Makedonya’da yüzlerce hafıza adanan bir ömür!

Makedonya’da 1967 yılından bugüne kadar yüzlerce hafız yetiştiren bir âlim Hafız Molla Mahmud Asllani. Aslen Arnavut ve 81 yaşında. O, ömrünü Kur’an’a adamış bir mütefekkir. İlerlemiş yaşına rağmen her gün sabah namazından yatsı namazına kadar talebelerine Kur’an, talim ve hadis eğitimi veriyor. Bayramın ilk iki günü hariç yıl boyunca hiç tatil yapmadan vaktini talebeleriyle geçiriyor. Yetiştirdiği talebelerin içinde birçok profesör ve doktor unvanını alanlar var. Asllani bir yandan da Kalkandelen şehrinin Osmanlı yadigârı Alaca Camii’nde imamlık yapıyor. Asllani, Suudi Arabistan Kralı Abdullah tarafından seçilen ‘Dünyanın Kur’an-ı Kerim öğreten hafız ve çok sayıda talebe yetiştiren en başarılı  şahısları’ arasında yer alıyor.

8 yaşında başladığı talebelik hayatı zorluklarla dolu. Babasını genç yaşta kaybettiği için ekonomik olarak çok zorlanmışlar. Kur’an-ı Kerim’i öğrenmek için evine 2 saatlik mesafedeki köye yürümüş her gün. Kur’an öğrenmeye giderken yalnız bir ayakkabı ve bir çorabı vardır o zamanlar. Kur’an öğrenmeden dönerken ise sırtında evine odun taşımış. Komünist rejimin en şiddetli olduğu, Kur’an’ın yasaklandığı zamanlarda Allah kelamına dört elle sarılmış. O dönemde yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Komünizm zamanı olduğu için her şey yasaktı. Camiye gizli gizli gidiyordum. Kur’an öğrenmenin yasaklı zamanları olduğu için herkes korkuyordu. Köyümdeki arkadaşlardan kimse camiye gelmezdi.  Hocam caminin üst katındaki bir odada bana Kur’an öğretirdi. Polis gelip Kur’an öğrendiğimi görünce odaya kilit vururdu. Gittiğinde ben tekrar Kur’an öğrenmeye başlardım. Bana ve hocama baskı yapıyor, sizi hapse atacağız diyorlardı. Ona rağmen Kur’an öğrenmeye devam ettim. İmam olduktan sonra ‘Kur’an’ı mushaflar olarak değil sözlü öğreteceksin. Sadece pazar günleri Kur’an öğreteceksin. Aileden izin almadan çocuklara Kur’an öğretmeyeceksin.’ diye çok uyarılar aldım.”

Hafızlığın büyük bir özveri istediğini aktaran hafız Molla Mahmud, Kur’an-ı Kerim’i ezberlemek kadar yaşamanın da çok önemli olduğunu belirtiyor. Yaptığı her işte sadece Allah’ın rızasını kazanmayı arzuladığını dile getiren hafız Asllani, “İhlaslı işler yapmak için her şey Allah’ın rızasını kazanmak için yapılmalı. Benim eğitim ve öğretimim az. Kur’an için 73 yıl az bir rakam. Keşke daha çok yaşayıp Kur’an-ı Kerim’i daha fazla anlatabilsem. Zahmet çekmeden rahmet olmaz.

KEVSER KULAKSIZ / Zaman

Bir Müslüman olarak Kur’an’la aramız nasıl?

3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir kanuna göre, Arap harfleriyle yazılan kitaplar yasaklanmıştı.

Kimin evinde Kur’an veya eskimez yazı kitap varsa bunlar resmi makamlara teslim edildi veya toplatıldı. Memurlar halka örnek olmak için kitaplarını kucak kucak jandarmalara, polislere teslim ederlerdi. Halkın kimisi kitaplarını vermiş, kimisi kütüphanesinin önüne duvar ördürmüştü. Bu duvarlar 1950’den sonra yıkılmış ve piyasaya Kur’an harfli kitaplar çıkmıştı.

