında kıyası kelimelere kimin daha geniş anlamlar verdiğini ortaya koyar.

Kelimeler dinin de edebiyatın da önemli silahlarından biri. ”Ahir zamanda harpler harflerle olacaktır’ diyen Nebiyy Alişan, nur Efşan, hülasa-i kainat ve habib-i Rabbül alemin bu asırda savaşın karakterini ortaya koyar.

Türk edebiyatında bayram kelimesi büyük üdebayı kendisi ile meşgul etmiş bir anlam denizi. Yazarların ruhsal hayatı kullandıkları kelimelere kattıkları ile olur, Mehmet Akif realist bir yazardır, toplumun hayatını bir romancı dikkati ile gözlemleyen bir büyük hikayeci şairdir. Bir bayram sabahı Fatih’de bayram yerine gider, bayram yerindeki insanları anlatır, kundaktaki çocuklardan asalı nesle kadar bayramın nasıl ruhları ve yüzleri ulvi bir ne şe ile doldurduğunu görür. Kendisi de onlara katılır.

Ahmet Kutsi Tecer, halk edebiyatı ve toplum yaşayışımızda Bayram Yeri’ni anlatır. Bayram yeri ortak bir neşe alanıdır, insanların enaniyet denen siyah elbiseleri giyip birbirini tanımadığı günümüz insanının değil mazinin bütünleşmeyi esas alan hayat anlayışına göre bir mekandır bayram yeri. İnsanlar bağımsız kimlik derdine düşünce yabancılaşma gelir ve o betonvari kişilik altında toplumdan uzaklaşır ve yabancılaşır, kendi zehiri ile ölümünü hazırlar.

Günümüzde liderler de bu empatisi ölmüş kimlikleri ile topluma yabancılaşırlar, halbuki büyük önder Resullullah etrafındaki insanların en basit dertleri ile sanki kendi derdi gibi uğraşır onlara çare arar, öküzü kaybolan sahabi gelir Peygamberden yardım ister, o da aynı onun endişelerini eşdeğer kelimeler ile paylaşır ve derdine çare olur. Yolda ağlayan bir çocuğun derdini sorar ona çare olur, kaybettiği parasını verir ve ihtiyaçlarını tedarik eder ve köle olduğu eve götürür. Tesanüd dini dediğimiz şey şimdi tamamen bağımsız ve birbirine ilgisiz insanları orta yere koymuş, hizmete koşmak ile hizmetine koşmak farklı şeyler. Üstadın varisi olan bir ağabey bazı insanların isteklerini bazı mercilere iletir, ama çok az ilgilenildiğini söyler. Ne garip değil mi  işte bu yüzden her gün aynı insanları görüyoruz, yeni insanlara yeni söylemlerle konuşacak tekniğimiz yok.

Yahya Kemal Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinde bayram namazının penceresinden bütün zamanı ihata eden bir bayram gerçeği ile bizi yüzleştirir, önce tozlu zaman perdesini aradan kaldırır, bayram namazı vaktinden önceki o gri aydınlıkta mazide savaş meydanlarında şehit olan ecdadın ruhlarının camiye akın ettiğini söyler, büyük kahramanların haşmetli ruhlarının camiye akın ettiğini söyler, gökte meleklerin kanat seslerini, yerde müminlerin ayak seslerini duyar, caminin mimarı ve kutsal işçileri de camide yerlerini almışlardır. Bu büyük içtimai büyük ihatalı gözleri ile basiret gözü ile seyreder, bize bir kelimenin penceresinden nasıl mümin muttaki bir millet olduğumuzu bizi tarihe dine ve dile bağlayan şeyleri anlatır. Bir şiirde bir milletin tarihini dinini, medeniyetini sahneye koyar bir dramaturg gibi konuşur.

Ve şu ulvi sesi duyar;

Deniz ufkundan bu top sesleri nerden geliyor
Barbaros belki donanmayla seferden geliyor
Adalardan mı Tunus’tan mı Cezayirden mi?
Hür ufuklarla donanmış ikiyüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor
O mübarek gemiler hangi seferden geliyor

Din dil ve tarih arasındaki ayrılmaz bağları koparan bir öğreti ortaya yavan insanlar çıkardı, inşallah onları birliğini sağlayan insanları görürüz. Bediüzzaman hakaik-i fenniye ile hakaik-i diniyeyi birlikte anar ikisinin bir araya gelmesinden hakikatın ortaya çıkacağını söyler. Buradaki fen din dışındaki herşeydir, gerek laboratuvar ilimleri gerek tarih, dil edebiyat gibi şeyler hep hakaik-i fenniyedir, ama biz oraları okumayınca bakış açımız tek kanatlı kuş gibi oluyor ve topluma intibak edemiyoruz.

Alvarlı Vehbi Efe bayramı Allah ile buluşma günü şeklinde tefsir eder.  Can bula cananını kul bula sultanını bayram o bayram ola der..

