Kadınlar ve erkekler birbirleri​nin dostlarıdı​r

8 Mart Dünya Kadınlar Günü“nün yaklaşması sebebi ile günlerdir medyada kadın hakları konuşuluyor. Bize daha fazla haklar verilecekmiş. Ben hak falan istemiyorum, onların olsun. Bana gerekli hakları Rabbim vermiş, daha fazlasında gözüm yok.

Yıllardır kadınlara, kadın hakları verip, kadın olmayı unutturdular. Kadınlığın bütün edasını, sedasını, nezaketini kaybettirdiler. “Eşit olacaksınız, güçlü olacaksınız” diye kadınları erkeklerle acımasız bir yarışa sürüklediler. Biz zaten güçlüyüz. Bize gerekli gücü Rabbim vermiş.

Kadının gücü; insanlığı doğurup yetiştirmesindedir. Ve bu yüce görev için  bütün meziyetlere sahip olarak yaratılmıştır. İnsanları yetiştirmekten daha büyük bir güç olabilir mi? Fakat annelik ve ev hanımlığı aşağılanarak, kadınların bu kutsî vazifesine burun bükülüyor ve kadına zoraki güçler atfedilerek, kadın erkekleştirilmeye çalışılıyor.

Kadının gücü; iletişim yeteneğindedir. Kadınlar doğuştan halkla ilişkiler uzmanı olarak yaratılmışlardır.

Kadın iletişim yeteneği sayesinde hem aileyi hem toplumu çok güzel yönlendirebilir.

Kadının gücü; şefkat ve teslimiyetindedir. “Kadın güçlenmeli…” sözlerinin altında bir kışkırtıcılık var: “Siz kadınlar aciz, zavallı varlıklarsınız, güçlenmelisiniz.” mesajı da gayet net okunuyor. Sizi güçsüz bırakan kim? Tabii ki erkekler…

Şişirilmiş güçler elde etmek için erkeklerle yarışa girmek istemiyorum, ben. Onlar benim rakibim değil ki dostum. Rabbim: “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velîleri (dostları ve yardımcıları) dır.” buyuruyor. (Tevbe sûresi 71.âyet-i kerîme)

Biz mümin kadınlar ve erkekler; birbirimizin yardımcısı, tamamlayıcısı, dostu, yeryüzünde birbirine hakkı ve sabrı tavsiye eden Allah’ın halifeleriyiz. Allah’ın adı ile birbirimize helal olur, eş olur, sevgili oluruz. Onun dışında bütün mümin erkeklerle kardeş olur, dost oluruz.

Fakat bizi birbirimize düşman etmeye çalışıyorlar. Bu tuzaklara düşmeyelim. Bazılarına göre; erkekler kötü olmuşlar, erkekler zalim olmuşlar, erkekler cani olmuşlar. Elbette cani, zalim, kötü erkekler var; zalim, cani, kötü kadınlar olduğu gibi.

Sepetten her zaman çürük yumurtalar çıkar. Fakat bir kaç çürük yumurta çıktı diye, bütün yumurtalara çürük demek, kötü niyetli olmaktan başka bir şey değildir. Az olana bakıp çoğunluğu cezalandırmak en büyük adaletsizliktir.

Ayrıca kadına şiddet söylendiği gibi çok artmış değil. Yıllara göre karşılaştırma yapıldığında erkeklerinkiyle paralel bir seyir izlediği ortaya çıkıyor. Genel suç oranındaki sapmaya bağlı olarak ortaya çıkan olağan bir durum var.

Fakat bazılarına şiddet rakamları az geliyor olmalı ki sayıları abartıyorlar, bizi sahte rakamlarla kandırıyorlar.

Herkesin dilinde “her gün beş kadın öldürülüyor” sözü var. “Kadın cinayeti 3, 5, 7…oldu” diye söylenen medyadaki rakamlar, erkekleri sindirmek için yapılan psikolojik harekatın ta kendisidir. Bu konuda günlük istatistik tutan bir kurum yok.

Nitekim aynı gün içinde ölenler kadın da olabilir erkek de. Bir gün 5 olan rakam diğer gün 1 olabilir. Erkek oranı fazla olsa erkek cinayetini 5 ya da 10 diye sunmayacakları gibi kadın cinayetlerini rakamla sunmak kadar saçma bir bakış olamaz. Suçun cinsiyeti olmaz. Elde iki ihtimal var; ya kadın ya erkek.

Feminist kadın dernekleri sürekli olarak kadın cinayetlerini gündemde tutmaya çalışıyorlar. Feminist örgütler, kadın cinayetlerinin “cinsiyete dayalı” olarak gerçekleştiğini iddia ediyorlar.

Yani kadınlar, erkeğin uyuşturucu ve alkol alması ya da geçimsizlik ve psikolojik sorunlar gibi nedenlerle değil, cinsiyetinden dolayı “yalnızca kadın olduğu için” öldürülüyorlar. Böyle de sapkın bir bakış açıları mevcut.

