Her yerde mescit istiyoruz…

Aslında bu konuyu ben daha önce yazmıştım “AVM’lerde mescit istiyoruz” demiştim ama gördüm ki yanlış yazmışım…

Her yerde mescit istiyoruz…

Daha doğrusu bizim her yerde mescit istemememiz gerekir. Hatta bunu isterken bile üzülüyorum çünkü zaten her yerde mescit olmalı…

Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede resmi veya özel kurum ve şirketlerde okullarda hastanelerde vs… mescit olmaması garip değil mi?

Şahsen namaz kılanların bu konuda çok zorlandıkları zamanları biliyorum ve kendimde yaşıyorum…

Biz çok zaman yersizlikten bir mağazanın kıyafet deneme kabininde namaz kılmışızdır…

Allah’ın farz ibadetini yapabilmek için kıyı bucak yer aramışızdır…

Hani demokratik ve özgür bir ülke nidaları atanlar var ya, işte onlara bir misal vermek istiyorum…

On beş gün önce Amerika’daydım, hani bizim bazılarının modern ve çağdaşlıkta demokrasi de örnek aldıkları o ülke var ya işte oradaydım…

Daha doğrusu istedikleri kısımlarını alıp sahiplendikleri ülke olan Amerika ve Newyork şehrindeydim…

Malum Müslüman olamayan bir ülkede camiyi bırakın mescit olmasını beklemek bencillik olur. Bizde vakit namazlarımızı nerede kılacağımızın hesabını yaparken caddelerde dolaşırken bir baktım kaldırımlarda namaz kılanları gördüm…

Orada yaşayan arkadaşımıza “bizde kılalım” deyince…

Tabi abla kıl, burada kimse dönüp bile bakmıyor dedi…

Ve aynen bende dört gün boyunca vakit namazlarını tenha bir kenarda kaldırımda yani yolda kıldım ve gerçekten kimse de bakmadı. Hatta bir kişi görmeyip biraz seccademe basınca “Sory- sory” özür dilerken gözlerindeki samimiyeti görmek çok zor olmadı…

Vallahi biz kendi ülkemizde yolda namaz kılsak ne olur?

Herhalde bizi irticacı diye fişlerler hatta mahkum bile ederler…

Tabi şunu da belirtmek istiyorum; Bizim ülkemizde cami olduğu için keyfe keder de yolda namaz kılınmaması ve konuları abartmamak lazım. İmkansız yersiz bir durum olduğunda vakit namazı geçirmemek için yapılabilecek bir alternatif olarak algılamak gerekir…

Netice; insanlar birbirlerine saygılı olursa ve çocuklarımızı bu saygı ve anlayışla yetiştirirsek her düşünceden insan ile bir arada yaşayabiliriz…

Herkesin kendisi gibi olmasını bekleyen ve isteyenler sadece kendileri ile geçinebilecek kişilerdir…

Ve biz Müslüman bir ülkeyiz, tarihimiz her dine saygı ile övülmüş bize öyle öğretilmiştir. O halde bende bu ülkenin bir evladı olarak farz ibadetlerini yapan vatandaşlar için gerekenlerin yapılmasını istiyorum…

Bu benim en doğal hakkım değil mi?

Hepiniz hatırlarsınız, askeriye de namaz kılınmasının adeta yasaklandığı dönemleri ve namaz kılan askerlerin çektiği eziyetleri duyduk okuduk…

Ben mantıklı ve adaletli bir insan olarak şunu sormak istiyorum; Vatan için ölen şehit oluyor, ordu şehitlerine sahip çıkıyor veya askerimiz vatan için “Allah Allah” nidalarıyla sınır bekliyor ve bunların hepsi dini kavramların içine giriyor…

Peki, aynı şekilde aynı askere sağken veya görevini yaparken farz ibadetleri için neden bir yasaklama getirilir?

Biri bana bunu anlatsın!

Çok şükür şimdilerde bunlarda aşıldı ama normal hayatımızın içinde dışarıda her mekan da mescitlerin olmasının kime zararı olur?

Kimseye…

Faydası olur mu?

Çokkkkk…

Yıllar önce bir lisede spor salonunda namaz kılan kız çocuklarının haberi sanki “ayıp günah” bir şey yapıyorlarmış gibi lanse edilmeye çalışılmıştı…

Biz bunları da gördük ve hatta halen görmekteyiz…

Şimdi birileri çıkıp “sende kazaya bırak evinde kıl, gitme öyle yerlere veya mescit olan yerlere git” derse işte o zaman olmaz…

Neden vakit namazımızı kazaya bırakacakmışız?

Neden sosyal hayatımızı eğitim hakkımızı kısıtlayacakmışız?

Ve neden namaz kılmayanların her hakkı varken sadece iki m2 mescit namaz kılanlara çok görülüyor?