Bizim köyde yaşlı bir teyze vardı. Köydeki çocuklara Kur’an öğretmeye sadece o cesaret edebilmişti. Bana göre büyük bir kahramandı. Çünkü duyuyorduk; başka köylerde değirmende ve mağaralarda gizli gizli Kur’an öğretenler yakalanıp tevkif ediliyordu. Sonra da bu kişilerle ilgili “Yobazlar hapis cezasına çarptırıldı.” diye haber yapılırdı. Kur’an’ı radyodan dinlemek bile yasaktı. 1938’in baharında ablamla beraber elif cüzlerini koynumuza sokar, sokağa çıkardık. Sağa sola bakardık, jandarma, polis ve zabıta yoksa hızla koşar, 100 metre ötede o yaşlı teyzenin evinin önünde dururduk. Yine etrafa bakardık, kimse yoksa içeri dalardık. Kadının ilk sorusu, “Kimse gördü mü evladım?” “Görmedi…” Ve başlardık okumaya, Elif üstün e. Elif ötre ü, elif esre i… Bu zor usulle Kur’an öğrenmek mümkün olmuyordu. Eve gelince çalışır, işim bitince de elif cüzümü bulgur çuvalının içine gömerdim. Her an bir baskın ve arama olabilirdi. Kur’an’a geçmemiz nasip olmadı… Tabii o zaman anlamıyorduk; Kur’an okumak niye yasaktı? Sadece devrimlerden bahsediliyordu…

Ali Ulvi Kurucu hocam hatıralarında bahseder: “Yahu, bütün bunlar kimin adına, kimi memnun etmek için yapılıyor? Bu millet niçin Yunan’la harp etti? Yunan gelirse, dinimi, ezanımı, yazımı, kıyafetimi değiştirir diye harp etmedi mi? Yunan denize mi döküldü, yoksa Yunan mı bizi denize döktü? Bu işkencelerin, bu zulümlerin düşman tarafından değil de, kendi milletimizin fertleri tarafından yapılıyor olması ne acayip şey…

İşte böyle… Dalgalı bir denizde seyahat eden gemi gibi bugünlere geldik. Şimdi Kur’an okumak, öğrenmek, öğretmek serbest. Amma problemler bitmedi. Evet, bugün bizi tevkif edecek jandarmalar yok amma Kur’an’la aramıza giren “bahaneler” var. Amma elimizdeki her türlü imkândan imtihana çekileceğiz. Düşünmek lazım; Allah elimizdeki imkânları değerlendirme hususunda bizden ne kadar razı?

Mesela bir Müslüman olarak Kur’an’la aramız nasıl? Bu kadar fırsat, malzeme ve zaman varken Kur’an’a ne kadar vakit ayırıyoruz? Allah’ın beğendiği ev, içinde Kur’an okunan evdir. Ebu Hureyre buyurmuş ki: “Hangi evde Kur’an-ı Kerim okunursa, orada bolluk bereket çoğalır, şeytanlar uzaklaşır, melekler oraya hücum eder. Hangi evde Kur’an okunmazsa, o evde darlık, sıkıntı, huzursuzluk baş gösterir. Rahmet melekleri oradan uzaklaşır, şeytanlar o evi istila eder.

Huzuru ve gönül rahatlığını evlerimizin konforunda arıyorsak; çekeceğimiz daha çok çileler var demektir. Çünkü modernizm bir hastalıktır. Maddi-manevi cezaları da beraberinde getirir.

Mesela bir arkadaş dedi ki: “Ben Kur’an okumasını bilmiyorum. Bu yaştan sonra öğrenmek de zor.” “Kendi önüne engeli yine kendin koyuyorsun.” dedim. “Kur’an öğrenmek çok kolay. Kitaplardan öğrenebilirsin. Gençler, emekliler, çalışanlar, öğrenciler kendilerine uygun gün ve saatlerde camiye gidip Kur’an öğrenebiliyor. Yani bu kadar imkâna rağmen Kur’an öğrenemedim, öğrenemiyorum dersen, mesulsün kardeşim…

Bu zamanda Kur’an okumamanın ve öğrenmemenin mazereti olamaz…

Kur’an’da pekçok ayette geçen “Kalplerin Mühürlenmesi” ne demektir?

Kalp mühürlenmesi, bir kalbin küfür ve isyanla katılaşmak ve kararmak suretiyle imanı kabul edemez hale gelmesi şeklinde tarif edilir.

