Ayasofya, İbadet Mahalli Olmalı

[Adnan Menderes’e gönderilmek niyetiyle evvelce yazılan içtimaî hayatımıza ait bir hakikatın haşiyesini takdim ediyoruz.]

Haşiye: Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri neticesinde, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâmın nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:

Ezan-ı Muhammedînin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi; Ayasofya’yı, beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek ve halen İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, yirmi sekiz sene mahkemelerin muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatine karar verdikleri Risâle-i Nur’un resmen serbestîsini dindar Demokratlar ilân etmeli ve bu yaraya bir nevi merhem vurmalıdırlar. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim. Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki saat baktım ve bunu yazdım. Emirdağ Lâhikası, s. 396

***

Ankara’ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyete ciddî taraftar Dahiliye Vekili Namık Gedik’i görmek ve İslâmiyetin kahramanı olan Adnan Beye ve Tevfik İleri gibi mühim zatlara bir hakikatı söylemektir ki: Hem Demokrata ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risâle-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâmı, hattâ bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim. Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik İleri gibi zatların hatırı için başka yere gitmedim.

Hem Risâle-i Nur, Kur’ân’ın kanun-u esasiyesiyle bütün Anadolu ve vilâyât-ı şarkiyede âsâyişi temin eden Risâle-i Nur’un 500 bin nüshası komünistliği susturduğu gibi, âsâyişi temin ettiğine bir delili budur ki:

On küsur sene evvel Afyon Müdde-i Umumîsi “600 bin fedakâr talebesi var; 500 bin nüsha Risâle-i Nur’dan neşretmiş. Belki âsâyişe zarar gelir” dedi. Ona karşı Said demiş ki: “Mâdem 600 bin fedakâr talebesi var. Bu on beş senedir bana bu kadar zulmediliyor. Birtek vukuatı hiçbir zabıta ve mahkeme gösteremedi.” Hem dedim: “Ey müdde-i umumî! Eğer bin müdde-i umumî, bin emniyet müdürü kadar âsâyişin teminine Risâle-i Nur hizmet etmemişse, Allah beni kahretsin. Siz de bana ne ceza verirseniz verin” dedim. O bu sözüme karşı hiçbir çare bulamadı. Emirdağ Lâhikası, s. 449

***

Ayasofya’yı puthane ve Meşîhatı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz. Ve şahsımız itibarıyla amel etmiyoruz. Ve bu yirmi sene işkenceli esaretimde eşedd-i zulüm şahsıma edildiği halde siyasete karışmadık, idareye ilişmedik, âsâyişi bozmadık. Yüz binler Nur arkadaşım varken, âsâyişe dokunacak hiç bir vukuatımız kaydedilmedi. Ben şahsım itibarıyla hiç hayatımda görmediğim bu âhir ömrümde ve gurbetimde şiddetli ihanetler ve damarıma dokunduracak haksız muameleler sebebiyle yaşamaktan usandım. Tahakküm altındaki serbestiyetten dahi nefret ettim. Size bir istida yazdım ki, herkese muhalif olarak ben beraatimi değil, belki tecziyemi talep ediyorum ve hafif cezayı değil, sizden en ağır cezayı istiyorum. Çünkü, bu emsalsiz, acip zulmî muameleden kurtulmak için, ya kabre veya hapse girmekten başka çarem yok. Kabir ise, intihar caiz olmadığından ve ecel gizli olmasından şimdilik elime geçmediğinden, beş altı ay tecrid-i mutlakta bulunduğum hapse razı oldum. Fakat, bu istidayı mâsum arkadaşlarımın hatırları için şimdilik vermedim.

 Şuâlar, s. 342

LÜGATÇE

vaziyet-i kudsîye:Kudsî vaziyet.

muzahrafat: Pislikler, süprüntüler.

müdde-i umumî: Savcı.

Meşîhat: Diyanet işleri dairesi, dinî ilimler dairesi.

istida: Dilekçe.

Hz. Peygamber (a.s.m) tavsiyeli 5000 yıllık tedavi: Hacamat

Bir tedavi yöntemi düşünün ki hem Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m) tarafından tavsiye edilip uygulanmış olsun, hem insanlığın bilinen en eski yöntemlerinden biri olsun, hem de hâlâ uygulanabiliyor olsun… Sanırım tüm bunlar, modern ismiyle “kupa terapisi”, geleneksel ismiyle “hacamat” tedavisinin önemini anlatmak için yeterlidir. Aslında hacamat yaptırmış ve bunun iyileştirici etkilerini görmüş birisi olarak bu yazıyı kaleme almak benim için büyük bir zevk. Çünkü faydasını gördüğünüz bir şeyi başkalarına anlatmak ve tavsiye etmek çok daha kolay ve samimi…

Her ne kadar bu tedavi yöntemini uygulamış ve faydalarını görmüş olsam da yine de bir uzmanın görüşlerine başvurmak en iyisi… Bu maksatla kapısını çaldığımız alternatif tedaviler uzmanı Dr. Muammer Yıldız hacamatla ilgili detaylı bilgiler verdi.

Dr. Yıldız’ın verdiği bilgilere göre hacamat her ne kadar 5 bin yıllık bir geçmişe sahip olsa da Müslümanlar açısından asıl önemi Hz. Muhammed (a.s.m.) tarafından hem tavsiye edilmiş olmasından hem de bizzat O’nun (a.s.m.) hacamat yaptırmış olmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla hacamat Tıbb-ı Nebevi’de önemli bir yere sahip…

Efendimiz (a.s.m) bir hadis-i şerifinde, “Miraç’tan inerken hangi melek cemaatine rastlasam, ‘Ey Muhammed! Ümmetine hacamat olmalarını emret’ dediler” buyuruyor.

Efendimizin (a.s.m) hadis-i şeriflerinde hacamat önemli bir yere bir sahip. Öyle ki, hacamatın nasıl yaptırılacağı, ne zaman yaptırılacağı konusunda bilgiler veriliyor: “Her kim ayın on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günlerinde kan aldırırsa kan hücumundan dolayı meydana gelen birçok hastalıktan şifa bulur.” (Ebu Davud, Tıp 3861; Tirmizî, Tıp 2051) “Ayın on beş, on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günleri kan aldırınız! Zira bu günlerde kan hücuma geçerek sizden birilerini öldürmesin.” (Kenzü’l-Ummal, 10/28126)

Efendimiz (a.s.m) ayrıca, “Aç karna kan aldırmak daha faydalıdır. Kan aldırmakta şifa ve bereket vardır. Vücuttan kan aldırmak zekâyı ve bellek gücünü de arttırır” (Hâkim, Tıp 4/409) buyurarak kan aldırmanın faydalarını ifade etmiştir.

