İnsanın Cenab-ı Hakka Karşı İtiraz Hakkı Var Mıdır?

Bediüzzaman’dan Avrupalı Feylesofa Cevap

İnsanın sahip olduğu hal, tarz, vaziyet, durum; o varlığın, mevcûdun en güzel derecesi, makamı, konumu ve sahip bulunduğu en üstün mertebesidir. Yokluktan kurtulmuş, varlık makamına yükselmiş halidir. Âlemde olması gereken yerde bir duruş/varlık sergilemektedir. 

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın feyziyle bu hususu ne kadar veciz bir biçimde ifade etmişlerdir:

“Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü’l-Vücuda karşı hakları yoktur ve hak dâvâ edemezler. Belki hakları daima şükür ve hamd ile, verdiği vücut mertebelerinin hakkını edâ etmektir. Çünkü verilen bütün vücut mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz.

Meselâ madenler diyemezler: “Niçin nebâtî olmadık?” Şekvâ edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için, hakları Fâtırına şükrandır.

Nebâtat, “Niçin hayvan olmadım?” deyip…

Ey insan-ı müştekî! Sen mâdum kalmadın, vücut nimetini giydin, hayatı tattın, câmid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün, ve hâkezâ… Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenâb-ı Hakkın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücut mertebelerine mukabil şükretmeyerek, imkânat ve ademiyat nevinde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden, bâtıl bir hırsla Cenâb-ı Haktan şekvâ ediyorsun ve küfrân-ı nimet ediyorsun?” (1)  

Mesnevî-i Nûriyede geçen ve aşağıdaki cümlelerde işâreten cevabını bulan bir hakîkattan bahsetmek istiyorum.

Önce o veciz cevapları okuyalım, ondan sonra meselenin cereyan tarzını, genelde umûma, özelde bir feylesofa verilen cevabın detaylarını  anlatmaya çalışalım inşâallah: 

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Hiçbir insanın Cenab-ı Hakka karşı hakk-ı itirazı yoktur. Ve şekva ve şikayete de haddi yoktur. Çünkü, şikayet eden ferdin hilaf-ı hevesini iktiza eden, nizam-ı alemde binlerce hikmet vardır. O ferdi irza etmekte, o bin hikmetin iğdabı vardır. Bir ferdi razı etmek için bin hikmet feda edilemez.

Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gider.(2)

Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’i hevesini külliyat-ı kainata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet nikmet olmasın? Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin için felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin?” (3)  

Bedîüzzaman Hazretleri İstanbul’a geldiğinde kalmakta olduğu ikâmetgâhının kapısına: ”Burada her müşkil halledilir, her suâle cevap verilir, fakat suâl sorulmaz” şeklinde bir levha asmıştı. 

Avrupa’dan gelen bir feylesof; “Gidip Ona iki suâl soracağım. Bu suâllerimle O’nu mağlup edeceğim” diyerek Bedîüzzaman’ın ikametgâhına gider.

Ve der ki: ”Sana iki suâlim var”

Birisi; ben niçin peygamber  olmadım? Yani peygamber olamayışımın sebebi nedir?

Bedîüzzaman, o feylesofa “Sus!” der. Adam, “niçin susayım?” diye sorar.

Bedîüzzaman cevâben der ki, “Sus, çünki; dünyanın bütün eşekleri ayaklanıp dilekçe verecekler. Biz niçin feylesof olmadık diye itiraz edecekler.” 

Sonra Bedîüzzaman, bu suâle cevap olmak üzere şu açıklamada bulunur (mealen):

“Bak dinle! Eğer senin dediğin gibi olsa; bu durumda bütün unsurlar, Allah’a ‘biz niçin maden olmadık’ diye şikâyette bulunacaklar. Madenler, ‘biz niçin nebat (bitki) olmadık?’; bitkiler, ‘biz niçin hayvan olmadık?’; hayvanlar, ‘ biz niçin insan olmadık?’; insanlar ise ayaklanarak, ‘biz niçin paşa olmadık?’ diye itiraz edecekler. Bu sefer paşalar ayaklanarak, ‘biz neden peygamber olmadık?’ diyecekler.

Bütün peygamberler de –bin kere hâşâ!– ayaklanacak, ‘biz neden Resûl-i Ekrem olmadık?’ diyecekler.