Allah Resulü (asm.) buyururlar ki: “Her günah ile kalpte, bir siyah nokta meydana gelir.”

Bir ayet-i kerimede de “Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (sair günahları) dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa Sûresi, 4/48) buyrulur. Bu hadis-i şeriften ve âyet-i kerimeden anladığımıza göre, kalbi karartan en büyük siyahlık şirk, yani Allah’a ortak koşmaktır. Bir insan, şirki dava eder ve bu hususta müminlerle mücadeleye girişirse, her geçen gün kalbindeki bu siyahlık daha da koyulaşır ve genişlenir. Git gide bütün kalbi sarar. Artık o insanın iman ve tevhidi kabul etmesi âdeta imkânsız hale gelir. Nur Müellifi’nin ifadesiyle, “Salâh ve hayrı kabule liyakati kalmaz.”

İşte sözü edilen âyet-i kerime, Allah Resûlüne (asm.) cephe alan, onunla mücadele eden müşrikler hakkında nâzil olmuştur. Ve o müşriklerin kalplerinde şirkin tam hâkimiyet kurması ve tevhide yer kalmaması, “kalp mühürlenmesi” şeklinde ifade edilmiştir.

İşte kendilerine hidayet kapısı kapananlar, bu noktaya varan müşriklerdir. Yoksa günah işleyen, zulüm eden yahut şirke giren her kişi için hidayet kapısının kapanması söz konusu değil. Aksi halde, asrısaadette, daha önce putlara tapan on binlerce insanın İslâm’a girmelerini nasıl izah edeceğiz?!..

Şirke giren her insanın kalbi mühürlenseydi, hiçbir müşrikin Müslüman olamaması gerekirdi. Demek ki, kalbi mühürlenenler, tevhide dönmeleri imkânsız hâle gelenlerdir.

Ve onlar, bu çukura kendi iradelerini yanlış kullanarak düşüyorlar.

Çok önemli bir noktaya da kısaca değinmek isteriz: Nur Külliyatı’nda küfür iki kısımda incelenir: Adem-i kabul ve kabul-ü adem. Adem-i kabul, yani “iman hakikatlerini kabul etmeme” hakkında “Bir lâkaydlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilane bir hükümsüzlüktür.” denilir. Kabul-ü ademde ise küfrü dava etmek ve batıl itikadını ispata çalışmak söz konusudur. Bu ikinci gurup, küfür cephesinde yer alarak iman ehliyle mücadele ederler. İşte kalp mühürlenmesi, daha çok, bunlar için söz konusudur. Daha çok diyoruz, çünkü bu insanlardan da, az da olsa, hidayete erenler, İslamı seçenler çıkmaktadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Zira Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır ve büyük azab onlar içindir(Bakara Suesi,2/7), ayetine göre, kişileri kâfir yapan Tanrı’dır, öyleyse kafirin ne suçu vardır?

Prof. Dr. Alaaddin Başar / Sorularlaİslamiyet

On Bir Ayın Sultanı (Şiir)

Hoş Geldin Ey Şehri RamazanOn bir ayın sultanı

Hoş geldin ey Ramazan

Rahmet dolu her anı

Hoş geldin ey Ramazan

 

Bu ay mağfiret ayı

Çok edelim duayı

Yok edelim hatayı

Hoş geldin ey Ramazan

 

Hakka yakın olmalı

Çokça namaz kılmalı

Dua niyaz yapmalı

Hoş geldin ey Ramazan

 

Teravih namazıyla

Sahur ve iftarıyla

Ve Kadir Gecesiyle

Hoş geldin ey Ramazan

 

Ruhları arındıran

Sevapları arttıran

Ve nefisleri kıran

Hoş geldin ey Ramazan

 

Şeytanları bağlayan

Cennet kapısı açan

Cehennemi kapatan

Hoş geldin ey Ramazan

 

Fakiri hatırlatan

Bereketi çoğaltan

Sevaba sevap katan

Hoş geldin ey Ramazan

 

Günahları yok eden

Sevapları çok eden

Ve açları tok eden

Hoş geldin ey Ramazan

 

O’nun başı rahmettir

Ortası mağfirettir

Sonu ise cennettir

Hoş geldin ey Ramazan

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

Ramazan ayı Sosyal Yardımlaşmaya Bir Davetiyedir!

