Van’da Bediüzzaman Mevlidi hazırlığı sürüyor

VAN’da 1 Eylül cumartesi günü öğle namazını müteakiben Hazreti Ömer Camisinde okunacak olan Bediüzzaman Mevlidi için bilboardlar Bediüzzaman posterleri ile süslenirken, halk otobüsleri, şehiriçi minibüsleri ve esnaf dükkânları afişlerle donatıldı.

Ayrıca mahallî TV ve gazetelerle irtibat kurularak, gerekli bilgiler verilmek suretiyle okutulacak mevlidin reklâmı sağlandı. Mevlid için bastırılan ve Bediüzzaman’ın biyografisinin yazıldığı 10 bin adet el ilânı ise Van’ın bütün camilerinde Cuma namazı sonrası dağıtılacak.

Mevlide Bediüzzaman’ın talebelerinden Mehmet Fırıncı ve Selahaddin Akyıl katılacak

Mevlid ile ilgili geniş bilgi almak isteyenler 0505 6860433 nolu telefonuyla irtibat kurabilir.

Kaynak: vanasyanur.net

Risale-i Nur Tercümesinde Şunlara Dikkat

Ruba Vakfı tarafından düzenlenen 1. Uluslararası Risale-i Nur Mütercimleri Toplantısı Hamidiye Vakfı’nın Topkapı’daki hizmet binasında kalabalık bir iştirak ile başladı.

RİSALE-İ NUR SIKILIRSA İÇİNDEN ESMA ÇIKAR

Toplantının açılış konuşmalarının ilkini Prof. Dr. Yunus Çengel yaptı. Yunus Çengel konuşmasında Risale-i Nur’un tercüme ediliş sebeplerini anlattı. “Risale-i Nur insanlar için akli ve saf  bilim kitaplarıdır” diyen Çengel, Risale-i Nur’un insanlara muhakeme gücü verdiğini, hem dini hem ilmi olarak akla hitap ettiğini ve her “niye?” sorusuna yeterli tatmin edici cevap verdiği iiçin bütün insanlığa hitap ettiğine vurgu yaptı. Prof. Çengel, Risale-i Nurun insanlığın istifadesi için tercume edildiğini, hikmet, şefkat ve sevgiyle insanlara yaklaştığını, en avamdan en havassa kadar herkese hitap ettiğine değindi. Çengel, ”Risale-i Nur sıkılırsa içinden esma çıkar. Dolayısıyla Risale-i Nur asrın kitabıdır. Asrın metodudur. Asrın değeridir. Dili sevgi, şefkat ve hikmettir” dedi.

BEDİÜZZAMAN İLK TERCÜMEYİ KARDEŞİNE YAPTIRDI

Daha sonra kürsüye gelen İhsan Kasım El-salihi, “benim kimseye öğretecek bir şeyim yok, ben bu münevver insanlardan öğrenmeye geldim. Fakat şunu söylemeliyim. Risale-i Nur tercümesi yeni başlamadı. Bediüzzaman ilk tercümeyi bizzat kendisi kardeşi Abdülmecit’e yaptırdı” diyerek mikrofonu Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’e bıraktı.

7 DEFA OKUMAYINCA TERCÜME EDEMİYORUM

Hollanda Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, konuşmasında şu görüşlere yer verdi:

“Risale-i Nurların tercümesi noktasından hayati ehemmiyete haiz dört noktayı ifade etmek istiyorum.
Bilirsiniz tercüme haddizatında zor bir iştir. Meşakkatli bir iştir. Mesuliyetli bir iştir. Hele tercüme ettiğiniz eser Nur Külliyatı ise o zaman mesuliyet bambaşka bir buud kesbedebiliyor. Yazmış olduğum eserleden birisi İslam Hukukuna Giriş kitabı idi. İslami hukuk kitabı olması hasebiyle içerisinde ziyadesiyle ıstılahi kavram ve kelimeler bulunuyordu. Bu kitabım Flemenkçe diline tercüme edilmiş, tercüme eden mütercim ise gayet zorlandığını ifade etmişlerdi. Daha sonra kendisine Risaleler tercüme edilmek üzere verildiği zaman şu itirafta bulunmuştu; “Bu Nurlar bambaşka eserler. Tercüme edeceğim kısmı 7 defa okumadan tercümeye başlayamıyorum.” Biliyorsunuz bir ilme vukufiyet o ilmin ıstılah ve terminolojosine vukufiyet ile mümkündür. Nurlar akademik referans kitaplarından ibaret olmaması hasebiyle ve hatta yüzde sekseninin üslubu ali ve sehli mümteni ile kaleme aldığını görebildiğim için mütercimlerin ciddi mesai sarfetmesi zaruridir.