Şayet siz sadece belli bir gruba hitap eden yerler yaparsanız, diğer taraftan da diğer gruplar kendilerine göre yerler yaparlar ve işte o zamanda o ötekileştirme ve gruplaşma başlar…

Önemli olan her görüşteki insanın ortak mekanlar da bulunması ve birbirlerine kaynaşmalarıdır…

Kılan kılar, kılmayan kılmaz…

Ama kılmak isteyene de yer ayrılmalı yer gösterilmeli…

İslam dinin ibadeti ve farz ibadet olana “NAMAZ” görsel bir eylem olduğu için bazı bencil ve ön yargılı kesimler hemen “reklam yapmayın” deyiveriyorlar…

Bayanlar Baylar…

“Farz ibadetlerin riyası yoktur” yani birileri çıkıp da “namazını gizli kıl” demesin çünkü farz ibadetler imrendirici ve örnek olunması açısından açıkta yapılabilir.

Nafile ibadetler gizli yapılır, kimse işi başka boyutlara taşımasın…

İslam’ın 5 farzı yani Namaz, Oruç, Hac, Zekat, Kelime-i Şahadet bunlar aleni açık yapılan hatta yapılması gereken ibadetlerdir…

Evet, netice itibari ile madem demokrasi var o halde her yerde mescitlerin olmaması insan haklarına aykırı bir durumdur…

Çünkü bizler bu ibadetimizi yapmak için çoğu zaman mekan sahibinin vicdanına kalabiliyoruz…

Hele ki gençlerin bulunduğu okul, üniversite, kafeterya vs… gibi yerlerde mutlaka olmalı…

Ne demişler

Ağaç yaşken eğilir…

Sevda TÜRKÜSEV / Rotahaber

Hz. İsa’yı Beklerken..

Hıristiyanlar neredeyse 2000 yıldır Hz. İsa’yı bekliyorlar ve onu bekleyen yalnız onlar değiller.

Bekleme şekilleri, bekledikleri yer ve onun gelme biçimine olan itikadları çok farklı da olsa, bugün yeryüzündeki Müslümanlar da Hz. İsa’yı en az Hıristiyanlar kadar merak ve hasret ile beklemektedirler. Zira, peygamberler zincirinin son halkası Hz. Muhammed (a.s.m.) de, İsa aleyhisselamın tekrar dünyaya teşrif ettirileceğini hadisleriyle haber vermiştir. Dahası, son peygamberin eliyle insanlara bildirilen son Kitab’da da İsa peygamberin tekrar yeryüzüne gönderileceğine işaret edilmektedir.

Yani, Kur’ân’a ve Hz. Muhammed’e (a.s.m.) iman etmiş herhangi bir Müslüman dahi, Hz. İsa’yı beklemektedir.

KUR’ÂN’A GÖRE HZ. İSA’NIN YENİDEN DÜNYAYA GELİŞİ

Kur’ân’da Hz. İsa’nın ahirzamanda yeniden dünyaya geleceğine işaret eden âyetlerin en önemlilerinden biri şudur: “Şüphesiz o (İsa’nın yeryüzüne inişi), Kıyâmetin yaklaştığının bilgisidir.”(1) Müslüman âlimlerin büyük çoğunluğuna göre, bu ifadeler, şu an ruhu ve bedeniyle bambaşka bir âlemde bulunan Hz. İsa’nın ahirzamanda tekrar dünyaya döndürüleceğini ve bu hadisenin de yaklaşmış olan Kıyamet günü için bir işaret olacağını ima etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber, Hz. İsa’nın yeniden dünyaya gelişini bir Kıyamet alâmeti olarak hadislerinde belirtmiştir.(2)

HZ. İSA’NIN GÖĞE ÇIKARILMASI

Bir zaman Allah: ‘Ey İsa! Şüphesiz ben seni vefat ettireceğim ve bana yükselteceğim,’ demişti.”(3) Âl-i İmran suresinde geçen ‘vefat’ (teveffi) kavramı üzerinde duran İslâm âlimlerinden Vehb b. Münebbih’e göre, burada sözü edilen vefat, bildiğimiz mânâda bir ölüm olayıdır. Yani Allah Hz. İsa’yı önce vefat ettirmiş ve kısa bir süre sonra da onu göğe yükseltmiştir.(4)

Bu yorumda, hem sahih hadislerin hem de “Seni bana (Kendi katıma) yükselteceğim” mealindeki âyetin doğrultusunda Hz. İsa’nın canlı olarak göğe çıkarıldığı vurgulanmaktadır. Rabî b. Enes’e göre ise, buradaki ‘vefat’ (teveffi) kavramı, uyku anlamındadır. Buna göre, Allah İsa’yı uyutarak göğe çıkarmıştır. Çünkü sahih bir hadiste de geçtiği üzere, “Ölüm ile uyku kardeştirler.”(5)

Nitekim En’âm suresinin 60. âyetinde yer alan “Geceleyin sizi vefat ettiren O’dur” mealindeki ifadede ‘vefat’ kavramı uyku için kullanılmıştır.(6)

