O amellerin zerre miktarı ona faydası olmaz

Günün Ayet-i Kerime meali…

Bismillahirrahmanirrahim

Hani bir zaman Biz meleklere: “Âdem’in önünde (Allah’a) secde edin!” deyince, onlar da derhal secdeye kapanmışlardı. Ne var ki İblis eğilmemişti. O cinlerden idi. Rabbinin emrinin dışına çıktı.

Ey Âdem’in evlatları! Onlar size düşman oldukları halde, siz kalkıp Benden ayrı olarak onu ve onun evlatlarını mı dost ediniyorsunuz?

Zalimler için ne fena bir bedel! Ne zararlı bir takas!

[Kehf Suresi 18,50]

..…….

Günün Hadis-i Şerif’i…

Bismillahirrahmanirrahim

Peygamber Efendimiz (A.S.M) buyurdu ki:

Allah’ın kullarından bir kul, yer-gök ehlinin takva ve iyilik nev’inden olan ameliyle Allah’ın huzuruna gelse, kendinde şu üç haslet varsa, o amellerin zerre miktarı ona faydası olmaz:

Ucub (ibadet cihetinden kendini beğenmek),

Mü’minlere eziyet,

Aziz ve Celil olan Allah’ın rahmetinden ümid kesme.

(Deylemi)

.…….

Risale-i Nur’dan;

Ya Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. “Emanet”ini kabzetmek zamanına kadar bizi “emanet”te emin kıl. Amin!

(Sözler’den)

…….

Cevşen’den ;

24-
1-Ey hükmedenlerin hükmedicisi,
2-Ey adillerin en adaletlisi,
3-Ey doğruların en doğrusu,
4-Ey varlığı açık olanların en açıgı,
5-Ey temiz olanların en temizi,
6-Ey yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan,
7-Ey hesaba çekenlerin en süratlisi,
8-Ey işitenlerin en iyi işiticisi,
9-Ey ikram edenlerin en iyi ikram edicisi,
10-Ey merhamet edenlerin en merhametlisi,

Prof. Dr. Neşet Toku: “Bediüzzaman’ın Farkı…”

Prof. Dr. Neşet Toku:

“Bediüzzaman’ın farkı, mantıkî temellendirmeye dayalı Kur’an eksenli düşünmesidir”

Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı’nda imanî mevzuları açıkladıktan sonra “Artık küfrün beli kırılmıştır, bir daha ayağa kalkamaz” gibi kesin ve net ifadeler kullanıyor. Bunun sebebini sorduğumuz Prof. Dr. Neşet Toku, Bediüzzaman’ın bu kadar net ifadeler kullanmasının arkasındaki sebebin onun mantıkî temellendirmeye dayalı Kur’an eksenli düşünmesinden kaynaklandığını söylüyor.

Zaman ihtiyarladıkça kendisi gençleşen Kur’an-ı Kerim’in imanî bir tefsiri olan Risale-i Nur üzerinde her geçen gün yeni çalışmalar yapılıyor, yeni eserler ortaya konuluyor. Risale-i Nur üzerine yapılmış kitap çalışmalarının en yenilerinden birisi olan ve Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Neşet Toku tarafından kaleme alınan “Risale-i Nur’da Felsefe Eleştirisi” isimli kitap Nesil Yayınları arasında çıktı.

Bediüzzaman Said Nursî’nin hem Meşrutiyet hem de Cumhuriyet dönemlerinde maruz kaldığı baskı ve hapislerin sadece siyasi bir olay olmadığını ifade eden Prof. Dr. Toku, bu konuda kitabında şunları belirtiyor:

“Bediüzzaman’ın siyasî baskılara ve hapislere maruz kalması, sadece onun siyasî tercihinden kaynaklanmamış, aynı zamanda bir medeniyet projesi olarak İslam’ı ve İslamî çerçevedeki rasyonaliteyi benimsemesinden ve bu noktadan hareketle de heves edilen Batı medeniyetinin temelini teşkil eden materyalist ve pozitivist felsefeye karşı başlatmış olduğu mücadeleden de kaynaklanmıştır.”

