Etiket arşivi: A.Raif Öztürk

Hasta Ziyareti Nasıl olmalı?

Hikaye bu ya: Yaşlı bir geyik hasta düşer ve daha rahat otlayabilmek için güzel otlarla dolu bir çalılıkta yaşamaya başlar. Her hayvanla iyi geçindiği için, pek çok hayvan sık sık o geyiğin ziyaretine gelir.

Zamanla; her gelen hayvan onun çevresinde bolca bulunan bu güzel otlardan tatmaya başlayınca, kısa süre sonra tüm otlar biter. Geyik ise o hastalıktan kurtulur ama nekahet döneminde, ziyarete gelen dostlarının otlamaları sebebiyle yiyecek hiçbir şeyi kalmadığı için, bir süre sonra açlıktan ölür…

Bu hikayeden alınacak ders: “..Hasta ziyaretine faydalanmaya değil, telaş içinde olan o aileye yardım eli uzatmaya gidilmelidir.”
 
Bu mütebessim girizgahtan sonra, Dinimize ve örf ve adetlerimize göre Hasta ziyaretlerinde dikkat etmemiz gereken hususları tahlile çalışacağız.

Ef’al-i mükellefine göre hasta ziyareti sünnettir. Ancak, hastanın bakacak kimsesi yok ise “vacib-i kifaye” olur. Yani, birkaç komşunun o hastayı bakmaya devam etmesiyle, diğerlerinin üzerinde vacip sorumluluğu düşer. Şayet hiç kimse bakmaz ise tüm mahalle, tüm köy ve tüm belde vacibi terk etmiş suçlular ve asiler durumuna düşerler. 

“Bir hastayı (Allah c.c. rızası için) ziyaret edenin kefili Allah olur.” [Bkz.: Hakim].

“Hastaları ziyaret ediniz. Dua etmelerini isteyiniz. Şüphesiz sabir hastaların duası makbul, günahları da affedilmiştir.” [Bkz.: Deylemi]

Hasta ziyareti; “hastanın hal ve hatırını sormak, gönlünü almak, hoş etmek ve gücünün yettiğince hastanın ihtiyaçlarını karşılamak” demektir.

Ülkemiz insanının bu konudaki hassasiyetleri, Allaha binlerle şükürler olsun ki çok iyi durumdadır. Hatırladığım zaman beni çok duygulandıran hatta ağlatan bir anekdotumu burada paylaşmak istiyorum.

Bildiğiniz gibi DOKUZ sene ara ile iki defa çok büyük ameliyatlar geçirdim. Birincisi 2005 yılında, tam da uluslararası ekonomik krizlerin ticari hayatımızı ve bütçelerimizi sarstığı bir zamana denk gelmişti. Siroz-C nedeniyle, benim vefat günüm bile belirlenmiş ve geri sayım başlamıştı.

O yıllarda Florans Nightengale gibi özel Hastanelerde Karaciğer naklinin bedeli devletimiz tarafından henüz ödenmeye başlanmamıştı. YÜZ Küsur Milyar (o gün henüz 6 Sıfır da atılmamıştı) liraya acilen ihtiyaç vardı. İşlerimin başına mecburen (Masterini bırakarak) yeni geçmiş olan genç oğlum, benim adıma dostlarımdan 3 Milyar, 5 Milyar, 1 Milyar, bazılarından da 10 Milyar gibi borç toplamaya başlamış.

Nakil ameliyatıma bir hafta kala, bir dostum oğluma gelerek, “Ameliyat için ne kadar para lazım?” diye sormuş. Oğlum “100 Küsur milyon lazım ama 15-20 kişiden 60 Milyona yakın topladım, daha çok lazım” demiş. O sevgili işadamı dostum ise oğluma; “Ahmet çiğim, bundan sonra hiç kimseden borç isteme. Benim bir iş için ayırdığım bir miktar para var. Onu sana vereceğim. Ödeme için de kendini hiç zorlama. Diğer borçlarını bitirince ödemeye başlarsın” deyince oğlum çok ferahlamış.

Hemen ameliyat günü alınmış ve netice malumunuz, çok başarılı. Ödeme planı 2-3 seneye yayıldığı halde, ameliyat sonrası işlerimize öyle bir bereket gelmiş ki, 10-12 ay içinde tüm ameliyat borçlarının tamamı ödenmişti.
Bunları şunun için arz ettim:

Yukarıda belirtilen “İslam’ın hasta ziyareti prensibi” eğer burada tam uygulanmamış olsaydı, o ağır yükün altından oğlum acaba kalkabilir miydi?…

O para bir hafta içinde toplanamasaydı, acaba iş işten geçmiş olmaz mıydı?…

O sıkışık zamandan yardımlarını esirgemeyen tüm dostlarıma minnettarım veonlar da benim tüm hizmetlerime, ibadetlerime ve dualarıma hissedardırlar.Çünkü bu yardımlar sadaka-i cariye hükmüne geçmiştir…

Şu son Kalp (By-Pass) ameliyatımda ise hem özel hastanelerde bile olsa, ameliyat ücretlerinin büyük bir çoğunluğunu devletimiz ödüyordu. Bize pek bir masraf kalmadı. Allah cc. Devletimize zeval vermesin, amin. Hem de o günkü gibi sıkıntımız da yoktu. Bunlara rağmen, onlarca dostumuz oğluma müracaat ederek, “her hangi bir maddi sıkıntı varsa ben hazırım. Hemen vereyim.” Diyenler çok olmuş. Yani niyetleriyle bile bol bol sevap kazandılar.  