Bu durumda dünyanın nizam ve intizamı bozulacak, âlem fesâda gidecekti. Hem bu durumda bir tek fert yaratılmış olacaktı. Bu ise abestir.

Cenâb-ı Hak, iradesiyle her şeye bir vücûd mertebesi vermiştir. Mevcûdâtın vazîfesi, verilene şükür ile rıza göstermek, hakkına razı olmak, kanâat etmektir. Yoksa hâşa i’tirâz etmek, hak da’va etmek değildir. Cenâb-ı Hak, bu kâinatta insanın hevesine göre değil, hikmetine göre tasarruf eder. Allah Mâlikü’l-Mülk’tür. Rahîmdir, Hakîmdir, Vedûd’dur. Herkese lâyık olduğu şeyi vermiştir. Kimsenin itiraz hakkı yoktur” der ve o feylesofu susturur. 

Öyle ya! Bu itirazlar haklı olsaydı, madensiz, unsursuz, bitkisiz, hayvansız bir dünya oluşacaktı. Ben niçin…olmadım, biz niçin…olmadık sorularının ardı arkası kesilmeyecek, hayat ve dünya alt-üst olacaktı. 

Demek ki, Allah (c.c) her bir varlığa, ezelî ilim, hikmet ve irâdesiyle kabiliyetine göre bir makam, bir mertebe, bir görev bahşetmiştir. Dünyanın ve âlemlerin düzen ve intizamı, sosyal hayatın düzgün akışı ancak böyle sağlanabilirdi.

Hiçbir insanın, diğerine karşı fahr ve gurura hakkı yoktur. Bir başbakanın, bir çöpçüye karşı üstünlük iddiası yersizdir ve haksız bir davranıştır.

Neden o zengin, ben fakir; neden o âmir, ben memur; neden o patron, ben işçi; neden o kadın, ben erkek…v.s itirazlara hakîkat nazarında yer yoktur.

Aynı itiraz kapısının açık olmamasıyla; ağacın kökü:”Niçin yaprak olmadım?”, yaprak da:”Niçin çiçek olmadım?”, çiçek de:”Niçin meyve olmadım?” diye hak da’va edemez. Aksi takdirde o ağaç vücûda gelemezdi. Diğerleri buna kıyas edilebilir. 

O halde, âlemde tekvînen ve teklîfen hiçbir abesiyyet/Faydasız ve boş olma/lüzumsuz ve gayesiz oluş aslâ söz konusu değildir.

Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Biz onların aralarında dünya hayatındaki maîşetlerini taksim ettik ve bazılarını bazıları üzerine dereceleri itibariyle yükselttik. Tâ ki bazıları bazısını istihdam edebilsin ve Rabbinin rahmeti ise onların topladıklarından hayırlıdır.” (4)  

O feylesof, Üstad Bedîüzzaman’a ikinci bir suâl daha sorar. Peki der: “Şarap üzümden yapılıyor. Şarap niçin haramdır, üzüm niçin helâldir? Halbuki, o sarhoş edici madde üzümde de var. Niçin hamı helâl, işlenmişi haramdır? Bunun sebebini bana açıkla.”

Bu suâle de susturucu ve ikna edici bir cevap verir. Der ki: “Senin annen ekmek yer, su içer, çeşit çeşit yemekleri yer. Yediği bu gıdaların bir kısmı süt olur, senin ağzına akar, diğer kısmı da hâşâ bevl (idrar) olup dışarı akar. Birisi helâl, diğeri haramdır. Sen bu meseleyi hallet, ben de diğerini halledeceğim.”

O feylesof susar, çıkıp gider. 

O feylesofa verilen her iki cevap da; bu tarz şüphe, tereddüt ve inkâr kokan yaklaşım/iddia ve fikir sahiplerine dünya çapında şâhâne cevaplardır.

Yeterince ders ve ibret alanlar için!

