Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Mükellefler Vazifelerini Yapmamalarının Neticesi

Nasıl ki; evlad anne ve babasına, talebe hocasına, çırak ustasına, mahalle sakinleri  muhtara ve halkın devlete karşı itâat borcu vardır; aynen üst tabakanın da alt tabakaya karşı  makamlarına göre vazifeleri ve sorumlukları vardır. Bu mükellefler kendilerine düşen vazifeyi yapmazlarsa ne âilede, ne okullarda, ne de memlekette huzur ve sükun kalır. Bunu Peygamberimizin a.s.m bu hadisesi çok güzel açıklar: “Bir gün Aleyhissatu vesselam  bir mecliste cemaate su dağıtıyormuş o esnada bir bedevi gelmiş ve cemaate: Sizin efendiniz nerede sormuş? Aleyhissalatu vesselam ona cevaben: Onların efendisi onlara hizmet edendir” buyurmuş. O mübarek kelime kıyamete kadar geçerliliğini korur bir kelimedir. Yani milletin Efendisi-Reisi millete hizmet edendir.

Bu geçici hayatta vazife yapmamanın neticesinde maddi cihetteki zarar, bu kadar göze batarsa, Sonsuz bir hayat  için üzerimize farz olan Allah’a karşı vazifemizi yapmamamızın zararı tasavvur harici olduğu şüphe götürmez bir gerçektir.

Yakınlarımız, komşularımız veya arkadaşlarımızdan herhangi birinde, sakatlık, hastalık veya fakir hale düşmekten ötürü çektiği sıkıntılar karşısında vicdanımız sızlar, ayni şekilde onların manevi hayattan uzak kalıp ileride çekecekleri azapları aklımızla gördüğümüz zaman  onlara daha fazla acımamız ve dertleri için üzülmemiz  gerekir.

Evet! Müslüman’ın şefkatini, sahip olduğu imanı geliştirdiği için, hısım akrabasının ileride karşılaşacakları azaptan kurtulmaları için yardım etmek için çalışmaya zorlar.

Tanıdıklarımız arasında ilk önce iman esaslarında şüphesi olanların yardımına koşmalıyız. Daha  sonra inancını yaşamayanların yardımına koşacağız, ispatlı deliller sunarak olanları tehlikelerin en büyüğü  olan cehennem ateşinde yanma azabından kurtarmaya çalışacağız. Böylece Müslüman’a  yakışır bir iş yapmış olacağız.

Sonsuz saadet ve şekavetle (mutluluk ve azap çekmekle) alakası olan bu manevi vazife, yukarıda bahsedilen maddi zahmetten çok daha önemli olduğunu unutmamalıyız. Bu görevin ihmal edilmesi durumunda en sevgili yakınımızı ebedi helakêt’e itmek gibi bir tavır takındığımızı unutmayalım. Vazife yapmamaktan doğan ma’nevi vebal, veya din kardeşimize gelen zarara lakayt kalmak gibi bir iş ürpertici bir zarara düşmek bizim için bir felaket değilmidir?

Bunu daha iyi anlamak için bir misal vereyim: Herhangi kimseye araba çarpmasından sonra, veya bir kimseyi yılan zehrini soktuktan sonra, afiyet olsun desek, ne kadar acımasız bir ayıp işlediğimizi zerre kadar aklımız varsa fark ederiz. Ayni şekilde biz yakınlarımızı günahları ile baş başa bıraksak, manen cehennem azabını hakkettiğiniz için size afiyet olsun demek gibi  bir mana, onları kuru kuru seyretmekten çıkmıyor mu? İnsanlığa sığışmayan bu hal ile onlara hangi yüzle akrabam veya arkadaşım diyebiliriz.

Dinleyip dinlememeleri meselesine gelince, o vebal onlara aittir. Eğer daha önce denedi isek o başka mesele… Bu zamanda insanların en kötü tarafı, kendini iyi bilip başkasını suçlu görmektir. Birkaç gün evvel 13-14 yaşlarında bir çocuk, bisikletine tehlikeli bir vaziyette 1- 1,5 yaş civarında ki bir çocuğu bindirmiş. Önümden geçerken zorla durdurdum. Bisikletten tutup  kendisine: Acımıyor musun? Ömür boyunca sakat bırakabilirsin dedim. Çocuk anlaşılan hiç terbiye görmemişti, bana çekişip sana ne zararı dokundu, demez mi!.. Amcacığım Allah senden razı olsun. Aman ne yaptım. ben onu düşünemedim. Hakikaten düşürüp çocuğu sakat bırakabilirim demesi lazım değilmiydi? Bu çocuk gibi, çok yaşı ilerlemiş kimseler de kendine güvenerek, benim hatalarımdan sana ne diyebilir. Biz daha işin başında bu gibilerin var olduklarını bileceğiz ve vazifemizi terk etmeyeceğiz.

