Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Ceddidü İmane Küm!

Tıp ilmine göre teceddüd (tazelenme) fiziğimizde caridir. Bir de insanın mahiyet-i maneviyesi var: Kalp, ruh, sır, nefis vs cephesi. Değişme ve tagayyür manevi mahiyette dahi devam ediyor.

Zaman anlardan teşekkül eder. Zaman bir an-ı seyyaledir. Hakiki ömür şu andır. Hakiki marifet ise o anını nemalandırmaktır. En güzel sıbgayı, en güzel keyfiyeti o ana sığıştırmaktır. Anını hıfzetmek. Her an bir mahall-i imtihandır. Her an bir iklim-i marifettir. Her an nihayetsiz tedenniyata nihayetsiz terakkiyata düşebilir ve çıkabilir. Her an imtihan halindesin. Ala-yı illiyinden esfel-i safiline kadar bir ana sığıyor.

İnsanın ömür dakikaları ahirette tekrar rücu edecekler. Demek insanın mahiyeti bir modeldir. Her an değişen, başkalaşan bir modeldir.

Üstad Hüve Nüktesinde izah ediyor. (Hu) lafzında azim bir sikke-i tevhid var. Kâinattaki her zerre benim söylediğim (Hu) iler beraber (Hu) dedi.

Bu bir fizik kanunu Marifet-i Kamile ve Huzur-u Etem açısından şu meseleyi tahlil:

Sen mevcudatın sultanısın, halifesisin. Sen kâinatta mevcudatın ser-zâkirisin. Ağzından (Hu) çıktığı zaman kâinattaki bütün zerreler seninle beraber (Hu) diyor. Bütün zerreler oldu sana mürid. Yani âlem-i şehadetteki bütün zerreler senin zikrinle zikirlendi, senin hakikatinle boyalandı.

Senin o andaki (Hu) demenle senin anın nurlandı. Âlem senin hakikatinle nurlandı. Senin o andaki hakikatin maya oldu.

Hüve nüktesinin âlem-i misale bakan bir cephesi:

Âlemde her şey Allah’ı tesbih ediyor. Sen (Hu) dedin zerrat da seninle beraber (Hu) dedi. Hâlbuki zerratın şuuru yok ki bu zikrini dergâh-ı İlâhiye takdim etsin. İşte onun yerini o zerreye müekkel melek onun zikrini dergâh-ı İlâhiyeye takdim ediyor. Senin (Hu) demenle âlem-i şehadetle beraber, âlem-i melekût da (Hu) diyor. Ehl-i hakikat işte bu manayı iyi kavramışlar.

Madem gerçek ömür bulunduğumuz andır. Benim keyfiyetimle âlem boyanacak.

Bir bardak suya bir damla kırmızı mürekkep damlatsan su kırmızı olur. Sen şu anda neysen senin kâinatta temessül eden hakikatin de odur. Demek ki sen gerçek ömrün olan anında kâinatı renklendiriyorsun. Bu müsbette de cari, menfide de caridir. Bir an küfür çıksa ağzından, kâinatı karartıyorsun.

Her ibadetin melekût âleminde temessülü vardır. Bu seyyiat içinde caridir. Mesela; 2 rekât kuşluk namazı kıldın mı melekût âleminin (Temmuz 2015 te) günlük beka gazetelerinde, arşivlerinde arif-i billâh sırasına giriyorsun.  İki rekât daha kılsan o anda melekût âleminde senin ibadetinin keyfiyetine ve ihlâsına göre cennette sana verilen köşk temessül ediyor, meleklere gösteriliyor. Hayretle temaşa ediyorlar. İşte anlarını boş geçirmemek, o anı mayalandırmak. Ehl-i hakikatin huzur dediği budur. Anınla ol, anınla kul ol! Anınla O’nunla ol! 

Yaradılışımızın gayesi marifetullahtır. Marifetullahında gayesi var; her bir anında Allah’la beraber olmak.

Âlem-i şehadetten bir çekirdek içinde âlem-i misalde nihayetsiz âlemler oluyor. Bir çekirdeğin hakikati açılıyor, ağaç olarak temessül ediyor. Bir çekirdekte ilerdeki ağacın ömrü boyunca geçireceği modeller dercedilmiştir. 

Risale-i Nur kudsi kelimattır. Risale-i Nur’un bir dersi melekût âleminde temessül ediyor. o alemin mahlukatı da seyrediyor. *

“O şuur-u imanî ile netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim olan Risale-i Nur…”*

Risale-i Nur sadece insanların hafızalarında kalmıyor, hadsiz zîşuur mahlûkatın ve ruhanîlerin…

Kur’an’ın melekût cephesi ahirette açılacak. Ebediyen açılacak fakat bitmeyecek. Risale-i Nur’un hakikatleri de istikbalde açtırılacak. Usul-i hakikat; Risale-i Nur’un hakikat halkası, bu marifet ve muhabbet halkası, sohbet halkası ebedde dahi devam edecek. 

Melekler elfaza bakıyorlar. Nakşîlerin zikri hafi olduğundan sırr-ı ihlâsa müraat için meleklerden dahi zikirlerini saklıyorlar.

Bir insanın ağzından elfaz-ı küfriye çıksa o ana kadar yaptığı ibadetlerin hepsi siliniyor.