İsmail AKSOY

www.NurNet.org

Dipnotlar:

1- Bedîüzzaman Said Nursî, Mektûbât, 24. Mektup, 1. Makam, 1. Remiz

2- Mü’minûn, 70/71

3- Bedîüzzaman, Mesnevî-i Nûriye, Şemme

4- Zuhruf Sûresi, 113/32

Sinsi Düşman Sigara (Şiir)

Sigara zararlıdır

İçmemek yararlıdır

İçmeyenler kârlıdır

Sinsi düşman SİGARA

 

Sigara pişmanlıktır

Hayatı karanlıktır

Yaşamı o anlıktır

Sinsi düşman SİGARA

 

Dost sanılan bu düşman

Ciğere verir duman

Adamı eder pişman

Sinsi düşman SİGARA

 

Ağız kokusu yapar

Hastalığa yol açar

Öldürüp sonra kaçar

Sinsi düşman SİGARA

 

Kirliliği çok olur

İçen sonra şok olur

Bütçesine yük olur

Sinsi düşman SİGARA

 

Damarı tahrip eder

Siniri tahrik eder

Ölüm her an gel gel der

Sinsi düşman SİGARA

 

Zararlıdır sigara

Ciğerde açar yara

Hem can gider hem para

Sinsi düşman SİGARA

 

Maddi manevi zarar

İçiminde yok yarar

İçen evini yıkar

Sinsi düşman SİGARA

 

Parasını el alır

Dumanını yel alır

Kalanı ecel alır

Sinsi düşman SİGARA

 

Yapar gerilim stres

Ey içenler! Artık “bes”

İçene doğrusu “ pes”

Sinsi düşman SİGARA

 

Kemikleri eritir

Kötü bir meziyettir

Sonrası hezimettir

Sinsi düşman SİGARA

 

Sigara kanser yapar

Bir müddet sinsi yatar

Sonra mezara atar

Sinsi düşman SİGARA

 

Yok eder hafızayı

İşleme bu hatayı

Defet kötü belayı

Sinsi düşman SİGARA

 

Gelin vazgeçin bundan

Boğulmayın dumandan

Kurtulun bu düşmandan

Sinsi düşman SİGARA

 

Ahmet Tanyeri / Diyarbakır

04.01.2012

www.NurNet.org

Sarıkamış Harekatı

22 Aralık 1914 ile 15 Ocak 1915 tarihleri arası, Sarıkamış Harekatı’nın yıldönümüdür. Dünya Savaşı’nın Sarıkamış cephesinde meydana gelmiştir. Yedi cephede birden savaş veren Osmanlı Devleti, Dünya Savaşı´nın doğu cephesini oluşturan Sarıkamış cephesinde Allahüekber Dağları´nda ağır kış koşullarında (ne yazık ki savaşlar‚ yaz-kış dinlemiyor) yapılan bu harekatta vermiş olduğumuz 90.000’e yakın şehidimizi hüzünle‚ rahmetle yadedeceğiz. Fakat aynı zamanda da ordularımızın, vatan söz konusu olduğunda, öleceklerini düşünmeden‚ şartlar ne şekilde olursa olsun, aldığı emri gözünü kırpmadan gerçekleştiren kahramanlıklarını da yadedeceğiz.

Sarıkamış´ta 18 aylık kutsal vatani görevini yerine getiren biri olarak bölgenin sarp coğrafi yapısını ve iki kış mevsimi orada görev yaptığımdan dolayı‚ (çok özür dilerim biraz amiyane tabir kullanacağım) sümük donduran‚ acımasız sert kış koşullarını az çok bilirim.

Sarıkamış‚ Kars iline bağlı deniz seviyesinden 2125 m yüksekliğiyle ve çevresindeki 2500-3500 m rakımlı dağlarla çevrilmiş yazları kısa ve ılık‚ kışları ise uzun ve çok sert geçen (geceleri -20 -25°C bazen -35°C lere varan sıcaklık) iklimiyle yaklaşık 25000 nüfuslu şirin bir ilçemizdir. Iğdır´ın uzun kışları için söylenmiş bir dizeyi‚ müellifinin hoşgörüsüne sığınarak biraz değiştirip Sarıkamış ilçesine uyarlayıp‚ “Sarıkamış´ın üç ayı ayaz‚ altı ayı beyaz‚ gerisi de yaz” dersek‚ pekte abartmış sayılmayız. Çevresi sarıçam ormanlarıyla kaplı‚ tarihi eserleri‚ soğuk suları ve bol doğal güzellikleri‚ iklimiyle zıt görüntü arzeden sıcak ve sevecen insanlarıyla Sarıkamış‚ bu nüfusuyla 2000 m.’nin üzerinde yüksekliğe sahip Türkiye´nin en kalabalık ilçelerinden biridir. Yöreye özgü kristalize kar yapısıyla ve kış sporları tesisleriyle de turizmde geleceği parlak kentlerimiz arasındadır.
Şimdi gelelim bahse konu olan bu harekatın başlangıç sebeplerine.