NURLARIN TERCÜMESİNDE DÖRT UNSURA DİKKAT

Dört husus şöyle:
1-Nurlar üslubu âli ile kaleme alınmıştır. Kelamın maanisine vukufiyet olmamaksızın nurların tercümesi noksan kalacaktır.
2-Nurların tercümesi bitamamiha bir ihsan-ı İlahi ve bir istihdam-ı Rabbanidir.
3-Nurlar medreselerin malıdır. Ulemaya da kulak kabartmak zaruridir.
4-Nurların tercümesinde dört unsura da dikkat etmek gerekir;
a-Müsvedde çalışmaların varlığı.
b-Yapılan tercümelerin muhakkak surette nurlara vakıf Türk kardeşler tarafından okutulması.
c-Bu aşamada ulum-u İslamiyeye vakıf müfessir veyahut alim zatların nurların bu son halini de tashihten geçirmek.
d-Ve son olarak mahalli halktan idareci, elbetteki bahusus öğretmen olabilmesi ve belki doktora sahibi olan bazı arkadaşların incelemesi zaruridir.

“Nurların neşrine gelince;
1-Beynelmilel terakkiyatını takip ettiğimiz hizmetlerin lokomotifi neşriyat hizmetleridir.
2-Artık alem-i İslam ve insaniyette genel kabul görmüş tercihlerde bulunmak kitapları modern bir şekilde baskısını yapmak…
3-Neşirde kitabın ölçüsü, kalitesi ve dizaynı mühimdir.
4-İslam geleneğinin en mühim kale taşlarından Osmanlı Türk İslam felsefesinde esas liyakattir, ehliyettir. Din-dil-ırk ayrımı gösterilmeden ince bir hüsn-ü zan hasıl edemeyebiliyoruz. Osmanlı üç hususta dine, dile ve ideolojiye eşit masraftan kurtulmak lazımdır; bu haklar hak, ehliyet ve ilim esas olmak zarurdir.”

Ögle yemeği ve namazdan sonra Mütercimler, Türkçe, Arapça ve İngilizce olmak üzere 3 guruba ayrılarak A, B, C salonlarında  dil bazlı grup mütalaalarına geçti.

risale haber

Risale-i Nur Mütercimleri İstanbul’da Buluştu

Rumeli, Anadolu ve Balkanlar İlim ve Eğitim Vakfı (RUBA) tarafından düzenlenen Uluslararası Risale-i Nur Mütercimleri Toplantısı’nın ilki başladı. Hamidiye Kültür ve Eğitim Vakfı’nın Topkapı’daki merkezinde düzenlenen toplantıya Risale-i Nurların Arapça mütercimi İhsan Kasım Salihi ve muhtelif platformlarda Risalelerin tanıtımıyla ilgili çalışmalar yapan Prof. Dr. Yunus Ali Çengel, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Prof. Dr. Faris Kaya ve birçok akademisyen katıldı. Kur’an-ı Kerim tilavetiyle başlayan program, Bedüizzaman Said Nursi’nin hayatının anlatıldığı tanıtım filmi ile devam etti. Daha sonra kürsüye çıkan Prof. Dr. Yunus Çengel sunum yaptı.

Muhtelif ülkeden 50 farklı lisanda mütercimlerin katıldığı toplantı 5 gün sürecek.

Ruba Vakfı Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Nurettin Kıray, toplantının amacının Risale-i Nur tercümelerinin kalitesinin artırılması ve bu sayede daha fazla insana ulaştırılması olduğunu söyledi. Daha önce tercümeler konusunda ciddi çalışmalar yapanların bu toplantıya nezaret ettiğini dile getiren Kıray, “5 gün İstanbul’da, 2 gün de üstadımızın daha önce yaşadığı Isparta ve Barla bölgesindeki gezimizle programımız devam edecek.” dedi.