Kitabında felsefî düşüncenin teorik ve pratik çerçevedeki eleştirileri ve Bediüzzaman’ın Kur’an eksenli karşı cevaplarının irdelenmeye çalışıldığını kaydeden Prof. Dr. Toku ile mercek altına aldığımız “Risale-i Nur’da Felsefe Eleştirisi” kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik…

İslam dünyasında 8. yüzyılda Gazali ile başlayan ve 20. yüzyılda Bediüzzaman’la devam eden bir felsefe eleştirisi var. Her şeyden önce şunu sormak istiyorum: Felsefe nedir hangi ihtiyaca binaen ortaya çıkmıştır?

Felsefe, MÖ 5. yüzyılda antik Yunan dünyasında ortaya çıkmış bir düşünce tarzı. Niye ortaya çıkmış? İnsanların yaşamış oldukları bir takım problemler var. Eşyayı, varlığı, hayatı açıklamaya, anlamlandırmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken dayanılacak bir bilgiye ihtiyaç var.

Dinler tarihi açısından bakıldığında bilgi kaynağı olarak vahiy var. Vahiy, insanlara eşyayı ve olayları nasıl açıklayacakları konusunda bir şeyler anlatıyor. Ancak, vahyin gelmediği fetret devirleri de var. Fetret devirlerinde böyle bir bilgi eksikliği söz konusu. İşte muhtemeldir ki o bilgi eksikliği dönemlerinde insanlar eşyayı anlamlandırmaya çalışırken kendi akıllarını ölçü alarak makul çerçevede ve doğal zeminde açıklamalar yapmaya çalıştılar. Felsefe bu şekilde ortaya çıktı. Hayatı ve eşyayı rasyonel-reel eksende anlamlandırma faaliyetinin adına felsefe diyoruz.

Sizin kitabınızda felsefeci olarak belirttiğiniz Pisagor ve Öklit gibi bazı insanları biz matematikçi diye biliyoruz. Hatta bunların isimleriyle bilinen matematik teorileri bile var. Bir matematikçi felsefeyle niçin uğraşır?

Antik Yunan dünyasında “felsefe” dendiğinde akıl ve tecrübe temelli bütün bilgiler kastediliyordu. Matematik, fizik, astronomi vs. hepsi bu kategoriye dâhildi. Yunan düşüncesinden mülhem, İslam dünyasında da ilimler naklî ilimler-aklî ilimler diye iki çeşit olarak sınıflandırılmış. Aklî ilimlere aynı zamanda felsefî ilimler deniliyordu. 18. yüzyıla kadar durum böyleydi. 18. yüzyıldan sonra ise bilimler felsefeden bağımsız, müstakil birer alan olarak ayrıştı. Bu nedenle Pisagor ve Öklit gibi insanlara hem matematikçi hem de filozof deniyor.

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da eleştirdiği felsefe 18. yüzyıldan sonra gelişen felsefe mi oluyor?

Esas itibariyle o ama sadece o değil. Niye sadece o değil? Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da cevap verdiği “Necisiniz, nereden geliyor, nereye gidiyorsunuz” soruları daha önce de söylediğim gibi, felsefenin de temel soruları. Bu sorular, klasik dönem diye nitelendirilen zamanlarda da var ve o zamanlarda da cevaplandırılmaya çalışılıyor. Dolayısıyla, felsefenin mahiyet itibariyle her halükârda belli ölçülerde bir din dışılığı içerdiğini söylemek gerekiyor. Bediüzzaman’ın karşı çıktığı felsefe elbette ki birinci dereceden materyalist ve pozitivist felsefelerdir. Ama ilaveten felsefenin başlı başına bilgi kaynağı olma iddiasındaki akıl merkezli anlayışına da karşı çıkıyor.