Kimse “vayy sen kadınsın, seni öldüreceğim” demiyor bu ülkede, yok böyle bir şey.

Kadın sığınma evlerinde kalan kadınların evden ayrılma sebepleri; alkol, uyuşturucu, ekonomik ya da psikolojik sorunlar yüzünden gelişen şiddette maruz kalmak.

Türkiye’de ki kadın nüfusu 35 milyondan fazla. Kadın derneklerinin iddialarına göre kadınlara “kadın olduğu için” şiddet uygulanıyor ya da öldürülüyor olsa, her gün onlarca kadının kıtır kıtır kesiliyor olması lâzım. Oysa bizim erkeklerimiz de kadın düşmanlığı yoktur; kadına her zaman kıymet vermişlerdir. Şiddetin artmış gibi görünmesinin nedeni şiddetin artması değil, medyanın abartması ve medyadaki kadın yazarların artması ile birlikte kadın köşecilerin belli maksatlarla konuyu sürekli gündemde tutmalarındandır.

Şiddet bir sonuçtur, sebepleri ortadan kaldırılmadan, ceza vererek sonucu ortadan kaldıramazsınız. Şiddetin sebepleri nelerdir? Alkol, uyuşturucu, eğitimsizlik, psikolojik sorunlar, cinsel sorunlar, evlilik dışı ilişkiler, ekonomik nedenler, maneviyat eksikliği…

Kadınlar şiddet görüyor.” diye feryat edenler eğer sözlerinde samimi iseler; aynı hassasiyeti, suça sebep olan nedenlerin ortadan kaldırılmasında da göstermeleri gerekmez mi? Ki samimi oldukları anlaşılsın.

Feminist kadın derneklerin içinden bir tanesinin; alkol kullanımının azaltılması, kontrol altına alınması ya da maneviyat eksikliğinin giderilmesi gibi konularda en ufak bir talebi olduğunu görmedik. Onların tek istediği; erkekler evlerinden uzaklaştırılsın, kollarına kelepçe takılsın, hapse düşsünler, barışmak için eşlerine ve çocuklarına yaklaşamasınlar, ağır maddi cezalar ödesinler, feminist psikologların karşısında kendilerini dünyanın en aşağılık varlığı gibi hissetsinler…Daha da kinlenip dönüp eşlerini öldürsünler umurlarında bile değil. Yeter ki aileler dağılsın.

Kadın dernekleri; mecliste onay bekleyen “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı şiddetin Önlenmesi” kanunun ismindeki “Aile “kelimesine çok itiraz ettiler. “Devlet yine aileyi korudu, kadını değil” diye pankart açtılar. Maksatları kadını ailenin içinden çekip alıp, özgürleştirmek. Daha doğrusu serseri mayın gibi kadınları etrafa dağıtmak.

Bunu yapmak için de hükümetten yardım bekliyorlar. Mecliste onay bekleyen kanun tasarısı, zaten erkekler lehine yeterince ağır cezalar getiriyorken, onlar daha fazlasını istiyorlar. Son dakika yeni kazanımlar elde etmedilerse taslağın son halinden mutlu görünmüyorlardı. Milletvekillerimizin, kanunları aileyi korumak üzerine çıkarmalarını ve cezaları artırmalarını değil, sorunları ortadan kaldırmalarını bekliyoruz.

Avrupa şiddeti önlemek için çıkardığı kanunlarla şiddeti önleyemediği gibi her geçen gün artışı karşısında ne yapacağını bilmiyor. Onlara şifa olmamış bir kanunu alıp hangi umutla yürürlüğe koyabileceksiniz?

Müslüman bir millet olarak kendi çözümlerimizi üretebiliriz. Mesela neler yapılabilir?

1-Alkol yasaklanmalı. Cinayetlerde alkollü olmak, en çok görülen sebeplerden biri. Ülkedeki toplam şiddet oranı da düşer.

2-Uyuşturucu ile mücadele artırılmalı.

3-Medyada aile bağlarını kuvvetlendirecek programlar olmalı.

3-Maneviyatı artıracak çalışmalar yapılmalı. Allah’tan korkan hiç kimseye zulmedemez.

4-Elimizde “Diyanet İşleri Başkanlığı” gibi çok büyük ve zengin bir teşkilatımız var. Diyanetin “aile irşat büroları” var. Ayrıca her mahallede camilerimiz ve din görevlilerimiz var. Din görevlilerimiz aile ve şiddeti önleme konusunda eğitim alsınlar ve yetki sahibi olsunlar. Şiddet görenler polisten önce din görevlilerine başvursunlar. Hocalarımız şiddet gösteren kişiye manevi eğitim versinler, onları ibadete alıştırsınlar. İslam ahlakını öğretsinler. Maddi sıkıntıları varsa cami cemaati olarak yardım toplasınlar, evine yiyecek erzak alsınlar, hanımı çocuğu perişan olmasın.