Hazreti Mevlana bu kudsi bayramı Şeb-i Arus olarak niteler, o da bayramın başka bir türlü izahıdır. Hin-i vefatında güler, neden güldüğü söylenince “Biraz sonra Habibullaha ve sair zevatı alişanla buluşacığını söyler, onun mutluluğu ile gülmektedir” Vehbi Efe ve Hazreti Mevlana birbirine yakın düşünürler ama Hazreti Mevlana o anı büyük bir törene çevirir ve tanrısal bir tiyatroya dönüştürür,

Şeb-i Aruz törenleri o harika dramaturgun zekasından ortaya çıkmış bir büyük uhrevi ibret sahnesidir. Bu törenleri artık liselerde tiyatro derslerine yansıtmamız gerekir, ruhsuz edebiyat metinlerinden bir nesli ne kadar uyarabiliriz.

Ölümüne yakın hazreti Mevlana şu gazeli söyler;

Öldüğüm gün tabutumu omuzlar üstünde gördüğün zaman
Bende bu cihanın derdi var sanma
Bana ağlama, yazık vah vah deme
Şeytanın tuzağına düşersen vah vahın sırası o zamandır
Yazık yazık o zaman denir
Batmayı gördün ya doğmayı da seyret
Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir
Sana batma görünür amma o aslında doğmayı hazırlıktır yeniden doğmaktır
Mezar ise hapishane gibi görünür amma aslında canın hapisten kurtuluşudur
Yere hangi tohum atıldı da bitmedi
Neden insan tohumuna gelince bitmeyecek zannına düşüyorsun

Bu tarafa gözünü yumdun mu o tarafa aç
Çünkü artık hayhuydan uzak mekansızlık alemindesin
Şu şiire neyi çıkarsan onu hissetmiş olamazsın

Bediüzzaman ise On Yedinci Söz isimli eserinde Bayram’ı kendinden öncekilerden çok daha farklı bir boyutta anlatır, o pencereyi mazi müstakbel ve hali içine alan bir genişlikte yorumlar. O bayramı insanın yeryüzüne ayak bastığından ayrılıp gidinceye kadarki süre kadar geniş tutar.İnsan ve diğer canlıların bitkilerin hayatını hayat kainat denilen bu büyük bayrama gelip resmi geçide katılmak şeklinde izah eder. Resmi geçitlerde şeref locasından se yredenler vardır, bu büyük resmi geçidin seyircisi kendi sanatını seyreden Allah’tır daha sonra şuurlu ve canlı olan diğer mahluklardır. İnsan da bu seyircilerden biridir, hem seyircidir, hem de seyredilen. Seyredilen şeylere tavır konur, insanın bu seyri sırasında yaptıkları kaydediler resmi geçidi nasıl yaptığı konusunda kendisine puan verilecek ve ona göre davranacaktır. On yedinci söz sanatın edebiyatın , felsefenin henüz varlığından haberi olmadığı bir boyutta bayramın izahıdır.

Bütün canlılar bu bayram yerine öz el elbiselleri ile gelirler. Rollerinin farkında olanlar rollerini iyi oynarlar, Bediüzzaman resmi geçitte ayak ayak üstüne atamayacak kadar rolünün farkındadır. Hazreti Peygamber Hz Eyüb Ensariye yemekleri gönderir, o da “ Ya Resullallah yemekteki parmak izlerinize parmaklarımı basıyorum, ama yememişsiniz” diyor Hazreti Peygamber “ Yemekte soğan var, meleklerimi rahatsız etmemek için yemiyorum, ama siz yiyebilirsiniz” Ne kadar ayrıntılı bir resmi geçitte hülasai kainat. İşte peygamberimiz ve asrımızda onun bir temsilcisi.

“Hâlık-ı Rahîm ve Rezzâk-ı Kerîm ve Sâni-i Hakîm şu dünyayı âlem-i ervâh ve ruhâniyât için bir bayram, bir şehrâyin sûretinde yapıp, bütün esmâsının garâib-i nukuşuyla süslendirip, küçük büyük, ulvî süflî herbir ruha ona münâsip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehâsin ve in’âmâttan istifade etmeye muvâfık ve havâs ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücud-u cismânî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir.

Hem, zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıtalara taksim ederek, herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıtayı, birer tâife, ruhlu mahlûkatına ve nebâtî masnuâtına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır. Ve bilhassa rûy-i zemin, hususan bahar ve yaz zamanında masnuât-ı sağîrenin tâifelerine öyle şâşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakàt-ı âliyede olan ruhâniyâtı ve melâikeleri ve sekene-i semâvâtı seyre celb edecek bir câzibedarlık görünüyor; ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütâlâagâh oluyor ki, akıl tarifinden âcizdir. Fakat, bu ziyâfet-i İlâhiye ve bayram-ı Rabbâniyedeki ism-i Rahmân ve Muhyî’nin tecellîlerine mukabil ism-i Kahhâr ve Mümît, firâk ve mevt Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

Yeryüzünde ne varsa Biz dünya için bir süs olarak yarattık ki, insanlardan hangisi daha güzel işler yapacak diye onları imtihan edelim. Onun üzerindeki herşeyi Biz elbette kupkuru bir toprak haline getireceğiz. (Kehf Sûresi: 7-8.)

Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir oyalanmadır (En’âm Sûresi: 32.)

e karşılarına çıkıyorlar. Şu ise,Rahmeti vasiatı külli şeyin rahmetinin vüs’at-i şümûlüne zâhiren muvâfık düşmüyor; fakat, hakikatte birkaç cihet-i muvâfakati vardır. Bir ciheti şudur ki:

Sâni-i Kerîm, Fâtır-ı Rahîm, herbir tâifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibâriyle dünyadan, merhametkârâne bir tarz ile tenfîr edip usandırıyor, istirahate bir meyil ve başka bir âleme göçmeye bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelân-ı şevkengîz, ruhlarında uyandırıyor.

Hem o Rahmân’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda mücâhede işinde telef olan bir nefere şehâdet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismânî bir vücud-u bâkî vererek Sırat üstünde sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor; öyle de, sâir zîruh ve hayvanâtın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbâniyelerinde ve evâmir-i Sübhâniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhâniye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i mânevîye, o tükenmez hazîne-i rahmetinde baîd değil ki, bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden, pek çok incinmesinler; belki memnun olsunlar. Layelamugaybe illallah

Lâkin, zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyâde istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve mübtelâ olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekàya geçmek için, eser-i rahmet olarak, iştiyâkengîz bir hâlet verir. Kendi insaniyeti dalâlette boğulmayan insan, o hâletten istifade eder, rahat-ı kalb ile gider. Şimdi, o hâleti intâc eden vecihlerden, numune olarak beşini beyân edeceğiz.

• Birincisi: İhtiyarlık mevsimiyle dünyevî, güzel ve câzibedar şeyler üstünde fenâ ve zevâlin damgasını ve acı mânâsını göstererek, o insanı dünyadan ürkütüp, o fânîye bedel, bir bâkî matlûbu arattırıyor.

• İkincisi: İnsanın alâka peydâ ettiği bütün ahbablardan yüzde doksan dokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddî muhabbet sâikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurâne karşılattırıyor.

• Üçüncüsü: İnsandaki nihayetsiz zayıflık ve âcizliği, bâzı şeylerle ihsâs ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istirahate ciddî bir arzu ve bir diyâr-ı âhere gitmeye samimi bir şevk veriyor.

• Dördüncüsü: İnsan-ı mü’mine nur-u imân ile gösterir ki, mevt idâm değil, tebdil-i mekândır; kabir ise, zulümâtlı bir kuyu ağzı değil, nurâniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şâşaasıyla, âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette, zindân-ı dünyadan bostân-ı cinâna çıkmak ve müz’ic dağdağa-i hayat-ı cismâniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayerân-ı ervâha geçmek ve mahlûkatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzûr-u Rahmân’a gitmek, bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.

• Beşincisi: Kur’ân’ı dinleyen insana, Kur’ân’daki ilm-i hakikati ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliğiyle, dünyaya aşk ve alâka pek mânâsız olduğunu anlatmaktır. Yani, insana der ve ispat eder ki:

“Dünya bir kitâb-ı Samedânîdir. Huruf ve kelimâtı nefislerine değil, belki Başkasının zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar. Öyle ise mânâsını bil, al; nukuşunu bırak, git.

“Hem bir mezraadır. Ek ve mahsülünü al, muhâfaza et; müzahrafâtını at, ehemmiyet verme.

“Hem birbiri arkasında dâim gelen geçen aynalar mecmûasıdır. Öyle ise onlarda tecellî edeni bil, envârını gör ve onlarda tezâhür eden esmânın tecelliyâtını anla ve Müsemmâlarını sev; ve zevâle ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes.

“Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alışverişini yap, gel; ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhûde koşma, yorulma.

“Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise nazar-ı ibretle bak ve zâhirî çirkin yüzüne değil, belki Cemîl-i Bâkîye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faydalı bir tenezzüh yap, dön; ve o güzel manzaraları irâe eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla, akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme.

“Hem bir misafirhânedir. Öyle ise onu yapan Mihmandâr-ı Kerîmin izni dairesinde ye, iç, şükret; kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık, git; herzekârâne fuzûlî bir sûrette karışma. Senden ayrılan ve sana âit olmayan şeylerle mânâsız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma” gibi zâhir hakikatlerle dünyanın iç yüzündeki esrârı gösterip dünyadan müfârakatı gayet hafifleştirir, belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe’ninde bir izi bulunduğunu gösterir.