Başta İbn Abbas olmak üzere âlimlerin çoğuna göre ise, âyette yer alan ‘vefat’ (teveffi) kavramı, ‘bir yerden bir yere almak’ anlamındadır. Allah, Hz. İsa’yı öldürmeden ve uyutmadan, dünyada olduğu şekliyle, canlı olarak göğe kaldırmıştır.(7)

Ashab-ı Suffa’nın en önde gelenlerinden biri olan Ebu Hureyre, Hz. İsa’nın ahirzamanda tekrar dünyaya gönderileceğine dair Hz. Peygamber’den naklettiği bir hadiste şöyle demektedir: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim! Meryem oğlu İsa’nın aranıza adaletli bir hâkim olarak ineceği, istavrozları kırıp domuzları öldüreceği, cizyeyi (Ehl-i Kitap’tan) kaldıracağı vakit yakındır. O zaman mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olur.

Bu hadisi nakleden Ebu Hureyre, hadisin ifadesini güçlendirmek için der ki: “Dilerseniz şu âyeti okuyun [mealen]: “Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölümünden önce onun (İsa’nın) hak peygamber olduğuna iman etmesin. Kıyamet gününde ise İsa, onların aleyhine şahitlik edecektir.” (Nisa; 159)(8)

Yine Ebu Hureyre anlatıyor: Hz. Peygamber(s.a.s) şöyle buyurdu: “Peygamberler, baba bir kardeşlerdir. Anneleri farklı, fakat dinleri birdir. Ben herkesten çok Meryem oğlu İsa’ya yakınım. Çünkü benimle onun arasında başka bir peygamber yoktur. Onu gördüğünüzde tanımaya çalışın. O, kırmızı ile beyaz karışımı bir tene sahip, ıslak olmadığı halde başından (saçından) sanki su damlıyor.

Şüphesiz o, geldiğinde haçı kıracak, domuzu öldürecek, mal çok artacaktır. Zamanında İslâm dini dışındaki tüm dinleri [bu ifadeyi ideolojiler, inançlar şeklinde de anlamamız mümkündür] Allah yok edecektir. Yine Allah, onun zamanında dalalet mesihi olan şaşı gözlü yalancı Deccal’ı da helak edecektir.

Yeryüzünde öyle bir emniyet tesis edilecek ki, arslanlar develerle, kaplanlar sığırlarla, kurtlar davarlarla birlikte yayılacak; çocuklar yılanlarla—birbirine zarar vermeyecek şekilde—oynayacaklar. İsa yeryüzünde kırk yıl kaldıktan sonra ölecek, Müslümanlar cenaze namazını kıldırıp onu defnedeceklerdir.”(9)

HZ. İSA NEDEN TEKRAR GELECEK?

Âyet ve hadislerin ışığında, Hz. İsa’nın yeryüzüne tekrar gelişinin ne gibi sebepleri olabileceğini sorguladığımızda, karşımıza pek çok hikmetleri olduğu gerçeği çıkar. Bunlardan bazıları şöyle sıralanabilir:

1. Hz. İsa’yı çarmıha gererek öldürdüklerini iddia eden Yahudilerin bu iddiaları çürütülmüş olacaktır. Bunun ne kadar yaygın bir inanç olduğunu bugün ‘haç’ın Hıristiyan inancının simgesi hâline geldiğini düşünerek anlayabiliriz.

2. Hz. İsa’nın yeryüzüne bir insan olarak gelmesi ve normal bir insan gibi eceli gelip ölmesi, Hıristiyanlarca ona isnat edilen ilâhlık iddialarını da çürütecektir.

3. Hıristiyanlık bugün yeryüzünde en çok tâbisi bulunmasına rağmen, tevhid inancından sapmış ve Hz. İsa’ya bir insan ve bir peygamber olduğu halde ilâhlık isnat eden bir dindir. Allah tarafından çok çirkin bir iddia olarak ifade edilen bu sapmanın bizzat o dinin peygamberi tarafından ahirzamanda tashih edilecek olması son derece hikmetlidir.

Hz. İsa (a.s), büyük peygamberlerden biri olmasına rağmen, çok genç bir yaşta, otuz üç yaşında düşmanlarının engellemeleri ve onu öldürme planları yüzünden şânına lâyık bir görevi tam ifa etmeden dünyadan göçüp gitti. Yani Yüce Allah tarafından göklere kaldırıldı. Dünyanın yedi harikasından biri olan Zülkarneyn seddinin harap olması, Ye’cüc-Me’cüc fitnesine karşı hâl diliyle insanları dikkate davet edip kıyametin geleceğine bir alâmet olduğu gibi, Hz. İsa’nın da harika şahsiyetine uygun olarak, ahirzamandaki Deccal fitnesine karşı insanlık camiasını kâl diliyle uyaran büyük bir kıyamet alâmetidir.