Peygamberimiz (a.s.m), “Sıcakların arttığı zaman, vücuttan kan aldırmakla sıcağın zararını gidermeye çalışınız! Zira sıcakta sizden birinin kanı hücuma geçerek onu öldürmesin” (Hakim, Tıp 4/212, İbn-i Mace, Tıp 3487-88) buyurarak yazın o şiddetli sıcaklarında meydana gelen kan basıncının vereceği zarara işaret etmiştir.

Hacamatla ilgili hadisler bunlarla sınırlı değil. “Damardan veya deriden kan aldırmak, tedavi olduğunuz şeylerin en faydalılarındandır” (Bağdadî, s. 45; Ebu Nuaym vr. 35 b), “Üç şeyde şifa vardır: Bal şerbeti içmekte, kan aldırmakta ve kızgın bir aletle dağlama yaptırmakta. Fakat ben dağlama yaptırmayı sevmem” (Buharî, Tıp 7/12; İbn-i Mace, Tıp 3491; Müsned 1/246.) hadis-i şerifleri bunlar arasındadır.

Dr. Muammer Yıldız, burada bir hatırlatma yaparak dağlamanın daha sonra Efendimiz tarafından yasaklandığını söylüyor. Dr. Yıldız, yine Peygamber Efendimizin (a.s.m) hacamatın kıyamete kadar devam edecek bir tedavi yöntemi olduğunu ifade ettiğini belirtiyor.

Efendimiz (a.s.m) sadece hacamatı ümmetine tavsiye etmekle kalmamış aynı zamanda kendisi de hacamat yaptırmıştır.

Geçmişten günümüze hacamat

Peki, Tıbb-ı Nebevi haricinde hacamat uygulamaları nasıl?

Dr. Muammer Yıldız’ın bu konuda verdiği bilgiler şöyle: Hacamatın tarihi M.Ö. 3 bin yıl öncesine dayanıyor ve günümüze gelinceye kadar 5 bin yıldır uygulanıyor. Tedaviyle ilgili ilk yazılı kaynak ise alternatif tıbbın babası sayılan ve Çin İmparatorluğu’nun kurucusu olarak bilinen Sarı İmparator’un kitabı. Hacamat tedavisini ilk dönemlerde Çinlilerin yanısıra Japonya, Kore, Hindistan, İran ve Arap toplumları da uygular. Batılı kültürler ise Mısır’dan eski Yunan medeniyetine ve Romalılara uzanan çizgide Ortaçağ’da keşfeter hacamatı. 18. ve 19. yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Batı dünyasında oldukça yaygınlaşır. 20. yüzyıl başlarında etkisini kaybeden hacamat, günümüzde yeniden keşfedilmekte ve tedavide kullanımı hızla yaygınlaşmaktadır.

Nasıl faydalıdır?

Dr. Muammer Yıldız, hacamatın sağlık üzerine yaptığı etkiyi şöyle anlatıyor: İnsanda iki tür damar vardır. Bunlardan birincisi ana damarlardır ki kan tüm vücudu bu damarlar sayesinde dolaşarak devir daim eder. Bu damarlardaki kan hareketli ve akışkandır.

Bir de vücudun her noktasına ulaşan ve ana damarlardan ayrılan kılcal damarlar vardır. Kılcal damarlardaki kanlar durağandır, devir daim etmez. Yani 30 yaşındaki bir insanın kılcal damarlardakindeki kan 30 yıldır oradadır.

Bir bardak içine konan su, bir hafta beklediğinde nasıl bozulursa kılcal damarlar içindeki kan da yılların vermiş olduğı birikimlerle (toksinler, zararlı maddeler) artık bozulmaya ve kan özelliğini kaybetmeye başlar.

İşte hacamatla kılcal damarlarda yıllardır biriken bu kirli kan alınarak yerine yeni ve taze kan gelmesi sağlanır.

Nasıl uygulanır?

Dr. Muammer Yıldız’ın verdiği bilgilere göre; hacamat, genel olarak sağlık amaçlı uygulanırken, yaptıran kişinin niyetine göre Peygamber Efendimizin bir sünneti de işlenmiş oluyor. Bunun için hacamata başlamadan önce, “Ya Rab, niyet ettim maddî-manevî rahatsızlıklardan kurtulmak için sünnet üzere hacamat yaptırmaya” diye niyet ediliyor.

Hacamat boyun ve bıngıldak hariç olmak üzere vücudun her kısmına uygulanabiliyor. Ancak 7C olarak bilinen vucudun yedi bölgesine yaptırılan ve “tarama hacamatı” olarak bilinen uygulama vücuttaki toksinlerin atılmasında ve kanın temizlenmesinde daha etkili oluyor. Bu bölgeler kılcal damar akışının zayıfladığı ve en çok kirli kanın biriktiği bölgeler.

7C bölgeleri ve uygulanan kupa sayıları şöyle:

Baş bölgesi: Bir kupa

Omuz bölgesi: Üç kupa

Sırt bölgesi: Üç kupa

Kasık bölgesi: Üç kupa

Bacakların üst bölgesi: Dört kupa

Bacakların alt bölgesi: Dört kupa

Ayak bilekleri: Dört kupa

Tarama hacamatı her bir bölge için tek seans olmak üzere yedi seansta tamamlanıyor. Seanslar arasında 2-3 gün geçmesi daha faydalı. Arka arkaya seans uygulamak kişiyi güçsüz düşürebilir.

Hacamat yapılacak bölgeye önce içinde ateş yakılan kupa kapatılarak bir nevi uyuşması sağlanıyor. Daha sonra kupa çıkarılarak uyuşan bölgede bulunan deri steril bir aletle hafifçe deliniyor. Sonra tekrar kupa kapatılarak açılan deliklerden kirli kanın akması sağlanıyor. İki kez uygulanan delme işleminden sonra son bir kez daha delik açılmadan kupa kapatılıyor. İşlemin sonunda kupa kapatılan bölge bandajlanıyor. Bu kişinin günlük yaşamını sürdürmesine engel bir işlem değil. Hacamatın hemen akabinde gündelik işlere dönülebiliyor.

Peki, hacamatı kimler yaptıramaz?

Dr. Muammer Yıldız’ın verdiği bilgiye göre hacamatı; diyaliz, metastas kanser, hemofili hastaları, faktör hastaları (kanama problemi olan hastalar), ileri derecede kansızlar, yeni ameliyat olanlar, PLT (tronbosit) düşüklüğü olanlar ve adetli kadınlar yaptıramaz. Hacamatın yapılacağı cilt üzerinde de problem olmamalı. Hacamat; ben, vitiligo, sedef, egzama, yara olan bölgelere de uygulanmaz.

Ne zaman uygulanır?