Ameliyat sırasında KAN VERME konusunda ise K. Ciğer naklinde 36 ünite kan istenmişti. Benim adıma 80 ünite kan verildiği halde, kuyruk kısalmamış. “İlla benden de alın” diye ısrarlar devam ettiğinden, kan verme kuyruğu güvenlik görevlileri tarafından dağıtılmıştı. Yüce Rabbim bu yardımseverlerin ve İslam’ın “yardımlaşma prensibine” hassasiyet gösterenlerin her birinden, ebeden Razı olsun. Her birini, Efendimizin SAV Liva-ül Hamd Sancağı altında cem etsin, inşallah…

İşte İslam’ın hasta ziyareti ve yardımlaşma prensipleri…
Allah c.c. bu şuurumuzu arttırarak, kardeşliklerimizi daim ve kaim eylesin… 

***

NOT: Son By-Pass ameliyatım için sadece 3 ünite taze kan istendiği için, ilan etmemiştik. Buna rağmen duyanlardan 10 kişi hasta haneye geldiler ve ilk üç kişinin kanları yeterli oldu ve onlar benim KAN KARDEŞLERİM oldular.

Taburcu olduktan sonraki ziyaretler de tam İslam ve Tıp prensiplerine göre yapıldı. Sterilizasyona ve tedbirlere azami dikkat edildi. Allah c.c. hepinizden Ebeden razı olsun. Yüce Rabbim sizlere, hastalanmadan ibret almayı ve hastalıklardan istifade etmeyi nasip eylesin, amin…

A. Raif Öztürk

R

Validebağ Camii Gerçeği ve Sinsi Oyunlar

Kamuoyunu günlerden beri meşgul ve rahatsız eden bu olay; Acaba ihtiyaç olmadığı halde, Dini istismar adına gereksiz bir cami inşaatı girişimi mi?

Yoksa yıllardır işgal ettikleri, Devletin tapulu arsasını otopark olarak kullananların, birrant kavgası mı? Acaba bir cami, Ezan, Din ve Mukaddesat düşmanlığı mı?

Veya, GEZİ olayı gibi ortalığı karıştırmak için bir provokasyon mu? Yoksa, gerçekten son derece ihtiyaç olduğu için, o bölge halkının yıllarca yaptığı resmi taleplerin haklı bulunması nedeniyle, başlatılmış gayet meşru bir cami faaliyeti mi?

Bu konuyu enine boyuna araştırdık. Bu araştırmayı, hem şu güzide halkın yanıltılmasını önlemek, hem bir basın mensubu olarak haksızlıklar karşısında susmamak, hem de gerçekleri belgeleriyle inceleyerek sizlere doğru bilgiler sunmak adına ifşa edeceğiz…

Öncelikle şunu çok iyi bilelim: CAMİ NEDİR? Yani, neyin kavgası yapılıyor?

Her Cami; Kabe’nin yani Beytullah’ın bir şubesidir. Camiler İslam’ın sembolleridir ve şiarıdırlar. Camiler, “..Ben Müslümanım” diyen herkesin, övünç ve gurur kaynaklarıdırlar.

Kur’an-ı Kerim, camiler ve camileri engelleyenler hakkında bakınız ne buyuruyor:Allah’ın mescitlerinde Allah’ın adının anılmasını engelleyip, oraların ıssız ve harap hale gelmesine çalışanlardan daha ZALİM kim olabilir? … … (Bkz. Bakara suresi, 114. Ayet.)

Şimdi gelelim Üsküdar, Validebağ camiinin hukuki durumuna:

Bizzat Belediye Bşk. Av. Hilmi Türkmen’den alınan bilgilere göre, o bölgenin halkı yıllardan beri resmi müracaatlarla, “..(Cuma, teravih v.b.) toplu ibadetlerini bir apartmanın alt katında ibadet etmeye çalıştıklarını, camiye son derece ihtiyaç olduğunu” belediyeye defaetle bildirmişler. (TV ana haberlerde de gösterildi.) Bu müracaatlar tamamen hukuki süreç içinde olup, Üsk. Müftülüğünün ve Kaymakamlığın onayı ile gerçekleşmiştir.