5-Sonra belediyelerimiz var. Onlar zaten hanımlara pek çok eğitimler veriyorlar. Hanımlara yeterince takı, incik, boncuk öğrettiler. Artık biraz da aile üzerine dursunlar. Şiddet olmadan önce aileleri eğitsinler. Her aile, en az bir kaç ders evlilik ve iletişim derslerine mecburi katılsın.

6-Cinsel eğitimler verilsin. Hem evlenecek olanlara hem de evli çiftlere. En çok cinsel sorun görülen ülkelerden biriyiz. Evliliklerin yıkılmasında da en büyük etken cinsel problemler. Rum suresi 21. âyette Rabbimiz: “Birbirinizde sükun bulasınız, rahatlayasınız diye sizi çiftler halinde yarattık ve aranıza sevgi ve merhamet koyduk.” buyuruyor.

Birbirinde rahatlayamayan, çiftlerde öfke ve kırgınlık en üst seviyede oluyor. Cinsel hayatı iyi olan çiftler birbirlerinin hatalarını daha kolay affedebiliyorlar. Cinsellik bilgisi, kedilerden daha fazla olmayan, karı-kocanın evliliğinden ne hayır gelir? Hır gür birbirlerini tırmalayıp dururlar. Bu konuda mutlaka eğitimler verilmeli.

7- Aileye değer veren, manevi hayatı önemseyen yüzlerce sivil toplum kuruluşlarımız var. Onlara bağlı vakıf ve derneklerde aile konusundaki eğitimler artırılmalı. Kadın sığınma evleri açılmalı. Aile düşmanı derneklere karşı birlik olunmalı, cemaat farkına bakılmaksızın ortak çalışılmalar yapılmalı, projeler üretilmeli.

8-Ekonomik sorunlar yüzünden aileler dağılmasın, birbirlerini kırmasınlar, diye mutlaka işsizlik maaşı olmalı.

9-Alkol, uyuşturucu ve ruh hastalığı olan, karısına fiziksel şiddet uygulayan erkeklerin evliliği bitirilmeli ve devlet kadına ve çocuklarına bakmalı.

10-Eğitimler tek taraflı verilmemeli. Erkeğin kadına bağırması psikolojik şiddetse kadının kocasına bağırması da psikolojik şiddettir. Kadın da erkek de eğitim almalı, ayrımcılık yapılmamalı.

11-Kadınları kışkırtanlara fırsat verilmemeli.

12-Boşanmaya karar verenlere yardımcı olacak ücretsiz boşanma danışmanları olmalı. Avukatlara gitmeden onlara gidilmeli. Evlilik kurtarılacak gibi görünüyorsa çiftler yardımcı olacak kurumlara yönlendirilmeli; umutsuz vakaysa boşanmayı kazasız belasız, küfürsüz, şiddetsiz, iki tarafta rahatça atlatabilmeleri için yardımcı olunmalı.

Son olarak bu ülkede hep kadın olmanın zorlukları anlatıldı, hep kadınlar konuştu. Erkekleri hiç dinlemedik, erkek olmanın çok büyük bir avantaj olduğunu zannettik. Oysa erkek olmak da o kadar kolay değilmiş.

Erkek olmanın zorluklarını http://www.cocukaile.net/turkiyede-erkek-olmak  okuyabilirsiniz.

Eminim ki kendi çözümlerimizi uygularsak şiddetle baş etmekte zorlanan Avrupaya da örnek oluruz. Bize de bu yakışır.

Sema Maraşlı – Haber 7

Mısır, Kahire’den Hatice En-Nebravi’nin Üstad’a Hitaben Yazdığı Mektup

    Sevgili efendim;

    Seni mü’min bir topluluğun diyârına hediye olarak sunan Allah’ın rahmeti, bereketi, en temiz ve en mübarek selâmı üzerine olsun. Senin muhabbetinle çarpan, sana olan vefâ hislerimin gayretiyle yanıp tutuşan kalbimin, tâ derinliklerinden seslenmekteyim. Ki, sen o kalbin Allah’ı nasıl bir sadakatle sevdiğini, kendisini hak nurlarının tecelli ettiği parlak bir âyine haline nasıl getirdiğini daha iyi bilirsin. Öyle ki, artık bu kalp o nurlarla çarpıp durmaktadır. Seyyid-i Ebrâr olan Mustafa-i Muhtâr’a, Onun tertemiz Âline, Sahâbe-i Kirâmına ve diğer bütün büyük zâtlara muhabbet ve vefâ duygusuyla ma’mur olmuştur. Onun yolunu yol edinmiş, onun hidâyet çizgisini tâkip etmiş ve inşâallah hep tâkip edecektir.