Hacamat uygulaması belli kurallar içerisinde yapılıyor. Ne zaman yapılacağı hicrî takvime göre ayarlanıyor.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bu konuda şöyle buyurur: “Her kim ayın on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günlerinde kan aldırırsa kan hücumundan dolayı meydana gelen birçok hastalıktan şifa bulur.” (Ebu Davud, Tıp 3861; Tirmizî, Tıp 2051) “Ayın on beş, on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günleri kan aldırınız! Zira bu günlerde kan hücuma geçerek sizden birilerini öldürmesin.” (Kenzü’l-Ummal, 10/28126)

İbn-i Sina, el-Kanun fi’t-Tıb (Tıbbın Kanunu) isimli meşhur eserinde bu hadislerle ilgili olarak şu şekilde görüş belirtmektedir: “Hicrî ayların başında kan aldırmak tavsiye edilmez. Çünkü vücuttaki sıvı maddeler ayın ilk günlerinde fevkalade çok ve hareketli değildir. Bugünlerde sıvı maddelerin seviyesi düşüktür. Dolunay günlerinde ise ayın çekim gücünün artması sebebiyle vücuttaki sıvı maddeler hem çoğalmış hem de hareketlenmiştir. Bu sebeple bu günlerde alınan kan kişiye zarar vermez.

Efendimiz (a.s.m) ayrıca, “Aç karna kan aldırmak daha faydalıdır. Kan aldırmakta şifa ve bereket vardır. Vücuttan kan aldırmak zekâyı ve bellek gücünü de arttırır…” (Hâkim, Tıp 4/409) buyurarak kan aldırırken aç karınla olmamızı uyarmıştır. Peygamberimiz “Sıcakların arttığı zaman, vücuttan kan aldırmakla sıcağın zararını gidermeye çalışınız. Zira sıcakta sizden birinin kanı hücuma geçerek onu öldürmesin” (Hâkim, Tıp 4/212, İbn-i Mace, Tıp 3487-88) buyurarak yazın o şiddetli sıcaklarda meydana gelen kan basıncının vereceği zarara işaret etmiştir.

Bazı bilim adamlarına göre ayın çekim kuvveti sadece med-cezir (gel-git) hadisesiyle sulara değil, aynı zamanda insanlara, hayvanlara, meyvelere, ağaçlara topraklara, hatta madenlere dahi tesir etmektedir. Dr. Muammer Yıldız, burada aktardığı bir anekdotla ilginç bir detaya dikkat çekiyor: “Bursa’da bulunan Hüdavendigar Camii’de bulunan ağaçlar 700 yıldır çürümeden günümüze ulaşmıştır. Çünkü bu ağaçlar hicrî takvime göre ayın ikinci yarısında kesilmiştir ve bu sırada ağaçlarda hiç kurt bulunmamaktadır.

Yeniden insan vücuduna dönecek olursak, ayın ilk yarısında vücutta kan miktarı artmaktadır. Bu dönemde insanlar, kendilerini güçlü ve sağlıklı hissederler. İkin­ci yarısında ise kan miktarı azalır. Bu dönemde ise zayıflık hisseden insanların ağrıları artar. Daha geç iyileşirler. Kan dolaşımları ve bağışıklık sistemleri zayıflamıştır.

Ayın ilk yarısında (dolunay halinde) hararetle, rutubetin artmasından dolayı, damarlardaki kan çoğalır. Ayrıca dolaşımdaki kanın hızında artma meydana gelir. “Yapılan araştırmalara göre bu dönemde, ayın 11-21. günlerinde işlenen suçlarda ve cinayetlerde belir­gin artış olduğu tespit edilmiştir. Bu günlerde ayın cazibesi vücuttaki kanın hareketlenmesini ve vücudun dinç olmasını sağladığından kişiyi suç işlemeye müsait hale getirir.” (Acaibü’l-Mahlukat, s. 12-13; Marifetname, Dördüncü Bölüm, s. 98-99)

Hacamatın faydaları

Dr. Muammer Yıldız, hacamatın bir çok faydası bulunduğunu belirterek bunları şöyle sıralıyor:

Kılcal damarlardaki tıkanıklığı açar. Kan ve dokulardaki gaz ve toksinlerin atılmasını sağlar. Uygulanan bölgeye bağlı damarlardaki kan akımını canlandırır, besin oksijen dokulara rahat ulaşımı sağlar. Çünkü hastalıkların yaklaşık yüzde 70’i organlara düzenli kan ulaşamamasından kaynaklanır.

Kaslardaki sertliği ve ödemi çözer. Bağışıklık sistemini kuvvetlendirir, vücuda direnç kazandırır. Dalak/karaciğer ve sinirsel/psikolojik hastalıkların iyileşmesine yardımcı olur.

Kaygı bozuklukluğu (anksiyete), depresyon ve korkulara karşı etkilidir.

Tansiyonu dengeler.

Büyü ve sihire karşı etkilidir.

Ağrılı çıbanlar, kistlerde ve tümörlerde faydalıdır. Yaralanma ve incinmede etkilidir. Vücuttaki enerji ve key (canlılık) yollarındaki akımı düzeltir.

Hareket, konuşma ve hafızanın düzelmesi için beyni canlandırır. Vücuttaki refleks noktalarını uyararak beynin dikkatini hasta organa çekmek ve vücuttaki diğer organların gerekeni yapması için emir vermesini sağlar.

Dr. Muammer Yıldız, hacamatın faydalarının bunlarla sınırlı olmadığını, hacamatın kıyamete kadar sürecek bir tedavi yöntemi olduğunu söyleyen Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bizim için mutlak ölçü olduğunu söylüyor.

Uygulama alanları

Kanser, felç, fibromiyalji, gut, fibrosit (doku romatizması), doğum lekeleri, karpal tünel sendromu, akne, sivilce, osteoporoz, sırt/bel ağrısı, prostat, cinsel fonksiyon bozuklukları, kronik yorgunluk, gerginlik, migren, zona, hıçkırık, kronik astım, bronşit, zatürre, kurdeşen (ürtikerya), müzmin kabızlık, depresyon, akut yüz felci, yüz spazmı, lezyonlar, üst solunum yolu enfeksiyonu, öksürük, kuduz, burun kanaması, deri iltihabı, nezle, damar iltihabı, insomnia (uykusuzluk), hipertansiyon, egzama, epilepsi, obezite, kireçlenme, zehirlenme…

Ekrem Altıntepe / Moral Dünyası Dergisi

Hayatın efendisi olmak…

Necip Fazıl diyor ki,”Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu…

Bugünkü sosyal hayat nefse hizmet ediyor, nefse hizmet etmemizi emrediyor. Reklamlar, ürün satmak için her türlü edepsizliği yapıyor. İnsanların karnı doyuyor, gözü doymuyor. İçkili lokantalar, plajlar, televizyondaki programlar, kılık kıyafet düşkünlüğü… İnsanlar kendini Allah’a beğendirmekten vazgeçmiş, kullara beğendirmeye uğraşıyor, moda yarışına giriyor. Müslümanlar, Peygamber’in (sas) istediği gibi yaşamayıp, Avrupalı gayrimüslimler gibi yaşamaya meyledince modernizm oluyormuş.