Ayrıca, İsa aleyhisselam, İsevîlik din-i hakîkisine yeniden hizmet etmek ve hitam-ı misk olsun diye iki büyük semavî din olan İslâmiyet ile hakikî İsevîlik dinini gerçek tevhid ekseninde birleştirip insanlığı dünya hayatının son demlerinde Yüce Allah’a kulluk etmeye davet etmek üzere yeryüzüne yeniden merhaba diyecektir.

GELDİĞİNDE ONU NASIL TANIYACAĞIZ?

Bu sorunun cevabını da Bediüzzaman Said Nursî’nin Mektubat’ından okuyalım: “Hz. İsa geldiği zaman herkes onu tanıyamaz. Yalnız onun yakınında bulunanlar ve ferasetli bazı mü’minler iman nuru ve şuuru ile onu tanıyacaklar.

Niyazi Beki / Zafer Dergisi

KAYNAKLAR

1- Zuhruf, 43/61.

2- bk. Alusî, XXV/95; Hamdi Yazır, VI/58.

3- Âl-i İmran, 2/55.

4- bk. Rağıb, (v f y) maddesi.

5- bk. Kurtubî, VI/100.

6- bk. a.g.e, a.g.y ; Rağıb, (v f y) maddesi.

7- bk. Kurtubî, IV/100.

8-Buharî, Buyu’ 102, Mezâlim 31, Enbiyâ 49; Müslim, İman 242; Ebu Davud, Melâhim,14; Tirmizî, Fiten 54.

9-İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VI/493; Tayalisî, s.335; Ebu Davud, Melâhim,14; Ahmed, II/340; İbn Mâce, Fiten, 33.

Kiminle Yarışıyorsunuz ki?

Parçalanırcasına savaştığım en çirkin hislerimden birinin kıskançlık(1) olduğunu bilirim.

Özkardeşimle ikimizi çocukluğumuzda ölümüne savaştıran kıskançlığa açtığım savaşı hâlâ bitiremedim. Bu ruhsal virüsün saldırısına uğradığım yıllarımı analiz ediyorum: Kendime rakip gördüğüm insanların ilerleyip geçmelerinden rahatsızlık duyuyordum. Birilerinin benden daha iyisini yapmasından acı çekiyordum. Kıskançlığım dostlarıma yakınlaştıkça şiddetleniyor; uzaktaki insanlara kaydıkça zayıflıyordu.

İğrençliğini keşfettiğim bu şeytan ahlâkına savaş açtığımda, aynı virüsün neredeyse tüm çevremi kuşattığını fark ettim. Çoğumuz çoğumuzu kıskanıyormuşuz! Başkalarıyla boğuşmayı terk ederek, bu ruhsal marazdan kurtulmak, afiyete kavuşmak istedim.

Kıskançlığın sırrını aradım ve buldum:

  • Başkasıyla rekabet edenler kıskanırlar.
  • Başkalarından takdir bekleyenler kıskanırlar.
  • Gururlananlar, dünyevî değerlere itibar edenler, kendilerini insanların yorumlarına göre ayarlayanlar kıskanırlar.
  • İlâhî sevgi ve rızadan, şefkat enginliğinden mahrum kalanlar kıskanırlar.

Bunu anladığımda, sözümü verdim ve ruhumun en büyük savaşını hâlen daha, vicdanımla kıskançlık arasında canlı tutuyorum. Kıskançlık öylesine inatçı bir virüs ki, küçülüyor, zayıflıyor; zayıf bir ânımda yeniden diriliyor. Onu bir türlü tamamen ve ebediyyen cehenneme yuvarlayamıyorum.

Kıskançlıkla savaşımda büyük dersler aldım: Yaratıcımdan başka kimsenin takdiri için çalışmayacağım. Yaratıcımın bana sunduğu değerlerle gurur değil, şükran duyacağım. Kimseyle rekabet etmeyeceğim. Ben sadece benimle yarışacağım ve kendimle yarışımı son soluğuma kadar sürdüreceğim. Hayata böyle baktığımda, ne denli huzur duyduğumu anlatamam.

Kiminle rekabet edeceğim? Her yer, benden daha güzel, daha zeki, daha zengin ve daha akıllı insanlarla dolu. Kıskanarak onlarla yarıştığımda, ayakları altında kalıyorum. Rekabet edersem, kendimi başarısız gördüğümde, kalbim ya onların aleyhine yönelir, ya da “Sen öyle olamazsın, bırak bu boş hayalleri” der.