Başkan Türkmen: “Tespit edilen cami alanı, asla bir yeşil alan değildir, yıllardır işgal edilerek ve hiçbir ücret ödenmeden otopark olarak kullanılan beton ve toprak bir zemin olup, Üsküdar belediyesinin tapulu arsasıdır.

Valide bağ korusuyla da hiç alakası yoktur ve o korunun da dışındadır. Üstelik hukuki hiç bir engeli de yoktur.

“Durdurma kararı” diye gösterdikleri belgenin, bu parsel ile hiçbir alakası yokturve tamamen sinsi bir hedef şaşırtmadan ibarettir. Halbuki bir takım kişilerin açtığı bu dava, aynı yerde olan, fakat 178. parselle ilgili bir davadır. Cami arsası ile ilgili değil. Enteresandır ki bu dava 2013 yılında açılmıştı, yeni bir dava da değil.

Bu davada biz Üsküdar Belediyesi olarak taraf da değiliz, davayı Büyükşehir Belediyesi’ne karşı açmışlar… O bölgede cidden cami yoktur ve mahalleliler çok uzun mesafelerdeki camilere gidip veya bodrum katlarında ibadetlerini yapmaktadırlar.

Maalesef günlerden beri, mahalle ile hiç alakası olmayan, fakat malum medya aracılığıyla toplanan yabancı kişiler tarafından protesto edilmektedir.”..şeklinde açıklamada bulunmuştur.

Görüyorsunuz değil mi? Olay ne kadar NET ve bunlara rağmen, yine fırtınalar kopartılıyor. 31.10.2014 Ana haberlerde Sn. Kadir Topbaş da “Yeni çıkan mahkeme kararına göre de CAMİ inşaatına hiçbir engel görülmediğini ve inşaata devam edildiğini” açıkladı. …

Şimdi şu çok önemli soruya DİKKAT: Acaba, bu camiye engel olanların da başında, niçin yine CHP var? Lütfen düşünelim!… ..Biz bunları sorguladığımız zaman “siyasete girdiğimiz” söyleniyor. Şimdi soruyorum; “Benim yüce Din’imin sembollerine ve benim ibadethanelerime engel olanlar, hep o siyasetçiler ise doğruları söylemekten ve Hakkı ve haklıyı savunmaktan vaz mı geçeceğiz?…”

Bir başka önemli husus: Hakkın, hukukun yanında olması gerekenler, Dine ve mukaddesata karşı oldukları için, maalesef rantçıların ve provokatörlerin yanında yer alıyorlar. Mesela; İstanbul Baro Başkanı Ümit Kocasakal ve arkadaşları, hukukçu kimlikleriyle, üstelik hukuku çiğneyerek ve izinsiz olarak, barikatların kurulduğu inşaat alanına zorla girmek istediler.

Estiler, gürlediler, tehditler savurdular. Çok şükür ki Emniyet Müdürü Altuğ Verdi,‘İlgili izin belgesi olmadığı’ gerekçesiyle, onların inşaat alanına girmesine müsaade etmedi…

Bu tezat girişim, HUKUK adına utanç verici bir SKANDAL değil de nedir?…

Yine TV haberlerinde ve röportajlarda izlemişsinizdir. Çadırda yatan protestocuya spiker SORUYOR; “Niçin ve neyi protesto ediyorsun?” Tek cevap: “AĞACI”!!!…Şimdi düşününüz. Bir vatandaş bu kadar da saf ve cahil nasıl olabilir? “Hangi ağacı?” ..Senin hiç mi sorgulama kabiliyetin yok?… Akıl almaz bu haksızlıkları gören halk, işte bunun için mevcut iktidara her seferinde taze güç katıyor…

Bir başka GARABET: Ne kadar ilginçtir ki “Bu semtte ezan sesi duymak istemiyoruz, cami yapımına HAYIR” diye haykıranlara mikrofon uzatıldığında, bu kişiler “..Biz de Müslümanız” ..diye söze başlıyorlar. Aynen G. Ev patroniçesi Manukyan’ın “ben namusumla para kazanıyorum” iddiası gibi tutarsız!…

Fakat maalesef yine de taraftar buluyorlar… “Biz de Müslümanız” diyorlar, fakat Müslüman değilmiş gibi, Allah’a c.c. inanmıyormuş gibi, Ölüm, Kıyamet, Haşir, Mahkeme-i Kübra ve Cehennem yokmuş gibi davranıyorlar. Son nefeslerini verdiklerinde, her şeyin biteceğini zannediyorlar.

Oysa Allah c.c. Kur’an-ı Keriminde, acı akıbetleri senaryo şeklinde bizlere şöyle haber veriyor. Yanlış yapanları uyarıyor. Ta ki fırsat varken tövbe edelim, kurtulalım diye…

Secde Suresi 12. Ayet: (..Ya Muhammed.) Bir görseydin o suçluları; Rab’lerinin huzurunda, mahcupluktan başları önlerine eğilmiş şöyle derken: “Gördük, işittik ya Rabbena! Ne olur bizi dünyaya tekrar bir gönder! Öyle güzel, makbul işler yaparız ki! Çünkü gerçeği kesin olarak biliyoruz artık!” ..diye yalvardıklarını… (..Bir görseydin!)

