Teravih ne demektir? Peygamberimiz teravih kılmış mı; kaç rekat olarak kılmıştır? Kadınlar da teravih kılmalı mıdır?

Sözlükte “rahatlatmak, dinlendirmek” anlamındaki “terviha” kelimesinin çoğulu olan teravih, Ramazan Ayına mahsus olmak üzere yatsı namazından sonra kılınan namazı ifade eder. Hadislerde “Kıyâmü şehri ramazân-ramazan ayının namazı” veya “İhyâü leyâlî ramazân- ramazan gecelerinin ihyası” diye anılan bu namaza, dört rek’atta bir dinlenme amacıyla biraz oturulduğundan (tervîha) teravih denmiştir. Zaman içinde, her bir tervîhayı oturup dinlenmek yerine zikir ve salavat gibi nafile ibadetlerle değerlendirme veya ara vermeden namaza devam etme şeklinde uygulamalar ortaya çıkmıştır.

Resûl-i Ekrem (asm), bizzat teravih namazını kıldığı gibi,

“Ramazan ayını inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek ihya eden kimsenin geçmiş günahları bağışlanır.”  (Buhari “Salatü’t-teravih, 1; Müslim, Salâtü’l-müsâfirin 173)

hadisiyle bilhassa gece ibadetlerinin ve teravih namazının kastedildiği yorumu yapılmıştır.

Bu tür hadislerden hareketle İslâm âlimleri, teravih namazının erkek ve kadın her Müslüman için sünnet olduğu konusunda görüş birliğine varmıştır. (Kâsânî, Bedai, 1/288; Tahtâvî, Haşiye ala merâkı’l-felâh, Kahire, s. 335s)

Teravih namazını başlangıçta cemaate bizzat kıldıran Hz. Peygamber (asm) ümmetinin yükünü arttırabileceği düşüncesiyle bu uygulamadan vazgeçmiştir. Onun bu namazı iki veya üç gün mescidde kıldırdığı, cemaatin gittikçe çoğaldığını görünce mescide çıkmadığı ve bunu Allah’ın farz kılabileceği endişesiyle yaptığını söylediği rivayet edilir. (Buhârî, Teheccüd 5; Müslim, Salâtü’l-müsâfirin 177-178)

Teravihin tek başına kılınmasına Hz. Ebû Bekir (ra) döneminde devam edilmiştir. Bu uygulamanın camide meydana getirdiği dağınıklığı, artık farz kılınma ihtimali bulunmadığını ve Resûl-i Ekrem (asm)’in konuyla ilgili sözünden çıkan anlamı dikkate alan Hz. Ömer (ra) 14 (635) yılında Übey b. Kâ’b’dan cemaate teravih namazı kıldırmasını istemiş ve bu uygulama günümüze kadar sürmüştür.

Teravih namazının rekat sayısıyla ilgili sekiz, on, on altı, yirmi, otuz altı, otuz sekiz, kırk gibi sayılar ileri sürülmüştür. (bk. Aynî, Umdetü’l-Kari, 11/126-1271)

Hanefî, Şafiî ve Hanbelî fakihlerin çoğunluğu, Hz. Peygamber (asm)’in vitir dahil yirmi üç rekat namaz kıldığı yolundaki rivayetten (bk. İbn Ebu Şeybe, Muşannef, 2/164; Beyhaki, Sünen, 2/496) ve sahabe uygulamasından hareketle teravihin yirmi rekat olduğu görüşünü benimsemiştir.

İmam Mâlik’in teravihin otuz altı rekat olduğunu savunduğu nakledilmekte, ayrıca yirmi rekat olduğu yönünde bir görüşü de bulunmaktadır. (İbn Rüşd, el-Beyan, 2/309-310)

Bütün bunlar arasında yirmi rekat rivayeti güç kazanmış ve İslâm toplumunda gelenek bu doğrultuda gelişmiştir. Özellikle Hz. Ömer (ra) dönemindeki uygulamanın bu husustaki etkisini belirtmek gerekir. Hatta ashap buna itiraz etmediğinden teravihin yirmi rekat olduğunda sahabe icmâı meydana geldiği (Kâsânî, 1/288) veya icmâa yakın bir kabul teşekkül ettiği (İbn Kudâme, el-Muğni, 1/799) ifade edilmektedir.

İmam Azam Ebû Hanîfe, Ahmed b. Hanbel ve Malikîler ile Şâfiîler’den bazılarına göre teravih namazını cemaatle kılmak sünnettir ve daha faziletlidir.