    Sen, ey efendim, Allah’ın fazl u ikrâmı olarak Resûl-ü Ekrem’in yolundan ayrılmayan, adımlarını hep sağlam esâslar üzere atan âlem şahsiyetlerden birisin. Bizler için en güzel üstâd, en güzel muallim, en güzel ve sâlih bir önder oldun. Peşinden gelenleri muhabbet ve îmân kaynağına ulaştıran en mükemmel imâm oldun. İşte bu yüzdendir ki, biz seni bütün kalbimizle sevdik. Sana sımsıkı bağlandık. Çünkü; Allah bizimle seni en sağlam, en derin ve en devamlı bağlarla bağladı. Çünkü bunlar, muhabbet bağlarıydı. Bizler üzerimize düşeni hakkıyla yerine getirsek de, senin hakkını asla ödeyemeyiz. Yapabileceğimiz tek şey, seni en güzel ve en hayırlı bir şekilde mükâfatlandırması için dâima Allah’a duâ etmektir. Zirâ, Allah’ın her şeye gücü yeter ve gayretlerin karşılığını en iyi veren de O’dur.

    Efendim;

    Bu mektubu, sana İstanbul’da, gayet ihlâslı talebelerinin gayretleriyle düzenlenen sempozyumdan döndükten sonra yazıyorum. Türkiye seyâhatim esnâsında yaşadıklarımı mütevâzi kalemim anlatmaktan âcizdir. Çünkü gördüklerim, kalbimin en derin köşelerinde mâ’kes buldu. İlâhî muhabbeti en hârika bir surette, orada müşâhede ettim. Vefâ ve ihlası en asîl mâ nâ larıyla orada anladım. Toplum içinde nefsin fenâ bulmasını, insanlar arasındaki ruhî bütünlüğü orada gördüm. Tıpkı denizin dalgaları gibi coşan, başlangıcı ve sonu olmayan, sana âşık kalplerinden taşarak bir umman hâline gelen bu nur halkalarını kalemimle nasıl anlatabilirim, ey İmâm-ı Celîl? Ne kadar anlatmak istesem de kalemim âciz kalıp duruyor. Dilim ifâde etmekte zorlanıyor.

    Efendim;

    Şu kısa aklımla, o sevgili beldeni ziyâretim esnâsında sana olan şevk ve düşkünlüğümün biraz dineceğini veya sizin hakkınızdaki rûhî bilgilerimin artacağını zannetmekteydim. Ziyâretimden döndükten sonra, senin büyüklüğünü yeterince bilme konusunda cehâletimin daha da arttığını gördüm. Çünkü, hemen her mekânda gördüğüm o göz kamaştırıcı nurlar, benim şaşkınlığımı daha da artırdı. Aynı zamanda, kalbimin bu nurlara ne kadar çok hasret kaldığını da anladım. Çünkü kalbim, alabildiği kadar o nurları toplama, gücü yettiği kadar feyzini artırma gayretindeydi. Bu kalb, muhabbet nurlarıyla doldu. Tâ ki sonunda o nurlar, bütün benliğimi tamamen kapladı. O kısa zaman diliminde, kendimi rahmet feyizlerine kaptırmış vaziyetteydim. Âdeta zaman ve mekândan sıyrılmıştım.

    Gerçekten o anlar, benim için benzersiz anlardı. Belki bir asra bedeldi. İnsan ruhunun ancak uzun ömürler yaşayarak tadabileceği manevi hazlarla doluydu. Bu hazların ne hadd u hesabı, ne de sınırı vardı. O anda kendi kendime dedim ki: O kısacık zamanda alabildiğim mânevî nurlar böyleyse, Enbiyâ ve Resûllerin, Melâike-i Mukarrabînin ulaştığı nurlar nicedir? Âlemlerin Rabbi olan Allâh’ın nûru nasıldır?

    İşte böyle ey İmâm-ı Celîl; kendi nefsimi bir yandan böyle bir heyecan, bir yandan da geçen ömrümü hebâ etmişliğin hüsrânı içinde buldum.

    “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn!.”..

    Allah’tan uzaklaştığım ölçüde nefsime zulmettim… Allah’ın rızâsı dışında atmış olduğum her adım için nefsime zulmettim… Nefsimin bitmek tükenmek bilmeyen istekleri ve heveslerini gerçekleştirdiğim ölçüde nefsime zulmettim…

    Şimdi ey efendim; Aslâ geri dönmeksizin ben bu nefsime harp ilân ediyorum. Çünkü o, benim nur sefînesine zamanında kavuşmamı engellediği için, düşmanlarımın en büyüğüdür. En sonunda senin Nur Risâlelerinin nuruyla basîretim aralandı. O eserlerini senin vefâlı ahbâbının kalplerinde gayet diri bir vaziyette gördüm. Ama, nefsimin karanlıkları arasında o nur perdelerini aralamaktan hâlâ âcizim. Rahmet nurları ile insan nefsinin karanlıkları birbirinden ne kadar ve ne kadar uzak değil mi?