Fatır Suresi, 37. Ayet: Onlar orada (Cehennemde) imdat istemek için şöyle feryat ederler. “Ey Ulu Rabbimiz! Ne olur, çıkar bizi buradan, dünyaya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızdan başka, güzel ve makbul işler yapalım!”

Allah onlara şöyle buyurur: “Biz, size, düşünüp ibret alacak, GERÇEKLERİ görecek kimsenin düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size peygamber de gelip uyardı. Öyleyse tadın azabı! Zalimlerin hiç bir yardımcısı yoktur!”…

Biz hiç kimsenin yanlış yapmasını ve böylesine acı bir akıbete ve ebedi azabadüşmelerini istemiyoruz. İşte bunun için gerçekleri haykırıyoruz. Lakin, bu kadar açık uyarılara rağmen hala inanmayanlara, doğruların yanında yer almayanlara, elimizden başka bir şey gelmez. Vesselam…

A. Raif Öztürk

Asli Vazifeyi İhmalin Acı Bedeli?

Uzun yıllar önce arz etmiştim, ancak önemi nedeniyle bugün tekrar mütalaa edeceğiz.

Çok ciddi bir teknik araştırma nedeniyle Japonya’ya girmiştim. Beni görevlendiren şirketim bana öyle vazifeler verdi ki, bir aylık bir zamana sığdırmak için azami gayret gerekiyordu. Uykularımdan kıstım, istirahatimden kestim, ziyaretlerimden kıstım ve tüm gayretlerime rağmen çok az kusurlarla başarıya ulaştım. Şirketimden verilen başarı ikramiyesi ile o yıllarda bir çamaşır makinası ve buzdolabı alabilmiştim. Şayet böylesine azami gayret göstermeseydim, Japonya’daki o harika güzelliklerden istifadeye ağırlık verseydim, bir başka ifadeyle “asli vazifemi İHMAL etseydim”, dönüşte halim nice olabilirdi? Biraz düşününüz…

Bir başka örnek: Bir gurup sivil polis başka bir bölgeye görevli gidiyorlar. “İlk öğrenmeleri gereken nedir?” ..Diye sorulsa, “oraya hangi maksatla veya hangi görevle gittiklerini, çok net öğrenmektir denilecektir. Elbette çok doğru…

Gurbete, herhangi bir maksatla giden polis, asker, öğretmen, Doktor, Öğretim Üyesi, teknisyen, her kim olursa olsun, her biri öncelikle kendilerine (hiçbir şey söylenmemiş bile olsa) ilk işi “kendisine verilen asli görevi öğrenmek” olacaktır. Akıl, vicdan ve mantık bunu gerektiriyor. Aksine davrananlar, yani vazifelerini tam öğrenmeyenler, mesela hakim olarak gittiyse ticaretle-emlakçılıkla uğraşanlar veya görevlerini ihmal edenler ise çok ciddi hesap verirler ve mutlaka cezalandırılırlar. Halk tarafından da kınanırlar, dışlanırlar ve tahkir edilirler. Onlara verilen bu kadar değere, harcıraha ve masrafa üzülürler…

Fakat maalesef, şu fani dünyada görüyoruz ki:

·        Her birimiz şu dünyaya böylesine, hatta çok çok daha önemli gaye ve maksatlarla gönderildiğimiz haldeacaba bu gaye ve görevlerimizi niçin hiç merak etmiyoruz?

·        50 000 Senelik berzah (kabir, haşir, sırat, mahkeme-i kübra v.b.) hayatımız ve SONSUZ Ahiret hayatımız için, şu kısacık ömrümüzde nasıl hazırlık yapmamız gerektiğini, acaba niçin hiç merak etmiyoruz?

·        Dünya hayatında bulduğumuz sınırsız güzelliklere dalıp, din görevlileri tarafından bizlere yapılan ikazlara, keyfimiz kaçmasın diye kulak tıkamıyor muyuz?…

·        Bize verilen ömür süresini çok uzun zannediyoruz. Necip Fazıl’ın “Dün geçti bugünü düşünüyorum, yarın var mı? Gençliğine güvenme, ölenler hep ihtiyar mı?” ..şeklindeki ikazını bile hiç değerlendiremiyoruz.

Kimimiz bu minval üzere, hiçbir hazırlık yapamadan, ya bir kaza, ya bir kalp krizi, beyin kanaması veya kör bir kurşun ile ahirete ELİ BOŞ bir şekilde dönüveriyoruz.