Hz. Peygamber (asm)’in sünnetinde gece namazlarının ikişer rekat kılınması uygulaması öne çıktığından (Buhâri, Vitir 1, 2; Müslim, Salâtü’l-müsâfirin 145-148, 156, 157, 159) fakihler teravih namazının her iki rekatta bir selâm verilerek kılınmasının fazileti konusunda görüş birliği içindedir.

Hz. Peygamber (asm) ve sahabe döneminde bu namaz oldukça uzun bir kıraatle eda edilirken, tarihî süreç içerisinde insanlara zahmet vermeme kuralından hareketle uzun okumadan vazgeçilmiş ve cemaati çoğaltmanın kıraati uzatmaktan daha yararlı olacağı düşüncesi öne çıkmış (Kâsânî, 1/289; İbn Kudâme, 1/ 800), zamanla her rekatta uzunca bir âyet veya üç kısa âyetin okunması yeterli görülmüştür. Ancak her durumda namazın âdabına ve özellikle ta’dîl-i erkâna riayet edilmesi zorunludur. Namazın ta’dîl-i erkânı ihlâl edecek biçimde hızlı kıldırılması asla doğru değildir.

Teravih namazının vakti yatsı namazının arkasından fecre kadar geçen süredir; vitirden sonra kılınması caiz olmakla birlikte uygulamada vitirden önce kılınmaktadır.

Teravih namazının eda edilmesi için ezan okunmaz ve kamet getirilmez; kılamayan kişinin kaza etmesi gerekmez.

Teravih iki rekatta bir selâm verilecekse sabah namazının, dört rekatta bir selâm verilecekse ikindi namazının sünneti gibi, fakat tamamında cehri / açıktan okunarak kılınır.

Şâfiîler, Hanbelîler ve bazı Hanefîlere göre teravih namazında niyetin bu namaz için belirlenmesi gerekli olup mutlak niyet yeterli değildir.

Teravih namazı başladıktan sonra camiye gelen kimse önce yatsı namazını kılar, daha sonra teravih namazı için imama uyar. Çünkü teravih yatsı namazına tâbidir ve ondan önce kılınmaz. (bk. DİA İslam Ansiklopedisi, Teravih md.; Şamil İslam Ansiklopedisi, Teravih md.)

Nefs ve Ahiret Hesabı

Yemeden, içmeden, giyinmeden hacet miktarınca dünyadan istifade etmeden yaşamak mümkün değildir. Ama bu zaruret miktarının dışına nefsin şehvet ve gazap duygusu tesiriyle çıkarak kudsî vazifeyi unutmak hevadır.

Rasul-i Kibriya s.a.v. Efendimiz, harpten dönen İslâm ordusuna şöyle buyurmuştur:

– “Küçük cihaddan büyük cihada döndük.”

Ashab-ı Güzin r.a.:

– “Ya Rasulallah, biz muharebeden döndük. Kan akıttık, can verdik, mal verdik. Bu büyük cihad değil midir?” diye sordukları zaman Beşeriyetin Sultanı s.a.v. şöyle buyurmuştur:

– “Büyük cihad, kişinin nefsiyle mücadelesidir.”

İnsanın ömründeki muharebeler sayılıdır. Bir insan ömründe belki bir, bilemedin iki muharebe görür. Ama her göz açıp kapayışta, her nefes alışverişte nefsle bir muharebe bahis konusudur. Ya seni Allah’a iman dairesinde amel-i salihe götürür, ya da fıtratındaki heva ile, şehvet ve gazapla, Allah’ın yolundan uzaklaşmaya götürür. Bu ise insan için en büyük hüsrandır.

Rasullulah s.a.v. Efendimiz:

Asıl mücahid, Allah’a itaat uğrunda nefsi ile mücadele edendir.” buyurmuştur.

Allah’a itaat etmekte direnen nefse uymayıp ondan gelecek eziyete sabretmek gerekir. Dünyadaki eziyetine sabır, bizi ahiretteki eziyetinden korur. Zira kıyamet günü nefs insanla husumete kalkışır, kavga eder, neden kendisine uyup da bugüne varacağının hesabını yapmadığını sorar insandan. Diğer uzuvları telin eder. İnsanı Rabbü’l-Alemin’in huzurunda, mahşer yerinde rezil eder.

İsra Suresi’nin 14. ayetinde bildirildiği üzere, mahşer günü amel defterleri açıldıktan sonra şöyle buyurulacak: “Oku kitabını, bugün sana hesap sorucu olarak nefsin yeter.

Dünyadayken nefsiyle mücadele edene Allah’ın yardımı yetişir, kulunu yalnız bırakmaz. O yüzden nefsin dünyadaki eziyeti zayıftır, insanın sabretmeye gücü yeter. Ama kıyamet günü artık imtihan bitmiş, insan nefsiyle baş başa kalmıştır.