Bediüzzaman’ın ilim tahsiline baktığımız zaman genelde medreselerde dinî eğitim aldığını görüyoruz. Ama siz kitabınızda Risale-i Nur’da çok ciddi felsefe eleştirileri olduğunu ortaya koyuyorsunuz. Bediüzzaman, felsefi doktrinleri eleştirecek, onların yanlışlığını ortaya koyacak kadar felsefi bilgiyi nereden öğrendi?

Klasik medrese eğitiminde bugünkü gibi bilimler birbirinden tamamen bağımsızmış gibi eğitim-öğretim yürütülmüyordu. Sistematik bir eğitim-öğretim vardı. Aklî ve naklî ilimler birlikte okutuluyordu. Bediüzzaman’ın her ne kadar uzun yılları kapsayan bir medrese eğitimi olmasa da kendi hayatında bunları okuduğu apaçık. Bunları tahsil etmiş, tahsil etmiş derken illa ki birilerinden öğrenmiş anlamında değil. Bediüzzaman’ın Van’da kaldığı döneme baktığımızda, vali konağına çekildiğini ve orda on yıl boyunca tamamen bu ilmî işlere kendisini verdiğini görüyoruz. Bediüzzaman orada kelam da okuyordu, coğrafya da okuyordu, matematik de okuyordu, mantık da okuyordu, fizik, kimya, biyoloji vs. de okuyordu. Tüm bu disiplinler o günün şartlarında ne kadar vardıysa hepsini okuyordu. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın felsefe bilmemesi diye bir şey söz konusu değil…

www.sorularlarisale.com

Eski bir feministin dini hükümler itirafı

Bu devirde, dindar kadınların imtihanı, başörtüdenmiş gibi bir algı var. Evet, başörtülü okuyamamak ve çalışamamak üzüntü verici bir durum ve kadınlar için bir zorluk. On iki yaşımdan beri başörtülüyüm ve geçmişte başörtü yüzünden zorluklar yaşamışlığım, üniversite okumaktan vazgeçmişliğim var. Fakat bunlar bana pek ağır gelmedi. Kendimi kahraman gibi hissettim. İnancın uğruna mücadele etmekte tatlı bir gurur vardır.

Dindar kadının esas imtihanı, İslamın kadınlarla ilgili hükümleri iledir. Bu noktada kazanmak ya da kaybetmektir, esas mesele.

Geçenlerde bir yerde okumuştum. Dindar bir hanım, bir gece sabaha kadar ağlayıp, sızlanmış. “Allahım dinimizde kadını neden ikinci sınıf yaptın?” tarzında sözlerle, gözyaşı dökmüş. Bu kadıncağızın açıkça dile getirdiği sitemlerini pek çok dindar hanım içinden geçirmemiş midir? Ben kendi adıma geçmişte çok geçirdim.

Eski bir feminist olarak, itiraf ediyorum. Dini kitaplarda, erkeklerin kadınlara karşı vazifelerini, defalarca okuduğum halde, kadınların kocalarına karşı vazifelerine göz ucuyla bakar kapatırdım. Çünkü dinimizde kadın erkek ilişkilerine baktığımız zaman kadınların yükü görünüşte ağır gibi görünüyor. Hele itaat meselesi. Hele itaat meselesi. Kadın kocasın itaat edecek. Aman Allahım! Aman Allahım!

Biz kadınlar, bu meseleyi hiç hatırlamak istemeyiz. Kadınların en önemli meselesi buyken, eli kalem tutan kaç başörtülü yazar bu meseleyi yazmıştır, hemcinslerine hatırlatmıştır? Geçmişten günümüze kadın yazarlarımız bizleri hep “mücahide” olmak konusunda yüreklendirdiler. Oysa Peygamberimiz “Kadının cihadı, kocası ile güzel geçinmesidir.” buyurmuştur. Bizim cihadımız kendimizle. Gururumuzu, kibrimizi, kinimizi, kısacası içimizdeki putları ne kadar kırabiliyorsak, şefkat ve teslimiyet ehli bir kadın olabiliyorsak, dünya ve ahreti işte biz o zaman kazanıyoruz.