Üstelik, kıskanarak rekabet edenler, ikiyüzlülüğe zorlanıyorlar: Güzel görünmeye, zekilik ve üstünlük numarası yapmaya teşvik ediliyorlar. İnsanın gerçek kimliğinin üzerine sahte bir kimlik yerleştirmeye çalışması, yorucudur; bunaltıcıdır. Oysa kader kimseyi kimseyle yarıştırmıyor. Birbiriyle rekabet eşit şartlar altında mantıklıdır. Bizi başkalarıyla yarıştıracak olsaydı, Allah kimimizi uzun boylu, kimimizi kısa boylu yaratmazdı. Kimimizi sert bileklerle, kimimizi narin parmaklarla donatmazdı. Kimimiz göremeyiz; kimimiz tutamayız. Çünkü bizim rakibimiz biziz. Kalbinize şöyle ilham edilir: “Biz SENİ muhatap aldık, SANA görev verdik ve SENİ sorumlu tuttuk. Oradaki SENSİN. Biz SENİ seviyoruz; SENİN adına başkalarını değil. SENİN en iyi olman, her gün SENDEN daha iyi olmayı başarmandır. İki günün birbirine denk olmasın.

Büyük insanları veya başarıları elbette örnek alacağız; ama, onlarla rekabet etmeyeceğiz. Onları aşmanın yolu, kendimizden daha iyi olmaya adanmaktır. Başkalarının büyüklüğünün bizi küçültmesine izin vermemeliyiz. Yeryüzünün en zor sanatı başkalarının başarılarını kıskanmamaktır. Başkalarıyla rekabet eden, zayıf düştüğünde, kıskanmaya mahkumdur.

İnsanların gözünde yükselmek isteyen, zirvedeki tek kişi değilse, kıskanır. Yaratıcının indinde yükselmek isteyenin şefkati Peygambere (a.s.m.) benzer: Diğerleri açken doyamaz, diğerleri dışarıdayken Cennetin kapısından giremez. Çünkü onun kalbi Yaratıcının rahmet penceresinden bakar: Tüm çocukları kendi çocuğu gibi görür; tüm anneleri kendi annesi gibi sever. Doğrudur, bazı büyükler cennet gibi bir dünya oluşturmamıza katkı sağlıyorlar; ama onlar bizi kalbimize girerek yönlendirenlerdir. Onlar kıskanarak kafamıza basmıyorlar; onlar toplumlarını sırtlayıp selim sahillere sevk ediyorlar. Onlar kafamızı ayaklarına eğmiyorlar; ruhlarıyla kalbimize eğiliyorlar.

Eğer yüksek liderliğin özelliği ‘zor kullanmak’ olsaydı, bunu önce Yaratıcımız yapardı ve peygamberlerine yaptırırdı. Oysa peygamberler, kurtarmaya adandıkları insanlara âdeta yalvardılar. Kıskandığımız kişiler, genellikle bizden başarılı olan kişilerdir. Kaderleri onları da bizim gibi başarı yolculuğunda sürüklüyor. Eğer doğru yolda devam ederlerse, aynı yarışın içinde onlardan büyük olduğumuzu hiçbir zaman göremeyeceğiz. Çünkü onlar çok yüksekteler; onlar bizden önce yarışa çıktılar; biz yükselirken onlar yerlerinde saymıyorlar.

Büyükleri geçmeyi dilemek, onların yerlerinde saymasını arzulamaktır. Kıskanmak bu yüzden bencilliktir; merhametsizliktir. Kıskanan, başarıyı hak edemez. Diyelim ki biz ayrımcılık yapma cür’etine sahibiz. Ama Yaratıcımızdan da ayrımcılık beklemek evreni öfkelendirir. Vicdanlı anne, evlatları arasında ayrım yapamaz; aziz bir baba bir çocuğunu diğerine tercih edemez.

Ben hangi Âdem’in evladı isem, Einstein da, Edison da, İbn Sina da, Farabi de onun evladıdır. Kardeşimin başarısına dua etmem gerektiği gibi, Afrikalının başarısından da sevinmeliyim. Rahmet sadece benim kalbimde değil; tüm evrenin semasındadır. Bunu anladığımız sürece, sınavlarımız bizi endişelendiremez. Başarısızlık bizi korkutamaz. Hatalarımızın bilinmesinden huzursuzluk duyamayız.

Biz insanların verdiği onurun değil; Yaratıcımızın sunduğu onurun ardında olduğumuz sürece, İlâhî Rahmet ruhumuzun incitilmesine izin vermeyecektir.

1-Ailenin ahlâk ve onurunu koruyan, eşler arası kıskançlık farklı bir konudur. Kıskançlığın burada odaklandığımız boyutuyla karıştırılmamalıdır.

Muhammed Bozdağ / Zafer Dergisi

mbozdag@yetenek.com

Hikmet Nedir? Ne Faydası Var?

Hikmet; ilim, sır, gaye, fayda, adalet, felsefe demektir. Ayrıca hikmet, kâinatı ve ondaki varlıkların yaratılış gayesini ve faydalarını bilmek gibi manalara gelir.

