Peygamberlerin Meslek ve Mucizeleri Sergisi

Bursa’nın İnegöl ilçesinde hizmet veren Özel Nilüfer Safvet Koleji ilginç bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Din Kültürü Zümresi tarafından organize edilen sergide, peygamber meslekleri yer alıyor.

Nilüfer Safvet Koleji Okul Müdürü İsmail Göbül, gelişen ve değişen zamanlarda insanlığın ihtiyaç duyduğu her önemli şeyin, peygamberler tarafından ya bir mucize veya bir meslek olarak insanlığa armağan edildiğini söyledi. Göbül, şöyle dedi:

Dokumacılık, terzilik, marangozluk, çobanlık, tabiplik, fırıncılık, eczacılık ve daha birçok meslek bugün modern anlamda geliştirilmiş olsa bile ilk icat eden veya başlatan olarak hep bir peygambere dayanmaktadır.

Hz. Süleyman’ın rüzgâra binip sabah akşam yolculuk yapması, insanlığa nasıl hava araçları ile ilgili buluş yollarını açmışsa, Hz. Musa’nın kayadan pınar fışkırtması da sondajcılığa ilham olmuştur. Ve daha niceleri insanlık medeniyetinin gelişmesinde devrim niteliğinde katkıları olmuştur. Adeta sıçrama rampası görevi yapmıştır.

Hatta bazı mesleklerde, peygamberlerin o günkü şartlar içinde mucize olarak ilahi kudretle verilen ve gösterilen noktaları, insanlık hala yakalayamamıştır.”

İsmail Göbül, sergi ile öğrencilere, hayat devam ederken, modern anlamda geliştirilen birçok mesleğin aslında bir peygambere dayandığını anlatmak istediklerini dile getirdi. Göbül, “Nilüfer Safvet Koleji Din Kültürü Zümresi olarak gelecek nesillerin peygamberleri sadece iman noktasında değil aslında hayatımızın ve medeniyetin ilerlemesinde önemli yol göstericileri, Anadolu tabiri ile o mesleğin piri olduklarını anlatmak istedik.” diye konuştu.

Cihan

Mustafa Sungur Abi Kimdir? (1929-2012)

1929’da Eflâni’de doğdu. Kastamonu Gölköy Enstitüsü mezunudur. Evli ve yedi çocuk sahibir. Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin en yakın talebe ve hizmetkârlarındandır.

Bediüzzaman’ın önde gelen talebelerindendir. Uzun süre kendisinin hizmetinde bulunmuştur. İlerlemiş yaşına rağmen 1946 yılından bu yana Risâle-i Nurları aynı aşkla okuma ve yayma hizmetine devam etmiştir. Bediüzzaman’ın mânevî evlâdıdır. Mustafa Sungur, 1929 yılında bugün Karabük’e bağlı olan Eflani’de doğdu. Uzun yıllar burada kaldı. İlkokulu burada okudu. Daha sonra Kastamonu Gölköy’de bulunan Köy Enstitüsüne kayıt oldu. Okulda çalışkanlığıyla dikkat çekti. Öğrenciliği boyunca çok sayıda kitap okudu.

Köy Enstitülerinde dine karşı takınılan olumsuz tavra rağmen, dine meyilli olan Mustafa Sungur bu eğilimini devam ettirdi. Aile büyüklerinden de gördüğü destekle mânevî yönünü takviye etmeye çalıştı. Köyünde bulunan İbrahim Hoca’dan dînî dersler aldı. Enstitüden mezun olduktan sonra eğitimine devam etmek istedi. Amacı, yüksek tahsil yapıp öğretmen veya müfettiş olmaktı. Ancak, babası buna izin vermedi.

Mustafa Sungur, köy enstitüsünden mezun olduktan sonra, köyde öğretmenlik yapmaya başladı. Öğrenciliği sırasında bilgi sahibi olmaya başladığı Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’u, bu öğretmenliği sırasında, Emirdağ Lâhikası’nda “Hafız Ali’nin tam varisi” olarak vasıflandırılan ve ismi çok zikredilen Ahmet Fuat Efendi ile Safranbolulu Keçeci Mehmet Efendi vasıtasıyla 1946 yılında tanıdı. Çalışlar Köyü’nde öğretmenliğini sürdürürken Bediüzzaman Said Nursî’yi ziyaret etti.