İşte Kur’ân, şu beş veche işaret ettiği gibi, başka hususi vecihlere dahi âyât-ı Kur’âniye işaret ediyor. Veyl o kimseye ki, şu beş vecihten bir hissesi olmaya.

Prof. Dr. Himmet Uç

NurNet.Org

Ömer Hayyam’a Bekir Özcan’dan Nazire-2

Menfi felsefe ve Hayyam’a cevap
Edebiyat da, şiir de; hüner ‘sanat’
Harfi görüp de, görmez ise kâtibi
Odur bu dünyadaki şeddeli salak

Bekir Özcan
……………………………………….

Var mı dünyada günah işlemeyen söyle:
Yaşanır mı hiç günah işlemeden söyle;
Bana kötü deyip kötülük edeceksen,
Yüce Tanrı, ne farkın kalır benden, söyle.

Ömer Hayyam
……………………………………….

Günahı bilmek, olur mu hiç günah?
Günahı; günah olarak, işlemek günah
Günün her bir saati olmuşken mubah
Allah’ın sorgusu, elbette değil günah

Bekir Özcan
……………………………………..

Orucumu yiyorsam ramazanda
Mübarek aydan habersizim sanma:
Çileden gece oluyor da gündüzüm
Sahura kalkıyorum gün ortasında.

Ömer Hayyam
…………………………………

Kainata iftar sofrasını tüm inananlar kurdu
Yiyin diye geldi emir, akşam ezanı okundu
Patladı Ramazan topu, bir gürültü koptu
Orucu tutmayan gafil, aniden çok korktu

Bekir Özcan
……………………………………………

Haram, acı, kötü derler canım şaraba:
Oysa ne hoş şey, hele bir güzel sunarsa;
İçin bakın; hem doğrusunu isterseniz,
Haram dedikleri her şey hoş galiba!

Ömer Hayyam
……………………………………….

Dünya ,bin bir musluklu bir çeşme
Helal dairesi geniştir keyfetmeye
Bini olmuş helal, tekine denmiş haram
Akıl işimi günah akıtan çeşmeden içme?

Bekir Özcan
…………………………………………

Sen bu dünyanın sırlarına eremezsin;
Erenlerin dilini de söktüremezsin;
İyisi mi iç şarabı, cennet et bu dünyayı:
Öbür cennette ya girer, ya giremezsin.

Ömer Hayyam
………………………………………

Kainat gizem, esrar, sır, tılsımla dolu
Dünya da talep eden ancak anlar bunu
Sen, günahla evreni edemezsin cennet
Cehennemin dibidir böyle bir gidişin sonu

Bekir Özcan

Ben Niye Mes’ul Olayım Madem Ki Benim Alın Yazım Böyle İmiş

Asırlarca İslam bayrağını dalgalandıran, bir ara dünyanın 25.000.000 k.m karesine hakim olan bir milletin evlatları olan bu milletin gençlerinden çoğu maalesef  kendilerine ümit verip temize çıkarmak için, demagoji yaparak çok olumsuz kelimeler işitiyoruz. İslam’ın şartlarına uymadığı halde: (Bende Müslüman’ım. Filan adam hacıdır ama neler neler yapar. Ben namaz kılmam ama zararım kimseye dokunmaz. Diyorsunuz bu alın yazısıdır. Mademki benim alın yazım içkici biri olmak varmış, ben niye yaptığımdan mes’ul olayım.) gibi olumsuz kelimeleri konuşabilenler bizi çok üzüyor.

Muhterem kardeşlerim! Biz demagoji yapmakla kendimizi mesuliyetten kurtaramıyoruz. Çünkü İslamiyet’te felsefenin yeri yoktur. Hakiki Müslüman olmak için, Allah tarafından bu insan makinesine gönderdiği kullanma kılavuzu olan, Kur’anı Kerime ve o Kur’ani Kerimi hayatı ile bizlere tarif eden Peygamberimizin a.s.m Hadislerine uymak şartı vardır. Çünkü  Müslümanlık kuru bir teoriden ibaret değildir. Müslüman olmak için şartlarını tatbik etmek şartı var. Yaptığımız ibadetler adet değil, Bizi yoktan var eden Allahın kanununa uymaktır.