Bir şeyin kıymeti ona atfedilen ehemmiyete göredir. İbadetler de böyledir. Ubudiyetin keyfiyetini bilme ve anlama nispetinde ibadete ehemmiyet atfediliyor.

Asfiyalar veraset-i nübüvvetin…

Bu asırda asfiyaları ararsan nur dairesinde ara. Etkiya manasının kıvamı yine Risale-i Nur’un içindedir. Hatta ahfiya dahi Risale-i Nur’un dairesi içindedir.

Tabaka-i Arifin: Etkiya, asfiya, ahfiya.

Üstad da bu üç mana cem olmuş. Âlem Üstadı asfiya cephesiyle tanıyor.

Keşf ile keramet ile akıl ile ahfiyalar anlaşılmaz.

Risale-i Nurdan Pırıltı Toplayan kardeşiniz: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.Org

İmanımıza Leke Sürmeden Yaşamak

1. Ehl-i Tevhid ve Ehl-i Kıble olan bütün mü’minler kardeştir.

2. Bütün mü’minler tek bir ümmet meydana getirirler.

3. Her mü’minde Ümmet şuuru bulunmalıdır.

4. Bir mü’mindeki herhangi bir mezhebe, tarikata, cemaate, gruba, zümreye, fırkaya, hizbe mensubiyeti varsa? Başkalarını tenkit etmemek şartı ile şuur ve asabiyeti; ondaki ümmet şuur ve hassasiyetinden üstünse. mü’minde bu hisler çok yanlıştır. (Bu hususta Bediüzzaman hazretlerinin sözü çok ilginç! Her mümin benim cemaâatım daha güzeldir diyebilir, fakat güzel yalnız benim cemaatimdir demeye hakkı yoktur.)

5. Kendisinden çıkan böyle bir itikat, söylediği böyle bir sözü, yazdığı böyle bir yazı veya yaptığı böyle bir iş , vazifeli ve selahiyetli gerçek bir müftü tarafından ispat edilmeden ve bu fetva, yine yetkili ve vazifeli bir karar mercii tarafından şer’î hüküm ve ilam haline getirilmeden hiçbir mü’min başkasını suçlayamaz hele kat’iyyen tekfir edemez. Biz hüsni zanmla memuruz, Çok dikkat etmeliyiz, Bir mü’mini haksız ve yersiz olarak tekfir edenin kendisi kâfir olur.

6. Müslümanları amelî olarak birleştiren şey cemaatle kılınan beş vakit namazdır. Camiler, Ümmet’in günde beş kez toplandığı meclislerdir. Her mezhebe, her meşrebe, her tarikata, her cemaate mensup mü’minler bu mekânda saf tutarak Allah’a ibadet ederler. Nakşîsi, Kadirîsi, Rufaîsi, Risale-i Nur talebesini,  Muhyiddin Arabî’yi seven, velhasıl her fırkaya ve gruba mensup mü’min namaz vaktinde camide bir araya gelir, saf tutar ve ibadet eder. Birlik böyle olur. Onlar camide birleşmiştirler, onlardan hangisinin i’tikatlarında hata varsa? O başka mes’eledir. O kendisi ile Allah arasındadır.

7. İslâm dininin ve şeriatının asıl, temel, esasi, muhkem hükümleri ve ilkeleri bellidir. Mü’minler bunları kabul edip bunlarda hataları yoksa kurtulurlar. Bu hükümlerde, yani esasatta  ictihad yapılamaz, tartışılınmaz. Muhkem olan ahkâmın dışında müteşabihat, muhtelefün fih yani dinımızde:( Üzerinde tartışılan meseler vardır. Fakih olmayan, tabakat-i fukaha içinde bulunmayan sıradan mukallid Müslümanların müteşabihat, muhtelefün fih mesail konusunda müzakere yapmaları, tartışmaları, çekişmeleri kesinlikle caiz olamaz.

8- Kur’ân’da meâlen “Allah katında en üstün olanınız, en faziletliniz en takvalı olanınızdır” buyurulmuştur. Takva ilimle, irfanla, ahlâkla, faziletle olur. Mü’minlerin derecelerinin üstünlüğü şu veya bu mezhebe, tarikata, meşrebe, cemaate mensup olmakla değil, takva iledir. İ’tikatta hata olmamak şatıyladır. Üç ayrı tarikata mensup üç Müslüman var; biri Nakşî, biri Şazelî, biri Bedevî tarikatine mensup. Bunların hangisi üstündür? Takvası en fazla olan üstündür. Mü’minler bu ölçüyü, bu kıstası hiç unutmamalıdır.