Mustafa Sungur’a önce Şemsettin Yeşil’in kitapları verilir. Bilindiği gibi bu kitaplarda Risâle-i Nur’dan kaynak gösterilmeden alıntılar yer almaktaydı. İntihal yazıları öğrenen Bediüzzaman Hazretleri buna bir şey dememişti. Bir toplantı için Safranbolu’ya giden Mustafa Sungur, burada bulunan Hüsnü Bayram’ın babası olan Hıfzı Bayram Efendi’yle tanıştı. Hıfzı Bey kendisine formalar halinde bazı yazılar verip okumasını söyledi. Verilen formalar, Risâle-i Nur’dandı. Bediüzzaman’ın eseri olduğunu öğrendi. Böylece Safranbolu’da hem Risâle-i Nur, hem de talebeleriyle tanışmış oldu.

Risâle-i Nur’u tanıyıp Bediüzzaman Hazretleri hakkında bilgi sahibi olan Mustafa Sungur, talebe olmak için büyük bir heyecan yaşamaktaydı. Daha önceden yaşadıklarını da ara sıra dile getirerek Bediüzzaman’a mektuplar yazmaya başladı. Bu mektuplardan bazıları lâhikalarda yerini aldı. Heyecanla talebeliğe kabulünü beklerken, Bediüzzaman’ın gönderdiği mektupta kendi ismi de zikredilmekteydi: “Nurun küçük kahramanlarından Mustafa Sungur ve Rahmi’nin az bir zamanda eski harfle, Mustafa Sungur’un gayet mükemmel, Meyve’nin 11. Meselesi Hatimesi ile Rahmi’nin Gençlik Rehberi’ni eski harflerle güzelce yazmaları ve Kastamonu’dan gelen kitaplarım içinde bize göndermeleri, hakikaten benim için yeni biraderzadelerim bir Abdurrahman ve Fuad dünyaya gelmiş gibi beni memnun ediyor.” Bu ifadeler kendisi için çok büyük değer taşımaktaydı.

Mustafa Sungur, Bediüzzaman Hazretlerini görmek için 1947 Eylül’ünde teşebbüse geçti. Yol masrafı için gereken parayı borç edindi. Çalışlar Köyü’nden atla önce Eflani’ye, oradan da 7-8 saat süren bir yolculuktan sonra Safranbolu’ya gitti. Buradan Karabük’e ve yorucu bir tren yolculuğundan sonra Ankara’ya vardı. Ankara’dan Eskişehir’e yine trenle gitti. Buradan da Emirdağ’a hareket etti. Günlerce süren yolculuktan sonra Bediüzzaman ile görüşme şansını elde etti. Bediüzzaman; evli olup olmadığını sordu. Ancak, daha önceden evlenmişti. Bekâr olsaydı yanına alacağını söyledi. “Ceylan bir Sungur, Sungur bir Ceylan” diyerek iltifatta bulundu. Çünkü, Ceylan epey zamandır kendisine hizmet eden önemli bir talebesiydi.

Bediüzzaman’ın talebelerinin kaldığı evde bir gece kalan Mustafa Sungur ertesi gün oradan ayrıldı. Ayrılmadan önce Bediüzzaman kendisine 25 kuruş para gönderdi. Buradan ayrılıp Isparta’ya gitti ve buradaki talebelerle de tanışma fırsatını elde etti. Isparta’dan döndükten bir yıl sonra, Afyon dâvâsında (1948) Bediüzzaman’ın tevkif edildiğini öğrendi. Babasının imamlık yaptığı Aydın Kasaplar Köyüne gitti. Bir süre burada kaldıktan sonra Afyon’a geçti. Afyon’a geldiğinde henüz mahkeme başlamamıştı. Bu arada Bediüzzaman ve talebeleri tutuklanmış, bir süre tutuklu kalan talebelerden bazıları serbest bırakılmıştı. Mahkeme günü Bediüzzaman Hazretleri ile görüştü.

Dinî kitap okumak ve Bediüzzaman’la görüşmenin suç sayıldığı o dönemde tutuklananlar kervanına Mustafa Sungur da katıldı. O da tutuklanıp Afyon hapsine kondu. Tarihçe-i Hayat’ta bu konudan şöyle bahsedilir; “Yapılan derin ve uzun tahkikat neticesinde, birtek suç delili bulunamıyor. Fakat, ne oldu ise oldu, ne yaptılarsa yaptılar, nihayet mahkeme -güyâ kanaat-i vicdâniye ile- Bediüzzaman’a yirmi ay ve müdakkik bir âlime on sekiz ay, yirmi iki kişiye de altışar ay hüküm veriyor; diğerlerini de, “Bunlar Bediüzzaman’ı büyük bir mürşid olarak bilmişler ve içlerindeki derûnî boşluğu doldurmak için Risâle-i Nur’u okumuşlar” diye berâet veriyor; hüküm alanları da, “Bediüzzaman’ın kurduğu gizli cemiyete yardım etmişler” diye cezalandırıyor; hükmü derhal infaz edip, hepsini tevkif ediyorlar.”