Bakınız Kur’an bizlere, ibret için ve mutlak uyanmamız için, acı akıbetimizi de haber veriyor: Bir görseydin o suçluları; Rab’lerinin huzurunda, mahcupluktan başları önlerine eğilmiş şöyle derken: “Gördük, işittik ya Rabbena! Ne olur bizi dünyaya tekrar bir gönder! Öyle güzel, makbul işler yaparız ki! Çünkü gerçeği kesin olarak biliyoruz artık!” ..diye yalvardıklarını…(..Bir görseydin!) [Bkz. Secde Suresi 12. Ayet]

Mü’minun Suresi, 99-100. Ayetlerde ise: Ahireti inkar edenlerden birine ölüm gelip çatınca, işte o zaman: “Ya Rabbi!” der, “ne olur beni dünyaya geri gönderin, ta ki zayi ettiğim ömrümü telafi edip iyi işler yapayım.” ..Hayır, hayır! Bu onun söylediği manasız bir sözdür. Çünkü dünyadan ayrılanların önünde, artık, diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.

Fatır Suresi, 37. Ayet: Onlar orada (Cehennemde) imdat istemek için şöyle feryat ederler. “Ey Ulu Rabbimiz! Ne olur, çıkar bizi buradan, dünyaya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızdan başka, güzel ve makbul işler yapalım!” Allah onlara şöyle buyurur: “Biz, size, düşünüp ibret alacak, GERÇEKLERİ görecek kimsenin düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size peygamber de gelip uyardı. Öyleyse tadın azabı! Zalimlerin hiç bir yardımcısı yoktur!”

Evet, saygıdeğer dostlarım. Daha birçok ayetlerle bildirilen bu dehşetli istikbal ve bu acı akıbet ile karşılaşmamamız için, Yüce Rabbimiz bizlere merhameten, Kainatın en DOĞRU SÖZLÜSÜ (s.a.v.) olan Hz. Muhammed’e bunları söylettiriyorElimize Kur’an-ı Kerim gibi şaşmaz bir KILAVUZ veriyor. Yine de dünya meşguliyetlerine dalıp, bu gerçekleri ihmal etmeyelim diye, her asırda İslam alimleri, din mücedditleri ve Bediüzzamanlar görevlendiriyor. Bütün bunlara rağmen GAFLETTE ISRAR, bizlere hiç yakışmaz…

·        Çünkü; Gaflette ısrar edene, ZİLLET müstahak olur. (2×2=4)

Düştüğümüz vartanın en acı ve vahim tarafını Zuhruf Suresi, 37. Ayet, çok açık bir şekilde bizlere anlatıyor: “Bu şeytanlar onları doğru yoldan çıkarırlar, ama onlar kendilerinin hala doğru yolda olduklarını sanırlar.” Gaflette ısrarın en makul sebebi de herhalde budur…

Bu nedenledir ki, Şeytanın bu vartasına düşenler, kolay kolay gafletten kurtulamazlar. Çünkü; Hz. Ömer’in buyurduğu gibi “İnandığınız gibi yaşamazsanız eğer, YAŞADIĞINIZ GİBİ İNANMAYA BAŞLARSINIZ.”

·        ..Sonra da, doğru ikazları bile ciddiye almaz, ömürlerimiz birtakım oyalanmalarla, asli vazifelerimizi öğrenemeden veya uygulayamadan GEÇÊER-GİDER…

Yüce Rabbim bizleri gafletten uyararak, SIRAT-I MÜSTEKİYMİNDE muvaffak kılsın. Amin…

Varta Çok tehlikeli durum, ölümcül uçurum, korkunç tuzak

A. Raif Öztürk

Aklımıza ve İdrakimize Sığmayan “GERÇEKLER”

Başka bir ifadeyle; insan olarak maalesef “tam idrak edemediğimiz bazı gerçekler” var.

Yarım asrı geçen düşünce hayatımda, bazı gerçekleri idrak edemediğimi gördükçe, kendi kendime çok kızıyordum ve üzülüyordum.

Ancak insanlığın neredeyse tamamının bu problemi yaşadığını fark edince, bir nebze rahatlıyorum.Bu düşüncelerle; akıllara kapılar açarak, belki bu konuda zevkli mesafeler alınabileceği ümidine kapıldım.

Birtakım manevi tedbirlere vesile olacağını düşündüm. Bu önemli konuda, inşallah bendenize yardımcı olan dostlarım çıkacaktır…

1.     “SONSUZLUK” kavramını asla idrak edemiyoruz, yanı aklımıza sığdıramıyoruz. Şayet bu kavramı aklımıza sığdırmış olsak, 70-80 sene değil, BİR MİLYAR sene ömrümüz bile olsa, bu ömrün tamamını, SONSUZ Ahiret hayatımızı kazanmak için kullanma azmi ve kararlılığı içinde olurduk.Çünkü sonsuz hayat burada kazanılacak…

Evet, matematik kurallarına göre, SONSUZLUK gerçeği karşısında BİR MİLYAR da değil, Katrilyon üzeri kentrilyonlar bile SIFIR hükmüne düşüyor.