Hepimizin bildiği üzere Avusturya İmparatorluğu‚ 1908 yılında Osmanlı eyaleti olan Bosna Hersek´i işgal ve ilhak eder. 28 haziran 1914 te Bosna´daki Avusturya askeri birliklerini denetlemeye gelen Avusturya veliahtı Arşidük Ferdinand ve eşi Josephine´in bir Sırp milliyetçisi tarafından Bosna´da öldürülmesinin kıvılcımıyla 1 ağustos 1914 tarihinde Birinci Dünya Savaşı başlar. Başlangıçta tarafsızlık politikası yürüten Osmanlı Devleti‚ iktidardaki İttihat ve Terakki yönetiminin‚ Balkan Savaşları´nda Rumeli´de kaybedilen toprakların geri alınabilmesi ve doğu sınırlarında 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93 harbi) yenilgisiyle ruslara savaş tazminatı olarak verilen üç vilayet olan (elviye-i selase) Kars-Ardahan ve Batum´un geri alınması ümidiyle‚ önce İngiltere-Fransa-Rusya ittifakının yanında savaşa katılmak ister. Osmanlı Devleti İngiltere´den olumsuz yanıt alınca Almanya ile ittifak arayışına yöneldi.
Almanya ise Avrupa´da iki cephede birden savaşması gerekeceğinden doğu cephesinde Rus baskısını azaltmak‚ ruslara kafkaslarda ikinci bir cephe açtırmak için ve Osmanlı Devleti ile alman çıkarlarının örtüşmesinden dolayı‚ İttihat ve Terakki iktidarının 2 ağustos 1914 tarihinde Almanya ile yapmış olduğu gizli bir antlaşma şartlarına dayanarak 1 kasım 1914 te Osmanlı Devleti de Almanya-Avusturya-Macaristan ittifakıyla birlikte savaşa girdi. Bunun sonucunda 3 Kasımda Osmanlı Devleti´ne savaş açan Rus Ordusu da Sarıkamış´ta bulunan karargahından Erzurum yönünde ileri harekata geçti. Fakat Osmanlı kuvvetlerinin sayıca az olmalarına rağmen Köprübaşı mevkiinde durduruldu ve geri püskürtüldü. Doğu cephesi komutanlığını üzerine alan genel kurmay II. başkanı Enver Paşa‚ Sarıkamış üzerine yapılacak bir taarruzla hem yaklaşık 40 yıldır Rus işgali altındaki Kars-Ardahan-Batum illerini geri almak‚ hem de kafkaslardaki Türklerin yardımına koşmak için‚ günümüzde de hazırlanış bakımından stratejik olarak başarılı bulunan Sarıkamış Harekatını başlattı. Bu planı Alman genelkurmayı da‚ doğu Avrupa´da Almanya-Avusturya cephesi üzerindeki Rus baskısını azaltacağı düşüncesiyle destekledi.

22 aralık 1914 te Enver Paşa‚ Allahüekber Dağları´nı kuzeyinden geçerek ve Sarıkamış´ı arkadan kuşatmak için komutasındaki 3. orduya mensup üç kolordudan birini Oltu yönünde diğerini de Bardız yönünde ileri harekata göndererek Rus ordularını geri püskürttü. Kendisi de Oltu ve Bardız’dan gelecek olan kolorduları beklemeden küçük bir kuvvetle Sarıkamış´a cepheden saldırıya geçti fakat kuvvetlerinin yetersiz olması sebebiyle kentin önlerinde durduruldu. Oltu ve Bardız´dan yürüyüşe geçen iki kolordunun Sarıkamış´a gelmesini beklemeye başladı. Oltu ve Bardız´dan ileri yürüyüşe geçen iki kolordu‚ 2500-3500 m rakımlı Allahüekber Dağları´nı aşarken hem Rus ordusuyla hem de dondurucu‚ çetin ve acımasız kış şartlarıyla da kahramanca savaşarak yaklaşık 90000 mehmetçik -35°C dereceye varan dondurucu soğukta şehit olmuşlardır…

”Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı” web sitesinde de belirtildiği gibi;
…Sarıkamış‚ Türk harp tarihinin en acı muharebelerine sahne olmuştur. Türk Ordusu‚ ağır koşullar altında yapılan bir muharebede kahramanca savaşmıştır. Türk Ordusunun kayıplarındaki asıl etkenler‚ çetin arazi ve şiddetli kış şartları ile teçhizat eksikliği ve ikmal yetersizliğidir. Çok ağır koşullar altında kahramanca savaşan Türk askeri‚ muharebenin sonuna kadar direnmiş‚ vatanını korumak ve başarıya ulaşmak için sonsuz gayret göstermiştir. Sarıkamış Harekâtı‚ Türk milletinin vatanı ve kutsal varlıkları uğruna neler yapabileceğinin bir delilidir.

Geçtiğimiz yıl düzenlenen Sarıkamış´taki anma törenlerinde Çankırılı er Oğuzhan Yıldırım´ın yazıp dile getirdiği şiiri‚ dinleyenlerin gözlerini yaşarttı;

DONARAK ÖLDÜK

Biz Allahüekber’deki şehitler

Sizlerden şükran ziyareti bekler.

Ruhumuza kucak açtı melekler‚

Yol verseydiniz geçerdik dağlar.

“Sarıkamış / Beyaz Hüzün” romanında İsmail Bilgin‚ şehitleri şöyle dile getirir;

“Sarıkamış üstünde kar‚
Kar altında Mehmedim yatar.”

Sarıkamış Kaymakamlığı web sitesinde yayımlanan‚ Rus Kafkas Ordusu Kurmay Başkan Vekili Dük Aleksandroviç Pietroviç‚ Sarıkamış´ta gördüklerine anılarında şöyle yer vermiş:

“…ilk sırada diz çökmüş dokuz kahraman. Mavzerleriyle nişan almışlar‚ tetiğe asılmak üzereler ama asılamamışlar… İkinci sırada cephane taşıyanlar var‚ sandıkları bir avuçlamışlar ki‚ kainattan hırslarını almak istiyor gibiler. Öylesine kaskatı kesilmişler… ve sağ başta Binbaşı Nihat. Dimdik ayakta‚ başı açık‚ saçları beyaza boyanmış‚ gözleri karşıda…Allahüekber dağlarındaki son Türk müfrezesini teslim alamadım. Bizden çok evvel‚ Allah´larına teslim olmuşlardı…”

Bu vatan için toprağa düşmüş tüm şehitlerimiz gibi Sarıkamış Harekatı´ndaki kahraman şehitlerimizi de rahmetle‚ minnetle yadediyoruz. Kahraman hatıraları önünde saygıyla eğiliyoruz.

sevgiyle…
Macit Şekerci

Varlıkların namazda temsili

Namaz, her tür varlığın değişik ve çeşitli ibadetlerine işaret eden kutsal bir haritadır

Ağacın namazı nasıldır? Ağacın bir namaz kılış şekli var mıdır? Ya koyunun, keçinin, devenin, dananın ve mandanın bir namaz şekilleri mevcut mudur? Daha ötesi elsiz ayaksız bir yılanın, evini sırtında taşıyan kaplumbağanın ve diğer sürüngenlerin namazından söz edilir mi? Hatta sıra dağların, sessiz sakin duran tepelerin de namazdan bir payı olabilir mi?

Kuşkusuz, bu varlıklar bizim gibi namaz kılacak değiller, fakat olsa olsa insanın namazından onların da bir payı ve hissesi vardır, denebilir. Nasıl bir payı olabilir sorusuna, şu cevapları bulmak mümkün. “Namaz, her tür varlığın değişik ve çeşitli ibadetlerine işaret eden kutsal bir haritadır” sözünden yola çıkarak şöyle bir açıklama getirilebilir.