Görülüyor ki, modernizm, dev gibi ağzını açmış kurbanlarını arıyor…

Oysa cennet ucuz değil. Cennette hastalık yok, yoksulluk yok, en güzel bahçelerden daha güzel… Bu kadar kıymetli olan yerin ücreti de fazladır.

İnsanların çoğu alışkanlıklarının kölesidir. Bu kölelerden hayır gelmez. Bunların iradesi zayıf olduğu gibi, Allah’a itaatleri de zayıftır. Girilen her bir günah, itaatsizliğin alametidir. Haramda hayır olmadığı gibi, cezası da peşin gelir. Nefis, şeytanın arkadaşıdır. Şeytan, dinin düşmanıdır. Bugün öyle bir toplumda yaşıyoruz ki, insan insanın rahmanı, insan insanın şeytanı olmuş. Allah iyilerle karşılaştırsın.

Bir şahıs şöyle diyor: “Ben Müslüman’ım. Fakat plajların, meyhanelerin, müstehcenliğin olması beni rahatsız etmiyor. Bunlara karşı değilim. Hem de hoşuma gidiyor.”

Adam Müslüman; kadeh tutan eli Müslüman değil. Adam Müslüman; kumar oynayan eli Müslüman değil. Adam Müslüman; harama bakan gözleri Müslüman değil. Adam Müslüman; haram yiyen midesi Müslüman değil. Adam Müslüman; haramı konuşan dili, Müslüman değil. Adam Müslüman; İslam’a uygun olmayan işte çalışıyor, işi Müslüman değil. (Risale-i Nur, 6. Söz’de bu mesele çok güzel anlatılmış.)

Buraya kadar anlattıklarımız, hayatın kölesi olmuş kimselerdir. Hayatın efendisi olmak için evvela tövbe edilecek. Tövbe ettiği haramlara bir daha dönmeyecek. O zaman hayatın efendisi olur. Hayatın efendisi olmak hem kolaydır hem zevklidir.

Mesela gazetelerde, radyolarda haberler çıkıyor: Yangında bir anne iki çocuğuyla yanarak öldü! Otobüs devrildi, iki tane ölü var! Uçağı kaçırdılar! Üç günlük evli kadın evden kaçtı! Ekmek bulamayan fakirler, sokaklarda yaşayan çocuklar, tiner kullananlar, vurulanlar, yaralananlar, ölenler… Böyle haberler okuyunca insan; “Büyük bir vahşet içinde yaşıyorum, bu korkunç âlemde ben ne yapacağım?” dediği anda, hemen derslerden aldığımız terbiye ile; “Mülkü sahibine teslim et. O dilediği gibi yapar, hak yerini bulur. Vücut denen bu gemide sen bir yolcusun. Allah’a inan, İslamiyet’i yaşa, dünyanı cennet et. Bu dünya başıboş değil. Her şeyi yaratan her şeyi bilir. Benim kendi vazifeme bakarım. ” der ve rahat ederiz.

Böylece hayatın efendisi oluruz…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Sadeleştirme ile ilgili lahika mektubu

SADELEŞTİRME İLE İLGİLİ LAHİKA MEKTUP

Aziz, Sıddık Kardeşlerimiz,

  Evvela, çok mübarek ve çok sevaplı ibadet ayları olan şuhur-u selâsenizi ve eyyam-u mübarekelerinizi bütün ruhu canımızla tebrik ediyoruz.
Saniyen, Risale-i Nur bütün dünyada tahayyüllerin fevkinde intişar ediyor; ihtiyacını hissedenler, hakikate susayanlar, ciddi talep eden yediden yetmişe herkes, istidadı, iştiyakı, azm ve gayreti, saffet ve samimiyeti nisbetinde bu ders-i imaniyeden istifade ediyor, hisse alıyorlar. Üstadımız “Risale-i Nur benim bedelime sizlerle görüşür, derse müştak yeni kardeşlerimize güzelce ders verir. Nurlarla ya okumak veya okutmak veya yazmak suretindeki meşguliyet; tecrübelerle kalbe ferah, ruha rahat, rızka bereket, vücûda sıhhat veriyor.” buyurmaktadır.
Salisen, malum olduğu üzere en son meşverette tezekkür edilen “sadeleştirme” hakkındaki kardeşlerimizin umumi görüş ve düşünceleri, tahkik ve değerlendirmeleri hulasa bir biçimde meşveret metninde beyan edilmiştir.
Sadeleştirme hakkındaki görüş ve düşüncelerimizi birkaç nokta başlığı altında  hülasa ile nazarlarınıza takdim ediyoruz:
BİRİNCİ NOKTA: Hakkın hatırı, müellifin hukuku ve sanat ahlakı sadeleştirmeye müsaade etmez. Nasıl ki,  bir mimarın çizdiği projeler onun izni ve kabulü olmadan değiştirilmezse; Hz Üstad’ın telifatı olan Risale-i Nur Külliyatı da O’nun izin ve müsaadesi olmadan tağyir ve tebdil edilemez. Çünkü Üstadımız buna müsaade etmemiştir. Bu hususta Lahikalarda pek çok beyan olduğu gibi, saff-ı evvel ağabeylerimizin naklettikleri hatıralar da buna şahittir.
İşte onlardan birkaç numuneyi dikkatlerinize sunuyoruz:
“Kur’anın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslub libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez; belki onların vücududur ki, öyle ister. Ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.”(Mektubat,  383)

            “İşte en uzak hakikatları en yakın bir tarzda, en ami bir adama ders verecek derecede; benim gibi Türkçe’si az, sözleri muğlak, çoğu anlaşılmaz ve zahir hakikatları dahi müşkilleştiriyor diye eskidenberi iştihar bulmuş ve eski eserleri o su-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinden, bu harika teshilat ve suhulet-i beyan; elbette bila şüphe bir eser-i inayettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’an-ı Kerim’in i’caz-i manevisinin bir cilvesidir ve temsilatı Kur’an’iyenin bir temessülüdür ve in’ikasıdır.” (Mektubat 270)

            “Resailinnur’un mesaili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdi bir ihtiyar ile değil; ekseriyeti mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.” (Kastamonu L. 211)

            “…ifadelerim başkasına benzemiyor. Bir harfin ve bazen bir noktanın yanlışı ile bir mes’ele değişir, mana bozulur.” (Şualar 486)

“Büyük mektublar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lazım geldi. Hâlbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne halde ise, öyle kalması lazım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me’zun değiliz.”(Mektubat, 488)