Saygı değer Kardeşlerim! Dinini, canını , vatanını, ırz ve namusunu korumak için şehit düşen ecdadın torunları olan bizleri dinimizden etmek için, hiç tahmin etmediğimiz kimselerden olumsuz laflar gelebiliyor. Bizi bozmak için   kardeşimiz, komşumuz veya arkadaşımız tarafından akıl almaz safsatalar önümüze serilebilir.  Aslında dış kaynaklı olan bu entrikalı fikirlerden doğan kelimeler memleketimizin insanına  da haddinden fazla tesirini göstermektedir. Bunlar elbette yabancı fikirlere aldanıp nefsin desiselerine uyan birilerinden başka değil. Bu yanılan kardeşlerin önlerindeki ölüm kendilerini açık ağızlı ejderha gibi beklediği için, bunlarda hazırlıksız oldukları için, ümitsiz kalıp kendilerine ümit vermek için, düştükleri sapık fikirlerin çukurdan çıkma  çaresini ararken, kendilerine ümit vermek maksadıyla, tahmin edilmeyen fikirleri başkasına da empoze etmeye çalışıyorlar. Halbuki: Bu olumsuz fikirler değil, belki ebedi hayata yardım edecek en küçük bir mesele bile küçük değil büyüktür. Yani ebedi demek hiçbir zaman sonu olmayan demektir. Siz söyleyin aklı başında olan biri ebedi bir mutluluğun elinden kaçmasına fırsat verirmi. Bu mutluluğu kazanamayan biri, ya ebedi bir azaba müstahak olacak, veya günahlarını temizleyinceye kadar azap çekecek.

Demagoji yapmaya alışanlardan biri,  kendini haklı çıkarmaya çalışırken, şöyle bir ifade kullandı:

Her yerde her zaman alın yazısı diye bir kelime kullanıyorsunuz. O zaman mademki benim alnımdaki  yazım böyle içkici biri olmam varmış, ben yaptığım işlerden, hal ve harekatımdan ne için mes’ul olayım dedi? Bende ona şu sözlerle karşılık verdim:

1-Sen çok sevinmelisin ki senin anlnındaki yazın  hiçlikte kalman yokmuş, Allah yokluk aleminden varlık alemine seni attıği için seni  en zararlı halden kurtarmış, çünkü insan için yok olup hiçlik aleminde kalmak en kötü bir haldir.

2-Senin sevinçlerin vücudunun her tarafına aksetmeli ki, senin alnının yazısında dağda bir taş olmak da yokmuş noksansız bir insan olmak varmış.

3- Sen çok memnun olmalısın ki senin anlındaki yazın bir dağda bir tiken olmak değilmiş de vücudunun bütün azaları yerli yerinde bir insan olmak varmış ve olmuşsun.

4- Sen niye sevinmiyorsun ki senin alnındaki yazını Allah öküz veya inek olmanı yazmamış de mahlukatın en şereflisi olan insan olmanı daha ezelden yazmış ve insan yapmış.

5-Sen ne kadar çok sevinsen azdır ki, senin alnının yazında yerlerde sürünen bir yılan olmak yokmuş da insan olmak varmış. Acaba buna karşı teşekkür etmen lazım olduğunu kabul etmemen için mi bu safsataları öne sürüyorsun.

6-Sen kendini çok bahtiyar hissetmelisin ki senin alnında bir at veya bir merkep- eşek olman yazılı değilmiş ve O Allah sana  öyle bir akıl vermiş ki başkalarına karşı aldanman şöyle dursun, haksız olduğun halde, kendini haklı çıkarmak için beni bile aldatmaya çalışan   noksansız bir akıl sahibi insan olman varmış. İnsanların en dinsizi bile eşek olmak istemediği gibi, herhalde sende razı olmazsın, O hayvana ne namaz kılmak ne oruç tutmak farz olmamakla beraber, hiç kimse eşek olmaya razı olmaz, herhalde sende razı gelmezsin.

7-Sen çok şanslı biri imişsin ki senin alnının yazısında Rusya’da bir Rus gavurunun oğlu, veya İsrail de bir Yahudi’nin evladı olmak da yokmuş de cehennem ateşinden kurtulabilmeye sebep ve cennette ebedi bir mutluluğu kazanabilmene vesile olan Müslümanlık şerefi ile şereflenmiş Müslüman anne ve Müslüman babadan doğmuşsun, bu kadar iyilikleri senin üzerine toplayan Allahtan  niye ağlaşıp, ne akılla ondan şikayete cesaret ediyorsun.

8- Sen çok şanslı biriymişsin ki senin alnında ayaksız biri olman yokmuş, çok rahat yürüdüğüne niye şükretmiyorsun de anlının yazısından şikâyet ediyorsun. Allah korusun ayaksız biri olsa idin yürümek için her an ve zaman başkasının yardımına muhtaç olacaktın.

9- Senin alnındaki yazın elsiz biri doğmaman varmış, ondan  ötürü ne kadar şükretsen azdır. Çünkü elsizler ne çalışabilir, ne de herhangi bir iş yapabilirler, hatta başkasının yardımı olmadan, kendileri ne yiyebilir, ne içebilirler, her işini başkasına gördürmek zorundadırlar. Peki anlat bana, senin ellerini annen mi yoksa baban mı yaptı, yoksa kendi kendine mi oldular, yoksa akılsız gözsüz sağır olan tabiat mı yaptı? Hayır asla! Onları ve her şeyi Allah yaptı fakat çok zavallısın ki şükretmiyorsun.