Bu konuyu kadın yazarların hitap ettiği kitlelere hatırlatması bir yana, modern olmak adına çoğu zaman üstü hep örtülmeye çalışıldı. Çünkü din karşıtı olanların ellerinde en büyük koz “kadın” konusudur.

Hah hah hah. Din kadını ezmiş.. Din kadının kocasına itaatını emretmiş..Kadınları ikinci sınıf ilan etmiş.. Bir de ikinci eş alma meselesi vardı değil mi? Hah hah..

Kendilerine göre açık buldular vuracaklar. Geçmişte bu konularla dindarlara o kadar saldırdılar ki sonunda istedikleri şeyi başarmışlar gibi. Artık bizlerde, bu konular, dinimizin bir eksiği, bir açığı imiş gibi konuşmaya korkar olduk. Hâşâ dinin bir eksiği ya da fazlalığı yoktur. Eksiklik ve hata bize aittir.

Bu konunun ört bas edilmesinin acısını da hep birlikte çekiyoruz. Başörtü konusunda aslanlar gibi mücadele eden kızlarımız, evlenince ne yapacaklarını şaşırdılar. (istisnalar kaideyi bozmaz) En azından ben ne yapacağımı şaşırmış idim.

Feminizmin, eşitlik iddiasıyla doldurulmuş kafalarımızla, mutlu bir aile hayatı yaşamaya çalıştık. Olmayınca kızdık. Kime kızacağız? Nefsine kızmak kolayı olmadığı için erkeklere kızdık. Onlar bizi mutlu etseydi biz mutlu olurduk!

Biz dindar kadınların feministliği çok tehlikelidir. Birkaç sebepten dolayı:

Birincisi: Feminist olduğumuzu kabul etmeyiz; çünkü dinimizle feminizmin uyuşmadığını biliriz. Kabul etmediğimiz için, ne kadar çok etkilendiğimizin de farkında olmayız.

Bir zamanlar bana “feminist yazar” diyorlardı; fakat bir türlü kabul etmiyordum. O dönemde yazdığım kitabım “Evliliği Pekmez Sandım” sonradan ismini değiştirip “Eşim Aşkım Olsun” yapmıştım, şimdi artık benim tercihimle satışta değil. Bu yıl içerisinde yeni hikayelerle ve düzenlemelerle okura ulaşmasını istiyorum. Bütün kitap boyunca erkekler ne yapmalıyı anlatmışım. Kadınlara düşen hiçbir şey yokmuş da erkeklerin tek görevi kadınları mutlu etmekmiş gibi.

Bundan beş yıl kadar önce, feminist olduğumu fark etmemle, arınma sürecine girmem bir oldu. Nasıl rahatladım anlatamam. Bazen düşünüyorum da o kafayla gitsem evlilik konusunda çok tehlikeli olabilirmişim. Elhamdulillah evlilik üzerine çok şey yazmadan durumu toparladım, güzel dinimizin penceresinden bakmaya başladım. Artık kitap yazarken ana kaynaklarım; Rabbimin ayetleri ve sevgili peygamberimizin çok kıymetli sözleri. Psikoloji ve bilimsel araştırmalarda yan destek. Bu yüzden olsa gerek, son yazdığım evlilik kitapları ile çok teşekkür ve dua alıyorum.

İkincisi: Dindar feminist kadınlar, evde eşitlik davası güder, kocamızı çenemizle susturmayı zeka alâmeti zanneder, onunla mücadeleyi hiç elden bırakmayız, ama içten içe susturamadığımız bir ses “yanlış yapıyorsun, günaha giriyorsun” der bu kez de “bu adam yüzünden günaha giriyorum” diye iyice sinirleniriz.

Mutlu olmak isteriz; fakat nasıl olacağımızı bilemeyiz. Dizilerden, filmlerden, internetten mutluluk formülleri ararız.

“Sevdiğini elde tutmanın 101 yolu” “Onun baş tacı olmanın 10 sihirli formülü” tarzında. Fakat bu kadar yol yönteme rağmen, bir türlü mutlu olamayız. En sonunda erkeklerin kötü olduğuna karar verir, kendimizi mutsuzluğun akışına bırakırız.