Memuriyetten atılan Mustafa Sungur bir süre, tahliye edilip serbest bırakılan Bediüzzaman ve talebeleriyle birlikte kaldı. İlk defa uzun bir süre Bediüzzaman’ın yanında kalmaktaydı (1949). Bu sırada Mustafa Sungur’un babası Mehmet Efendi, memuriyetten ayrıldıktan sonra yanına gelmediği için oğlunu Bediüzzaman’a şikâyet etti. Bediüzzaman baba İmam Mehmet Efendi ile bir süre sohbet etti. Bu görüşmenin ardından Mustafa, babasının yanına gitti.

Aydın’da bir süre babasının yanında kalan Mustafa Sungur, buradan İstanbul’a geçti. Sebilürreşad’ı çıkaran ve daha önceden Bediüzzaman’a dost olan Eşref Edip’le görüştü. Akabinde köyüne geri döndü. Ailesinin yanına uğradı. Ev halkıyla helâlleşip tekrar Emirdağ’a doğru yola çıktı. Ankara’ya varınca Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki ile görüştü. Görüşmede Başkan, Bediüzzaman’dan övgü ile söz eder: “Ben dünyada Abdülmecid (Bediüzzaman’ın kardeşi) gibi âlim görmedim… Üstadın ilmi zaten hesaba girmez, vehbîdir…” Bu arada yayınlanmak üzere Risâle-i Nur takdim edilir. Ancak, yayınlatma işi gerçekleşmez.

Mustafa Sungur, Bediüzzaman’ın verdiği görev ve hizmetleri yerine getirmeye başladı. Bu gaye ile çeşitli yerlere gönderildi. Emirdağ ve Ankara arasında gidip geldi. Bu arada Danıştay’da açmış bulunduğu dâvâ ile ilgili olarak bir davet alır. Bediüzzaman Hazretleri kendisini küçük bir köye muallim olarak göndermek istemediğini söyler. Kendisi de dâvâ için Ankara’ya gider. Ancak, müracaatı gecikmiş gerekçesiyle işleme konmaz. Ankara’dan eli boş olarak Emirdağ’a döner.

Bediüzzaman bir süre sonra kendisini tekrar Ankara’ya gönderir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalışan Osman Nuri Efendi’ye iletilmek üzere bir mektup verir. Bu görevlerin dışında daha başka bir çok alanda hizmet görür. Risâle-i Nur nüshalarının çoğaltılıp dağıtılması işinde de bulunur. Bediüzzaman, bir çok siyasî simaya da mektup yazarak talebeleriyle ulaştırır. Başbakan ve bakanlara mektuplar gönderir.

Mustafa Sungur Samsun’da neşredilen Büyük Cihad adlı gazeteye Ankara’dan yazılar gönderir. Bu yazıların neşrinden sonra dâvâ açılır ve 19 Şubat 1953 yılında tutuklanır. Bir süre Ankara’da hapis yatar. Hapisten çıktıktan sonra memleketi Eflani’ye gider. Buradan tekrar Isparta’ya Bediüzzaman’ın yanına gider. Askerlik hizmeti hariç, Bediüzzaman’ın vefatına kadar yanında kalarak hizmet eder.

Risâle-i Nur’u tanıdığından beri hizmetini devam ettiren ve ilerlemiş yaşına rağmen iman hizmetini sürdürmüş olan Mustafa Sungur’un adı Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde geçmektedir. Bediüzzaman Hazretleri 1946-58-59 yıllarında birkaç kez yazdığı vasiyetnâmesinde Mustafa Sungur’un da ismine yer vermiş, kendisi için övgü dolu ifadeler kullanmış “Sungur benim evlâd-ı mâneviyemdir” demiştir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin 1946, 1958 ve 1959’da birkaç defa yazdığı vasiyetnamelerinde adı zikredilen Mustafa Sungur’un Şerife, Ahmed Said, Muhammed Nur, Saide Nur, Aynur, Cihannur, Nurullah adında yedi çocuğu vardı. Bedüzzaman’ın vefatından sonra kendisini tamamen Risale-i Nur sohbetlerine adadı.

1954 yılından 1960’a kadar doğrudan Bediüzzaman’ın hizmetinde bulundu. Bu süre içinde Risale-i Nur’u ve hizmet düsturlarını bizzat Üstaddan ders aldı.

Rabbim ahirette beraber olmayı nasip etsin.