Sakın zannetmeyin ki, parasız pulsuz çevremize dağıttığımız  mücevherattan da üstün değerdeki nasihatleri herkes kabul edip hoş karşılayacaktır. %90 değil %10 u, hatta % 5‘i istifade etse  bizim için büyük kârdır… Bugün insanlarımızın bir çoğu, İslam terbiyesini almadığı için, hem bilmiyor, hem de zavallı bilmediğini de bilmiyor. Çünkü 200-300 seneden beri, zaman Müslümanların aleyhine işlemiş. Bozmak kolay, yapmak zor olduğunu nazara alırsak. Bu sırada insanlar ne hale geldiğini daha iyi anlarız. Çok tatlı görünen sefahate girmek    serbest ve haramların kapıları açık olduğundan insanlar bu halden başka hangi halde olabilirdi? Biz, bize düşeni yaptıktan sonra onları Allah’ın rahmetine havale edip, hidayetleri için dua edeceğiz.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Müminleri Önümüzdeki Günde Tebşiratınla Sevindir Allahım!

Ya Rabbi bizi sen yarattın hiçlik âleminde bırakmadın bütün mahlukların tepesine çıkarıp bizi halife-i zemin yaptın.

Bizi islam şerefi ile şereflendirdin. Bizleri şakirinden eyle allahım! Bizler şüheda torunlarıyız.

Senin rızanı takip eden bir iktidarın himayesinde bizi yaşat allahım.

Senin yardımın ile kitabımız kur’anı yasaklayan bir devri geride bıraktık çok şükür. Şehitlerin muhabbetini kalbinde taşıyan mübarekleri bizlere hükümdar eyle.

Sözü başka işi başka olan münafikların şerrinden bizleri sen koru Allahım.

İsmi azam hürmetine. Arşı azam hürmetine. Levhi mahfuz hürmetine. Esmaulhüsna hürmetine. Esmaulhüsnanın azami mertebeleri hürmetine. Sevgili kulun ve habibib hürmetine.

Ondan önce gelen senin sevgili kulların hürmetine. Ahirzaman mehdisinin hürmetine. Onun halis sadık talebelerının hürmetine. Ma’sumin zümresinin hürmetine.

Kendini evliya bilmeyen evliyalar hürmetine.

Şehid toprağında yaşayan mü’mileri  önümüzdeki günde tebşiratınla sevindir Allahım.

Memnun et Allahım.

Onları güldür Allahım.

Fitre bayramından önce, o bayramı biz müslümanlara  yaşat Allahımmm..

Abdülkadir Haktanır’ın duası…

www.NurNet.org

İslam Dininin Toplum Hayatına Verdiği Değer

Cemiyetler fertlerden teşekkül eder ama, İslamiyet yalnız kendi menfaatini düşünenlerden olmayı bize yasaklıyor. Çünkü İslamiyet ırk, dil, renk, gözetmeyen, hak bir dindir. Bu dinin müntesipleri, egoizmden-bencillikten uzak, hayatlarının tadını eş, dost, akraba ve komşuları ile birlikte alırlar. Toplumla beraber yaşamaktan mutluluk duyarlar. Yine bu sebeptendir ki, kâinatın Yaratıcısı Allah, Kur’âni Kerim’de “Ya eyyuhennasu” ( Ey insanlar) ve “Aminu Bil-lahi ve Resulihi” (Allaha ve Onun Resulune inanın) gibi Ayeti Kerimelerle insanlara hitap ederken, bütün insanlardan meydana gelen toplumu karşısına alarak, Allah’a, Resulüne ve iman esaslarına inanmaya davet ederken,  fertlere değil topluma hitap etmiştir. Ve “İnnemel Mü’minune ihvetun” ayeti kerimesi ile. Araplar, veya Türkler Kardeştir demiyor, Mü’minler kardeştir diyor.

Mensup olduğumuz İslam dini, insanlarla kaynaşmaya toplumla beraber yaşamaya o kadar önem vermiştir ki, Müslüman’ların biri diğeri ile görüşüp tanışmaları için, biri diğerine dertlerini anlatmak için, sık sık bir araya gelmelerini ister. Geçim derdi ve diğer zaruri işleri dışında kalanları, beş defa günde camiye o güzel ses olan Ezanlarla davet edip bir araya gelmelerini ister. Hatta evde iki rekât kılınan namaz, iki rekâtın sevabını kazandırırsa,  o namaz camide kılınırsa yirmi yedi rekât  namaz kılmış gibi sevap kazanılacağını Hadisi Şerif ile Peygamberimiz (a.s.m.) bize bildiriyor. Teravih namazlarını kılmak için de Müslümanların camilere koşmalarının sebebi, başka değil dinimiz cemaate verdiği önemden kaynaklanıyor. Kısacası Müslümanlık Uhuvvet-kardeşlik tir desek doğrudur.