Oysa verilen formüller yanlış olduğu için mutlu olamıyoruz; çünkü formüller yaratılışa ters. Yaratılıştan gelen genetik kodlamaları göz ardı ederek, mutlu olamayız. Yaradan, kadın ve erkeği yaratmış, mutluluk reçetesini de göndermiş. Bu yüzden mutluluğu uzaklarda aramaya hiç gerek yok.

Sema Maraşlı – Haber 7

Çorlu’da Liseli Gençler Risale Dersi Yapıyor

Tekirdağ’ın  Çorlu ilçesinde, İmam-Hatip Lisesi talebelerinin, 2-3 ay önce başlayan Risale-i Nur derslerine olan iştiyakları ve şevkleri bizi cidden mesrur etti.

Okullarında Kur’an ve Arapça dersleriyle birlikte tefsir ve hadis ilmini tahsil eden bu talebelerin, fıtri olarak, bu zamanın mühim bir tefsiri olan Risale-i Nura teveccühleri ve iştiyak göstermeleri, eskiden alışık olduğumuz manzaralara bizi tekrardan götürdü.

Birkaç fedakâr talebenin gayretiyle böyle bir faaliyetin olması, elbette hizmetin her tarafta lüzumunu ve Risale-i Nurlara herkesin sahip çıkıp hizmet edebileceği gerçeğini gözler önüne seriyor. Ve şu hizmete sahip çıkmanın ne büyük bir şeref olduğunu hatırlatıyor. Zira, Üstadımız Bediüzzaman  Said Nursi “talebeliğin hassası ve şartı şudur ki; Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.” Sözleriyle bizlere dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor.

Ayrıca imam hatip mektebinin böyle  gayet ciddi teveccühlerinin hakikatini, şu cümlelerle izah ediyor;

“Aziz, sıddık kardeşlerim ve manevi Medreset-üz Zehranın Nur şakirdleri! Ben Isparta’ya geldiğim vakit, Isparta’da İmam-Hatip ve Vaiz Mektebinin açılacağını haber aldım. O mektebe kaydolacak talebelerin ekserisi Nurcu olmaları münasebetiyle o mektebin civarında gayr-ı resmi bir surette bir Nur Medresesi açılıp, o mektebi bir nevi Medrese-i Nuriye yapmak fikriyle bir hatıra kalbime geldi.

Bir-iki gün sonra güya bir ders vereceğim diye etrafta şayi’ olmasıyla o dersimi dinlemek için rical ve nisa kafilelerinin etraftan gelmeleriyle anlaşıldı ki, böyle nim-resmi ve umumi bir Medrese-i Nuriye açılsa o derece kalabalık ve tehacüm olacak ki, kabil olmayacak…”

İşte, bu ve benzeri tablolar bizi gayrete sevk ediyor. Cenab-ı Hak, bizi fütur ve tembellik hastalığından kurtarsın! Amin.

 

 


www.NurNet.org

 

Çok-Kültürlü ve Çok-Dinli Toplum Modeli

Bediüzzaman çok kültürlü ve çok dinli bir cihan devletinde hayata gözlerini açmış biri idi. Klâsik dönem diyebileceğimiz demokrasi öncesi dönemde dinî çoğulculuktan kaynaklanan problemler optimum denilebilecek bir tarzda çözülmüştü. Millet sistemi içinde her din özgürce kendi aidiyetini ve varlığını koruyabilmişti.

Ancak hayatın giderek sekülerleşmesi ve dinden bağımsızlaşması devlet-toplum-din ilişkisini klâsik dönemlerdeki ilişkilerden önemli ölçüde farklılaştırmıştı. Klâsik dönemdeki kurumlar artık modern dönemde işlemez hale gelmişti. Şimdi yeni bir parlamenter sisteme geçilmiş, vatandaşlara eşit haklar verilmiş, her din mensubunun dinine bakılmaksızın devlet faaliyetlerine eşitçe katılması, devletin harcama giderlerini eşitçe paylaşması gibi modern uygulamaya başlanmıştı.