Hikmet; Kur’an-ı Kerim, ilim, fıkıh, ilm-i ledünni, nübüvvet, din ve dünyanın salahı, “İlahi emirlerin faydasını anlama”, güzel fiilleri meydana getirme melekesi, “ahlak-ı ilahiyye ile ahlaklanma” ve “müktezayı hale göre hareket etmektir.” Başka bir ifadeyle hikmet, “Hakkı hak bilip ittiba etmek ve batılı batıl bilip ondan sakınmaktır.”

Hikmet, her türlü aşırılıktan uzak durarak sırat-ı müstakim üzere yaşamaktır.

Kur’an-ı Kerim’de hikmet kelimesi bir kaç manada kullanılmıştır. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Allahın üzerinizdeki nimeti ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve ondaki hikmeti düşün. “1 Bu ayetteki hikmet, nasihat ve öğüt manasındadır.

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Andolsun biz, Lokmana hikmet verdik” 2 Burada geçen hikmet, “derin anlayış, Kur’an’ın sırlarına vukufiyet, tefekkür ve ilim” manasındadır.

Bir başka ayette ise: “Allah(c.c.) Davud’a saltanat ve hikmet verdi.”3 Burada ifade buyrulan hikmet kelimesi ise peygamberlik manasındadır.

Yine bir başka ayette de şöyle buyrulur: “ Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” 4 Bu ayette geçen hikmet kelimesi de Kur’an’ın inceliklerini ve sırlarını anlama manasınadır. Hikmetin ehemmiyetini ve onu hangi zatların takdir edebileceğini gösterir.

Merhum Ömer Nasuhi Bilmen bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Allah Teala, kullarından dilediğine güzel amele karşılık olan ilim verir, hakaik-ı eşyaya vukuf verir. Evamir-i ilahiyenin faidelerini, gayelerini anlayabilecek istidad verir ve fazilet ihsan buyurur. Böyle kimse pek mesuttur ve pek büyük bir lütf-u ilahiye naildir. Ebedî selamet ve saadete namzet bulunmuş olur. Bunun bir muazzam mevhibe-i ilahiye olduğunu takdir ederek vazife-i ubudiyetlerini kemali şevk ile, bir latif hiss-i şükran ile ifaya çalışır dururlar. Ne büyük muvaffakiyet!”5

Bazı müfessirler de Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinde geçen hikmet kelimesini sünnet olarak tefsir etmişler. “Kitap ve hikmeti onlara öğretir.” 6 Burada zikredilen kitaptan maksat Kur’an, hikmetten maksat ise sünnettir. Zira, Hz. Peygamber (s.a.v) hikmet sahibiydi. Onun her sözünde ve fiilinde bir incelik ve mana vardı. O az sözle çok derin ve engin manaları ifade ederdi. Hakka uymayan söz ve fiil sudur etmezdi. Hazret-i Peygamber (s.a.v) “(Ey Muhammed) Sen (insanları) rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”7 ayet-i kerimesine kemal derecede mazhar olmuş ve İslamın neşir ve ilan edilmesinde en büyük esas olan tebliği, hikmetle yerine getirmiştir. O’nun varisi olan ümmetinin de bu mazhariyete nail olması iktiza eder. Böylece diğer ümmetlerin haiz olmadığı yüksek bir dereceye ulaşılmış olur.

İslam âlimleri, “Hikmet; faydalı ilim ve salih ameldir.” diye tarif etmişlerdir. Diğer bir ifadeyle hikmet, “eşyanın hakikatlerine olduğu gibi vakıf olmak ve onun muktezasıyla amel etmektir.” Nitekim Peygamber Efendimiz “Yarabbi! Bana eşyanın mahiyetini bildir.” diye dua etmişlerdir. Avrupalı bir mütefekkir, “O zattan başka hiç bir kimse böyle bir sözü söylememiş, böyle bir niyazda bulunmamıştır.” demiştir.

Hikmet bir nurdur ki, hak ile batılı ve hayır ile şerri birbirinden tefrik eder. O öyle faydalı bir ilimdir ki, insanı, salih amellerle Cenab- Hakk’a yaklaştırır. O’nun sevgisine ve rızasına mazhar eder. Allah’tan hakkıyla korkup, yasaklarından sakındırır. Zira, “hikmetin başı Allah korkusudur.”

Allah’tan korkmak insanı her türlü kötülük, zarar ve günahtan muhafaza eder ve ebedi saadetin kazanılmasına vesile olur. Günahlardan kaçınıp, dinin emirlerini yerine getiren bir insan, imanını bu tehlikeden koruduğu gibi, Allah katında da insanların en çok ikram edileni ve en sevgilisi olur. Bir insanın Allah’tan korkması ve akibetinden endişe etmesi yaratılışın ve aklın gereğidir.

Allah’tan korkmanın birçok mertebesi vardır. En aşağı mertebesi, küfürden sakınmak, vasat mertebesi günahlardan sakınmak ve en yüksek mertebesi de Cenab-ı Hakk’ın muhabbet ve marifetine mani olacak her şeyden kalbi muhafaza etmektir.