 “Aziz kardeşim, yazılan galib Sözler ve mektuplar; ihtiyarsız, def’i ve anî bir surette kalbe geliyordu. Eğer ihtiyar ile Eski Said gibi kuvve-i ilmiye ile düşünüp cevap versem; sönük düşer, noksan olur.”( Mektubat,279)
            “Altıncı Deva : (Haşiye) Fıtri bir surette bu Lem’a tahattur ettiğinden, altıncı mertebeden, iki deva yazılmış. Fıtriliğine ilişmemek için öylece bıraktık, belki bir sır vardır diye değiştirmedik.” (Lem’alar 208)

“Bu ehemmiyetli Risale’nin, herkes her bir meselesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil, belki elleri uzun olanların hisseleri de var.” (Şualar 98)

            “Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalp, hem ruh, hem nefis, hem his hisselerini alabilir. Yoksa, yalnız akıl cüz’i bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale’i Nur sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkiki ilimleri başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır.” (Emirdağ L. 65)

“Bu notalar ve Arabî risaleler, Yeni Said’in en evvel hakikat ilminden bir derece şuhûd sûretinde gördüğü için tağyir edilmeden mealleri yazıldı. Ve bir kısmı gayet mücmel olmakla beraber izah edilmiyor. Ta letafet-i asliyesini kaybetmesin.”(Mesnevi, 144)

            “Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. Öyle de; suretperestlik ve üslüpperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hatta bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için çok edip edebde, edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.” (Muhakemat 88)

            “Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur’an’iyeyi, hatta en muannide karşı dahi, parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiyye ve bir inayet-i ilahiyedir. Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur’an’iye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dahi telakki edilen İbn’i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz” demiş. Onuncu Söz Risalesi, O Zat’ın dehasi ile yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.” (Mektubat 372)

            “Bu söz şimdiye kadar binler adamı hab-ı gafletten kurtardığı gibi, çoklarını da imana getirmiş. Gayet kıymettar ve yüksek olmakla beraber, temsiller ile fehmi kolaylaşmış, herkes O’nun dilini anlıyor.” (Sözler 725)

 “Namazda ve ezandaki gibi elfaz-ı mübarekeler, mana-yı örfilerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise, değiştirilmez. Amma nazariyat-ı diniyenin mahfazaları olan elfazlar ise, değiştirmeye lüzum kalmaz. Çünkü nasihat ile ve sair tedris ve talim ve va’z ile o ihtiyaç müntefi’ olur.” (Mektubat: 342)
Üstadımız, nazariyat-ı diniyenin mahfazları olan elfazların değiştirilmesinde bir zaruret olmadığını beyan buyurmaktadır. Belki bu noktada yapılması gereken şey, o elfazları vaz-u nasihatlerle açmak;  mütalaa ve müzakere ciddiyeti içinde tefekkürle talim etmektir.
1948-1949’da Afyon hapsinde Ahmed Feyzi Ağabey’in Hz. Üstad’dan gençler için risalelerin biraz sadeleştirilmesine dair yazdığı mektubuna Üstadımız şöyle cevap vermiştir:
“Saniyen, Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarında haşiyecikler yazılsa daha münasiptir. Çünkü metnin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lazım gelir. Hem su-i istimale kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik, müdakkik olmaz, yanlış mana verir, bir kelime ilave eder, ehemmiyetli bir hakikatı kaybetmeye sebep olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilaveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var..” (Emirdağ lahikası, Elyazma 661)

İKİNCİ NOKTA: Risale-i Nur, Kur’an-ı Azimüşşan’ın hakikatlerinden telemmü etmiş, en yüksek bir ders-i imaniye, envar ve esrar-ı Kur’aniyye’dir. Üstad, “bunun(Risale-i Nur’un) ilham-ı İlahi olduğuna bütün imanımla kaniim.(Şualar, 498) buyurmaktadır.
Sadeleştirme, Risale-i Nur’daki bu kudsî mazhariyetleri kırar, hakaik-i imaniyenin feyzini uçurur; elfazın letafetine ilişir,  hüsün ve cemalini zayi eder; sarih mananın maverasındaki işarî, remzî, telmihi mana tabakalarına perde çeker. Risale-i Nur’un, hüsn-ü hakikisini incitir, derin manalarını basitleştirir ve bayağılaştırır.
Risale-i Nur, “üslub-u âliye” üzerine müessestir. Sadeleştirme, “üslub-u âliye”yi tebdil ve tahfif hükmüne geçer. O mevzun, muntazam, üslub libasları bozulunca kalb, ruh, sır ve diğer latifeler hissesiz kalır; akıl da tam itminana ulaşamaz. Çünkü sadeleştirme, kelamın camiiyetine, lisanın selasetine, nazmın cezaletine, mananın belagatine büyük zarar verir; o ruhu öldürür ve o letafeti söndürür.
Üstadımızın fevkalade önem atfettiği; makbuliyet-i İlahiye bir alamet saydığı tevafukat ve cifir gibi ince hikmetler ve latif sırlar sadeleştirme ile tamamen ortadan kalkar.
 ÜÇÜNCÜ NOKTA: Risale-i Nur, talebelerine kazandırdığı uhrevi kazanç ve kemalata bedel olarak, onlardan “tam ve halis bir sadakat” ve “daimi ve sarsılmaz bir sebat” istemektedir. (Kastamonu, 101)
Sadakatin bir cüzü de, Risale-i Nur Nüshalarını aslı şekliyle muhafaza etmek; risaleleri tağyir ve tebdil etmemektir.
Rahmetli Tahirî Ağabey’in Üstad’dan naklettiği şu ifadeler, sadık ve sebatkâr şakirtler için fevkalade önem taşımaktadır:
“Benimle gelen perişan olmaz. Benimle gelen arkadaş, ruz-u mahşerde perişan olsa; o benim sırtımın yükü olsun. Yeter ki, bu davaya olan ahdini ve sadakatini bozmasın.”
Bizim görevimiz, Risale-i Nur’u asli haliyle tâ kıyamete kadar muhafaza etmektir. Bu muhafaza o ahdin lazımlarından birisidir.

DÖRDÜNCÜ NOKTA: Risale-i Nur, tekrarat-ı Kur’aniyye’nin bir lemaatına mazhar olduğu için tekrar tekrar okunması usanç vermez. Üstad Hazretleri bütün hayatı boyunca kendi telif ettiği eserleri müteaddit defa okumuş, talebelerine de okutmuştur. Hâlbuki sadeleştirilmiş bir eser, latif ve hassas ruhlara ağır gelir; belki ancak bir kere okunabilir. İkinci, üçüncü, dördüncü kere okunmaz. Çünkü sadeleştirme, sanat zevkini incitir, ciddi okuma iştiyakını köreltir. İnce sezişler, latif manalar sadeleştirme rötuşu içinde gözden kaybolur. Letafet ve zarafetle biçilmiş ve giydirilmiş olan o deri hükmündeki nazenin libaslar soyulup atılır. Ne selaset kalır, ne letafet! Metin, kırk yamalı bohça şekline girer.  Tenasüp gider, zarafet kaybolur. Kelam estetik değerini, fikrî ağırlığını,  teravettar özelliğini kaybeder, mesaj gücünü yitirir.