10-Sen çok şanslı bir insanmışsın ki sen gözsüz veya kulaksız biri olman yokmuş. Öyle olsa idi senin halin ne olacaktı? Bana söyle sana bütün İstanbulu versem sen bana kulak ve gözlerini verirmisin. Asla razi olmazsın değil mi? Bu cihazlar sende olmasa idi? Her zaman senin elinden biri tutup gezdirmek mecburiyeti ile hayat sürdürmeye mecbur kalacaktın. Görmediğin için renk diye bir şey bilmezdin. İşitemediğin için karşındakiler sana ne kadar bağırsalar fayda vermeyecekti.

11-En şanslı tarafın şu ki, senin alnının yazısında akılsız bir aptal olmamandır. Evet akıllı insan aklın ne kadar kıymetli olduğunu bilemeyebilir. Şimdi sana sorayım, olduğu gibi bütün dünyayı sana versem, aklını bana verir misin? Tabii ki vermezsin. Mademki vermezsin sen o kadar  kıymetli olan aklını nerede ve kaç paraya aldın? Yoksa kıymetini bilmeyen kimse mi onu sokağa attı de sen aldın. Bunu da unutma ki, sağlam insanlar azalarının kıymetini bilmeleri için, Allah bazılarını sakat yaratmış. Fakat ahirette onlara Allah ötekilerden daha mükemmel azalar ve üstün makamlar verecek, öylece  adaletini göstermiş olacaktır.

   12- Acaba senin alnının yazısıyla Allah senin iradeni elinden almadığından mı şikâyet ediyorsun, seni kumarhaneye ve  meyhaneye zorla iten mi var? Camiye gitmemen için senin önünde hangi engel mi duruyor? Sen şeref ve haysiyetli biri olabilirdin niye olmadın?, Seni kim tuttu niye Allaha makbul bir kul olmak için aklını ve iradeni kullanmadın, hatta ne cesaretle inceden inceye hesap verilecek o mahkemeye gitmek için dar çukur olan o mezardan geçeceğini düşünmüyorsun de alın yazından şikayet ediyorsun?

Bu izahtan sonra şikayetin nedir bana anlatır mısın? Seni 1.300.000 çeşit varlıkların üstüne çıkarıp, sonsuz nimetleri senin önüne seren Allaha teşekkür etmemek için mi alın yazısından şikayet ediyorsun. Sen serbest ve hürsün, şikayette edebilirsin, ama hayatının hesabını vermek için o dar mezara girip orada hayatının hesabını inceden inceye vereceğini sakın unutma ha!  Kelimeleri ile ona cevap vererek susturdum.

Şimdi size soruyorum acaba ona saydığım bu kelimeleri nasıl buluyorsunuz?  Evet imansızlığı ispat etmeye çalışanlardan ma’da  bütün insanların, bilhassa Müslümanların Allahın Hak dini olan İslama sahip çıkmaları için gayret göstermelerini Allahtan temenni  ve niyaz eden

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

İlim Nasıl Amele Döner?

Yine şâyan-ı dikkattir ki; o madde-i latife, dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılabdan geçtikten sonra ve dört süzgeçten tasfiye edildikten sonra rızık olarak taksim edilir.

 

Hem yine şâyan-ı dikkattir ki; o madde-i latife, yemeklerin ruhu ve hülâsasıdır. O yemekler, âlem-i anasırda dağınık menbalardan muntazam bir düstur ile, mahsus bir nizam ile cem’ ve tahsil edilirler.[1]

 

Acz, Fakr, Şefkât, Tefekkür tarîkıdır. Aziz ve muhterem Üstadımın tarif ve tavsiye ve irşad buyurdukları kestirme, Kur’anî ve nuranî caddedir.[2]

 

İrade, Zihin, His, Latife-İ Rabbaniye, herbirinin bir gayat-ül gayatı var.[3]

 

Bugün burayo okurken dedim bunun birde enfüsi kısmı var. Zahirde enerjinin hasıl olmasını anlatmaktadır. Biraz bura üzerinde düşündüm. “Düşünmek ise Deşmektir.[4]” kaidesinin altına girdim. Dedim sen ne demek istiyorsun. Orada elfreni çektim eşeledim.

 

Metni tahlil edeyim biraz öncelikle. Madde-i latife denilen Enerji Ağız, Mide, Böbrek ile bağırsak ve karaciğerden geçmesiyle hasıl olur. Hasıl olan enerji de buradan tevzi olur dağıtılır. Yemekteki gaye enerjidir. Yeryüzünün muhtelif yerlerinden toplanıp kimin nasibi ise ona nasip olacaktır. Bunu hülasaten anladım ve tamam dedim. Sonra dilinin altındaki baklayı çıkart dedim. Ve başladı.