Kaynak: Risaletalimhaber.com

Ünlü Yazar “Puşkin” Kur’an-ı Kerim Hayranı Çıktı!

Hafta sonu Uluslararası Entellektüel Edebiyat Fuarı Non/Fiction çerçevesinde Tsentralnıy Dom Hudojnika (Merkez Ressam Evi)’da ünlü Rus Arap araştırmaları, Orta Çağ Arap edebiyatı uzmanı Betsi Şidfar tarafından yapılan yeni Kur’an çevirisi tanıtıldı.

Arap araştırmaları uzmanları ve İslam din adamları yeni çevirikonusunda çok olumlu değerlendirmelerde bulundular. Kutsal Kur’an’ın Rusça çevirisini yapmış bir çevirmen, olan filosofi doktoru Elmir Kuliyev bu konuda düşüncelerini şöyle dile getirdi: “Betsi Şidfar’ın çevirisinde eşi olmayan, kendine has bir stil hissediliyor. Bu stil okuyucunun Kutsal Kur’an’ın ruhunu hissetmesine, görülmez ve hissedilmez, ancak insanın tüm varlığı ile olduğunu bildiği bazı şeylere temas etmesine yardım ediyor”.

Moskova Ulu Cami Baş İmamı İldar Alyautdinov, Kur’an çevirilerinin ve yorumlarının orijinalin benzeri olmadığının altını çizerek, yapılan çevirinin yüksek kalitesine işaret etti. Alyautdinov, “Bu kitabın kendisi için Allah’ın kelamını keşfetmek isteyenler için ilgi çekici olacağını ümit ediyorum” dedi.

Rusya’da Kur’an’ın çevirisi yüzyıllardır yapıla gelmiştir. Toplam olarak Kur’an 15 kez Rusça’ya çevrilmiştir. Burada ilginç olan Kutsal Kitab’ın Rusya’daki çevirisinin din adamları tarafından değil, bilim adamı doğu araştırmaları uzmanları, dilbilim uzmanları tarafından yapılıyor olmasıdır. RGGU Tarih, Politika ve Hukuk Bilimleri Fakültesi, Modern Doğu Kürsüsü doçenti İgor Alekseyev “Neden Rus müslümanları Rusça’ya çeviri yapmıyorlar, bu zor bir soru” diyor. Kutsal Kitab’ın ilk çevirileri Fransızca’dan ya da İngilizce’den yapılmışlardı ve eksik yönleri vardı. Kur’an ilk defa 1716 yılında 1. Pyotr’un buyruğu üzerine Peterburg’ta çevrilmişti.

1790 yılında M.İ. Veryovkin tarafından yapılan Kur’an çevirisi Rus edebiyatı açısından önemli bir rol oynayacaktı: Çevirmen, 33 sureden şiirsel alıntıların hazırlaması konusunda ünlü Rus şairi A.S. Puşkin’e ilham kaynağı olmuştu. Puşkin’in bu ünlü eserinin adı ‘Kur’an’a benzetmeler’ adını taşır. A.S. Puşkin’in eserleri, çok geniş Rus okuyucu çevresinde Kur’an’a olan ilginin artmasına neden olmuştur. Büyük rus yazarı L.N. Tolstoy da Kur’an ile ilgilenmiştir.

Kutsal Kitab’ın Arapça’dan ilk çevirisi 1871’de yapıldı. Sovyetler ve Sovyetler Birliği sonrası ilk dönemlerde dine verilen önemin azalmasına rağmen, Kur’an’ın en iyi çevirileri bu dönemlerde yapılmıştır. Bu çeviriler Betsi Şidfar’ın da aralarında olduğu yetenekli Arap araştırmaları uzmanlarının elinden çıkmıştır.

Kaynak: Rusya’nın Sesi Radyosu

İslamofobia’ya Rağmen Müslüman Olanlar Artıyor!

İkiz kulelere yapılan saldırıdan sonra yayılan İslamfobia, ters tepmeye başladı. Çok sayıda insan ile beraber papazlık eğitimi alan Ahmet İsa Wagner’de müslüman oldu.

Malumunuz, Barnabas İncil’i hem Hz.Muhammed’den bahsettiği için ve hem de İslam akidesine uygun bir tevhid anlayışını ihtiva ettiği için Hıristiyan âlemince yasaklanmış bulunmaktadır. Bu İncil’i incelediğimizde bende şöyle bir kanaat oluştu: Hıristiyan dünyası eninde sonunda bu “İncil”de bahsedilen hakikatleri kabul etmek zorunda kalacaklardır. Çünkü Hıristiyan dünyası, mademki, bilimin, aklın ve araştırmaların kaynağıdır ve gerçekleri aramaya devam ediyor. Bu arayış sonunda onları bu “Barnabas İncili”ndeki “hakikata” ulaştıracaktır.