    Sevgili efendim;

    Eğer benden Türkiye yolculuğum ve burada katıldığım nûrânî sempozyumun neticelerini gayet kapsamlı bir ifâde ile vasfetmem istenseydi, ben hâl ve kàl lisâniyle şöyle derdim; “Yakîn Yolculuğu”…

    Bu kısa ifadeyi biraz açmam gerekirse:

  •     Kur’ân-ı Kerim ve Resûl-ü Habîb’in sözlerindeki azameti yakîn bir bilgiyle bu yolculukta öğrendim. Rabbimin kelimelerini eğer denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsalardı dahi yazmaktan nasıl aciz kalacakları; Resûlüllâh’a (s.a.v.) cevâmiü’1-kelîm (kısa ifâdelerle çok derin mânâlar ifâde edebilme) özelliğinin nasıl verildiğini gerçek mânâda öğrendim.

 

  •     Bu yakînin derinliklerinden çıkan mânâ şuydu: Kur’ân hakikatlerinin mükemmel bir yorumu olan Risâle-i Nur üzerinde araştırmalar yapan zâtların alanları farklı, bilim dalları farklıydı. Bununla birlikte Risâle-i Nur, henüz temas edilmemiş, henüz keşfedilmemiş bir kaynaktı. Sayısız Kur’ân hakikatlerini elde edebilmek ve öğrenebilmek iştiyâkında olan talebelere ve araştırmacılara yol göstermek, rehberlik yapmak için beklemekteydi. Öyle Kur’ân hakikatleri ki, ilimler ilerlese de, asırlar geçse de kendisini bütün insanlığa ilân ederek göstermekteydi. Yeter ki insanlık, ondaki mu’cizelikleri, incelikleri, zenginliği ve hikmetleri araştırsın.

 

  •     Yakînen gördüm ki üstâdım; sen gayb perdelerinin ardından, gelmektesin. Senin talebelerini, Allâh-u Teâlâ tâ ezelden seçmiş. Çünkü senin ilim mihrâbına giren her bir taleben, gerçekte, kaderde belirlenmiş randevusuna icâbet etmektedir. Böylelikle talebelerinin seninle olan bağlantısı, seni takdir ederek etrafında halkalanmaları, beşeri müdâhelelerin veya çeşitli propaganda ve gayretlerin tamamen dışındadır. Bilakis bu hâl, Hakîm ve Habîr (her şeyi hikmetle yapan ve her şeyden haberdâr olan) bir Zât’ın ta’yininden; bütün denge ve ölçüleri aşan tasarrufundan başkası değildir. Ne mutlu sâna efendim! Ne mutlu bize, Allâh-u Teâlâ senin gibi bir imâm, derin ve kıymetli bilgileri bize öğreten bir muallim, hayatımızdaki karanlıkları parçalayıp aydınlatan, Rabbimizin katına yükselme yolunda bize yardım eden, sohbet-i Nebî şerefine ulaştıran bir örnek nasib etmiş!

 

  •    Yakînen anladım ki, sen sıradan bir şahıs değil, bil’akis Rabbânî bir rahmetsin. Allah, seni nice ulvî nurlarla bezedikten sonra bizi nimetlendirmiş. Senin risâlelerin, hareketlerin, tasarrufların, velhasıl bütün özelliklerin sıradan değil. Her bir halinde, hatta talebelerinle yaptığın mulâtefelerinde dahi sıradan bir insan olma özelliği değil, mevhibe-i ledünnî, yani İlâhî bir ihsan olma özelliği bulunmakta. Hiç birisinde ne bir abes, ne de bir tesâdüf yok. O hallerinde hevânın hükmü değil, Rabbânî bir keşfin yönlendirmesi var. Yakîn yolunda emniyetle ilerleyebilmede bizlere bürhân olman için, o özellikleri Allâh sana hîbe etmiş.

 

  •     Ey efendim; senin yaşadığın mekânları gezerken, hayâtın boyunca senin inâyet-i İlâhiye ile korunduğuna olan yakînim daha da ziyâdeleşti. Bunun da temel sebebi, elbette risâlelerini yazman ve böylece Allâh’ın seni yaratmasındaki gayenin gerçekleşmesidir. Allah senin için öyle mekânlar seçmiş ki, her ne açıdan bakılırsa bakılsın ibretlerle dolu. Bir yandan büyüleyici ve tatlı tabiat manzaraları ile eşsiz mekânlarda yaşamışsın. Bir yandan da benzersiz yalnızlıklar, elemler ve acılarla dolu zindanlara atılmışsın. Birbirine zıt her iki halde de îmânî şahsiyetin daha da cilalanmış. İnsanî gayelerin en yücelerinin gerçekleşmesi ve nefsanî afetlerle mücahede etmeyi sağlayan ledünnî ilimlerin hazineleri önünde açılmış.