Kur’anı Kerimden zamanın ihtiyacına göre 350.000 tefsir çıkıp meydana gelmiştir. Allah katında Bunların dereceleri ayni olmayabilir Müfessirlerin çalışma esnasında niyeti halisanelerine bakılır ona göre onlara derece verilir. Mesela günümüzde çok tefsir mevcuttur. Fakat asrımızın ihtiyacına noksansız cevap verecek tefsir, Risale-i Nur eserleridir. Zaten mübarek yazarın Âlimler tarafından kendisine verilen Bediüzzaman unvanı Bu zata anlamaya kâfidir. 3 ay tahsil ile 14 yaşında bu unvanı alabilmek ve ondan sonra genç yaşında İstanbula gelip Fatih semtinde Şekerci Han isimbi bir Handa kiraladığı bir odanın dış tafında “ Burada her suruya cevap var biz kimseden soru sormuyoruz” yazarak bütün müderrisleri şaşırtmış ve gazeteler büyük puntalar ile Üstad hazretlerini medh-ü sena etmişler. bir Sempoziyumda Profesorlerden biri: ( araştırdık Türkiyede bu eserleri 20.000.000 kişi okuyormuş demişti. Ve Üstad Risalereri yazdığı esnada yanında Kur’anı Kerimden  başka eser olmadığı halde, bu eserler bu gün 57 dile tercüme edilen eserler olabilmeri   Risale-i Nurlar harika eserler olduklarını gösteriyor. Evet, fen hakim olduğu bir devirde ispat hakim olduğunu kimse inkar edemez. Tabiatçilik fikri veren okullarda tahsil görüp ateist olan birine hangi ayeti okursun? Yok kardeş ona ayet okuyamazsın Onun karşısına 2×2=4 eder derecesine inkar edilemez delillerle çıkacaksın, ancak böylece vazifeni yapmış olursun. Ayeti kerimeler ve Hadisi şerifler yalınız imanlı insanlara okunur. Bu sebepten Risale-i Nurlardan faydalanmaya çalışanların % 80 ni fen tahsil etmiş kimseler olduğundan Bediüzzaman Hz. ri Zatın ortaya serdiği bu inkâr edilmez delilleri ortaya sermek kolay bir iş değildir. Risale-i Nur eserleri müstesna eserlerdir. Hapishanede, sürgünlerde, savaş esnasında yazılan eserleri muannidlerden başka herkes kabul etmesi harika eserler demek olduğunu gösteriyor.

9. Evet bütün mü’minler bizdendir. “Şu Müslüman bizden, bu Müslüman bizden değil…” gibi ayırımlar yapmak bizim için  tehlikelidir. Onun i’tikadında hata varsa Allahla kendisi arasında bir husustur

10. Sağlam imanlıda esas olan ilim, irfan, takva, ihlas, istikamet, ahlâk, edeb, fazilet, cömertlik, hayır ve hasenat, büyük ve küçük cihad yapmak ve bunlar gibi hasletlerdir. Mücerret (sadece) sakalla, sarıkla, cübbe ile, tac ve hırka ile, görünüşle, basit alametlerle, İnsanın fazilet, derece yüksekliği alamaz. Kimse kendini aldatmasın, kimse aldanmasın.

11. “Müslüman o kimsedir ki, diğer Müslümanlar onun dilinden ve elinden emîn (güvenlikte) olurlar.” (Hadîs-i şerif)

12. Nefs-i emmâresine (benliğine) tâbi bir Müslüman iyi, vasıflı, güçlü, üstün bir Müslüman olamaz.

13. Mü’min kişi, mü’min kardeşini hor ve hakir görmez.

14. İman kardeşliği, Allah’ın kurmuş olduğu bir kardeşliktir. Kur’ân’da “Hiç şüphe yok ki, bütün mü’minler kardeştir” mealinde ayet vardır. Bu kardeşlik, talakı olmayan (boşanmaları vuku bulmayan) bir nikâh gibidir. Hiçbir mü’minin, diğer bir mü’minle iman kardeşliği bağını kopartmaya hakkı yoktur. Yalınız i’tikadındaki bozukluğunu ortaya sermiş ise o başka meseledir 

15. Mezhep, meşreb, tarikat, görüş, tercih bakımından paralel olan mü’minler kardeştir; aralarında mezhep, meşreb, tarikat, tercih ihtilafı olan mü’minler ise “Has kardeştir”. Aksi taktirde şeytan onları istilâ eder de rezil olurlar, rezilliklerinden de haberleri olmaz. ( Bunuda unutmayalım ki: Her mümin işi ile ameli ile Müslümanlığının derecesini ortaya serer. Sokakta yürürken hanımından belli olur. Sokakta yürüyen kızları açık saçık mı örtülümü, bu erkeğin Müslümanlığı onları din ile bağlanma derecelerine göre  belli olur. Çükkü Alla Kur’anı Kerimde: “Ey iman edenler kendinizi ve âilenizi yakıtı insan ve taş olan cehennem ateşinden koruyun buyuruyor

16. Allah’ın birbirini kesin şekilde kardeş yapmış olduğu mü’minler arasında ihtilaf ve çekişme zuhur ederse onların aralarını bulmak, barıştırmak, kardeşliği pekiştirmek gerekir.

17. Kendi şahsî ihtirasları, menfaatleri, nüfuzları, çıkarları,  uğrunda mü’minleri birbirine düşman edenler çok şerli, çok kötü kişilerdir. Böylelerinin tuzaklarına düşmemek gerekir.

18. Peygamber aleyhissalatü vesselama üç kere peş peşe “Din nedir?” diye sorulmuş, o da cevaben üç kere “Nasihattir…” buyurmuştur. Tashih-i itikad, namaz, cemaat, ahlâk, fazilet, takva, azgınlıklardan kaçınmak gibi hususlarda Ümmet-i Muhammed’e devamlı şekilde nasihat edilmesi gerekir. Bu nasihat terk edilirse büyük bozukluklar fitneler, fesatlar zuhur eder, İslâm toplumunun düzeni bozulur. Evet Mü’minin vazifelerinden biri de: “Emri maruf nehyi anil’münkerdir” 

19. Bir insanda, öncelikle iman alametlerine bakılır. Mü’min olduğuna delalet eden tarafları varsa mü’mindir, artık küfür tarafına bakılmaz.