Oysa bizler max. 80-100senecik ömrümüzü çok zannedip, bukısacık ömrümüzün bile büyük bir çoğunluğunu boşa harcıyoruz. Gafletle geçiriyoruz. Sanki hiç değeri yokmuş gibi veya çok fazladan artmış gibi, bazı etkinliklerimizi“vakit öldürmek için” düzenliyoruz. “Oofff, vakit geçmiyor” diyerek, özel bir maksatla bizlere verilmiş olan o çok değerli vaktimizi öldürmek için TV seyrediyoruz.

Bakınız muzır ve günahlı olanları bile söylemiyorum, dama, satranç v.b. oyunlar oynuyoruz. Vaktimizin her saniyesinin hesabını vereceğimizi hiç düşünmüyoruz. Musa AS’ın kavminin şu ferasetli sitemlerini hatırlayınız: Musa AS kavmine, Hz. Muhammed ümmetinin ömrünün 60-70 sene civarında” olacağını söyleyince, çok şaşırırlar ve şu tepkilerini sergilerler. “Ya Musa, bizim gibi 400-500 sene yerine, sadece 60-70 yaşayacak olan Hz. Muhammed ümmeti, o kısacık ömürleri için acaba EV yapacaklar mı?”..Şimdi bizim halimizi ve (yazlık-kışlık) evlerimizi v.d. düşününüz…

2.     “Yüce Yaratıcımızın Esma ve Sıfatlarının SINIRSIZLIĞINI”da idrak edemiyoruz. Mesela; O’nun c.c. İLİM, KUDRET, SEMİ’ (işitmesi), BASAR (görmesi), İRADE v.d. sıfatlarını, bizimkilerden belki YÜZ kat fazla, (hadi çok çok zorlamayla)bir trilyon kat fazla olduğunu zannedebiliyoruz belki.

Oysa yukarıda arz ettiğimiz gibi “..matematik kurallarına göre, SONSUZLUK karşısında BİR MİLYAR da değil, Katrilyon üzeri kentrilyonlar bile SIFIR hükmüne” düşüyordu. Bu basit zannetme sebebiyle de O’nun emir ve yasaklarına karşı LAKAYT davranıyoruz. Namazdayken, bir valinin, başkanın veya bir generalinhuzurundaymış gibi bile duruş sergileyemiyoruz ve maalesef o huzurugeçiştiriyoruz.

Bu sınırsızlığı ve sorumluluğu bir nebze idrak eden Hz. Ali’nin, her namaz öncesi limon gibi sarararak, bayılacak hale gelmesini hatırlayınız. Bediüzzaman Hz.’nin namaz öncesi mahkeme edilirken bile veya kış ortasında yolda arabasını durdurarak, buz ve karlar üzerine seccadesini serip, 15 dakika öncedenİlahi randevuyu huşu içinde beklediğini hatırlayınız. Bir de bizlerin bu konulara olan hassasiyetlerimize (!) ve geçiştirmelerimize bakınız. Elbette bana hak vereceksiniz…

3.     Kur’an’da vaat edilen “Ebedi Cehennem azabı” ikazlarını da idrak edemiyoruz. Eğer bu “EBEDİ cehennem” azabını idrak edebilsek, kendimiz ve neslimiz adına tedbir için, inkarın zıddı olan İMANI sağlamlaştırabilme yolunda, bir üniversite tahsili gibi masraflar ve uzun zamanlar harcardık. Oysa ahvalimiz ve ihmalimiz ortadadır…

4.     Buluğa erdikten sonra, layıkıyla kılamadığımız (hatta mazeretsiz olarak geciktirdiğimiz)her bir vakit NAMAZ için, Cehennem azabı ikazlarını idrak edemiyoruz. Oysa Kur’an’da namaz ile ilgili,asla hafife alınmaması gereken 83 ayrı emir ve ikaz vardır.Meryem S., 59. Ayet: “..Sonra, onların arkasından namazı savsaklayan ve nefislerinin azgın arzularına uyan bir nesil geldi. Onlar ileride cehennemin en derin yerini boylayacaklar.” Buyruluyor. Müddessir S., 42. Ayet’te ise gelecekten bir sahne anlatılıyor:

Cehennem ehline sorulacak, “Sizi cehenneme sürükleyen sebep nedir?” Derler ki:“Biz namaz kılanlardan değildik…”Her bir vakit namaz için 80 sene Cehennem azabı değil, 60-70 derecelik kızgın çöl ortasında(veya 75-80 derecelik saunada) 8’er gün bekletme cezasına bile inansak, (!) acaba namaza ne kadar çok önem verirdik? Ahvalimize bakıldığında, idrak edemediğimiz çok net anlaşılıyor, değil mi?…

5.     Ölümün, hepimize aynı mesafede olduğunu da idrak edemiyoruz. Ölümü, sadece hastalara, yaşlılarave başkalarına mahsus zannediyoruz.Necip Fazıl’ın;“Dün geçti bugünü düşünüyorum, yarın var mı? Gençliğine güvenme, ölenler hep ihtiyar mı?”..mısraını hiç düşünemiyoruz ve bu gerçeği benliğimize maalesef kabul ettiremiyoruz.