Namazın ilk duruşu ve ilk şekli, kıyamdır, ayakta durmaktır. İnsan namazda ayakta duruşuyla bütün ağaçların duruşlarını, hiç kımıldamadan dikilişlerini temsil ediyor, bir yerde onların ibadetlerini kendi hayatında şekillendiriyor.

Çünkü hiçbir ağaç kendi adına hareket etmez, açmaz, açılmaz, dal, yaprak ve meyve vermez. Yaratıcısı adına iş görür. Başta koyun ve keçi olmak üzere evcil ve yabani bütün dört ayaklı hayvanlar da sürekli ağızları yerde, belleri bükülmüş vaziyette bir rükû halini yaşıyorlar. İnsan da rükûuyla bu canlıların bir tür ibadetlerini temsil ediyor.

Yılanlar, akrepler ve bütün sürüngenler, hatta bir bakıma deniz canlıları, duruşlarıyla insanın namazdaki secdesine işaret ediyor. İnsan da secdesiyle onların ortak ibadet duruşlarını sembolize ediyor. Dağların, tepelerin duruşları, yerlerinden kımıldamadan oturuşları namazdaki oturuşa işaret ediyor.

İnsan namazda oturuşuyla yeryüzünün birer hazine deposu olan dağların bu hallerini temsil ediyor. Böylece bütün varlıklar insanın namazında yer alıyor, insan da halife olması hasebiyle onların fıtrî ibadetlerini Rahîm olan Rabbine böylece arz etmiş oluyor.

Mehmet Paksu / Bugün Gazetesi

Ya Erkeklerin Hali?

Modern (!) erkeklerin durumu modern kadınların durumlarından pek de farklı değil. Eskiden erkek gün boyu dışarıda çalışır ve akşam evinde kendisini bekleyen eşine geri döndüğü zaman eşi ona çabalarını ve fedakârlıklarını ne kadar takdir ettiğini gösterirdi. Kadın kocasının sıkıntılarına ortak olmaya çalışır, ona bakmaktan mutluluk duyardı ve buna karşılık da erkeğinden çok az şey isterdi.

Tarih boyunca erkekler çalışma hayatının rekabetçi ve yıpratıcı dünyasına katlandılar çünkü günün sonunda çabalarının eşleri tarafından takdir edileceğini biliyorlardı. Kadının tatmini, erkeğin en büyük ödülüydü.

Oysa günümüzde kadınlar da gereğinden fazla çalıştıkları için çoğu zaman haklı olarak tatminsizlik duygusuna kapılıyorlar. Uzun günün sonunda kadın da, eşi de sevgiyi ve takdir edilmeyi bekliyor. Kadın kendi kendine, “Ben de onun kadar çok çalışıyorum, ona anlayış göstermek neden benim sorumluluğum olsun” diyor. Yorgunluk erkeğin beklediği duygusal desteği kadının vermesini engelliyor. Bu paradoksal sıkıntının önemli nedenlerinden biri de; erkeğin eve bakış açısıdır. “Erkeklere göre; ev geleneksel olarak bir tatil yeri iken kadınlar için ev, bir faaliyet alanıdır.Bu bakış açısından dolayı erkek eve geldiği zaman “Evine geldin, gevşe ve gün boyu çalışmanın ödülünü dinlenerek al” diye düşünür.

Günümüzün çağdaş erkeği evine döndüğü zaman genellikle huzur yerine, huzursuzlukla karşılaşmasının bir diğer sebebi de: Eşinin mutsuzluğu onun başarısızlığını simgeliyor. Neden mi? Çünkü bir erkek bir kadını sevince birinci hedefi sevdiği kadını mutlu etmektir. İşte bu nedenden dolayı kadının mutsuz olması erkeğin başarısız olduğunun gösteriyor da ondan.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Evliliğinizin Kaçıncı Kilometresindesiniz Kitabından Alıntıdır…

Evli bir erkeğin evrimi (biraz gülümseyelim)

6. hafta: Hayatım, ben geldim.

6. ay: Selam!

6. yıl: Annen ne yemek yapmış?

6. hafta: Zor bir çocukluk geçirmişsin.

6. ay: Senin anan da cins ha!

6. yıl: Ulan tam da anana çekmişsin!

6. hafta: Bu elbise sana çok yakışmış.

6. ay: Bir elbise daha mı aldın?

6. yıl: Kaç para verdin buna?

 

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version