Bu kanaatimizi destekleyen, selefinden aktarılan bir çok İslamî rivayetler bulunmakla birlikte, aşağıda zikredilen kıssalar bu kanaatimize iki önemli temel dayanak teşkil etmekteler:

Birisi; Hz. İsa’nın Barnabas İncili’nde de geçtiği gibi, Benden sonra Allah’ın Elçisi gelecek, bana yaptığınız iftira ve yalanları temizleyecek, sözüdür. Bu ve buna benzer ifadeler ‘Barnabas İncili’nde mükerreren ve Hz. Muhammed’in ismi aşikâr zikredilerek geçmektedir.

Bu sözü İsa (a.s) kime söylüyor? Bu, bence çok önemli bir noktadır. Kendisini takip edenlere, havarilerine, din bilginlerine ve Nasranîlere, yani peygamber olarak gönderildiği kitleye söylüyor. Ve kendisinden sonra gelecek olan zat’ı (a.s.m) ayrıntılarıyla tarif ediyor. Bu tarifler o kadar ayrıntılı ki, hatta ayetlerde geçtiği üzere ehl-i kitap kendi çocuklarını tanır gibi Hz. Muhammed’i tanıyorlardı. Tevrat, İncil, Zebur’da ve sair suhuf-u enbiyada çok ehemmiyetle, ahirde gelecek bir peygamberden bahisler var; çok ayetler var.

Bu hususta daha geniş malumat edinmek isteyenler, Mevlana Cami’nin ‘Şevahidün Nübüvve’ adlı eserine ve Risale-i Nur külliyatından Mektubat adlı eserin 19.Mektup’una (Mucizat-ı Ahmediye) başvurabilirler.

İkincisi; Hz. Muhammed’in hadisleridir. Bu hususta da Rahle yayınlarından çıkan ‘Nüzul-i İsa (a.s)’ adlı kitabı öneriyorum. Bu kitapta 84. hadis-i Şerif ve 13 Ayet-ı Kerime ile Hz. İsa’nın ahirzamanda geleceği ve İslam’a tabi olacağı gayet makul ve mukni bir şekilde açıklanmıştır.

Binaenaleyh, bu kadar müjde ve işaretler, ayetler ve hadisler, hem o zamanın bir derece evliya ve arif-i billah olan bir kısım insanların tevatür derecesindeki ihbarları elbette doğrudur ve tahakkuk etmiş bir hakikattir. Bu hakikate binaen, ehl-i kitabın İslam’a biat edeceğine olan kanaatimizi yukarıda belirtik. Zaten son yıllarda bilhassa Avrupa’da İslamiyet’in hızla yayılması, Kilise dâhil, özellikle aydın kesimce sahiplenilmesi de bu kanaatimizi güçlendirmektedir. Bakınız şu olay bu kanaatimizi yeterince perçinlemeye kafi değil midir?

“Rotterdam İslam Üniversitesindeki bir heyet tarafından Flemenkçeye’de çevrilen Haşir Risalesinden, Utrecht ve Rotterdam’daki bazı papazlar (22 Papaz) haftalık olarak kendi aralarında ders okumaya başladılar. Papazlar, “Zira ahirete iman hepimizin ihtiyaç duyduğu birşey” diyorlar.”

“Geçtiğimiz günlerde İstanbul’a gelen Filipinler Mindanau Otonom Bölgesi Yüksek Öğretim Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Nora Şerif ve onun kızı ve yardımcısı olan Dr. Noraliyn Şerif Risâle-i Nur’un Filipinler eğitim sisteminde ders kitabı olarak okutulacağını söyledi.”

Moses adını taşıyan ve Evangelist bir papaz olan ve 1993 yılında gördüğü bir rüya üzerine İslâm`ı seçerek Afrika`da İslâmî çalışmalar yürüten Sierra Leoneli Musa Bangura, Müslüman olduktan sonra 500`ü papaz olmak üzere 4 bin 402 kişinin İslam`la tanışmasına vesile oldu.”