Meşhur bir fıkra vardır. Temel’in küçük oğlu Cemal, bir gün babasına:

“..Uy, babacığım. Babaannem çok hasta, acaba ölecek mi?” der. Temel:

-“Oğlum Cemal, hayat böyledir işte, insan doğar, büyür ve ölür.” Cemal:

-“Babacığım dedem de ölecek mi?” Temel, yine gayet sakin:

-“Evet oğlum, o da bir gün ölecek.” Cemal:

-“Babacuğum, peki, ben de ölecek miyim?” Temel:

-“Oğlum, söyledim ya hayat böyledir. Herkes ölecek ve sen de bir gün öleceksin.” Cemal:

-“Peki babacuğum, sen de ölecek misin?”..deyince, Temel hiddetle bağırır:

-“Sus lan kerata! Ağzundan yel alsın! O ne biçim laf?…”

Evet dostlarım, bu bir fıkradır, fakat bu gerçeğin bir nevi tebessümlü anlatımıdır…

·         Aklımıza sığdıramadığımız veya idrak edemediğimiz(elektronların, çekirdek etrafında 300000 Km./Sn. hızla dönüşü, Kainattaki IŞIK YILI mesafelerdeki makro alemler gibi) daha birçok konular var, fakat bendeniz sadece birkaçını arz etmeye çalıştım. Sizler yorum olarak eklemeler yapar, bendenize yardımcı olursanız, sevineceğim…

A. Raif Öztürk

Yaşantımı Değiştiren “AYET”

Hani bazı kimselerin hayatlarında ve yaşayış tarzlarında, önemli değişikliğe sebep olan birtakım olaylar vardır. Kimi gördüğü bir rüyanın etkisiyle yaşantısını değiştiriverir.

Mesela; bazı kişiler gaflet içinde yaşar da, oğlu, kızı veya çok sevdiği bir yakını vefat ettiğinde, onu mezara koyarken çok duygulanır ve kendisine gelir. Dünyanın fani olduğunu, insanların da kendisinin de başıboş olamayacağını ve hayatın bir gayesi olduğunu anlar, niçin dünyaya gönderildiğini araştırmaya başlar. Neticede de yaşantısı, biden değişiverir.

Veya kişi ateisttir. Makine mühendisi olmuştur. Mekanik, hidrolik, pnömatik ve elektronik sistemle çalışan robotlar yapmaya başlar. Ancak bir piknik sırasında gözü bir böceğe veya bir arıya takılır.

O basit zannettiği böceği veya o arıyı, mühendis gözüyle incelemeye başlar. O arının bacaklarındaki harika mafsal ve hidrolik sistemlerini, piston mesabesindeki kaslarını, motor mesabesindeki kalbini ve 12000 devirle çalışan kanatlarını, radar ve Proxy Switch sistemli kalkış-inişlerini ve navigasyonluymuş gibi harika adres ve mesafe tayinlerini düşünür.

Kendi yaptığı robotlarla karşılaştırırken, bu arılardaki, böceklerdeki ve tüm canlılardaki mekanizmaların da KENDİ KENDİNE OLUŞTUĞUNU SANMA SAÇMALIĞINDAN kurtulur.

Yani Yüce Yaratıcıyı fark eder, huzurun ve mutluluğun doruğuna ulaşır, adeta yaşantısı değişiverir.

Çok önemli bir örnek daha arz ederek, esas konumuza gireceğim. 

Mesela Charles Darwin, bir asra yakın ömrü inkarla geçtiği halde, canlılardaki GÖZ’Ü inceledikten sonra hayatında ve görüşlerinde müthiş değişiklikler olmuştu. Kendi meşhur itirafları şöyleydi: “Gözü düşünmek, çoğu zaman beni bu teorimden soğuttu…”

(Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, 1971, s.101) “Farklı mesafelerdeki cisimleri benzersiz bir mükemmellikte odaklayan, farklı oranlardaki ışığa göre kendisini uyarlayan GÖZ gibi bir organın, DOĞAL SELEKSİYONA DAYALI RASTLANTILARLA ortaya çıktığını öne sürmek, itiraf ediyorum ki, olabilecek EN YÜKSEK DÜZEYDE BİR SAÇMALIKTIR.”