Toplantıya Amerika, Uzakdoğu, Rusya ve Afrika gibi dünyanın hemen her bölgesinden Risale-i Nur tercümanlarının katıldığını aktaran Kıray, “Risale-i Nur büyük bir ilim hazinesi. Son zamanda bu asrın insanlarına yönelik büyük bir Kur’an-ı Kerim tefsiridir. Risale-i Nur’un tercümesi kolay bir şekilde yapılamıyor. Buradaki tercümanların çoğu dil olarak mana olarak Risale-i Nur tercüme edecek kişiler. Fakat tercümelerde bazı hassasiyetleri gözetmek gerekiyor. Tercümelerin kalitesi hakkında, tercümelerde dikkat edilecek hususlar hakkında, Risale-i Nur’un Kur’an’a mahsus bazı tabirler nasıl izah edilebilir bu gibi konularda görüşmeler yapılacak.” ifadesini kullandı.

cihan

“Bilemedim”

Yaşadıklarım, bir bütünün parçasından ayrı kalışımın sancısıymış, bilemedim. Benim yapmam gerekenler yapılamadığı içinmiş o sıkıntılar. Oysa ben habire dışarıda aradım sebebi.
Ben bütünüm sandım, yapılacakların olmadığı yerde bütünlük olmuyormuş, bilemedim. Çocuğum asi dedim, eşim dinlemiyor dedim, mutsuzum dedim. Fakat, döktüğüm ekmek ve yemeklerin, besmelesiz başlanan işlerin, şükürsüz geçen günlerin, ruhumu daraltacağını bilemedim.
Ben bunalıp daraldıkça, kendime dönmek yerine başkalarına döndüm. Onlara dönünce onları gördüm. Hatalarını aradım, buldum da. Onların hatalarının görülmesi ya da düzeltilmesi, kendimi düzeltmek anlamına gelmiyormuş, bilemedim.
Namazıma bakmadım yıllardır. Yatıp kalkıp dua okumayı namaz kılmak sandım. Ruhu olmayan namazın beni düzeltmeyeceğini bilemedim. Tespih çekme çokluğu ile avuttuğum gönlüm, anlamından ve hayata geçecek bir etki yapmadığından, ne dediğimi ve bunun bana ne dediğini düşünmedim. Düşünmediğim anlamlar içime işlemedi. Yüzeysel kaldı yaptıklarım ve ben derinlere inemedim. Bunun sadece büyük zatlara ait bir yetenek olduğunu sandım. Allah’ımızın her birimizin gönlüne kendisini nakşettiğini ve derinleşmemizi istediğini bilemedim.
Dualarımla sığındım Rabb’ime bu yaşa kadar. Fakat tamamlanmak için değil, ulaşmak istediğim hedef için dua ettim. Dualarımda eyleme ve benim yapacaklarıma ait bölümün ağırlıkta olması gerekiyormuş, ben sadece sonuç için el açtım, ağladım, yalvardım. Bunu yeterli sandım. Böyle sonuç alınmazmış, bilemedim.
Hep Yaradan’ımdan bekledim, kendimin yaptıklarını değiştirip geliştirmeden, bedel ödemeden ve konforlarımı terkederek o yolda yorulmadan, fiili dua ile kavli duayı birleştirmeden sonuç alınamıyormuş bilemedim.
Bir kalp kırmanın beni de içten içe kırıp küçülttüğünü bilemedim. Hep zihnimde “ben haklıyım” diyen söze kandım, karşımdakinin haklı olacağını söz olarak kabul etsem de, gönlümle onaylamadım. Haklıymışım gibi davrandım. Haklılığın kalesine sığınınca, diğerleri muhalif ve suçlu görünürmüş, bilemedim.
Huzursuzluğun sesi yükseldikçe, suçladıklarımın, beni gerçek sebepten uzaklaştırdığını gördüm. Sofradan arttığı için yemeklerin, bayatladığı için çöpe giden ekmeklerin feryatları, aslında tüketilmemeleri gerekenleri tükettiğimi haykırıyordu bana. Kendimden bir şeyler gidiyordu, ben küçülüyordum sanki. İsrafın varlığı daralttıkça ruhumu, dışarı yönelttim bakışlarımı. Oysa içe dönmeli, ne yapıyorum, nasıl yaşıyorum bir bakmalıymışım, kendimi mercek altına almalıymışım, bilemedim.
Bir haram lokmanın, insanın dengelerini bozduğunu, çökerttiğini ve insan kalabilme becerisini körelttiğini kimse bana anlatmadı, ben de öğrenmemiştim. Dikkat etmem gerekirken, “bir şey olmaz, ufak bir şey” avuntusuyla dikkatimden uzaklaştırmıştım. Duyarsızlığı kadar derinlere çöktüğünü insanın, uçurumun kıyısına gelince farkettim. Birileri öğretmese bile benim nasıl yaşarsam daha iyi olacağını öğrenmem gerekirmiş. Bilmeden bilmediği bir yolu yürümenin akıl kârı olmadığını bilemedim.