20. Akıllı, terbiyeli, firasetli, hikmetli, edebli mü’minlerin, meşreb ve tarikat konusunda bazı kardeşlerini üzecek, öfkelendirecek şekilde konuşmamaları gerekir.

21. Peygamberler dışında herkes hatâ edebilir, yanılabilir.

22. Başkalarını tenkit eden, ayıplayan, kendisini hatasız sanan kimselerde hayır yoktur.

23. Gerçek müftüler, kendilerinden bir fetva istendiği vakit, şayet o konuda çeşitli fetvalar varsa, soranın durumuna en uygun ve en şefkatli olan fetvayı ve ruhsatı vermelidir. Kolay, eşfak, evfak fetva varken, kişiyi kaldıramayacağı bir zora sokmak münasip olmaz. Dinimiz, kolaylık dinidir.

24. Ahir zamanda yaşıyoruz. Herkes azimet yolundan gidemez.

25. Birbirlerini tanıyan mü’minler telefonla, mektup yazarak, kart atarak aralarındaki iman kardeşliğini pekiştirmelidir. Rahatsız etmemek şartıyla telefonla hal hatır sormalıdır. Yine rahatsız etmemek şartıyla birbirlerini ziyaret etmelidir. Zamanımızda telefon yaygın hale gelmiştir. Mutlaka önceden randevu alınmalı, haber verilmelidir.

26. İman kardeşliğini pekiştirmek için, maddî ve malî imkânlar derecesinde küçük, fakat değerli hediyeler verilmelidir. En değerli hediyeler faydalı kitaplardır. (Dikkat edilecek husus: Hediye edilecek kitaplarda İslâm dininin esaslarına, itikada, ahlâka aykırı hususlar bulunmamalıdır.

27. İslâm dini tecessüsü yasaklamıştır, yani mü’minler birbirlerinin gizli ayıplarını, kusurlarını, günahlarını araştıramazlar. Biz ancak açıkta olan kötülüklerle mücadele ederiz, kardeşlerimizin gizli ayıplarını araştırmayız. Hadîs-i şerifte “Bir din kardeşini, bir ayıbından dolayı ayıplayıp kötüleyen kimsenin canını almaz, ta ki ayni ayıbı kendisine vermeden Allah almaz” buyrulmuştur.

28. Din ve iman kardeşliği hukukuna riayet etmeyen Müslüman toplumlar bozulur, içlerinde tehlikeli ihtilaflar zuhur eder, birlikleri yıkılır ve çeşitli afet, azap şeklini alır.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.Org

Kerahet Vaktinde Kaza Namazı Kılınır mı?

Soru:

Kaza namazı çok önemlidir.

  1. Kerehat vakitlerinde kaza namazı kılınır mı?
  2. Mazeretsiz namazı kazaya bırakmak nasıldır?
  3. Kaza namazları nelerdir?
  4. Sünnet ve vacip namazın kazası olur mu?

Cevap:

Değerli kardeşimiz;

Farz – Nafile Bütün Namazların Kılınmasının Mekruh Olduğu Vakitler üçtür: (Geniş Bilgi Alttadır)*

1 – Güneşin doğuşundan itibaren ışınları gözleri kamaştırır hâle gelinceye kadarki sabah vakti, kerahet zamanıdır. Bu vakit, güneşin doğuşundan sonraki takriben 45-50 dakikalık bir zamandır. 

2 – İkinci kerahet vakti, istiva (musavi, eşit olmuş) vakti ile zeval (güneşin orta halinden biraz geçmesi)vakti arasıdır. Yani güneşin göğün tam ortasına dikilmesi ânından Batı tarafına doğru açılmaya başladığı âna kadar geçen süredir. 

3 – İkindiden sonra, güneşin sarararak göz kamaştırmaz duruma geldiği andan başlayıp güneş batıncaya kadar süren vakit de kerahet vaktidir. Demek oluyor ki ikindi namazını güneş ışınlarının sararmakta olduğu sıralara kadar geciktirmemeli, kerahet vaktine bırakmamalıdır. 

* İkindi namazı kerahet vaktine kadar geciktirilmişse, namaz kazaya bırakılmaz, sünneti terk edilerek sadece farzı kılınır. Hattâ güneş batmadan evvel iftitah (namaza başlama) tekbiri alınarak ikindinin farzına durulsa, namazda iken güneş batsa, bu bile sahih olur. Namaz kazaya kalmış olmaz, vaktinde edâ edilmiş sayılır. Bu ikindi namazına has bir durumdur. 

* Bu üç vaktin kerahet vakti olma hikmeti, ateşperestlerin ibâdet zamanı olmasıdır. 

* Bu üç vakitte salâvat getirmek, dua ve tesbihte bulunmak, Kur’an okumaktan efdaldir.