BEŞİNCİ NOKTA: Dil, bir milletin hafızasıdır. Belki, o milletin tâ kendisidir. Dili sadeleştirmek, milletin hafızasını silmek, tarihi arşivleri yok etmek, kütüphaneleri yıkmak, manevî göstergeleri, hassas değerleri silip süpürmek anlamına gelir. Çünkü dinimize, ahlak ve kültürümüze, örf ve adetlerimize medar bütün güzelliklerimiz dil ile yaşar, dil ile yaşatılır, dil ile muhafaza edilir. Dil, maziden istikbale uzanan bütün değerlerimizin intikal köprüsüdür. Sadeleştirme bu köprüyü uçurur. Mazi ile ilgili bağları kopartır.

ALTINCI NOKTA: Ehl-i ihtisasın beyanına göre “dil, düşüncenin evidir.” Fikir inşasının tuğlası, kerpici, ana malzemesi kelimelerdir. “Anlaşılmıyor.” gerekçesiyle birçok kelime ve ıstılahlar devre dışı bırakıldığı zaman tefekkür sahası daralır; dimağ harmanı küçülür. Kıyılmış, doğranmış kelimelerle ciddi tefekkür olmaz; tefekkür derinliğine asla ulaşılamaz. Hâlbuki Risale-i Nur mesleğinin temel esaslarından birisi de tefekkürdür.
Düşünceye hizmet etmeyen bir dil, kısırlaşır. Kısırlaşan dil, cemiyette fikir ve düşünce üretemez, ideal yükleyemez, yüksek fikirleri,  ulvi hisleri terennüm edemez. Dal ve budakları budanmış, kanatları kırılmış, yozlaştırılmış bir dil ile ciddi metinler de kaleme alınamaz, şaheserler üretilemez. Mevcut ciddi eserler de okunamaz, derin ibarelere girilemez, ilmî, felsefi, edebî, fikrî eserlere ulaşılamaz.
Evet, dil sadeleştirilirse, düşünce sığlaşır. Sadeleştirme işi, edebi, fikrî, ilmi, ahlakî ve dinî metinlerde sürdürülürse, netice noktasında cemiyet hayatında “düşünme derinliği” kaybolur. Bir müddet sonra düşünmeyen, murakabe ve muhasebe yapamayan, derinliklere inemeyen, fikirde kifayetsiz, izanda nakıs, intikalde gabi  bir gençlik karşımıza çıkar.

YEDİNCİ NOKTA: Maddi bir unvan ve şöhret adına birkaç lisan öğrenen; dünyevi bir istikbal için kendi sahasındaki yüzlerce tabirleri ve yabancı kelimeleri ezberleyen bir insanın; sırf nefsin tembelliğinden ve ruhun lakaytlığından gelen bir hisle, Kur’anî tabir ve ıstılahları öğrenmemesi nasıl mazur görülebilir!?..
Bilmek gerekir ki, lakayt ve laubali ruhları hakikat dünyasına celb ve cezb etmenin yolu, iman ilminde derinleşmek, tebliğ sorumluluğunu canlı tutmaktır. Bu da, temsil ruhunu yaşatmak, tebliğ ciddiyetine bürünmek, hakikat-ı imaniyeye tam ayna olmak; tefekkür disiplini içinde mütalaa, müzakere ile tahkik mesleğine kuvvetle gerçekleştirilebilir.
Sadeleştirme, bu manalara kuvvet veremediği gibi, bilakis, insanları mehazın kutsiyetinden uzaklaştırır;  cılız, kuru, sönük ve silik bir mecraya sürükler. Halbuki Üstadımız : “me’hazın kudsiyeti, çok bürhanlar kuvvetinde tesirat gösteriyor; onun ile, ahkâmı umuma kabul ettiriyor.” (Mektubat: 342) buyurmaktadır.
SEKİZİNCİ NOKTA: Dil, cemiyetin harcıdır. Kelimeleri yerlerinden oynatmak, sökmek ve çıkartmak adeta sağlam bir binanın statiğini bozmak, mukavemetini sarsmak, binayı yerinden oynatmak anlamını taşır. Bu gibi uzun yaşamazlar.
Risale-i Nur’un bir görevi de dili muhafaza etmek; İslami ıstılah ve kelimeleri günlük hayatın içinde canlı tutmak ve yaşatmaktır. Sadeleştirme bu noktaya da zarar verir, dilde yaşanan erozyonu hızlandırır.

  DOKUZUNCU NOKTA: İlimde derinleşmenin ilk adımı, o ilmin ıstılahlarına vukufiyettir.  İlmî tabirler ve ıstılahlar sadeleştirilemez. Onları oldukları gibi öğrenmek gerekir. Doktorların yazdığı reçeteler, dünyanın her yerinde geçerlidir. Çünkü o kelimeler tıp dünyasının müşterek lisanıdır. Tıp atlası da, bilgisayardaki teknik tabirler de öyledir.
Yıllardır hafızaya kaydolmuş, dimağa resmedilmiş, kalbe nakşedilmiş marifet-i Kur’aniyeye medar tabir, kelimat ve ıstılahların muhafazası lazım ve elzemdir. Onları muhafaza bizim görevimizdir. Bu görev ve sorumluluğun,  hassasiyet ve duyarlılıkla yerine getirilmesi gerekir.

ONUNUCU NOKTA: Sadeleştirme ile ilgili çalışmalarda, genellikle, bir taviz, ikinci bir tavizi doğurur. O da üçüncü, dördüncüyü.. Belki her 10-15 sene sonra sadeleştirme tekrar gündeme gelir. O sadeleştirilenler de, tekrar sadeleştirildiğinde; 50-60 sene sonra, belki asıl metin buhar olur uçar; estetik özelliklerini, kelamî güzelliklerini, mana tabakalarını, lisan inceliklerini ve derin sırlarını kaybeder. Özellikle, kudsî kelimat ile inşa edilmiş metinlerde bu tahrib daha ziyade olur; o metinlerin manevi ağırlıkları, derinlikleri, letafet ve zarafetleri silinip gider.