Hayvanlara, bitkilere bile iyi davranmak gerekiyorken, çevresindekileri adam yerine koymamanın, kişinin kendisinin adam olmayışıyla ilgisi varmış. Karalamak yaralamakmış, eleştirilenler, tenkit edilenler, aşağılara düşermiş. İyilik yapmak için eleştirmek, bilmeden zarar vermekmiş, hep savaş içinde olmakmış, hep kan kaybetmek ve kan kaybettirmekmiş, bilemedim.
Kendini yetiştirmek, bir iki cümle bir şey bilmek değilmiş. Bilen, davranışlarının güzelliğiyle anlaşılırmış, konuştuğuyla değil. “Hayatındaysa bir şey, o şey senindir, hayatında değilse bir şey, konuşsanda o şey senin değildir” diye bir gerçek varmış. Yaşamaya yeterli ağırlığı vermeyi, önce davranşa geçirmeyi, zor da olda doğru bildiklerimizi yaşamayı yeterince becerememişim. Hayatın akışını cüzi irade ile benim yönetebileğimi ve en ufak bir ayrıntının bile çok önemli ve anlamlı olduğunu bilemedim. Bir çivi eksikse batarmış bir gemi. Tutacağı bir el yoksa kayıverirmiş bir insan, gülümsemesi yoksa bir yüzün, kutuplardan bir demet kar oluşmuş konuşulanlar. Her şey bende başlayıp bende bitermiş bilemedim.
Sadakam azsa zenginliğimde azmış. Gönül zengin olmadan kese dolmuyormuş. Üç kuruşluk hesap için harcanan sevinçlere hiç bir şey değmiyormuş. Vermeye aşık olmadan, bereket sevgilisine kavuşulamıyormuş. Yaşamadığım değerlerim bana pahalıya maloluyormuş. Beni ben yapacak minik detaylar olmadıkça, bunlar ruhuma dolmadıkça, açlıktan bunalan ruhum sıkışıyor ve daralıyormuş. Ben bunu çocuğun gürültüsünden, eşimin istediğimi almamasından, değer görmediğimden sanıp onlara patlıyordum. Sıkıntılar benim içimdeki boşluktan geliyormuş. Razı olup rıza gösteremediklerimin arkasında, besmeleyle pişmeyen aşın, sevgiyle yaslanmayan başın, şükürle bitmeyen işin etkisi varmış, bilemedim.
Huzurla ve huşu ile kalkmayınca namazdan, iliklerin titremeyince okunan ezandan, secdede kendi yaptıklarına ya da yapamadıklarına dökmediğin göz yaşından kalp mahrum kalınca, her şey dert, her şey sıkıntı, her şey huzursuzluk kaynağı gibi gelirmiş, bilemedim.
Kendisini düzeltmekle meşgul olunca insan, diğer sıkıntıların düzelmesi için önce kendine düşeni yapar sonra da daha kolay “bu benim imtihanım” diyebilirmiş, bilemedim.
Kendimi ve işlerimi düşünmekten, başkaları hep ilgi alanıma teğet geçti. Yaptım yapmasına biraz yardım fakat, sıcacık bir gülümsemenin, saygı ile ve sır tutarak dinlemenin ve bir iç sıkıntısını gidermenin, sıkıntıda olanlara yardım edivermenin, yüzlerce rekât nafile ibadetten daha hayırlı olduğunu bilemedim. Faydalı olmanın ağırlığını, toplum için önemini ve bana katacaklarını bilemedim.
Önemini bilemediklerim yokken kendime gelemedim. Ömrüm geçip gitmiş, geri çeviremedim. Bir yaşıma baktım, bir yaşadıklarıma. Ben bunları baştan bileydim, şimdi daha farklı ve daha iyi yerlerde olurdum. Düşündüm, yine de şükrettim, son nefesimi vermediğime, bunları yapamıyacak durumda olmadığıma ve mezarda olmadığıma. Yaşım sekseni bulsa da, Allah’ın kullarına uzattığı merdiveni yukarı çekmeğe hazır. Tırmananlar yükseliyorsa, tırmanacağım inşallah.
Allah’ım, bilemediklerimi bildirecek arayış, hayata geçirecek inanç ve kararlılık ver. Son nefeste bile af mümkünse ve o ne zaman bilinmiyorsa, o zaman acilen, benim iç dengelerimi oluşturacak anlayış ve yaşayışın hayatımda olması için gerekeni nasip et ve kesintisiz talebimi kabul et. Anladım ve öğrendim ki, içten denge kurulmazsa, dıştan ancak denge bozulurmuş. Cümle kulların ile birlikte, dengede olayım, dengede kalayım ve dengede olunmasına katkıda bulunayım, ne olur Allah’ım.
Zerrelerin adedince yakarışımızı makbul say ve cevap lütfet Allah’ım.