Papazlık ve Felsefe eğitimini alan Christof ; Hazret-i İsa’nın, Hazret-i Muhammed’in geleceğini müjdelediği sözleri Hıristiyanlar için çok tehlikeli addedilmektedir. Hazret-i İsa da dahil tüm peygamberleri gönderen Yüce Yaratıcının vahyettiği Kur’ân-ı Kerim’de “sözde” İsa’nın takipçilerinin durumu çok açıkça gözler önüne serilmiştir. İşte, bu gerçekleri görüp de Müslüman olmasınlar diye “İslâmiyet“le ilgili tüm bilgiler Hıristiyanlardan uzaklaştırılmaktadır. Yani Hıristiyan okulları talebelerine İslâmiyeti öğretmeye korkuyorlar. Kur’ân İnsan sözü değil. İlahi metinler konusunda yıllarca eğitim almış birisi olarak şunu tüm benliğimle söyleyebilirim ki, Kur’an-ı Kerim insan elinden çıkmış bir metin değil. Kur’an’ı okuyan her insaf sahibi Kur’an-ı Kerim’in Allah Kelamı olduğunu kabul eder. Bunu anlamak için yıllarca eğitim almaya gerek yok. Bu hakikat yakında tüm Avrupayı saracaktır. Gidişat o yöndedir.” (Medya Haberleri)

Bizim de anlatmak istediğimiz budur. Biz de Papazlık eğitimini aldıktan sonra müslüman olan AHMED İSA WAGNER’in şu temenni cümlelerine gönülden amin diyoruz:

“11 Eylül olayı olumsuz bir süreç başlatmıştır, maalesef bunu kabul etmek lazım. Fakat bu olumsuz durum yine Müslümanların lehine dönmüştür. Böyle olumsuz bir olayla bile olsa insanların gündemlerine İslâm girmiştir. İslâm hakkında sorular soran ve bu soruların en güzel cevaplarını İslâm’da bulan binlerce insan her geçen gün Müslüman olmaktadır. İslâm artık daha fazla konuşuluyor. Dünyada konuşulan iki şeyden biri. Önceden Kapitalizm ve Komünizm konuşuluyordu. Komünizm hâlledildi gibi görünüyor. Şimdi ise Kapitalizm ve İslâm konuşuluyor. Gelecek hakkın, yani İslâm’ındır. Bizim kurtuluşumuz ise, bu kervanın içinde bulunmakla mümkündür. Kervan bir yol bulup hedefine varacaktır. Yüce Allah bizi bu kervanın içinde olanlardan eylesin, gerisinde kalanlardan olmaktan korusun.”

Evet dünyada zahiren İslamın aleyhinde gibi cereyan olaylar ve Batı’nın ‘İslamofobia’ olarak ileri sürdüğü her olumsuz hareket ve hadise geniş dairede tedrici olarak islamın lehine işlemektedir. “Sizin şer olarak gördüğünüz şeyde umulur ki onda hayır vardır” kuralınca, Cenab-ı Hakk zemini ve mekanı İslamın istikbal etmesine müheyya etmektedir. Üstadın dediği gibi:

Yakînim var ki, istikbal semâvâtı, zemin-i Asya

Bâhem olur teslim yed-i beyzâ-yı İslâma.”

Hiç şüphesiz bir şekilde, gerek istikbâl semavatı, gerekse Avrupa ve Asya İslâm’ın parlak eline beraber teslim olacaklardır. Bu müjdeler şimdiden çıkmaya başladı elhamdülillah.

Recai ALBAY

Nasıl Bir Ölüm İsterdiniz?