 

  •     Bir konuda daha yakînim oldu ki; Rabbine ibâdet için mekân edindiğin, yerle göğün sükûnet ve itmi’nân ile omuz omuza verdiği Çam dağının en zirvesindeki şu mübârek ağacın yanında, ey efendim, senin pâk ruhundan gelen esintiler hâlâ devam etmekte. Geçen zaman boyunca ziyâret eden nice nesillere konuşmakta, nice yüksek mânâları anlatmakta, azamet-i Deyyân’ı dile getirmekte, kâinattaki nice sırları hâlâ nakış nakış kalplerimize işlemekte…

    Senin ruhunun bu konuşmaları bana sınırsız bir yakîn ile şu gerçeği gösterdi ki; Ruh ölümsüzdür ve hakikaten Rabbimin emirlerindendir. Yoksa bu hâli aklımızla nasıl tefsir edebilirdik? Bir insan ki, onlarca sene evvel âlem-i bekâya göçmesine rağmen hâlen ruhu bizimle birliktedir. Bütün bu mânâları bize anlatmakta, muhabbet ve vefâ mânâlarıyla oradaki her mekânda bizi karşılamakta, îmânın en zirve noktalarını bize öğretmektedir. Her ne kadar şu fâni dünyadan çok zaman önce göç etmiş olsa da, Nur Risâlelerinde söylediği her sözünü, her cümlesini kalbimizin tâ derinliklerine yerleştirmektedir.

    Hakikaten ey efendim, senin eşsiz ruhunun dile gelmesi yoluyla çok ama çok miktarda bilgi edindiğimiz bu hitâp bir ömre bedeldir. O seslenişten kaynaklanan nurlar bütün benliğimize işlemiş, bütün her yanımızı göz kamaştırıcı ışıltılarla aydınlatmıştır. Bu hâlet bizlere Rabbimizin azametini yakîn olarak bilmemizi sağlamış, bizleri ulvî ufuklarda dolaştırmıştır. Böylesi mübârek bir sohbetle, böylesi yüce feyizlerle ve böylesi Rabbânî esintilerle bizi nimetlendirdiği için Allâh’a şükür secdesine kapanmaktayız.

  •     Bu yüksek dağda (Çam Dağı) üzerimize doğan yakîn nurlarını hayatım boyunca asla unutmayacağım, ey efendim. Özellikle bana hatırlattığı şu fikirler ve hâtıraları: Senin ibâdet ve tefekkür kasdıyla zirvesine çıktığın bu dağda da ne bir abesiyet, ne de bir tesâdüf yoktur. Bil’akis Cenâb-ı Hakîm ve Habîr’in özellikle belirlemesi söz konusudur. Tıpkı Habibi Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) Mekke’deki Sevr Dağını seçmesi gibi… Tıpkı Musâ’ya (a.s.) Tûr Dağını seçmesi gibi… Tıpkı bizler için Hacc’ın en önemli şartı olarak Arafât Dağını seçmesi gibi…

    Hangi sırdandır ki, Allah-u Teâlâ bu dağları yeryüzüne birer direk, bulutların gelip geçecekleri birer geçit, rızıklar için birer anbar eylemiştir?.. Resûlleri ve evliyâsı için birer ma’bed kılmıştır?.. Esmâ-i Hüsnâsının en görkemli ve şa’şaalı birer tecelligâhı yapmıştır?..

    İşte bu sorulara cevap ararken, en sonunda bu meseleleri gerçek mânâda anlamakta ne kadar âciz kaldığımızı, bize verilen ilimle bu hakikatlerin çok az bir kısmını anlayabileceğimizi yakînen gördüm.

        Saygıdeğer Üstadım;

    Bütün bunları gördükten, sonra kalbim gayet mutmain olarak gördüm ki, Allah’ın va’di haktır. Bu yakinin tahkikine dâir en parıltılı alâmet ise, sana âşık ihlaslı talebelerindir. Buradan da anladım ki, Allah insanların kalblerini muhabbet nurundan oluşan bağlarla bağladığı zaman, Allah’ın inâyeti ve fazlıyla bu bağlar kudsî bir hüviyet kazanır. Ve asla düşmanları tarafından parçalanamaz bir hal alır. İşte bu tabloyu görünce, göğsüme bir rahatlama geldi; kalbimde sebat ve yakin hâsıl oldu.

        Sevgili Üstâdım;

    İstanbul’daki sempozyum boyunca yaşadığım bu duyguları ve edindiğim izlenimleri asla unutmayacağım. Kendimi senin de aramızda bulunduğun muhteşem bir törende hissettim. Bizi sen dâvet etmiş, her bir misafiri sen karşılamış, kendini onun ruhuna tanıtmış gibiydin.