Saliha Erdim

14.02.2010

Vakıf Ağabeylerle bir Hasbihal

Aziz Sıddık ağabeyler;

Öncelikle siz sevgili ağabeylerimize arz ediyoruz ki, her gün dersini hocasına okuyan bir talebe gibi, Nurdan aldığımız feyizlerimizi, her vakit için sevgili ağabeylerimize arz edelim. Risale-i Nur’un hakikati ve feyzi, beni minnettarane, bir parça Nur hizmetleri —Tasarrufumuz dâhilindeki talebeleri; dava şuuruna sahip, Risale-i nur’u bir hayat tarzı, bir yaşam biçimi olarak benimsemiş birer birey haline NASIL getirebiliriz?–namına konuşturmuş ve benim gibi konuşan çok kalblere hayat verebileceği kanaatine vararak aşağıda yazılı veçhile bazı müşahedelerimi engin hoşgörünüze sığınarak, kaleme almış bulunmaktayım.

Lahika Mektupları ve Ağabeyler

Talebe mezun olduğunda; bu hizmetin yapı taşlarından olan ağabeylerini tanıyacak, en azından bu hizmetin bu güne nasıl geldiğini bilecek, dava şuuruna sahip, şuurlu bir seviyeye getirilmesi… bazı nur dershanelerinde 2-3 yıl kalıp aynı zamanda hizmet geçmişi olan nice talebe var ki; hizmetin yapı taşlarından olan ağabeylerimiz hakkında(nasıl bir dava şuuruna sahip oldukları, nasıl bir hizmet hayatı geçirdikleri vb.) maalesef hiçbir malumat sahibi değil. Gerçek şu ki; Nur hizmetinin bir ayağı imani mevzular iken, diğer ayağı da lahika mektuplarıdır. Talebeye her iki noktada rehberlik etmek gerek…

Evet, Risale-i Nur’un te’lifi, zuhuru ve neşriyle beraber hizmet-i Nuriyenin ve ders-i Kur’âniyenin tâliminde ve ifasında ve meslek-i Nuriyenin taallümünde ve uzun bir zamandaki hizmetin devamında vâki olacak binler ahval ve hücuma mâruz talebelerin cereyanlar karşısında sebat, metanet ve ihlâsla hareketlerinde onlara yol gösterecek, hizmet-i Kur’âniyenin inkişafında suhulete medar olacak ikaz ve ihtarlara elbette ihtiyaç zarurîdir, kat’îdir, bedihîdir.