 

Acz, fakr, şefkât ve tefekkür tarikıyla elde edilen malumat mana-i harfi nazarıyla Zihin, His, irade, Latife-i Rabbaniye tezgahından geçip inkılab ve tebdil tegayyüre maruz kalmasıyla iman ve amelî malzeme olarak dimağdaki yerini almaktadır.

 

Madde-i Latife Olan iman’ın hasıl olması hülasaten bu sistemde olmaktadır. Bu ilimlere vâkıf olan eşhastan bu istifadeleri onların vermiş oldukları zaman kadar bizde vermememiz için o ilimleri onlardan meşreb taassubu olmadan almak ehl-i kâr’ın şiarıdır.

 

Onun vermiş olduğu emekleri bizler alıp tekemmülatımıza malzeme yapıp bir anda patika yoldan otobana çıkabiliriz. Bu surette “halefin mehareti, selefinden daha ziyadedir.[5]” sözüyle müceddid-i a’zam Bediüzzaman her zaman olduğu gibi bizlere mihmandarlık yapmaktadır.

 

Şayet meşreb taassubu yapıp o bizim meşrebden değil gibi mahiyet-i harbiyesi olmayan sözleri sarf etmek o hakikatı anlayan şahsın sarf ettiği zaman kadar bizde zaman harcamamız manasına gelmektedir. Almamız lazım ki biz halefler bizden önce o yolda yürümüş olan kimselerden daha kaliteli bir iman ve İslamiyet ile gayemize yürüyelim.

 

Dimağda; Tahayyül, tasavvur, taakkul, tastik, iz’an, iltizam, itikad olmak üzere 7 mertebesi var. Sistemi bilirsek sisteme göre hareket edersek hem sistemi bozmaz hemde kendimizi bozmayız. Trafik içinde belli bir kural var ona uyarsak sıkıntı yaşamayız. Ama kendimiz sistem içinde yapılanma yapıp sistem içinde sistem kurmaya çalışırsak o zaman zarar üstüne zarar görürüz.

 

İstikametsiz ilim ilim değil o ilmi hamledip yüklenen kimseye bar olmakta maddi ve manevi sıkıntıların altında ezilmesine sebep olmaktadır.

 

İlimde istikamet olmadan insan yemek bile yiyemez.

 

Hayatımıza hayatımızdan daha yüce bir gaye yükleyip ona göre hareket etmemizle maddeten de ezilemize sebep olan manevi sıkıntılardan kurtuluruz.

 

Kezalik Allah’ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir. Eğer gafletle esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehl olur.

 

Kezalik iman ve tevhid ile bakan, âlemi nurlu görür ve illâ âlemi zulümat içerisinde görecektir.[6]

 

Zihnin istikameti Marifetullahtan geçmektedir. O halde malumatımıza Mana-i Harfi ile muhabbetullaha  inkılab ettirebiliriz. Mana-i ismi ile nazar edersek zihnimizin sistemini bozarız.

 

Yâ Rabbi!

 

Aklımıza marifetullah,

 

Ruhumuza Muhabbetullah,

 

İrademize ibadetullah,

 

Latife-i Rabbaniyemize müşahedetullah,

 

Hayatımıza kıbletullah nasip eyle!

 

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

 

[1] İşarat-ül İ’caz ( 57 )

[2] Barla Lahikası ( 135 )

[3] Hutbe-i Şamiye ( 136 )

[4] Sözler ( 745 )

[5] İşarat-ül İ’caz ( 51 ) 

[6] Mesnevi-i Nuriye ( 199 )

 

Efendimize (S.A.V.) Ait Kur’an’da Zikredilen Mucizeler

Bir peygambere mucize verilmesinin sebeplerinden birisi, peygamberin o mucize ile insanlara karşı peygamberliğini ispat etmesidir. Bu sebebi Kur’an’ın şu ayetleriyle tetkik edelim:

Mucizeler, Allah-u Teâlâ’nın, peygamberinin sözünü tasdik etmesi ve: “Bu benim peygamberim, işte bakın, onun için âdetimi değiştiriyorum. Öyleyse ona iman edin” demesidir.

Musa dedi ki: “Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bana düşen, Allah’a karşı hak olandan başka bir şey söylemememdir. Gerçekten ben size Rabbinizden bir mucize getirdim, artık İsrailoğulları’nı benimle gönder. Firavun dedi ki: “Eğer bir mucize getirdiysen ve eğer doğru söyleyenlerden isen onu göster” (Araf 105-107)

Salih (a.s) dedi ki: “Gelin! Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Yeryüzünde fesat çıkartıp, ıslah etmeyen bozguncuların emrine uymayın.” Onlar dediler ki: “Sen ancak büyülenmiş birisin! Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mucize getir.” (Şuara 150-154)

Havariler dediler ki:” Ey Meryemoğlu İsa, Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” İsa da: “İnanıyorsanız Allah’tan korkun” dedi. Havariler: “İstiyoruz ki biz ondan yiyelim, kalplerimiz iyice mutmain olsun, senin bize doğru söylediğini bilelim ve bunu bizzat görenlerden olalım” dediler. (Maide 112-113)

Peygamberleri müjdeciler ve azap habercileri olarak gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın.” Yine Maide suresi 19. Ayette şöyle buyrulmuştur: “Ey kitap ehli! Peygamberlerin arasının kesildiği bir sırada size Resulümüz geldi, gerçekleri açıklıyor ki, (yarın kıyamet gününde): “Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi” demeyiniz. İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi.”