ONBİRİNCİ NOKTA: Şimdi olduğu gibi, çok yakın bir gelecekte Risale-i Nur, dünya düşünce tarihini etkileyecek en önemli eserlerin başında yer alacak; İnşaallah, fikir ve ilim dünyasının en çok konuşulan, tezekkür edilen ve hakkında en çok yazılar yazılan, araştırmalar yapılan, kitaplar neşredilen bir şaheseri olarak, biiznillah, asra damgasını vuracaktır. Belki, binlerce bilim adamları, araştırmacılar, psikologlar, sosyologlar, siyaset bilimcileri, sanat adamları, tefekkür insanları, risaleleri didik didik inceleyecek, herkes kendi ilim mahfilinden bakacak, farklı açılardan yorumlar yapılacak, şerh ve izahlara girişilecektir. Yapılacak bütün bu çalışmalar Risale-i Nur’un kadr ve kıymetini, baha ve değerini daha ziyade gözler önüne serecektir; bu araştırmaların gerçekleştirilmesi için, orijinal metnin, asıl nüshaların olduğu gibi muhafazası gerekir. Çünkü sadeleştirmiş metinler üzerinden yapılacak yorum ve değerlendirmeler, yanlışlara kapı açabilir, bir kısım hakikatlerin zayi olmasına sebep olabilir.
ELHASIL, Sadeleştirme, hikmet diline, hakikat lisanına, metnin orijinalliğine, lisanîn selasetine, kelamın camiiyetine,  beyanın belagatine, hüsün ve letafetine, mana tabakatının enginliğine, tefekkür ciddiyetine, tahkik mesleğine, tetebbuat zevkine ilişir. Hakikat ilminin hudutsuz sahrasını daraltır. Zihni sığlaştırır. Elfazın derisini soyar, hayattar mana tabakalarının taravetini izale eder.

            ONİKİNCİ NOKTA: Kardeşlerimizin malumu olduğu üzere, Risale-i Nur’un mesleği “kavl-i leyyin”dir. Bu mesele münasebetiyle, hiddet ve şiddete, adavet ve çatışmaya kapılar açacak bir biçimde ahvallere bürünmek; gayz ve gadabla infial göstermek, ifratkarane tavırlar takınmak, hiddet sergilemek, mesleğimizin ruhuna muhaliftir. İhlas ve uhuvvete zıddır. İhlaslı istikamet ve uhuvvetkarane muhabbet mesleğimizde esastır.  “Dostlara mürevvetkare, düşmanlara sulhkarane davranmak” Nur’un bir düsturudur.
Evet, Üstadımız, “Tuluat Risalesi”nde, ihtilafı tadil edecek çarenin reçetesini yazmış, gözlerimizin önüne sermiştir. O reçete şudur:
“Evvela, müttefekun aleyh olan makasıd-ı âliyeye nazar etmektir. Çünkü, Allahımız bir.. Peygamberimiz bir..  Kur’anımız bir.. zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telakki veya tarik-i tefehhümdeki tefavüt” bu ittihad ve vahdeti sarsamaz, râcih de gelemez. “Elhubbu fillah” düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekatımızda hâkim olsa, – ki zaman dahi pek çok yardım ediyor-o ihtilafat sahih bir mecraya sevk edilebilir.”
Hem, Üstadımız: “ Evvela umur-u uhreviyede hased ve müzahamet ve münakaşa olmadığından; bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.” buyurmaktadır.
“Saniyen: muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
Birinci şart: hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.
İkinci şart: muhabbet üzerine hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeğe çalışmamak. Birinde hata bulunsa,  müfti-i ümmet cemiyet-i ulemaya havale etmektir.” (Asar-ı Bediyye, Envar neşriyat.s. 516)
Evet, biz de, bu meseleyi müdakkik kardeşlerimizin hakimane tetkiklerine ve şefkatkarane tedbirlerine havale ediyoruz.
“Bizler muhabbet fedaileriyiz. Husumete vaktimiz yoktur.”diyen muazzez Üstadımızın açtığı cadde-i Kübra-yı Kur’aniye’de, ihlâs ve uhuvvet, muhabbet ve istikametle yürümek zorundayız.
Dua ve münacatımız o dur ki, Rabb-i Rahim bizleri azami ihlâs, azami sadakat, hakikat-ı uhuvvet ve muhabbetle, istikamet dairesinde istihdam ettirsin. Rızası dairesinde çalıştırsın.

HZ. Peygamber’den Bediüzzaman’a yansımalar

Değerli okuyucularımızın da bildiği gibi “Kutlu Doğum Haftası” hafta olmaktan çıktı. Nerdeyse Nisan ayının tamamına yayıldı. Kâinat kitabının ve Kur’an’ın konusu olan bir Zât’ı anlamak ve anlatmak elbette bir haftaya sığmaz. Elbette bir hafta ile bu millet doymaz. Hattâ bu mesele için bir ay ve aylar da yetmez. Teklifim şudur: Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz, yıl boyu, hatta ömür boyu anlatılmaya ve anlaşılmaya çalışılmalıdır. Ona harcanan zaman boşa gitmez, israf olmaz. Tam tersi, onun için harcanmayan zaman, mekân, insan, akıl, izan, vicdan israf olur, azaba inkılab eder. Onun olduğu zaman ve mekânda ise azap olmaz, gazap olmaz. Onu ve onun sevgisini sinesinde ve ülkesinde taşıyana Allah azap etmez. Allah buyuruyor: “Sen onların içinde iken Allah onlara azap etmeyecektir.”

Hz. Peygamber’i anlatmak yetmez. Onu uygulamak da gerekir. Onu anlayan ve anlatan her Müslüman onun bir misali ve timsali olarak yeryüzünde dolaşmalıdır. Affetmeli, kin tutmamalı, küs durmamalı, sıla-i rahim yapmalı, emin olmalı, eman vermeli, yardımsever olmalı, sevmeli, saymalı, şefkatli, merhametli, adaletli ve hakperest olmalı. Kusura bakmamalı, iyilikleri unutmamalı. Sabır kahramanı ve muhabbet fedaisi olmalı. Kardeşlik prensiplerini hayata geçirmeli, Kur’an’ı, özellikle Hucurat suresini, Üstad Bediüzzaman’ın Uhuvvet ve İhles risalelerini uygulamalı bir şekilde okumalı.

Nisan ayının başlarından sonuna kadar, kimi yerde gece, kimi yerde de gündüz olmak üzere yurt içi ve yurt dışında konferanslar verdik. Bir kısım yerlere de program çakışmalarından dolayı olumlu cevap veremedik, gidemedik.

Ne biz Habibullah’ı (s.a.v) anlatmaktan doyduk. Ne de dinleyenler dinlemekten doydu. Bir çok yerde konferansı sonlandırdıktan sonra:“Hocam iki saat daha devam etseydiniz, usanmadan dinlerdik.” dediler. Biz onu anmaktan, anlatmaktan, ona salat ve selam okumaktan doyamayız, doymayacağız.