Evliyaullah buyurmuşlar ki, dünya, şeytan ve nefs insanın düşmanıdır. Kim ki zühd yolunu tutar da dünyanın vesvesesine uymamak suretiyle şeytandan; şehvetlerini terk etmekle de nefsten korunursa, Allah’ın makbul, sevgili bir kulu haline gelir.

İnsan işte o zaman her şeyin tek sahibi Allah Tealâ’nın mülkünde korkudan, şeytanın ve nefsin şerrinden emin olup, said kullar arasına katılır.

Yarbay Mehmet Ildırar

Ailede Kimin Sözü Geçecek?

Allah C.C ayeti kerimesinde şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler Onlarla (hanımlarınızla) iyi geçinin. Olabilir ki, bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur” (Nisa19)

Resul-i Ekrem (A.S.V) şöyle buyurdu: “İmanı en olgun mü’minler, huyu en güzel olanıdır ve eşine karşı en tatlı davranandır.

Yediğinden yedirmesi giydiğinden giydirmesi, kadının kocası üzere hakkıdır. Sakın (erkek) eşinin yüzüne vurmasın, ona kötü muamelede bulunmasın, evin dışında onu terk etmesin!

“Mumin bir erkek mümine bir kadına kızıp darılmasın. Eğer onun bir huyundan hoşlanmazsa başka huyundan memnun kalabilir.”

“Hanımlara hayırhah olun, zira hanım bir eyeği (kaburga) kemiğinden yaratılmıştır. Eyeği kemiğinin en eğri yeri yukarı kısmıdır. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Kendi haline bırakırsan eğri halde kalır. Öyle ise hanımlara hayırhah olun.”

“Kadının huysuzluklarına sabırla katlanan erkeklere Allah C.C. Eyyȗp (A.S)a verdiği mükâfatı verir. Kocasının huysuzluklarına katlanan hanımlara da Firavunun hanımı Asiye R Anha ya verdiği sevabı verir.”

“Beş vakit namazını kılan, farz orucunu tutan, örtünen ve kocasına itaat eden hanım, cennete girmiştir.”

Resul-i Ekrem (A.S.M) efendimiz şöyle buyurdular:

“Kocası razı olduğu halde ölen hanım cennete girer”

“Kocanın hanımı üzerindeki hakkı, benim sizin üzerinizdeki hakkım gibidir. O halde kocanın hakkını gözetmeyen Allahu tealanın hakkını gözetmemiş olur.”

Bir hanım, kocasını güzel karşılar, güzel sözler söyleyerek hoşnutluğunu kazanmaya çalışırdı. Peygamberimiz efendimiz aleyhissalatu vesselam, hanımın bu hareketinden dolayı kocasına buyurdu ki: (Hanımına selam söyle, yarı şehid sevabına kavuştuğunu haber ver!)

“Kocasına muhabbet gösteren, çocuk doğuran, öfkelenen an veya kocası kendine kızdığı zaman, kocasını razı edinceye kadar uyumayan hanım cennetliktir.”

“Kadınlarınızı (yabancı erkeklere karşı) süslü giyinmekten men ediniz! Beni İsrail kadınları süslü giyinip camiye gururlanarak yürüdükleri için lanetlenmişlerdir.”

“Hanım, kocasından izinsiz nafile oruç tutamaz. Eğer tutarsa  aç ve susuz kalmış olur, sevap kazanamaz. Kocasından izinsiz evinden dışarı çıkamaz. Çıkarsa gökteki melekler, geri evine dönünceye kadar ona lanet eder.”

“Bir erkek ihtiyacı için hanımını çağırsa, hanım tandır başında olsa da, hemen ihtiyacına cevap versin.”

“Hanımın cihadı kocası ile iyi geçinmektir.”

“Kocasına elinden geldiği kadar güler yüzlü davranıp, sevgi göstermeli, dili ile de onu incitmemeli. Kocasına bir iyilik yapmışsa, başına kakmamalıdır. Yeme ve giyme gibi hususlarda kocasını üzmemeli, yapamayacağı şeyi ondan istememelidir! Kocasını şerefini korumalıdır, onun rızasını kazanıp gönlünü hoş etmeye çalışmalıdır!”

(Senden ne gördüm) diyerek küfran-ı nimette bulunmamalıdır! Ki hadisi şerif meali şöyledir: ( Eğer kocalarına karşı küfran-ı nimette bulunmasalar, namaz kılanlar hemen cennete girerdi.)