Ramazan ayı maddi ve manevi birçok güzelliklerin bir arada yaşandığı,  duygu ve hissiyatında öne çıktığı mübarek bir aydır. Rahmet, bereket ve mağfiret ayı olan Ramazan ayı dini açıdan taşıdığı önemle birlikte mü’minler arasında sosyal açıdan da yardımlaşma ve dayanışmanın en yüksek olduğu aydır.

Peygamber efendimiz (asm) “Kim bir oruçluya iftar ettirirse, o oruçlunun alacağı sevabın aynısı, iftar ettirene de yazılır. Ve oruç tutanın sevabından da bir şey eksilmez” buyurmuştur. Komşuları akrabayı ve aile fertlerini kendi evinde iftar ettirmek,  sıla-ı rahim ve iyilikte bulunmak lazımdır.

Bediüzzaman, Oruç’un sosyal ve içtimai hayata verdiği önemi özetle şöyle bir reçete sunmuştur.

“Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniye ye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsanlar maişet cihetinde muhtelif bir surette hâlk edilmişler. Cenâb-ı Hak, o ihtilâfa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Halbuki zenginler fukaranın acınacak acı hâllerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir; ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü, hakikî o hâleti kendi hissetmiyor.” (29.mek.3.nükte)

Cenab-i Allah (c.c.) bu dar-ı dünyada geçim cihetiyle kimi zengin-kimi fakirlikle imtihana tabi tutuyor. Zengini fakirlerin yardımına  davet ediyor. Zenginler fakirlerin açlık hallerini ancak oruçtaki açlıkla tam anlayabilirler. Oruçlu zengin, fakirin ne kadar merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu o zaman anlar. Yani zenginin de nefsine açlık çektirme mecburiyeti lazımdır ki, hakiki açlığın ne olduğunu anlayabilsin. O halde oruç sosyal hayatın tanzimi için de bir vasıtadır.

Zaman zaman kimileri ben fakir bulamıyorum ki bir sadaka vereyim, herkesi zengin görmekle yardım elini uzatmak istemeyenler var. Oysa herkes kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir.

Aç ve fakir insanları görmek isteyen varsa? Çöplüklerden ekmek toplayan,  sosyal yardımlaşma vakfı önünde bir kap yemek evine götürmek için sırada bekleyen, iş umudu ile gurbete giden, iş bulamayan, park ve sokaklarda aç bekleyen insanlara bakın,

Keza, onurlu insanların fırıncılara gizlice yaptıkları müracaat sayısına bakın. Fakir var mı, yok mu?  Kararı verin.

İnsanlar arası yardımlaşma ve dayanışmayı en güzel ifade eden Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmaktadır: ”Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.”  “Dicle kenarında kayıp olan bir hayvandan” kendini sorumlu tutan Hz. Ömer (r.a.) gene; ekmeği olmayan aç bir aile için “sırtına aldığı un torbası” hadisesi, bize sosyal adaleti, hayat-i içtimaiye de ki dayanışmayı, yardımlaşmayı ve güveni gösteren en güzel örnektir.

Sosyal yardımlaşma ve dayanışma öncelikle bireyin toplum karşısında sorumluluğunu bilmelidir. Hele Müslüman toplumu içerisinde yardımlaşmanın vasıtası olan zekât İslam’ın köprüsüdür, yardımlaşma onunla sağlanır. Hatta asayişi sağlayan zekâttır. Zengin zekâtını verdiği zaman, fakir de zengine karşı hürmetkâr olur. Yoksa “Ben tok olayımda, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!”derse o zaman fakir de zengine karşı kin ve adavet besler, zengini düşman görür, hatta asayişi bozmaya kalkar, memleket dahi huzursuz olur. Görüldüğü üzere sosyal adalettin garantisi ve huzurun temini için, zekât iyi bir vasıtadır.

Zekât İslam’ın şartıdır. Sadaka ise onun ziynetidir. Biri malın bereketine diğeri belanın def’ine vesiledir.

Ramazan ayın mübarekiyeti hürmetine memleketimizde son zamanlarda meydana gelen rahatsızlıkların bertaraf olmasını, barış, huzur, yardımlaşma ve dayanışmaya vesile olmasını dilerim. Saygılarımla,

 8.7.2013

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version