Meşrû bir mazeretin dışında namazı kazâya bırakan kimse, bir hatâ işlemiş ve günaha girmiş olur. Bu itibarla kazâya kalan namazın, en kısa zamanda kılınması gerekir. Çünkü beş vakit namazın edâsı farz olduğu gibi, kazası da farzdır. Kazâya kalan namazın kılınmasıyla sadece borç ödenmiş olur. Günahın affedilmesi için de ayrıca tevbe istiğfar etmek lâzımdır.

Namaz borcundan bir an evvel kurtulmak için, hakkında Peygamberimizin hadisi bulunmayan nâfile namazların yerine kaza kılmak daha isabetli olur. Ancak, Hanefî mezhebine göre, hakkında hadis bulunan nafile namazların yerine kaza kılmak uygun değildir. Bu hususta Hanefî fıkıh kitaplarında şu hüküm yer alır:

“Kazaya kalmış namazları kılmak, nafile namaz kılmaktançok daha ehemmiyetli ve çok daha uygundur. Fakat beş vakit namazın sünnetleri, kuşluk, tesbih, tahiyyetü’l-mescid ve evvabin namazı bundan müstesnadır. Yani bu sünnet ve nafileler kaza namazları için terk edilmezler.” (Mevlânâ eş-Şeyh Nızâm. el-Fetâvâl-Hindiyye. (Bulak: Matbaa-i Emiriyye, 1310), 1:125; İbni Âbidin. 1493; el-Mezahibü’l-Erbaa, 1:492; Halebî-i Sağîr, s.349.)

Herşeyden evvel, namazlardan önce ve sonra kılınan sünnetler bir yerde farz namazların tamamlayıcısı hükmündedir ve Peygamberimizin (asm) şefaatine vesiledir. Bunun için, namazını kazaya bırakan kimse bir yandan namazlarını kaza etmekle borçtan kurtulurken, diğer taraftan da sünnetleri kılarak Peygamberimize olan bağlılığını göstermiş olur.

Mesele Hanefî mezhebine göre böyle iken, diğer üç mezhebe göre, kaza namazı olan bir kimsenin nafile namazları ile meşgul olması, sünnet kılması caiz değil, haramdır.

Mâlikî mezhebine göre, üzerinde kaza namazı bulunan bir kimsein nafile namazı kılması haramdır. Ancak beş vakit namazların sünnetleri ile tahiyyetü’l-mescidin kılınabileceğine dair ruhsat vardır. Bunların dışında meselâ teravih namazı ile meşgul olunduğu takdirde sevap alınsa da, kaza namazı geriye bırakıldığı için günah işlenmiş olur.

Şâfiî mezhebine göre de, üzerinde kaza namazı borcu olan bir insanın, bu namazları kılıp borcundan kurtuluncaya kadar gerek beş vakit namazların sünnetlerini, gerekse diğer nafileleri kılması mekruhtur. Çünkü bir an önce kazaların kılınıp bitirilmesi gerekir.

Hanbelî mezhebine göre ise üzerinde kaza namazı olan bir kimsenin nafile ile meşgul olması haramdır. Ancak vitir ile beş vakit namazın sünnetlerini kılması caizdir. Fakat kazaları çoksa bunları da kılmayarak kaza namazlarıyla meşgul olması daha iyidir. Yalnız sabah namazının sünneti bundan hariçtir, onu kılmak gerekir. (el-Mezahibü’l-Erbaa, 1:492.)

Netice olarak; kaza namazları fazla olan Hanefîlerin sünetleri terk ederek kaza namazı kılmalarında bir mes’uliyet olduğu söylenemez. Gerek vakit namazlarının, gerekse diğer nafilelerin yerine kaza namazının kılınmasının uygun veya evlâ olmaması demek,“Sünnet yerine kaza kılmak caiz değildir” mânâsına gelmez.

Ancak bununla beraber kaza namazları fazla olmayan kimseler ise her farzdan sonra bir vakit kazâ namazı kılmayı alışkanlık haline getirirlerse güzel bir âdeti devam ettirmiş olurlar. Ayrıca Cenab-ı Hakkın mahşer günü eksik gelen farz namazları sünnetlerle tamamlamayacağı hususunda rivayetler bulunduğunu da hatırdan çıkarmamak gerekir. (Bk. Mehmed Paksu, İbadet Hayatımız) 

Namazların farzları ve vitir namazı kaza edilir. Ayrıca sabah namazının sünneti öğle namazına kadar olan zamanda kılınacaksa buda kaza edilebilir.

Selam ve dua ile…

Sorularla İslamiyet

  • ••

* Kerahet vakitleri hakkında bilgi verir misiniz?

Soru:

Bazı namazlar arasında kerahet vakitleri olduğu kaynaklarda ifade edilmekte. Kerahet vakti denilen vakit bir sonraki namazdan ne kadar zaman öncedir? Mesela akşam namazı ile ikindi namazında ki kerahet ne kadar zaman öncesine kadardır? Hangi namazlar arasında kerahet vardır, hangi namazlar arasında kerahet vakti yoktur?

Cevap:

Değerli kardeşimiz;

Beş vakit vardır ki, onlara mekruh vakitler denir.

Birincisi: Güneşin doğmasından bir mızrak boyu (beş derece) ki, yükselişine kadar olan zamandır. Memleketimize göre güneşin doğuşundan sonra kırk ile elli dakika arasında bir zamandır. 