(Kütübü Sitte)

Sonuç olarak özetle diyebiliriz ki; “Evde huzur isteniyorsa ailede ne erkeğin ne de kadının sözü geçecek, asıl olan Allah’ın sözleri hükmedecek..”

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.Org / www.AlbNur.com

Allah’ı Daha İyi Tanıyalım: “Er-Rahman Kimdir?”

Rahman: Bütün mahlukatına sayısız nimetler ve rızıklar veren, onların ihtiyaçlarını gören ve yarattıkları hakkında hayır ve rahmet dileyen manasındadır. Şu âleme baktığımızda gözümüzle görüyoruz ki birisi var, yeryüzünü bir sofra yapmış, o sofrayı en leziz yiyecekler ile doldurmuş ve o sofraya bütün canlıları davet etmiş. Şimdi gelin hayalen bu sofralarda gezelim:

İşte hayvanatın sofrası! Bakın, her hayvana layık olduğu ve ihtiyaç duyduğu rızık veriliyor.

1- İşte balıklar! Onları besleyen ne de güzel besliyor, rızıkları ağızlarına kadar konuluyor. Kim onları böyle zahmetsizce besleyen?

2- İşte denizlerin dipleri! Karanlık, ıssız, acı bir su, kum ve çaresiz mahluklar! Ancak hiçbirinin rızkı unutulmuyor, hiçbiri aç bırakılmıyor ve ihtiyaçları mükemmel bir şekilde karşılanıyor. Kim onları böyle merhametle besleyip denizin dibini onlara Rahmanî bir sofra yapan? Ve o sofradan istifade edebilmeleri için gerekli cihazları onlara takan?

3- İşte böcekler! Küçücük, zayıf ve âcizler! Ama ne kadar da kolay besleniyorlar. Muhtaçlar. Güçleri yok. Kimi elsiz, kimi gözsüz, kimi ayaksız. Ancak ihtiyaçları ve rızıkları ellerinin yetişmediği yerlerden ne de mükemmel veriliyor. Kim bu âcizlere merhamet edip ihtiyaçlarını gören?

4- İşte âciz ve merhamete muhtaç yavrular! Rızıkları umulmadık ve ellerinin yetişmediği bir yerden, münasip bir vakitte ve ihtiyaç nispetinde onlara veriliyor. Yardımlarına koşuluyor. Hâlbuki ihtiyaçlarının yüzde birini karşılamaya kendi güçleri yetmez. Demek onların ihtiyacını bilen, onları merhamet ve şefkatle besleyen perde arkasında birisi var. Kim bu zat? Cevabı Kur’an versin:

“Yeryüzünde rızkı Allah’a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. O, onların karar kıldıkları yerleri de emaneten durdukları yerleri de bilir. Onların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Hud 6)

Ve Rahman’ın o sofrasından istifade eden diğer muhtaçlar! Şimdi de Rahman’ın sofrasında misafir olan bitkiler taifesine bakalım! Hayvanlara kıyasla daha âciz ve daha fakir! Ama âcizliklerine binaen Rahman olan Allah onları daha zahmetsiz besliyor. Rızıkları ayaklarına gönderiliyor. Bazen oluyor sıcaktan ve susuzluktan feryat eden o bitkilere bir bulut ordusu ile imdat ediliyor. Güneş başlarında lamba ve soba, toprak altlarında mineraller ile dolu bir mahzen. Ciğerleri hükmünde olan yaprakları ile havayı teneffüs ediyorlar.

Kim bu bitkilerin feryadını işitip cansız mahlukatın elleriyle onlara yardım eden?

Ve şimdi bu bu Rahmanî sofranın en şerefli misafirine geldik! Sofranın kurulmasının sebebi, yeryüzünün halifesi ve Rahman olan Allah’ın has muhatabı olan insan! Bakalım şerefine sofraların kurulduğu insan için Allah neler hazırlamış ve Rahman isminin tecellisini o sofralarda nasıl göstermiş!

Acaba Rahman olan Allah’ımız, rahmetinin bu kadar süslü meyveleriyle kendini bize sevdirmek istese. Mukabilinde insan ibadetle kendini O’na sevdirmese. Hem bu kadar türlü türlü nimetlerle muhabbet ve rahmetini gösterse. Mukabilinde insan şükür ve hamd ile ona hürmet etmezse bu insan, insan ismine layık mıdır?