(Charles Darwin, The Origin of Species, First Edition Reprint, New York, Avenel Books, 1979, s. 217)

Evet, doğru ya. Görmenin ne demek olduğunu bilmeyen ve yanındakini bile tanımayan cansız, şuursuz atomlar, tesadüflerin etkisiyle, şuursuzca birleşerek dünyanın en mükemmel kamerasından daha kaliteli görüntü sağlayan, en gelişmiş üç boyutlu sinema ve televizyonundan daha net ve tam renkli görüntüyü beyinde meydana getiren görme sistemini nasıl yapabilirlerdi? İşte bu gerçek, Darwinin bile yaşantısını değiştirmişti…

·Konumuz; benim yaşantımı değiştiren bir Ayet olduğu için, şu birkaç örnekli girizgahımı burada noktalıyorum.

O ilginç ayet hakkında, son birkaç yazımda bazı temaslar ve kısa açıklamalar yapmıştım. Ancak, etkisi üzerimde aynı sarsıntıyı yapmaya devam ettiği için, bugün de özellikle o ayeti seçerek, vurgulamak ve irdelemek istedim. Umarım sizler de aynı duygularla sarsılacaksınız..

Tevbe suresi, 24. Ayet; (EY Muhammed) De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve akrabanız, ter dökerek kazandığınız mallar, kesada (iflasa) uğramasından endişe ettiğiniz ticaret, hoşunuza giden evleriniz, sizeAllah‘tan ve Resulünden ve O’nun yolunda cihad etmekten (Allah rızası ve İslam uğrunda çaba göstermekten, mücadele etmekten) daha sevimli ve önemli ise. . . o halde Allah (azap) emrini gönderinceye kadar bekleyin!…”

Evet dostlarım. Son birkaç yıldan beri bu ayeti idrak etmeye ve hazmetmeye çalışıyorum, her seferinde de şoklar yaşıyorum. Bir bu Ayette bahsedilen dengeye bakıyorum, bir de benim önem verdiklerime ve bana sevimli ve önemli gelen masivaya, yani Allahtan c.c. gayrı her şeye bakıyorum.

Bu ayette bizlerden beklenen “daha sevimliliği ve önemliliği” bırakınız, dengeyi bile garantileyemiyorum. Yani lisanen “Elbette Allahı ve Rasülünü (s.a.v.) her şeyden çok seviyorum” desek de, hareketlerimizle bunu ispat edemediğimizi, hatta bazı durumlarda bu sözümüzü yalanladığımızı çok net görüyorum…

Tüm işlerimizi Allahın c.c. ve Rasülünün (s.a.v.) emir ve yasaklarına göre planlamamız gerekirken, günlük planlarımızın içinde, Allahın c.c. ve Resulünün(s.a.v.) emir ve yasaklarını geçiştirdiğimizi görüyorum.

Evlatlarımızın dünyevi menfaatleri uğruna 15-20 yıllık paralı ve gurbetli tahsillerinden hiç kaçmadığımız halde, onlara bu ayetteki dengeleri kurmaları hakkında, geçiştirici mahiyette sadece birkaç aylık veya yıllık kurslar aldırdığımızı görünce, çok üzülüyor ve çok korkuyorum. Oysa öncelik, Allah cc., Rasülü ve emirlerinin değil miydi?.

Her şeyden çok sevmemiz ve önem vermemiz gereken “Allahın c.c. ve Rasülünün (s.a.v.)  emir ve yasaklarını” gündemimizin BİRİNCİ maddesine oturtamadığımızı, teessüfle görüyorum. O c.c. Kur’an-ı Kerimde bizlere “sizleri, ancak ve ancak beni tanıyıp kulluk edesiniz diye yarattım” buyurduğu halde, bizler O’nu c.c. tanımak ve bazı ibadetler için diğer meşguliyetlerimizden vakit arttırarak geçiştiriyor ve maalesef bu ayete de ters düşüyoruz. Yani; Maç, TV, İNT. V.b. lüzumsuz meşguliyetlere bile öncelik tanıyoruz.

Zaten bizler tüm Müslümanlar olarak, “..O’nun yolunda cihad etmeye (AllahRızası ve İslam uğrunda çaba göstermeye, mücadele etmeye) diğer sevdiklerimizden daha çok önem verseydik”, yani bu ayete tam uysaydık, bu hallere düşmezdik. Bu musibetler de başımıza gelmezdi. Tüm İslam alemi, diğer ülkelerin maskarası olmazdı…

Bu duygularla tam ümitsizliğe düşecekken, imdadıma Zümer Suresi, 53. Ayet yetişiyor. De ki: “Ey çok günah işleyerek kendilerine kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, gafur ve rahimdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır). ..Ve bir nebze ferahlıyorum.

NOT: Bunları dostlarım, ben çok geç fark ettim. Sizler erken fark ediniz ve bu ayetin gereğini zamanında yapınız anlamında yazdım. Belki bana da dua edersiniz, diye de ümit ediyorum.

A. Raif Öztürk