Her hikmet, güzellik ve iyilik Allah korkusundan meydana gelir. İnsanlara fazilet hissini veren Allah korkusudur. Cenab-ı Hak kendisinden korkanı sever ve kendisinden hakkıyla korkanı korkutmaz. Allah korkusu insanları bütün dalaletlerden, tehlikelerden ve nice afetlerden kurtararak sırat-ı müstakime götürür ve insanın aklına nur ve rehber olur.

Hikmet eşyanın hakikat ve mahiyetini idrak etmektir. İlimlerin menbaı ve bütün faziletlerin kaynağı hikmettir. Dünyevi ve uhrevi saadetlerin, maddi ve manevi nimetlerin vesilesidir. Cehaletle ölmüş kalpleri dirilten ve onları ihya eden hikmettir. Hikmet, dünyevi ve uhrevi maksatları anlayıp ikisini beraber yürütmek ve o nisbette tarakki ve tekamül etmektir.

İnsan hikmet ve felsefenin takip ettiği yolu dikkatli incelerse görür ki, hikmetin asıl gayesi vahdaniyet-i İlahiyeyi delil ve hüccetlerle ispattan başka bir şey değildir. Evet, hikmetin gayesi ve neticesi teslis değil, tevhiddir.

Cenab-ı Hakk’a isnad olunan hikmetten murat ise, O’nun ilim ve kudretinin, şefkat ve merhametinin sonsuz olması, abes hiç bir şey yaratmaması ve yarattığı her şeyde binler fayda ve maslahat bulunmasıdır. Zira, bütün eşyayı mahiyetiyle, hakikatıyla, vazife ve gayeleriyle bilen Cenab-ı Hak’tır. Öyle ise, mutlak hikmet sahibi ancak O’dur.

Merhum Hamdi Yazır da; “Hem ilim, hem amel-i salih, hikmetin esası ve temelidir.” demiştir.

Evet, ilimsiz amel, faydalı da olsa hikmete muvafık olmayacağı gibi, amelsiz ilim de ne kadar cazip ve faydalı olursa olsun hikmet ismini alamaz. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Allah’ım! Faydası olmayan ilimden sana sığınırım.” diye buyurmuştur. Ulum-u akliye ve ulum-u nakliye olarak ikiye ayrılan ilimlerin bir arada cem olmasına hikmet denilir. Bunlar birbirinden ayrıldıkları zaman letafetlerini kaybederler. Zira birini ihmal edip, diğeri ile iktifa etmek, hikmete zıttır.

Hükema ise; “hikmet, alemin ahvalini derinden derine tefekkür etmektir.” demişlerdir.

Avrupa hükemasından Yufro ve taraftarları da “ hikmet, hakikatı henüz taayyün etmemiş bir sırdır. Eğer taayün etmiş olsa idi, hükema adedince hikmet olmazdı. Yani birden fazla hikmet bulunmazdı.” demişlerdir.

Felsefe ve hikmetin hakikatini anlayan Yunan mektebinin reisi olan Talis adlı bir feylesof da, “ Bu alem bidayetten ve nihayetten münezzeh olan bir Sânii Hakim’in eseridir.” diyerek Cenab-ı Hakk’ın ezeli ve ebedi olduğunu ifade etmiştir.

Şunu da ifade edelim ki, bütün bu hükema ve feylesofların fikir ve düşünceleri insanın hakiki saadet ve selameti adına ciddi ve sağlam bir yol ortaya koyup, onları irşat edememişlerdir. Bunun içindir ki, Avrupalı bir fikir adamı şöyle der: “Ben bir çok hükemanın fikirlerine müracaat ettim ve bir çok eserlerini tetkik edip okudum, ancak cümlesini anlamakta aciz kaldım. Zira onlar birbirinin görüş ve iddialarını çürütüp, kendi fikrinin doğruluğunda ısrar eden dayanaksız ve cahil bir topluluk olarak gördüm. Bütününün delil ve düşüncelerinin fasid olduğunu anladım. Baktım ki, hepsi kendi dava ve şöhreti namına doğruyu söylemiyor. Felsefeciler iyi bilsinler ki, ruy-i zemini tenvir ve ihya eden kendi hikmetleri değil, hak din olan İslamiyettir.”

Sokrat da “feylesoflar aldanmışlardır, his ve zevkler de bizi aldatır.”8 diyerek, bunların bir noktada ittifak etmediklerini ifade etmiştir.

Felsefe hep ihtimaller üzerine hareket eder. Çünkü menbaı akıl ve fikirdir. Herkes kendi aklı ile hareket etmiş, kendi ilmini kafi görmüş, birbirlerini tekzip ve fikirlerini çürütmekle meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan felsefeciler, tarih boyunca bir noktada ittifak edememişlerdir. Sadece akıl ile hareket edenler, hadiselerin iç yüzünü, necat yolunu, ahiret alemini bilemezler ve bilemediler de. Demek ki akıl, tek başına hakim olamaz ve daima sırat-ı müstakimde yürüyemez.