Hâlbuki bütün bu nimetlerin veriliş sebebini Rabbimiz kitabında şöyle beyan etmiştir:

“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların hoş ve temiz olanlarından yiyin ve Allah’a şükredin! Eğer yalnız O’na kulluk ediyorsanız.” (Bakara 172)

Geri Alınan Dua

Bir imam ve müezzin, câmilerine getirilen bir cenâzeyi kaldırdıktan sonra, mezarcıyı da yanlarına alarak aynı kabristanda yatan bir evliyâyı ziyaret etmişler. Mezarcı, tam ayrılacakları sırada:

– Muhterem hocam, demiş. Bu fırsat, bir daha ele geçmez. Hazır dua ederken, diğer insanlarda olmayan bir şeyi isteyelim.

İmam, Allah’ın verdiği nimetlerin herkese yettiğini ve daha fazlasına göz dikmenin nankörlük sayılacağını defalarca söylemiş ama boşuna. Sonunda mezarcıyı kıramamış ve hiç kimsenin göremediği şeyleri görecek gözlere sahip olmak için Allah’a niyazda bulunmuşlar. Duaları, icâbet saatine rasgeldiği için kabul edilmiş. Ve bunu ilk farkeden de imam olmuş. İmam efendi, o evliyâya son bir fâtiha okuduktan sonra “âmin” demek için ellerini havaya kaldırdığında bir de ne görsün? Gökyüzünde dolaşan koca bir göl, üzerlerine doğru gelmiyor mu? Rengi bir anda sapsarı kesilen imam, anında kelime-i şahadet getirdikten sonra:

dua eden adam– Hakkınızı helâl edin kardeşler, demiş. Külli nefsin zâikatül mevt. Ölmüşlerimiz birazdan bize kavuşacaklar.

Mezarlığın yanından geçmekte olan köy öğretmeni, imamın bu telaşı üzerine başını yukarı kaldırdığında, hareket hâlindeki bulutları görüp:

– Korktuğun şey, yağmur bulutlarından başka bir şey değil be hocam, demiş. Evet, bir bakıma koca bir göldeki suyu taşırlar ama, onu bir çok yere dağıttıkları için tehlikeli olmazlar.

İmam efendi, o ana kadar hiç kimsenin görmediği şeyleri gören gözlerine mi inansın, yoksa öğretmene mi? Tabi ki hiç aldırmamış denilenlere. İmam, yukarıdaki gölün ne kadar dehşet verici olduğunu anlatıp dururken, beli bir haftadır tutuk olduğu için ancak yere doğru bakabilen müezzin, faltaşı gibi açılan gözlerini topraktan ayırmadan:

– Üstümüzdeki şey göl müdür deniz midir bilmem ama, bir an önce yere aksa iyi olacak hocam, demiş. Bastığımız yerin aşağısında koca bir cehennem var. Belki faydası olur sönmesine. İmam, müezzinin sözü üzerine aşağı baktığında, bu sefer de kıpkırmızı kesilmiş. Erimiş madenlerden oluşan koca bir kazan, ayaklarının altındaki incecik toprak tabakasının altında fokur fokur kaynayıp duruyormuş. Köy öğretmeni, zangır zangır titreyen imamla müezzini sakinleştirmeye çalışarak:

– Dünyanın merkezinde magma tabakası vardır, demiş. Ama ilim gözüyle görülür ancak. Siz maşallah nedense farklısınız. Bu sözlerden de tatmin olmayan imamla müezzin, topraktan biraz olsun uzaklaşabilmek için tırmanacak yüksek bir ağaç ararken, bir korkuluk gibi hareketsiz duran mezarcıyı görüp meraka kapılmışlar. Müezzin, makinalı tüfek gibi takırdayan dişleri arasından zorlukla bir kaç kelime çıkartap:

– Yahu mübârek, demiş. Bir şey görmüyor musun ki, bu kadar tepkisizsin? Mezarcı, derinden inleyerek:

– Keşke öyle olsaydı, demiş. Bu yeni gözlerle, üç gün sonra öleceğimi gördüm. Şimdiye kadar yüzlerce kişiyi mezara koymama rağmen, kendim için böyle birşey düşünmemiştim. Öğretmen, hepsinin deli olduğuna karar verip ayrılmış. Mezarcı ise, gömüleceği yeri de gördüğü için, kendi mezarına fâtihalar okuyup üflüyormuş. İmam, sonunda vaziyete el koyarak:

– Anlaşılan haddimizi çok aştık, demiş. Gelin tekrar dua edelim ki normale dönelim, yoksa ömrümüzün geri kalanını akıl hastanesinde geçiririz.. Biraz önceki evliyâyı şefaatçi yaparak tekrar dua ettiklerinde, icâbet saatinin son saniyelerini yakalayıp eski hâllerine dönmüşler. Ama mezarcı:

– Sizler paçayı kurtardınız, diye ağlayıp duruyormuş. İyi ama ben ne halt yerim şimdi?

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version