İkincisi: Güneşin yükselip de tam tepeye geldiği zeval anının bulunduğu vakittir. Buda öğle namazından önceki 30-40 dakikalık bir zamandır.

Üçüncüsü: Güneşin sararmasından ve gözleri kamaştırmaz bir hale gelmesinden itibaren batışı zamanına kadar olan vakittir. Buda güneşin batmasından yani akşam namazından 45 dk. öncedir.

Dördüncüsü: Fecri Sadıkın doğmasından güneşin doğacağı zamana kadar olan vakittir. 

Beşincisi: İkindi namazı kılındıktan sonra güneşin batmasına kadar olan vakittir.

İlk üç kerahet vaktinde ne kazaya kalmış farz namazlar, ne vitir gibi vacip olan namazlar, ne de önceden hazırlanmış bir cenaze namazı kılınabilir, nede evvelce okunmuş bir secde ayeti için tilavet secdesi yapılabilir. Bunlar yapılsa iadeleri gerekir. 

Bu üç vakitte nafile namazda kılınmaz. Ancak kılınacak olsa kerahetle caiz olur ve iadesi gerekmez. Çünkü bu kerahet nafile namazların sıhhatli olmasına engel değildir. Bununla beraber bu vakitlerden birine rastlayan bir nafile namazı kerahet vaktinden sonra onu kaza etmek daha fizaletlidir.

Bu üç vakit ateşe tapanların ibadet zamanıdır. Onlara benzemekten kaçınmak, hak dine saygının gereğidir.

Diğer iki kerahet vaktinde ise nafile namaz kılmak mekruhtur. Farz ve vacip namaz mekruh değildir. Cenaze namazı ve tilavet secdesi de mekruh değildir. Bu iki vakitten birinde başlanmış olan bir nafile namazı, kerahetten kurtulması için bozulmuş olursa, sonradan onu kaza etmek gerekir.

Güneşin batışı halinde yalnız o günün ikindi namazı kılınabilir. Fakat diğer bir günün kazaya kalmış olan ikindi namazı kılınmaz. Çünkü kâmil bir vakitte vacip olan bir ibadet, nakıs olan ( keraheti bulunan) bir vakitte kaza edilemez. Kerahet vakti ise ibadetlerin noksanlığına sebebdir.

Güneşin doğuşuna rastlayan her hangi bir namaz ise bozulmuş olur. Bunun için bir kimse daha ikindi namazını kılmakta iken güneş batsa namazı bozulmaz. Fakat sabah namazını kılmakta iken güneş doğsa, namazı bozulur. Çünkü birinci halde, yeni bir namaz vakti girmiş olur. İkinci halde ise, namaz vakti çıkmış; fakat yeni bir namaz vakti girmemiş olur.

Tam zeval anına rastlayan bir namaz farz veya vacip ise bozulur. Eğer nafile ise mekruh olmuş olur. Yalnız İmam Ebu Yusuf’a göre Cuma günü zeval vaktinde nafile namaz kılınması caizdir ve keraheti yoktur. Zeval vakti son bulup da güneş batıya doğru yönelmeye başlayınca artık ittifakla kerahet vakti çıkmış olur. 

Kerahet vaktinde okunan bir secde ayetinden dolayı secde yapılabilir. Ancak kerahet vaktinden sonraya bırakmak daha faziletlidir. Yine kerahet vakitlerinden birinde hazırlanmış olan bir cenazenin namazı o vakitte kılınabilir. Öyle ki faziletli olan bu namazı geciktirmeyip hemen kılmaktır. Çünkü cenazelerde acele etmek menduptur.

Güneşin batışından sonra daha akşam namazının farzını kılmadan nafile namaz kılmak mekruhtur. Çünkü akşam namazı geciktirilmiş olur. Oysaki akşam namazında acele etmekte fazilet vardır.

Cuma günü imam hutbeye çıktıktan sonra veya ikamet getirildikten sonra namaza başlamak mekruhtur.

İki bayram namazından önce ve bayram hutbeleri arasdında ve bu hutbelerden sonra bayram namazı kılınan yerde nafile namaz kılmak mekruh olduğu gibi, güneş tutulması, yağmur duası ve hac hutbeleri arasında da mekruhtur. Bu hutbeleri dinlemek lazımdır.

Mekruh olmayan bir vakitte başlanmış olan nafile bir namaz bozulmuş olsa, (bunu kaza etmek vacip olduğundan) ikindi namazından sonra güneşin batışına kadar ve fecrin doğuşundan sonra güneşin bir mızrak boyu yükselmesine kadar kaza edilmez, mekruhtur. Bununla beraber kaza edilse sahih olur. Diğer kerahet vakitleri de böyledir. Ancak başta sıralanan ilk üç kerahet vakti böyle değildir. Onların birinde kaza edilmesi sahih olmaz. Yeniden kaza edilmesi gerekir. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali

Kardeşlerde bu bilgişlerde faydalanmasını dileyen: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.Org

Risale-i Nur’dan İnciler..

Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.

Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan zevâle mahkûmdur, sür’atle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder. Emeller bekasız, elemler ruhta bâki kalır.