“Onları siz öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Bu, Müminleri katından güzel bir imtihanla denemek içindi. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (Enfal 17)

“Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan kendisine bazı ayetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir.” (İsra 1)

“Kıyamet yaklaştı ve Ay yarıldı.” (Kamer 1)

İmam Buhâri der ki: Bize Yahya İbni Bükeyr’in… İbni Abbas’tan rivayetine göre, o şöyle demiştir: Ay, Allah’ın Resulü (s.a.v) zamanında yarıldı.

İbni Cerir der ki: Bize İbni Müsennâ’nın… İbni Abbas’tan rivayetine göre, o şöyle demiştir: “Kıyamet yaklaştı ve Ay yarıldı. Onlar bir ayet görürlerse yüz çevirirler ve ‘süregelen bir büyüdür’ derler.” (Kamer 1-2) ayetleri hakkında şöyle demiştir: Bu geçmişte olmuştur. Hicretten önce idi. Ay yarıldı ve onlar iki parça halinde gördüler.

Abdullah İbni Ömer şöyle demiştir: “Bu, Allah’ın Resulü (s.a.v) zamanında oldu. Ay iki parçaya yarıldı. Bir parça dağın önünde, bir parça da arkasındaydı. Hz. Peygamber (s.a.v): “Allah’ım şahit ol.” dedi. Müslim ve Tirmizî de hadisi bu şekliyle muhtelif kanallardan olmak üzere Şu’be’den, o A’meş’den, o da İmam Mücahid’den rivayet etmiştir. İmam Müslim, İmam Mücahid’in rivayetini Ebu Ma’mer kanalıyla İbni Mesud’a kadar ulaştırır.

Peygamber Efendimize (s.a.v.) savaş esnasında melekler gönderilmiş ve meleklerle yardım edilmiştir. Ali İmran suresi 124 ve 125. ayetler ve Enfal suresi 9. ayet-i kerime Bedir günü gönderilen meleklerden haber verir. İlk önce 1.000 melek, sonra 2.000 melek ve daha sonra yine 2.000 melekle toplam 5.000 meleğin Bedir günü gönderildiği bildirilir. Tevbe suresi 26. ayet-i kerimede Huneyn günü gönderilen meleklerden haber verilir.  Yine Tevbe suresi 40. ayet-i kerimede, Efendimizin (s.a.v) Hz. Ebubekir (r.a.) ile mağarada iken “görünmeyen bir ordu ile desteklendiği” bildirilir. Bu görünmeyen ordunun melekler olduğu tefsirlerde beyan edilmiştir. Yine Ahzab suresi 9. ayet-i kerimede “Onların üzerine görmediğiniz ordular gönderdik.” buyrularak Hendek savaşında gönderilen meleklere işaret edilmiştir.

Yukarıda belirttiğimiz ayet-i kerimeler ile sabittir ki, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ordusunda melekler vardır ve O’nun peygamberliğine bir mucize olması için bu melekler sahabeler tarafından görülmüştür.

“Allah seni insanlardan koruyacaktır.” (Maide 67)

Bu ayet-i celile inmeden evvel Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Medine’ye hicret etmişti. Yahudiler, Efendimize: “Ya Muhammed, biz çok kalabalığız ve silah sahibiyiz. Eğer bu davandan ve dininden vazgeçmezsen seni öldürürüz.” demişlerdi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimizi (s.a.v.) Ensardan ve Muhacirlerden kişiler bekliyor ve koruyordu. Yahudilerin suikast yapması korkusundan O’nun yanında geceliyor ve O’nun ile beraber her gittiği yere gidiyorlardı. Bu ayet-i kerime inince Allah’ın Resulü (s.a.v.) kendisini bekleyenlere şöyle dedi:

“Ey insanlar, gideceğiniz yerlere gidin, artık beni beklemeyin, şüphesiz ki Allah beni insanlardan koruyacaktır.”

Cenab-ı Hak bu eseri günahlarımıza kefaret yapsın. Bizi Ehli Sünnet itikadından ayırmasın. İtikadımızı bozacak kişilerin şerrinden bizleri muhafaza etsin. Bizi imanla yaşatsın, imanla öldürsün ve bu iman üzere diriltsin. Âmin

Selam ve dua ile…

Hatice BAŞKAN

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version