Ozanın dediği gibi, dünya iki kapılı bir han. Birinden girer, öbüründen çıkarız. Bu akış hiç kesintisiz devam ediyor. Bizi dünyaya gönderen kudret, buradan tekrar gayb âlemine alıyor. Bu yolculukta treni kaçıran yok. Herkesin bileti önceden kesilmiş, yeri ayırtılmış. Bilinmeyen tek şey, hareket saati ve kaçıncı sınıf mevkide bu seyahatin gerçekleşeceği. Bu da son dakikada öğreneceğimiz bir tılsım. “Yaşadığınız gibi ölür, öldüğünüz gibi diriltilirsiniz” der nebevî mesaj.
Hayat sayfasına ömür kelimeleriyle ne yazdıysanız ölüm ekranında da onu okursunuz. Yaşayacağımız ölüm biçimi yaşadığımız hayatın mahiyetine bir tavzih notudur. Hayatın anlamına dair yaşadığımız cevaplar, bize ölümü nasıl yaşayacağımıza ilişkin ipuçları da sunar.
Allah’a aziz bir kul olmak ile zelil bir firavun olmak arasındaki koordinatta bir yer buluruz hepimiz kendimize. Dünyadan gidiş biçimimiz, saidler ya da şakiler kafilelerinden hangisine katılacağımıza dair bir şifredir aslında. Ne dersiniz, ölüme karşı nasıl bir tutum içinde olduğumuzu düşünmeye değmez mi? Her defasında ölümü başkası için düşünerek, devekuşu gibi kendimizi zavallı bir demagojinin esiri yaparak mı yaşıyoruz? Hayata taparcasına tutunmanın yolu, onun sonu olan bir film olduğunu unutmak mıdır? Ölümün yüzüne ‘erkekçesine’ gülemeyenlerin, bir tepenin üzerinden düşmana teslim ettiği şehre gözyaşları içinde bakarken annesinin “Ağla alçak, ağla!” itabına muhatap olan Gırnata emîri gibi insan içre zelil, mahlukat içre müstekreh bir nebatî ve hayvanî hayat mertebesinde yaşamaları mukadderdir.
“Ölümden ne korkarsın/Korkma ebedî varsın” hatırlatmasıyla, ölümü sonsuz dirilişin kapısını çalmak olarak görenlerin, bu bilinci yaşarken hayatlarına aktaramamaları ne çetin bir imtihandır! Ölümün hayattan istediğini anlamayarak ölümü yokluğa mahkum etmek, onu karşılamak bir yana varlığını kabullenememek, insan olmakla bağdaştırılabilecek bir tutum olamaz. İnsanın kendisini sonsuzluğa çağıran sesi susturmak için duygularını uyuşturmaya odaklanmış bir hayat tarzını tercih etmesi, onu ölüm karşısında çaresiz, zavallı, korumasız bir duruma iter. Sığınacak, tutunacak bir dalı olmamak ama bunu da itiraf etmemek, insana emanet olarak verilen enaniyet hassasını en kötü kullanma biçimidir.
Hayatı ölümle birlikte teneffüs eden cedlerimizin ölüm karşısındaki duruşları bu bakımdan son derece öğreticidir. Sosyal hayatın merkezî mekânı olan cami bahçelerini mezarlık olarak düzenleyerek ölümle ne kadar barışık olduklarını yaşarken ortaya koyanların, ölümü karşılama biçimleri ne kadar da güzeldir! Günümüz insanının ölümle tek ilişkisi cami avlusundaki cenazeye uzaktan bakmaya indirgenmiş durumda. Bırakın ölülerimizi aramıza taşımayı, mezarlıkları meskun mahaller dışına taşımak mergup bir tercih.
Ölümün bize sorduğu soruyu unutmak için bütün bir ‘Batı uygarlığı’ seferber olmuş durumda. Ama ölüm hep var ve hepimiz için ‘şahsen,’ iadesiz taahhütlü olarak var. Tek katlı dünyanın insanları ölümden duydukları korku oranında saldırganlaşıyor ve ismi bile konamayacak şenaatlerin öznesi hâline geliyor. Dört bir tarafı tehlikelerden masun Amerika’nın 11 Eylül sonrasındaki resmî ve toplumsal tepkisi, aynı zamanda bu korkunun reelleşmesi karşısında hazırlıksız yakalanmanın bir sonucu değil mi? Batı toplumlarında günlük hayatın bu kadar mihaniki olarak akışına gösterilen hassasiyet, biraz da cenneti bu dünyaya taşıma çabasında, kişinin ‘sahip olduğu’ hakların en küçük biçimde ihlaline bile şiddetli bir yaptırımla karşı koymasında ve devlet gücünün bunun aracı kılınmasında, ölüme karşı bu negatif duruşun da önemli payı yok mudur?
Ölüm kapıyı bir defa çalar, hazır olup olmadığınıza bakmadan vazifesini ifa eder ve hiç kimseye ‘eyvallah’ etmeden çeker, gider. “İnsanın ölümü âlemin ölümüdür” ama, her gün yıkılan yüzbinlerce âlem bizde en küçük bir tepki uyandırmaz. Oysa hepimiz ölüme nişanlıyız ve hepimiz ölecek yaştayız. Bu aymazlık ‘çağdaş uygarlık’ın insanı heveslerinin oyuncağı hâline getiren aşılamasının ürünü. Oysa ölümün Yaratıcısı bizi hayata çağırıyor. Hayatımızı O’nunla kuracağımız bağla hayatlandırmamızı istiyor. Bu çağrıya verilen cevapların doğurduğu ölüm karşısındaki kimi kişisel duruş örneklerini hatırlayalım.
“Beni bir Müslüman olarak vefat ettir ve salihler kafilesine kat” diyen Yusuf aleyhisselamın, ölümün karanlık peçesini kaldırıp ışıklı melekutuna bakışlarımızı çeviren duruşu ne muhteşemdir! Yusuf’un ölümü, ölümlü hayatı hayatlandıran bir ölümdür.
Hayatı bir yiğitlik destanı olan Velid oğlu Halid(r.a.) ölüm döşeğine bir türlü yatamıyordu. Sonunda dayanamamış ve atını getirmelerini istemişti. Halid’e yakışan, ölüm meleğini bir miskin gibi yatakta değil, at üstünde karşılamaktı. Öyle de yaptı.