Madem hakikat böyledir. Gel, ey hayata çok müştak ve ömre çok talip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emellerle ve elemlerle müptelâ bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al! Nasıl ki yıldızböceği kendi ışıkçığına itimat eder, gecenin hadsiz zulümatında kalır. Balarısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur; bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder. Öyle de, kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan, yıldızböceği gibi olursun. Eğer sen fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda feda etsen, balarısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücut bulursun. Hem feda et. Çünkü şu vücut sende vedia ve emanettir.

Ey nâdan nefsim! Bil ki, çendan( gerçi) dünya ve mevcudat fânidir; fakat her fâni şeyde, bâkiye îsal eden (götüren) iki yol bulabilirsin ve can ve canan olan Mahbub-u Lâyezâlin tecellî-i cemâlinden iki lem’ayı, iki sırrı görebilirsin. An şart ki, suret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen…

Evet, nimet içinde in’âm  görünür, Rahmân’ın iltifatı hissedilir. Nimetten in’âma geçsen, Mün’imi bulursun. Hem, her eser-i Samedânî, bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâlin esmâsını bildirir. Nakıştan mânâya geçsen, esmâ yoluyla Müsemmâyı bulursun. Madem şu masnuat-ı fâniyenin mağzını, içini bulabilirsin; onu elde et, mânâsız kabuğunu, kışrını acımadan fenâ seyline atabilirsin.

Evet, masnuatta hiçbir eser yok ki, çok mânâlı bir lâfz-ı mücessem olmasın, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsını okutturmasın. Madem şu masnuat (san’atlar) elfazdır, kelimat-ı kudrettir; mânâlarını oku, kalbine koy, mânâsız kalan elfâzı bilâpervâ zevâlin havasına at. Arkalarından alâkadarâne bakıp meşgul olma.

İşte, zahirperest ve sermayesi âfâkî malûmattan ibaret olan akl-ı dünyevî, böyle silsile-i efkârı hiçe ve ademe incirar ettiğinden, hayretinden ve heybetinden meyusâne feryad ediyor. Hakikate giden bir doğru yol arıyor. Madem uful edenlerden (sönenlerden)ve zeval bulanlardan ruh elini çekti. Kalb dahi mecazî mahbuplardan vaz geçti. Vicdan dahi fânilerden yüzünü çevirdi. Sen dahi, biçare nefsim, İbrahimvâri Lâ ühıbbü’l-âfilîn gıyâsını çek, kurtul.

Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlânâ Câmi, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak, ne güzel söylemiş:

1. Yani, yalnız Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor.

2. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.

3. Biri talep et; başkaları lâyık değiller.

4. Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.

5. Biri bil; marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır.

6. Biri söyle; Ona ait olmayan sözler mâlâyâni sayılabilir.

Evet, Câmi, pek doğru söyledin. Hakikî mahbub, hakikî matlub, hakikî maksud, hakikî mâbud yalnız Odur.

Çünkü bu âlem, bütün mevcudatıyla, muhtelif dilleriyle, ayrı ayrı nağamâtıyla, zikr-i İlâhînin halka-i kübrâsında beraber Lâ ilâhe illâ Hûder, vahdâniyete şehadet eder. Lâ ühıbbü’l-âfilîn’in (sönenleri sevmem) açtığı yaraya merhem sürüyor ve alâkayı kestiği mecazî mahbuplara bedel bir Mahbub-u Lâyezâlîyi gösteriyor.

Derleyen: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.Org

Devlet Fertlerden Teşekkül Eder!

Binanın inşaatı çatıdan değil temelden başladığı gibi, devlette iyi eğitilmiş fertlerden teşekkül etti ise ayakta uzun yıllar kalabilir. Fertlerin sağlamlığı, başka zamanlarda da fakat bilhassa bu zamanda, din ile dünyasını öğrenmesinden geçer, insanın sağlam öğrenmesi için de, 6-7 yaşından kafasına bilgin almaya başlayıp, ömrünün sonuna kadar, Alim ve tecrübeli kimselerin bilgilerinden istifade edip ve devamlı faydalı kitap okumakla istenilen neticeyi elde edebilir. Benim nazarımda, Şuurlu bir anne ve baba için, evlatlarına geçici dünya hayatının istikbalini temin etmek için bir meslek veya herhangi tahsil yaptırmaya gayret ederken, o çocuğun, o çocuğun sonu gelmeyen ebedi bir hayati için de lazım olan gayreti de kat’iyyen ihmal etmemesidir. Dediğim gibi, bu iş buğünkü anne ve baba için kolay bir iş olmadığı gibi, bu anne babanın da, katiyen bundan daha mühim hiçbir işi yoktur. Şimdi çocukları eğitmekte kimin rolü fazladır sorusuna karşı: Çocukları eğitmekte en büyük rolü anne oynar, ondan sonra öğretmen, yani devletin eğitim sistemi gelir. Her ne kadar İslam âileden sorumlu babayı tutarsa da, baba evin geçimini dışarıdan teminle uğraştığı için, baba çocukların eğitiminde anne kadar hisse alamaz ama, evladını takip etmekte ön planda gene gelir.