    Aynı şekilde, ey efendim, oradaki Allah’a, Resûlüne ve Said Nursî’ye âşık kalpleri asla unutmayacağım. Öyle ki bu aşk, onların yüzlerinde bir nur, sürûr ve sabır şeklinde aksetmekteydi. Bu kalplerdeki muhabbet her tarafımızı sarmış gibiydi. Bütün dünyayı âdeta mânevî küçük bir Cennet gibi görür haldeydik. Tıpkı Cennetlikleri tasvir eden “İhvânen alâ sürurin mütekâbilîn” “Karşı karşıya kurulmuş Cennet iskemlelerinde oturan kardeşler” âyetinde olduğu gibi. Kendi kendime dedim ki: Keşke benim milletim de bunu bilseydi. İnsanlar arasında îmân, sevgi ve hoşgörü hâkim olduğunda, daha dünyadayken yeryüzü bir Cennet olmaz mıydı? Ancak bu şekilde beşeriyyetin bütün emniyet ve barış hayalleri gerçekleşme imkânı bulmaz mıydı?.

    Orada yaşadığım mübarek îmân sohbeti sayesinde tattığım saâdeti artıran bir diğer husus da, Allah’ın ve Resûlünün şu vaadine olan yakînimdir: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” İşte bu gerçekten hareketle kendimi gayet ulvî ve nûrânî bir halkanın içinde hissetmekteyim. Allâh-u Teâlâ’dan duam odur ki, bu nûrânî halkaya ebedi Cennet hayatında da bizi dâhil eylesin.

    Sonuç olarak, îmân ve İslâm nimetiyle bizi nimetlendirdiği için AIlah’a sonsuz hamd ü senâ eyleriz. İmân menbaından ve İslâm nurundan fışkıran îmân kardeşliğini, bize nasip ettiği için O’na şükrederiz. Dâr-ı âhirette ebedî nimetlerle bizleri nimetlendirmesini dileriz.

        Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû.

Nur Talebesi Hatice en-Nebrâvî

Kahire-MISIR

———————————

 Not: Isparta, Barla ve Çamdağı’nda ziyaretlerinde, beraberlerinde olan ağabeylere dualar temenni eden bu mektubdaki bazı kısımlar, hususiyet arzettiğinden neşredilmedi.

Öğrenci itlafı mı ihyası mı?

Bir okul müdürünün “Kanı bozuk, işe yaramayacak öğrenciler testlerle tespit edilsin ve yürümeden yok edilsin!” anlamında ki sözleri medyaya yansıdı. Bir eğitimcinin, hem de otuz yıldır eğitimin içinde olan bir eğitim yöneticisinin, ağzından bunları duymak, herkes kadar beni de üzdü. Ne yalan söyleyeyim, üzülmüş olsam da şaşırmadım.

Kameralar karşısında ve eline mikrofon alarak bu kadar ağır bir cümle kuran pek çıkmasa bile, masa başı muhabbetlerinde, bu ve benzeri bakış açılarını dillendiren bazı eğitimciler (!) var maalesef.

Bu bakış açısına sahip olan birisinin, aklından zoru yoksa, eğitimden hiç anlamayan bir eğitimci (!) olduğu şüphe götürmez. Ne insanı ne eğitimi anlamamış olmasına rağmen, otuz yıl bu mesleği icra etmiş olması da ayrı bir problem.

Hayvanların bile, işin uzmanları tarafından sabırla eğitilebildiği bir dünyada, hastalıklı hayvanları itlaf eder gibi, insan itlafından bahsedilmesi, tarihe gömülmüş Hitler kafasına sahip birisinin ağzından çıkmıyorsa, cehaletin diliyle söylenebilir ancak.

Ayılar bile eğitilebiliyor!

Eğitim, davranış kazandırmaktır. Her iş için geçerli olan, ehil olma kuralı, eğitim içinde geçerlidir. Ehil olmadan, direksiyona bile geçemezsiniz. İlk öğretmenliğe başladığım yıllarda ajandama kaydettiğim, ayıların eğitimine dair bir notumu, insan/çocuk itlafından bahsedenlerin mutlaka okuması gerekiyor.

Eskiden Los Angeles yakınlarında “Japon Hayvanat Bahçesi” denilen bir park varmış. Bu parkın görevlilerinden, hayvan psikologu Dr. Leon Smith, Japonya’nın Hokkaido adasından gelmiş vahşi ayılara basketbol oynamayı öğretirmiş.

Vahşi ayılar, adadan geldiklerinde doğal olarak basketbol hakkında fazla bir şey bilmezler(!) Dr. Smith, yine de ayılara bazı anne babaların yaptığı gibi ne bağırır ne nutuk çeker ne de onları dövermiş. Ne mi yapmış? Pozitif Ödüllendirme sistemini esas alarak çalışmış.

Yöntemi şöyleymiş: Ayının kafesin içindeki basket potasına doğru yaptığı en küçük hareket bile ufak bir parça etle ödüllendiriliyordu. Ama kafesin diğer tarafına doğru giderse ne ödül ne de ceza veriliyordu.