Hem lâhikaların bir kısmı ihtiyaca binaen yazılmış ve yazdırılmış ihtarlar olması ve aynı ihtiyacın her zaman tekerrürü melhuz bulunduğundan daima müracaat olunacak hikmetleri ve düsturları muhtevîdir. Nitekim yüzer vakıalar, hadiseler ve meselelerde bu ihtiyaç, kendini göstermiştir.

Risale-i Nurların Okunmasındaki Keyfiyet

Talebeleri; Risale-i Nur’un; sadece “okuma saati” içinde okunan, dershanede kalmak için okunması gereken bir kitab olarak görülmesinden kurtarmak gerek. Bu sorun giderilmediği içinde talebe sadece dershanede “okuma saati” içinde Risale okumakta; diğer boş zamanlarında ve yazları; yani dershane haricinde okumamaktadır.

Hâlbuki talebe ömrü boyunca başında bir vakıf olduğu halde risale okuma imkânına sahip olamayacaktır. Dolayısıyla himmetimizi âli tutup, talebeyi; her nerede olursa olsun, hangi şartlar içerisinde bulunursa bulunsun, öyle bir aşılamak gerekir ki- yemek yemeğe, su içmeye ihtiyaç hissettiği gibi- Risale-i nuru okumaya ihtiyacını hissettirmeliyiz. Bunu da ancak keyfiyetli bir Risale okuma şuuru kazandıracak uygulamalarla yapabiliriz.

Örneğin Pilot bölge olarak Dershanemizde 2-3 senedir uyguladığımız; zaman kısıtlaması yapılmayan, herkesin serbest olarak risale okuduğu, vakıf ağabeyin sadece kontrolör vazifesinde bulunduğu; bir “keyfiyet” uygulaması, çok güzel neticeler husule getirmiştir. Bu neticeler; aynelyakin beraber kaldığımız talebeler de; hakkalyakin de kendimizde -yazın cazibedar lehviyatların yoğun olduğu ortamlarda bile risale okuma- suretinde bizzat yaşayarak müşahede ettik.

ADAB-I MUAŞERET Uygulamaları

Risale-i Nur’un bir yaşam tarzı olarak benimsetilemediği için; yeni talebelerin eski talebelerin boyasıyla boyandığını göz önüne alırsak; özellikle eski talebelerde, Adabı Muaşeret kaidelerini kendi şahsi hayatlarında yaşayamadıklarından dolayı ciddi sıkıntılar göze çarpmaktadır. En basitinden örneğin; “tuvalet adabına” ehemmiyeti talebelere kavratılamadığından, yapılan ibadetlerin sıhhati sıkıntıya girebiliyor. Vakıf ağabeylerimiz bu meselenin ciddiyetinin farkında olup, eski talabe ile bizzat himmetini sarfedip ilgilenerek, adabı muaşeret uygulamalarında rehberlik etmeleri gerekiyor.

Nur dershanelerinden Ayrılmalar

Dershaneye yeni Gelen Her Talebenin Muhakkak zamanla budanacak tarafları olur. Çok dehşetli bir ortam ve zamanda yaşıyoruz. Günün büyük bir kısmını dershanede geçirdiğimiz için, talebenin dışardan aldığı yara-bere’leri bazen göremeyebiliyoruz. Dolayısıyla Talebenin dışardan aldığı yaraları zamanında tedavi edemediğimiz içinde; talebe dershaneden çıkma sürecine gidebiliyor.

Her talebenin onu hizmete kazandıracak bir yanı vardır. Bu noktayı ferasetimizle keşfedip, muhatabımızı bu noktadan kullanıp; talebenin yönünü Risale-i Nur’u okumaya sevk edebilir.

İnsan yüz kapılı bir saraya benzer. 99’u kapalı olsa muhakkak bir tanesi açıktır. O kapıdan girip talebeyi içten fethedebiliriz.

Bir talebe dershaneden çıktığında hemen ardından niye dershaneden çıktığı konusunda nice yorum yapar (sigara içiyordu, sinemaya gidiyordu, top oynuyordu, internete takılıyordu, v.b.) ve ardından dosyasını kapatırız.