Bediüzzaman Hazretleri Kur’an ve felsefenin mukayesesini şu orijinal cümleleri ile şöyle ifade eder:

Felsefenin talebesi, “Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir.

Amma hikmet-i Kur’anın hâlis tilmizi ise; bir abd’dir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi a’zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakikî tilmizi mütevazidir; selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaîftir, fakr ve za’fını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillah, rıza-i İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır… İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin müvazenesiyle anlaşılır.

Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı, “cidal” tanır.

Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Hakkın şe’ni, ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.”

Hikmeti, nazari ve ameli olarak iki kısma ayıranlar da olmuştur.

Nazari hikmet; kâinatta cereyan eden ilahi kanunları ( sünnetullah, Allah’ın takdir edip var ettiği kanunlar) tefekkür ve muhakeme yoluyla elde edilir. Kâinat, tefekkür erbabı için hikmetlerle dolu bir kitaptır.

Ameli hikmet; akla uygun ve faydalı fiillerdir. Faydalı ilim salih amelden ayrı düşünülemez. Onun için ehl-i hikmet şöyle demiştir; “hikmetin evveli kainat kitabını tefekkür, ortası din ve itaat ve nihayeti de ebedi saadettir.

Kainat, insan aklının önüne açılmış, okumakla bitmez koca bir kitaptır. Kainatta olan mahlukat nevileri hesaba gelmeyecek kadar nihayetsizdir. Basiret sahibi her insan, bu sahifelerde tecelli eden binler ayet ve ilahi hikmetleri görür, okur ve onu yazan Halik’ının mevcudiyetini bilir ve O’nun azamet ve kudretini tasdik eder. Kâinat kitabını ibretle tefekkür edip okuyan bir insan, eserden müessire, sanattan sanatkâra, nakıştan nakkâşa, sebebler âleminden o sebepleri yaratan Cenab-ı Hakk’a intikal eder. Bundan sonra bütün bu kainatı evirip çeviren, bütün mahlukatı yoktan var eden Rabbine karşı kulluk vazifesini ifa eder. İnsanın yaratılış gayesi olan tefekkür ve ubudiyet de onu ebedi saadete mazhar eder. İşte hakiki hikmet budur ve hikmet buna denilir.

Mehmed KIRKINCI / Nükteler / www.mehmedkirkinci.com

Dipnotlar:

1 Bakara Suresi 2/23

2 Lokman Suresi 31/12

3 Bakara Suresi 2/251

4 Bakara Suresi 2/269

5 Ö.N Bilmen Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri 1.Cilt

6 Âl-i İmran Suresi 3/164

7 Nahl Suresi 16/125

8 Bkz. E. H. Yazır Metalip ve Mezalip s,46

Peygamberlerin Meslek ve Mucizeleri Sergisi

Bursa’nın İnegöl ilçesinde hizmet veren Özel Nilüfer Safvet Koleji ilginç bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Din Kültürü Zümresi tarafından organize edilen sergide, peygamber meslekleri yer alıyor.

Nilüfer Safvet Koleji Okul Müdürü İsmail Göbül, gelişen ve değişen zamanlarda insanlığın ihtiyaç duyduğu her önemli şeyin, peygamberler tarafından ya bir mucize veya bir meslek olarak insanlığa armağan edildiğini söyledi. Göbül, şöyle dedi:

Dokumacılık, terzilik, marangozluk, çobanlık, tabiplik, fırıncılık, eczacılık ve daha birçok meslek bugün modern anlamda geliştirilmiş olsa bile ilk icat eden veya başlatan olarak hep bir peygambere dayanmaktadır.

Hz. Süleyman’ın rüzgâra binip sabah akşam yolculuk yapması, insanlığa nasıl hava araçları ile ilgili buluş yollarını açmışsa, Hz. Musa’nın kayadan pınar fışkırtması da sondajcılığa ilham olmuştur. Ve daha niceleri insanlık medeniyetinin gelişmesinde devrim niteliğinde katkıları olmuştur. Adeta sıçrama rampası görevi yapmıştır.

Hatta bazı mesleklerde, peygamberlerin o günkü şartlar içinde mucize olarak ilahi kudretle verilen ve gösterilen noktaları, insanlık hala yakalayamamıştır.”

İsmail Göbül, sergi ile öğrencilere, hayat devam ederken, modern anlamda geliştirilen birçok mesleğin aslında bir peygambere dayandığını anlatmak istediklerini dile getirdi. Göbül, “Nilüfer Safvet Koleji Din Kültürü Zümresi olarak gelecek nesillerin peygamberleri sadece iman noktasında değil aslında hayatımızın ve medeniyetin ilerlemesinde önemli yol göstericileri, Anadolu tabiri ile o mesleğin piri olduklarını anlatmak istedik.” diye konuştu.

Cihan

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version