Böyle bir ortamda asıl problem mevcut Kur’ânî nasların nasıl yorumlanacağı, çok-kültürlü toplum modelinin İslâmî naslara nasıl uydurulacağı, ya da İslâmî nasların bu yeni durumu nasıl meşrûlaştıracağıydı.

Bediüzzaman’ın yeni durumu okumasının ilk tezahürü toplumlar arası ilişkilerin daha önce olduğu gibi din eksenli değil daha fazla ekonomi-bilim ve medeniyet eksenli olduğu şeklindeydi. Ona göre yeni dönemde din eksenli dostluk ve düşmanlıktan ziyade ekonomi ve politika eksenli dostluk ve düşmanlık söz konusu olmaya başlamıştı. Böyle bir yapılanma karşısında tabiî olarak insanlar, toplumlar ve milletler arası ilişkilere bakış da kendiliğinden değişecekti.

“Gayr-ı Müslimlerle nasıl eşit olacağız?” sorusuna karşı çok kültürlü ve çok dinli bir toplumun âlimi edasıyla şu enteresan cevabı verecekti: Eşitlik, fazilet ve şerefte değildi; hukuktaydı. Hukuk önünde ise, şah ve geda birdi. Acaba bir şeriat “Karıncaya bilerek ayak basmayınız…” dese, tazibinden menetse, nasıl benî-âdemin hukukunu ihmâl edebilirdi? (Nursî, Bediüzzaman Said, Münâzarât, Yeni Asya, İstanbul, 1993, s. 66)

Bu bakış açısı değişikliğinin ikinci önemli tezahürü uluslar arası ilişkilerde “mütekabiliyet” esasının devreye girmesiydi. Buna göre Osmanlı toplumu içinde yaşayan Hıristiyan ve Yahudilerin durumu, hukukî statüsü, demokratik davranışları “mütekabiliyet” ilkesi çerçevesinde değerlendirilmeliydi. Gerçekten burada Bediüzzaman son derece hayatî bir içtihatta bulunmaktadır: Uluslar arası ilişkilerde esas olan ilke mütekabiliyet ilkesidir.

Yani Hıristiyan toplumların Müslüman bireylere verdikleri hukukun aynısının İslâm toplumları içinde yaşayan Hıristiyanlara da verilmesinin gerekliliği. Bediüzzaman İslâm toplumları içinde yaşayan gayr-i Müslimlerle ilişkilerin sadece dinî boyutu olan yalın bir konu olmadığının farkındadır, ona göre bu ilişki son derece karmaşık; dinî, sosyal, ekonomik, politik, hatta diplomatik ilişkiler yumağıdır.

Ona göre özellikle Doğu bölgelerindeki Müslüman toplumlar beraber yaşadıkları ve komşuları olan Ermenilerle dost olmaya mecburdurlar. (Michel, Thomas, ‘Muslim-Christian Dialogue and Co operation in the Thought of Bediüzzaman Said Nursî’, Reyhan Matbaası, İstanbul, 1999) Çünkü Ermeniler Müslümanlarla komşudurlar, komşuluk dostluğun komşusudur.

Ayrıca Ermeniler millet olarak uyanmış ve ekonomide, bilimde, politikada ve kültürde gelişmişlerdir. Sadece Osmanlı topraklarında yaşamamaktalar, dünyanın dört bir yanına dağılmışlardır. Dünyanın gelişmiş ülkelerindeki gelişme tohumlarını toplamışlar, onları getirip Osmanlı ülkesine dikeceklerdir.