Dr. Smihth, bu sistemi ayılar basketbol potasının yanına gelene kadar her gün sürdürdü. Daha sonraki etaplardaysa ayıları topu yerden aldıklarında, potaya götürdüklerinde ve basket attıklarında ödüllendirdi. Anlaşılacağı gibi bu gelişmelerin hiçbiri tek bir derste gerçekleşmedi. Ama eğitimleri tamamlandıktan sonra Dr. Smith ne zaman kafesinin içine bir top atsa ayıların biri koşup topu yakaladı ve potaya attı.

İşin ehli ayılara bile basket attırabilirken, ehil olmayan kişiler, insan itlafından bahsediyorlar.

Milli Eğitim Bakanlığının Sorumluluğu

Sorunun çözümü adına söylenecek çok şey var aslında. Ancak Milli Eğitim Bakanlığı, Öğretmen yetiştirme, öğretmen atama ve öğretmeni meslekte tutma / ihraç etme konularında, çok ciddi çalışmalar yapmalı.

Gelişmiş ülkelerde, öğretmen olmakta kolay değil öğretmen kalmakta. Çünkü gelişmiş ülkeler öğretmen antlaşmasını dört veya beş yıl yapıyorlar. Bu süre içerisinde gösterdiği performansa göre yeniden antlaşma yapıp yapmayacağına karar veriliyor. Maalesef bizde, diploma ve sınav sonucu, otuz yıl öğretmen kalmak için yeterli sayılıyor.

Öğrencilerle iyi ilişkiler kuramayan, velileri idare etmeyi beceremeyen, insan eğitme ve insanlığı ihya etme konusunda hiçbir becerisi olmayan bir insanın, öğretmen olarak mesleğine devam ettirilmesi, Milli Eğitim Bakanlığının en büyük hatalarından birisidir.

Tıp bu kadar gelişti yüz nakli yapılıyor. Emniyette suçluların kanını alıp gen haritası çıkarsınlar. Çocuk doğduktan sonra analizi yapılsın. Vatana, millete, bu ülkeye zararlıysa yürümeden yok edilsin” diyen okul müdürüne kendi ifade biçimiyle cevap verecek olsam şöyle derdim;

Tıp bu kadar gelişti yüz nakli yapılıyor. Emniyette okul yöneticisi ve eğitimcilerin kanını alıp gen haritası çıkarsınlar. Göreve başladıktan sonra analizi yapılsın. Okula, öğrenciye faydası yoksa, bu ülkenin geleceği olan çocuklarına faydası olmuyorsa, meslekle ilişkisi tamamen kesilsin.

Eğitim, itlaf kafasıyla değil, ihya kafasıyla yapılır.

Sait Çamlıca / saitcamlica.com

Laboratuvarda Allah’ı hissettim

Dünyanın en önemli genetik uzmanlarından biri olan ve sekiz yıl önce insan DNA’sının şifresini çözen bilim adamı Dr. Francis Collins, Allah’a iman ettiğini açıkladı.

Collins yaptığı büyük buluşun ardından, Allah’ın varlığını anlattığı kitabını kaleme aldı. Eylül ayında piyasaya çıkacak kitabıyla ilgili İngiliz Time dergisine konuşan 56 yaşındaki Collins, 30 yıl öncesine kadar ateist olduğunu ancak artık Allah’a inandığını söyleyerek, “Allah’ın var olduğuna dair rasyonel bir temel var ve bilimsel gelişmeler insanı Allah’a daha da yaklaştırıyor. Laboratuvarda çalışırken Allah’ı hissettim. Kesinlikle bizden daha büyük bir güç var ve ben O’na inanıyorum. DNA’nın şifresini çözmek beni Allah’a biraz daha yakınlaştırdı. Hastalıktan kırılan insanlar gördüm. Bilim onlardan umudunu kesmişti. Ama mucizevi olarak hayata döndüklerini gördüm. Bu da Allah’ın işidir” açıklamalarında bulundu.

İnsan genini çözmenin kendisine Allah’ın eserini görme fırsatı verdiğini söyleyen Collins, “Önemli bir buluş yaptığınızda o bilimsel çoşku anını yaşarsınız, çünkü onu araştırmış ve keşfetmişsinizdir. Keşfettiğim şey öyle bir şeydi ki, bu bilgiye daha önce hiçbir insan sahip olamamıştı. Fakat Allah onu her zaman biliyordu” dedi.

Akıl ve vicdan sahibi her insan, DNA’daki müthiş kodlama sisteminin şuursuz atomlar tarafından kendiliğinden oluşamayacağını takdir edecektir. İnsan vücudunda trilyonlarca hücrenin her birinde kesintisiz işleyen sistemler, insana Allah’ın sonsuz aklını, ilmini, gücünü, yaratışındaki sonsuz mükemmelliği göstermektedir.

Yeni Asya Gazetesi (09.04.2008)

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version