Ama şu noktayı hep göz ardı ederiz: şeytan bir talebeyi dershaneden çıkartmak için türlü desiseler, oyunlar, tuzaklar kurarken; “Acaba ben o talebenin dershaneden çıkmaması için ne tür faaliyetlerde bulundum, O talebenin gönlünü kazanmak için ne yaptım?” gibi soruları nefsimize sormak bazen aklımıza gelmiyor.

Bir talebeyi hizmete bağlayan, öncelikle o dairenin vakfı ve diğer talebelerle arasında kurduğu “gönül bağı” na bağlıdır. Bu bağ kuvvetlendikçe talebe önce gemileri yakıp dershanede kalmaya karar veriyor; ardından da risaleyle baş başa kaldığında; zaten asıl terbiyeyi risale yapar; artık onu hizmetten koparacak diğer sebeplerde bertaraf oluyor.

Hali hazır imam hatiplerimizin uyguladığı “haset etme, kin gösterme, …” yani şunu yapma, bunu yapma gibi emir ifadelerinin çoklukla medreselerimizde kullanıldığı vakidir.

Hâlbuki üstadımızın bu yaraya merhem olarak gördüğü şu cümleleri kendimize düstur edinmek gerek…

“İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler, Hased etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.” Yani, “Fıtratını değiştir” gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar.

Eğer deseler ki, “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz”; hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.”

Yani; başlarda dediğimiz gibi her talebenin muhakkak onu içerden fethedecek bir tarafı vardır. İşte bu noktada devreye girip talebeyi; dershane içinde uygun görülmeyen hallerden kurtarabilecek şekilde dershane içinde öyle bir ortam oluşturulmalı ki, talebeye dışarı çıkıp o kötü alışkanlıklarını unutturabilsin.

Dershanemizi, monoton bir hayatın yaşandığı, standart bir hayat şeklinin sürdüğü (1 saatlik okuma programı, cemaatle Risale okuma, 3 öğün yemek; geri kalan zamanlarda ders çalışma) bir ev değil; keyfiyetli bir yaşam tarzının hüküm sürdüğü, değişik faaliyetlerin yaşandığı keyfiyetli bir hale getirebilir. Zira helal dairesi geniştir. Keyfe kafidir. Harama girmeye lüzum yoktur.

Yani, biraz daha açarsak; talebeye fıtratına muvafık bir vazife daire içinde verilirse; bu talebeyi hem dershane içinde tutacak, hem de hizmette terakki etmesini sağlayacaktır…

 

Talebeyle İstişare

Şu anda yenidünya düzeninde hemen hemen her alanda öğreten merkezli değil, öğrenen merkezli bir eğitim modeli uygulanmaktadır. Yani vakıf merkezli bir dershane sistemi değil; talebenin merkezde olduğu bir medrese sistemine ihtiyaç vardır.

Bir dershanede işi yapan her zaman için eski talebedir. Vakıf Hizmetin vitrindeki görüntüsüdür. Hal böyle iken medreselerde vakıfların benmerkezcilikten kaçıp talebeyi de yönetimin birer ferdi olarak görmesi gerekir.

Talebelerin fikirlerine her zaman için değer veren bir vakıf; Allah’ın izni ile istişare olduğu için hiçbir kaybı yoktur. “Ben her şeyi biliyorum”, “Talebenin bana vereceği bir şey yok” gibi talebeyi güdülecek koyun gören bir düşünce için iki taraflı bir kayıp ve manevi sorumluluk vardır.

“Talebesiyle devamlı meşveret eden bir vakıf; iki taraflı bir kazanca sebep olur.”

 

Sözde değil, Özde Kalbi Tesanüd

Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle siz kıymettar ağabeylerimizle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette taksimü’l-mesâi kaidesiyle iştirak etmişiz.

Tesanüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.

Ancak ağabeyler arasındaki tesanüdün sağlanmasına engel olan şu ki; her bir ferdin fıtraten farklı bir meşrepte olması… Bu noktada üstadımız gene imdadımıza yetişiyor ve mükemmel bir düsturu hayat sunuyor… Dolayısıyla bu hizmete gönül vermiş bütün ağabeylerimizi ferasetimizle nasıl bir meşrep üzere bulunduklarını keşfedip, beşeriyet cihetiyle zayıf noktalarını dikkate alıp, sözde değil özde, kalbi bir iletişim kurabiliriz.