Henüz bilim ve teknolojide geri olan Müslüman ahaliyi ekonomik ve teknolojik gelişmeye mecbur edecekler ve ayrıca Müslümanlar arasında müsbet milliyet duygusunun gelişmesini de sağlayacaklardır. Bu sebeplerle onlarla Müslümanlar ittifak etmek zorundadır. Bediüzzaman’a göre düşmanımız ve bizi mahveden şey, cehalet ağa, cehaletin oğlu zaruret efendi ve onun torunu husûmet beydir. (Nursî, 1993, s. 68)

Dikkat edileceği gibi Bediüzzaman Ermenilerle ilişkileri sadece onların zimmîlik statüsü bağlamında değerlendirmez, ondan çok ötede başka bağlamları dikkate alarak değerlendirir. Ermenilere verilecek bir birim hukuk, dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan Müslümanlara on birim hukukun verilmesine sebep olacaktır; bu sebeple onlara bu ilâve hukuku vermekten kaçınmamalıyız.

O zaman Bediüzzaman’a göre bu yeni durumda gayr-i Müslimlerle nasıl bir ilişki içinde bulunmalıyız?

İlk olarak Bediüzzaman üslûp üzerinde durur. Hıristiyan ve Yahudilerle ilişkilerimizde onları incitecek kavramlardan kaçınmamız gerektiğini hatırlatır. Kamu alanındaki ilişki ve üslûbumuzla ferdî ve itikadî alandaki üslûbumuzun farklılaşması gerektiğini vurgular.

Ehl-i Kitab’a neden kâfir demeyelim? diyenlere karşı, kör bir insana ‘hey kör!’ demediğimiz gibi diye cevap verir. Çünkü bu şekildeki bir hitapta bir eziyet ve bir aşağılama vardır. Oysa Hz. Peygamber “Kim bir zimmiye eziyet ederse bana eziyet etmiş olur” diyerek onlara eziyeti yasaklamıştır.

İkinci olarak, küfrün iki mânâsı vardır, birincisi Allah’ı inkâr etme mânâsınadır. Bu anlamda bizim Ehl- Kitab’a kâfir dememiz doğru değildir ve onlara haksızlık yapmış oluruz. İkincisi Hz. Peygamber ve İslâm’ı kabul etmeme anlamındadır; bu anlamda onlara kâfir deme hakkına sahibiz. Ancak örfen kâfirden Allah’ı inkâr mânâsı anlaşıldığından bu şekilde hitapla onlara eziyet vermiş oluruz.

Ayrıca itikad dairesiyle muamelat dairesini birbirine karıştırmamalıyız. (Nursî, 1993, s. 71-72) Ancak burada ister istemez zihinlere bazı sorular üşüşmektedir: Müslüman, Hiristiyan’la nasıl dost olabilir? Böyle bir dostluğu men eden âyet yok mudur? Bediüzzaman’ın yukarıdaki sözleriyle aşağıdaki âyeti nasıl uzlaştıracağız?

“Ey inananlar! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu doğruya iletmez.” (5/51)

İlgili âyeti de Bediüzzaman çok-kültürlü ve çok-dinli toplumda “açık toplum” modeli çerçevesinde yorumlar.

1- İlgili âyet âm değil, mutlaktır, dolayısıyla takyid edilmesi mümkündür, zaman çok önemli bir müfessirdir, kaydını ortaya koyduğunda hiç kimse itiraz edemez.

2- Âyetin metni mütevatirdir; ama hangi mânâlara delâlet edebileceği kesin olarak açık değildir, dolayısıyla tevil ve tefsire açıktır,

3- Âyetteki nehyin illeti Yahudiyyet ve Nasraniyyettir, yani insanların sırf Yahudi ya da Hıristiyan olduklarından dolayı dost edilmelerini yasaklamamaktadır,

4- İnsanlara olan sevgi zatî değil, sıfatîdir; yani sevginin ve dostluğun kaynağı insanlardaki bazı olumlu sıfatlar ve özelliklerdir; dürüstlük, iffet, temizlik, sadakat gibi. Nitekim başka bir âyet iffetli Hıristiyan ve Yahudi kadınlarla Müslüman erkeklerin evlenebileceğini ifade ediyor. İffetli ve sadık bir Ehl-i Kitap eşi elbette eşini sevecektir.