Evet! Çocuğun eğitimini zamanında yapamayıp vakit elden geçti ise, sonra onunla  hiç uğraşmayacak mıyız? Tabii ki uğraşacağız, ne kadar olursa hiçe benzemediğini bilerek, ona bir şeyler öğretmeye çalışacağız. Hele maneviyattan mahrum bırakmamak için yaş ne kadar  ilerlerse ilerlesin, kim olursa olsun insandan ümidi kesmeyip bir şeyler vermeye çalışacağız. Hatta yabancı bile olsa sözümüz geçtiği kimseye, bildiğimizi esirgemeden, azda olsa hiçten daha iyi olduğunu bilerek onun canına kıymayacağız, farzların üstünde bir farz olan, hakkı tebliği yerine getirmek kadar hiçbir iş mühim değildir.

İnsanı yetiştirmeye başlama zamanına, Peygamberimizin (a.s.m)` iki hadisi şerifinin meâli ile işaret edeceğiz:

Birincisi: “İlmi beşikten mezara kadar tahsil edin” Yani çocuk konuşma ile anlamaya başladığı vakitten başlayıp tâ mezara kadar devam etmeli.

İkincisi: “Evlatlarınıza yedi yaştan itibaren namaz kılmasını emrediniz” derken, o masum çocuğa en azından beş yaşından sonra namaz kılmasını öğreteceksiniz ki, çocuk namaz kılmasını bilsin. Gene Peygamberimiz a.s.m. eğitimin zamanında başlanmasına işaret eden hadisi şerif mealinde “çocuk yetiştirmek daha evlenmeden önce başlar” derken evlenecek erkek ve kızın aileleri, onları yetiştirecek ki, onlarda evlenince onlara Allah evlat verirse onlara karşı şuurlu hareket edip Allahın en makbul hediyesi olan evlatlarına karşı, hem sözle hem de işle nasihat edebilecek olgunlukta olurlar, böyle olgun anne ve babanın evlatlarının her hareketinde mükemmellik görmek mümkün. Eğer bir ailede herkes namaz kılarsa, o ailede 1-2 yaşında çocuklar dahi büyükler gibi secdeye düşüp kalktıklarını görebilirsiniz.

İşte yaratanın kanunlarına uyarak yetişen cemiyet ve ondan teşekkül eden devlette ona göre olur. Aksi takdirde ailede her gün kavga gürültü ve onlardan doğan çocuklarda vahşi ve anne babaya karşı hürmet yerine, Allah korusun, Anneye kocakarı babaya da moruk deme cür`etine düşebilirler. (Çocuklar ne yapar? Anne ve babadan gördüklerini yapar) atasözü değişmez hakikattir. Zaten çocukların arkadaşları da anne ve babanın tasvip ettiği kimseler olur.

Çocuk ailesinden menfi veya müspet yönde, nasıl bir terbiye aldı ise, sokakta  karşılaştıklarını de kendi fikrine göre seçer ve öylelerle hem dem olur. Menfi derken, Çocuklarına dinini öğretmeyen babayı kastediyorum, zavallı bu baba  ve yahut anneyi daha geç muhakkak pişmanlık bekliyor amma, sonra ki ah oh lamalardan ne fayda.

Evet! 100 seneye yakın uzun bir devrede batı batı deyip onları taklide çalışan bir cemiyete yaşayıp din terbiyesi almayan anne babadan doğan çocuklar’ da, içki, kumar, fuhuş ve anne baba yanında bacak bacak üstüne atıp sigara tüttürmeler normal karşılanmalı. İşte ahlak terbiyesi alamayan bu çocuklar, ister kız ister erkek olsun, evlenme kararlarını de anne baba fikrine müracaat etme ihtiyacı duymadan, biri diğeri ile tanışıp karar verirler ve çok acıdır ki sokakta evlenenler kısa zamanda kavga edip sokakta boşanırlar. Eğer herhangi çocukları daha önce doğdu ise, derdi başlarından defetmek için kimseye verme çaresini ararlar, daha doğmamış cenin mevcut ise, bir an önce vücuttan defetme yolunu bulmaya  giderler.

İşte din terbiyesi almayan anne ve baba olanlarda, ciğer pareleri olan evlatlarına karşı dahi ne kadar merhametleri olduğunu görünüz.

Böyle evlat yetiştiren annelerden birinin beyi daha erken vefat etmiş, yetim büyüttüğü evladı da, annenin tırnakları ile topladığı parayla evlenmiş, gelen gelin de, geldikten birkaç gün sonra beyi işte iken, kaynanaya güzel bir hakaret etmiş. Zavallı annenin oğlu işten gelince, oğluna derdini anlatmış oğlu da, sana dayak atmamış ya, sen ona şükret cevabını alınca ağlayıp biraz fenalığı atmakla biraz rahatlamış.

Profesör Sadi eren bey âile hayatından bahseden bir kitabında, birinin âile hayatından bahsederken diyor, sakın yapmayalım kısa  düşünen eşler gibi! Karı koca boşanmaya karar verip mahkemeye gitmişler. Hâkim onlara, aranızda ne var, deyince? Onlarda! Anlaşamıyoruz. Neden? Hanım demiş ki: Ben ona diyorum, dış macununun tüpünü sıkarken, ortadan değil ucundan sık. Oda benim sözümü dinlemeyip tutuyor ortadan sıkıyor, da ondan ayrılmaya karar verdik. Hakim onlara bu basit sebepten ayrılacağınıza, ikinize birer tüp macun alın da iş buraya kadar gelmesin. 

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.Org