Nazarımızı; Aramızdaki, fıtrattan kaynaklanan meşrebi ayrılıklara değil de, hizmet ortak paydasına çevirmeliyiz.

Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, kudsi hizmetimizdeki Dava kardeşine karşı haksız olarak, sözde olmasa dahi kalbi olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder.

Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir.

Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir.

Öyleyse, bu hizmette olan bir kardeşine hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatâdır.

Üstadımıza kulak verelim;

“Rica ederim, üçünüzün hakkında birbirinden ziyade gücenmeye ehemmiyet verdiğimden gücenmeyiniz.
Çünkü, Hüsrev’le Feyzi’de benim gibi insanlardan tevahhuş ve sıkılmak var. Hem birbirine bir derece meşrepçe ayrıdırlar.

Ve Sabri ise, akraba ve tarz-ı maişet cihetinde hayat-ı içtimaiye ile bir kaç vecihte alâkadar ve ihtiyata mecburdur.

İşte üçünüz bu ihtilâf-ı meslek ve meşrep haysiyetiyle o dağdağalı koğuşta ve sıkıntılı kalabalık içinde herhalde tam tahammül ve sabredemediğinizden ben telâş edip vesvese ediyorum. Çünkü, pek az bir muhalefet bu sırada pek zararı var.”

 

Su-i Zan Hastalığı

Risale-i Nur şakirtlerinin tesanüdlerine zarar vermek için birbirinin hakkında su-i zan verdiriyorlar, tâ birbirini itham etsin. Belki “Filân talebe bize casusluk ediyor der, tâ bir inşikak düşsün. Dikkat ediniz, gözünüzle görseniz dahi perdeyi yırtmayınız. Fenalığa karşı iyilikle mukabele ediniz. Fakat çok ihtiyat ediniz, sır vermeyiniz. Zaten sırrımız yok; fakat vehhamlar çoktur. Eğer tahakkuk etse, bir talebe onlara hafiyelik ediyor, ıslahına çalışınız, perdeyi yırtmayınız.

Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adâvet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; birşey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz birşey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, su-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.

Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilâfı çıkarma

Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır.

Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden Ahsen.

İnsan hatâdan hâli olamaz; fakat tevbe kapısı açıktır.

Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: “Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risale-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazifemizdir” deyip nefsinizi susturunuz.

Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir.

Beğendiğin şeyde ifrat etme.

Bir derdin dermanı başka derde dert olur. Panzehiri zehir olur.

Derman hadden geçerse dert getirir, öldürür.

 

Elhasıl:

Evet, sevgili ağabeyler.

Biz Allah’tan, Kur’ân’dan, Habib-i Zîşandan ve Risale-i Nur’dan ve Kur’ân dellâlı siz sevgili ağabeylerimizden ebediyen razıyız.

Ve intisabımızdan hiçbir cihetle pişmanlığımız yok.

Hem kalbimizde zerre kadar kötülük etmek için niyet yok.

Biz ancak Allah’ı ve rızasını istiyoruz.

Gün geçtikçe, rızası içinde Cenâb-ı Hakka vuslat iştiyaklarını kalbimizde teksif ediyoruz.

Bilâ istisna bize fenalık edenleri Cenâb-ı Hakka terk etmekle affetmek ve bilakis bize zulmeden o zâlimler de dahil olduğu halde herkese iyilik etmek, Risale-i Nur talebelerinin kalblerine yerleşen bir şiar-ı İslâm olduğunu, biz istemeyerek ilân eden Hazret-i Allah’a hadsiz hudutsuz şükürler ediyoruz.

Cenâb-ı Hak, zayıf ve tahammülsüz omuzlarına pek azametli bâr-ı sakîl tahmil edilen siz sevgili ağabeylerimizden ebediyen razı olsun ve yüklerinizi tahfif etmekle yüzlerinizi ebede kadar güldürsün. Âmin.

Vesselam

Hasan TAYFUR

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version