5- Asr-ı Saadette din hayatın merkezindeydi, bütün aidiyetler, ilişkiler din eksenliydi. Bütün dostluk ve düşmanlık ilişkileri din tarafından belirleniyordu. Ancak zamanımızda dinin yerini ekonomi ve politika aldı, dostluk ve düşmanlıklar ekonomik refah ve politik güvenlik eksenli kuruluyor, dolayısıyla dostluklar ve düşmanlıklarda dinî bir nitelik yoktur. (Nursî, 1993, s. 70-71)

Görüleceği gibi Bediüzzaman ilgili âyetleri yaşadığı zamanın perspektifiyle değerlendirmektedir. Onun yaşadığı toplum ekseriyeti Müslüman olmakla birlikte içinde Ermeni, Rum, Yahudi ve benzeri gayr-i Müslimlerin de bolca yaşadığı bir çok kültürlü ve çok dinli bir toplumdur.

Toplum fertleri evlenme dâhil her türlü ekonomik, politik ve sosyal ilişki içinde bulunmak zorundadırlar. Çünkü aynı devletin vatandaşıdırlar. Sosyal ve ekonomik ilişkileri belirleyen set genel olarak dinden ziyade kişilerin sahip bulunduğu ahlâkî vasıflardır.

Güvenilir bir gayr-i Müslimle bir Müslüman çok rahat ticarî ortaklık kurabilmekte, servetini ona teslim edebilmektedir. Aynı şekilde bir Müslüman erkek iffetli bir Hıristiyan hanımla aile olabilmekte, onu yürekten severken ondan çocuk sahibi olabilmektedir. Komşular arasındaki ilişkiler de bir dinî aidiyetten ziyade güven ve yardımlaşma ilkesine dayanmaktadır. Bediüzzaman’ın başka bir yerde ifade ettiği gibi toplum fertleri itikadî alanla muamelat alanını birbirine karıştırmamalıdır, itikadî alanı kendi kontekstinde değerlendirip, kamu alanında (muamele alanı) kişilerin ahlâkî kalitelerini dikkate almalıdır. (Nursî, 1993, s. 70-71)

Gayr-i Müslimlerin toplumsal hayata katılmaları acaba temel insan hukuku çerçevesinde mi kalacak, yoksa hayatın bütün alanlarında ortak bir pozisyon mu alacaktı. Bediüzzaman’ın bu soruya cevabı “Şimdi Ermeniler vali, kaymakam oluyorlar, nasıl olabilir?”, itirazına verdiği cevapla veriyordu.

Bediüzzaman, onların Müslüman toplumun içinde saatçi, makineci ve süpürgeci oldukları gibi vali ve kaymakam da olabileceklerini; çünkü yeni demokratik düzen içinde hâkim olan şeyin milletin hâkimiyeti olduğunu, hükümetin, bürokrasinin görevinin sadece hizmet olduğunu; demokrasi ilkelerinin iyi işlemesi durumunda vali ve kaymakamın reis değil, ücretli hizmetkâr olacaklarını söyler. İslâm toplumları içinde gayr-i Müslimlerin reis olamayacaklarını, ama hizmetkâr olabileceklerini ifade eder.

Hatta valilik ve kaymakamlığın bir riyaset ve ağalık makamı olduğu kabul edilse bile İslâm toplumlarında gayr-i Müslimlerden üç bin kişinin reis ve ağa olması, dünyanın diğer toplumlarındaki Müslümanların üç yüz bininin reislik ve ağalığına sebep olacaksa bundan Müslümanların zararlı değil kazançlı çıkacağını söyler.

Valilerin bazı görevlerinin dinî görevler olduğunu, bunun bir Hıristiyan vali tarafından nasıl yerine getirilebileceği, sorusuna karşı Bediüzzaman; demokratik bir toplumda hâkim olanın artık şahıs değil, efkâr-ı amme, yani kamuoyu olduğunu hatırlatır. O zaman Bediüzzaman’a göre bütün toplumsal ve dinî müesseseler kamuoyunun ruhunu yansıtır tarzda organize edilmelidir. (Nursî, 1993, s. 79-80)

www.risaleinurenstitusu.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version