Ona ağaçlar, kurtlar, kuşlar, dağlar taşlar, örümcekler-güvercinler, develer, kuru kütükler, yerler-gökler ve bütün bir kâinat doymamışken biz nasıl doyarız?

Biz Sevgili Peygamberimizi anlama ve anlatma sevincini yaşarken bu sevincimize bir sevinç daha eklendi Nisan ayında. “HZ. PEYGAMBER’DEN BEDİÜZZAMAN’A YANSIMALAR” adında bir kitabımız çıktı.

Bunu haber alan Şanlı Urfa’lılar, benden bu başlık üzerinden bir konferans istediler. Hayat yayınlarından da, kitabı istemişler. Nisan’ın 21’inde Urfa’ya indiğim gün, beni havaalanından almaya gelen Haliliye vakfı başkanı sevgili kardeşim, dostum Abdulkadır Aydın bey, kitapları da kargodan aldı.

Konferansın duyurularını güzel yapmışlardı. Şehrin en iyi yerlerindeki bilbordlarda ilanlarını gösterdi. Akşam 20’de karşımda muhteşem ve mümtaz bir dinleyici kitlesini buldum. Cenab-ı Hakk’ın lütfu inayetiyle son derece başarılı geçen konferanstan sonra kitabı imzalamaya geçtik. Kitap adeta kapışıldı. Bir çok insan kitabı alamadan hayıflanarak geri döndüler.

Bu gün ben yazımda yansımalardan sadece bir iki misal vermekle yetineceğim:

1-TEBLİĞDE ÖNCELİKLE NEFSİNİ MUHATAP OLARAK SEÇMESİ:

Hz.Peygamber (s.a.v), Yüce Allah’ın “Ve enzir aşîreteke’l-akrebîn= Önce en yakın akrabalarını uyar”  ayet-i celîlesi gereğince tebliğe, en yakından ve en yakın akrabasından başlamıştır. Bir insanın kendisine en yakını yine kendisidir. Hz. Peygamber, peygamber olmasına rağmen göz açıp yumuncaya kadar bile olsa nefsinin hevasına yakalanmaması ve ona yenik düşmemesi için Allah’dan (c.c) yardım istemiştir.  Kur’an için ilk uygulama alanı olarak kendini görmüş ve kendinde uygulamış, daha sonra akrabalarından başlayarak dalga dalga daireyi büyütmüştür.

Aynı metodun Bediüzzaman tarafından uygulandığını görüyoruz.  Bediüzzaman, Kur’an’ın emrine imtisalen ve Hz. Peygamber’in sünnetine ittibaen tebliğe önce, en küçük daireden yani nefsinden başlamıştır. Çünkü o, en büyük, en önemli ve sürekli görevin en küçük dairede bulunduğunu söylüyordu.   Kur’an’ın: “(Ey bilginler!) Sizler Kitab’ı (Tevrat’ı) okuyup gerçekleri bildiğiniz halde insanlara iyiliği emrediyor da kendinizi unutuyor musunuz?”  “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz Allah’ın gazabını artırır.”  gibi ayetlerin adetâ kendisine hitap ettiğini telakki ediyordu. Dolayısıyla o da,  eserlerinde ilk muhatap olarak nefsini seçti. “Sözler” kitabındaki“Birinci söz”ün başında şu ifadeleri görüyoruz “Ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum. Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim, kim isterse beraber dinlesin.” 

Enaniyetin ön plana çıkarıldığı, birçoklarının kendisini unutup, başkalarını ıslaha soyunduğu devrimizde Bediüzzaman’ın, nefsini muhatap seçmesi, ıslah operasyonlarına nefsinden başlaması onu mümtaz bir hale getirmiş, insanların sevgi ve saygısına layık eylemiştir. Bu gün, milyonlar büyük bir beğeni ile onu izliyor, onu okuyor. Çünkü o, “ Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez.”   düsturunu, vazgeçilmez prensipler arasına almış, oklarına hedef olarak nefsini seçmiştir. “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum!”  diyerek nefsini kabartacak bütün unsurlardan uzak durmuş, böyle olduğu için de beğenilmiş ve benimsenmiştir.

2-TEBLİĞDE DÜNYA MENFAATLERİNE TENEZZÜL ETMEMESİ

Hz. Peygamber tebliğ hayatında menfaatlerden de, eziyetlerden de asla sarsılmadı. Hiçbir zalime, hiçbir menfaate boyun eğmedi. Hakk’ın hatırını her şeyin üstünde tuttu. Hatta: “-İstiyorsan Mekke’nin en güzel kadınlarını sana getirelim, istediğin kadar mal verelim, seni başımıza reis yapalım, yeter ki sen bu davadan vazgeç, keyfimizi bozma, putlarımıza karışma.”diyenlere:

“-Hayır! Vallahi değil bu saydıklarınızı, güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseniz, yine ben bu davadan vazgeçmeyeceğim; ya Yüce Allah, onu bütün dünyaya yayar, vazifem biter, ya da bu yolda ölür giderim.”

Hz. Peygamber’in (s.a.v) çağımızdaki takipçilerinden olan Bediüzzaman ise bir sus payı olarak kendisine sunulan Muş milletvekilliği ve en yüksek maaşla şark vilayetleri umum vaizliği teklifini reddetmiştir. Allah rızası için yaptığı hizmetine karşılık kimseden bir şey beklememiş, ihlasına zarar gelir endişesiyle menfaatlere kapısını kapatmış, kısaca ömür boyu istiğna prensibiyle yaşamıştır. Kaleme aldığı emsalsiz eserleriyle vatan evlatlarının imanını kurtarmaya yönelmiş, takiplere, tarassutlara, sürgünlere, hapislere, zindanlara, zehirlere ve dayanılmaz işkencelere maruz kalmıştır.

Resulullah Efendimizin kararlılığına benzer bir kararlılık içinde “Hakk’ın hatırı yücedir, hiçbir şeye feda olunmaz.”  , “Saçlarım sayısınca başlarım olsa, her gün biri kesilse, ben bu iman hizmetinden vazgeçmem. Dünyayı başıma ateş yapsanız, Kur’an hakikatlerine feda olan bu başı, zındıkaya eğmem!.  demiştir.

(Devamını ve daha bir çok duyulmamış ilginç tesbitleri Hayat Yayınlarından çıkan “Hz. Peygamber’den Bediüzzaman’a Yansımalar” adlı kitaba havale ediyorum. Öyle anlaşılıyor ki bu kitap üzerinden de daha birçok yerde, konferanslar vereceğiz. Cenab-ı Hak bütün fiil ve eylemlerimizi rızasını kazanmaya vesile eylesin. Âmîn)

Dr.Vehbi KARAKAŞ-Göbeklitepehaber.com

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version