Geç Orta Çağ Hıristiyanlık anlayışına damgasını vuran ve geliştirdiği Hıristiyanlığın Aristocu yorumu yüzyıllarca Hıristiyan skolastisizminin temelini oluşturan Aziz Thomas, Papa ile görüşmeye giderken sarkık bir ağaç dalına çarparak yere düşmüş ve bir ay boyunca yeğeninin şatosunda yatmak zorunda kalmıştı. Nihayet öleceğini hissettiğinde yakındaki Fossanuova kilisesine götürülmesini istemişti: “Eğer Tanrı bana geliyorsa, Onu bir şatoda değil Kilisede istikbal etmek isterim.” Öyle de oldu. Bir eşek sırtında on kilometrelik bir yolculuktan sonra getirildiği bu kilisede öldü.
Öte yandan, âlemlerin Rabbine ihya ve imâte gibi küllî fiillerde ortaklık taslayarak giriştiği rablik davasında topal ve kör bir sivrisineğin kurbanı olan Nemrut’un başını duvarlara çarpa çarpa nihayetlenen serencamı ise, ihkak-ı hak olarak ne kadar haşyet veren bir sondur!

Nemrut kafilesinde yer alan diğer küçük firavunların ölümle karşılaşma biçimleri de bundan çok farklı değildir. Hazinelerinin anahtarlarını bir kafilenin ancak taşıyabildiği Karun temellük ettiklerinin bir ilâhî mevhibe olduğunu inkâr edince, Ezelî Kudret deprem diliyle bütün varlığını bir anda yokluğa çevirmişti.
Üç kıtada hüküm süren bir imparatorluğun kurucusu olan Aristo’nun öğrencisi Makedonyalı İskender, elinde asası ve ekmek torbası, üzerinde de abasından başka birşey olmayan, dünyalık olarak bir de içinde yaşadığı kilden fıçısı bulunan Sinop’lu Diyojen’e istediği birşey olup olmadığını sorduğunda, sabah güneşini kapattığı için o sırada güneşlenmekte olan bu mutluluğu dünya lezzetlerinin terkinde bulan ‘sefil’ adam şu cevabı vermişti: “Gölge etme, başka ihsan istemem.” Ama İskender Babil seferi öncesinde hayatı yaşamaya istihkaksızlığını gösterir tarzda bir içki içme yarışmasına katılmış ve içtiği altı litre şaraptan sonra ayılmadan dünyaya veda etmişti.
Benzer bir akıbet ‘Büyük Hun Hakanı,’ sözümona ‘Tanrı’nın kırbacı’ Attila’nın da başına gelmişti. ‘Ulu’ Hun hakanı İtalya seferi öncesinde haremine yeni kattığı ‘güzel bir kızla’ zifafa giremeden içtiği içkinin tesiriyle burnundan gelen kan genzine kaçınca, bu ‘şeb-i arus’ onun için ölüm gecesinin karanlığına dönüşmüştü. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
Yaşayan son imparator Dubya, az daha bir futbol maçı izlerken ‘kraker saldırısı’ sonucunda ölümle buluşacaktı, ama en azından âleme müdhike oldu! Faydacı felsefenin kurucularından Jeremy Bentham’ın belki de insandaki ölümsüzlük duygusunun ‘sapkın’ bir tezahürü olan bir tasavvuru vardı: oto-ikonlar. Ölü bedenlerin heykel olarak dikilmesi anlamına gelen bu kavram Bentham’ın buluşudur. Buna göre, bir köy beyzadesi köydeki evine giden yolun iki tarafında yer alan ağaçların arasına ailesinin oto-ikonlarını dikebilir. Böylece her eve gidiş ve çıkışında tüm usul ve füruuyla cismen selamlaşabilirdi. Günümüz insanı için böyle bir tasavvur herhalde ancak korku filmlerine konu olabilir.
Ama ölümü ciddiye almanın yolu, bir açıdan, ölümden korkabilmek değil midir? Ölümden ‘gerektiği şekilde’ korkanlar, onunla gelen sorulara kaçamak cevaplar vermek yerine, dürüst ve doğrudan cevaplar verenlerdir. Ölümden ölesiye korkarken onu ciddiye almayanların duruşları ise katıksız bir ikiyüzlülüktür. Peki, siz hangi tutuma sahipsiniz?

Ahmet Yıldız / Zafer Dergisi

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version