Hele cuma ve bayram namazını kılmak için dinimiz  Müslümanların camiye gitmelerini emir etmesi yine cemaatin önemindendir, ki, Allah (c.c.) Kur’anı Keriminde müminlere münferit, toplumdan ayrı yaşamak şöyle dursun, şahsi işlerini yaparken bile kendi karar vermeyip (işi bilenlerle) meşveret etmek için, cemiyetten bilen birinden sorup öğrenmeyi, Kur’ani Kerimde iki Ayeti Kerime ile bildirerek mealen şöyle buyurmuştur: ”Yapılacak işlerde onların görüşlerini al” “Onlar ki; Rablerinin çağrısına icabet ederler, namazı dosdoğru kılarlar ve idareleri, aralarında şura iledir, (meşveretledir).” ( Âl-i İmran159) (Şûrâ 38)

Hac farizasi de bu sebeptendir ki her zengin Müslüman’a ömründe bir defa gitmesi farzdır. Birden fazla hacca gidilen seferler sünnettir.

Dinimiz aynı apartmanda yaşayıp biri diğerinin hal ve hatırını  sormamak gibi bencil bir hayattan uzak kalmak, Komşun kâfir bile olsa, komşu hakkına riayetkâr biri olmamızı emreder. İşte komşulukla ilgili: Peygamberimiz a.s.m. : “Cebrail aleyhisselam komşu hakkını bana o kadar ısrarla tavsiye etti ki, Allah komşuyu mirasçı kılacak zannettim” (Kütübü Sitte206) “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” gibi düsturlar insanların biri diğeri ile kaynaşması ne kadar önemli olduğunu dini kaynaklarda rahat görebiliriz.

Bunun üzere ecdadımız, Yaratıcı tarafından önümüze serilen bu muazzam prensipleri kendi hayatı için en büyük enerji kaynağı kabul etmiştir.  Onlar kuvvetlerini Allahın Kanununa itaatten aldıkları için, milletini memnun edebildiler. Hatta o kuvvetle en büyük düşman karşısında bile asırlarca ayakta dimdik durabildiler. Yalınız dostları değil, muannit bazılarının dışında düşmanların çoğunun kalbini feth ederek onların içlerindeki buzları eritip hak olan kendileri mensup oldukları İslam safına dahil ettiler. Onlar bugün bazılarının yaptıkları gibi, başkasının yaptığı makineye, kullanma kılavuzu yapmadılar. Yani Allahın yarattığı bu insana anayasa ve kanun yapmaya kalkışmadılar. Belki Kur’anı Kerime harfiyen, uymak sureti ile dünyaya meydan okuyabildiler, Milletini o hale getirmişler ki, ırzını, namusunu, memleketlerini muhafaza  ve İslami yaymak için savaşırken, onların düşmanları dünyada yaşamak için savaşırken, ecdat ölüp şehitlik mertebesini kazanmak için savaştılar.

Evet! Biz ne kadar Allah’ımıza şükretsek azdır. Çünkü ecdattan miras kalan  terbiye sayesinde ayakta duruyoruz. Yabancıların kışkırtmalarıyla meydana gelen anarşik hadiselere katılmadan hayat sürdürüyoruz. Memleketimizde hadise çıkarmak maksadıyla, vatandaşlarımızı peşlerine sürüklemek isteyenlerin oyunlarına karşı vatandaş çok şükür ki yanaşmadı. Dış ve iç düşmanlar, çok Müslüman ülkeleri körükleyerek, onlara iç savaş açtırdılar ama Allah’ımıza çok şükür Türkiye’deki vatandaşlar onların o oyununa gelmedi.

Yani sanatın ustasının yaptığı kataloga uydular. Yani İnsanı ne anne, ne de baba, nede aptal kör sağır tabiat, yapmadı. Allah yaptı ve o insan makinesine de kullanma kılavuzu olarak, Kur’an’ı Kerimi gönderdi. Biz insanlara ona uymayı emretti. Ecdatta o kanuna uyarak yaşadığı için, İslam dinini yalnız kendileri değil başkalara da yaşatmaya muvaffak oldular.

Yine ecdadın bıraktığı o dini kaynaklı güzel adetlerine uyarak milletimizin çoğu hala düğün ve ölüm toplantılarını de ona göre yapıyor. Her ne kadar gençlerimiz maneviyattan uzak bir eğitimle kaldıysalar da, onları anarşist yapmak için uğraşanların oyunlarına gelmediler. İstismar edilenler olsa da onlar çok azınlıktadır. Toplumun menfaatini  muhafaza etmek için halkımızın içinde kalan o zayıf iman sayesinde bütün zahmetlere göğüs gererek ayakta durabilmekteyiz. Muhterem ve mübarek ecdat, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın kanununa dayanarak, bütün hareketiyle insanlara huzur temin ederken, yalınız fertleri değil, idare ettikleri milletlerin çoğunu uzun zamanlar memnun edip kendilerine bağlı tutabilmişlerdir.

Bununla beraber vatandaşlarımızın bir kısmı bencil oldu ise, onun sebebi 80 sene dine karşı gelen bir sistemle eğitilip, dini düsturlardan habersiz kaldığı için batıdaki egoizmi kabul etmekten ileri geliyor, keyif ve hoşuna giden lüks hayatın peşine koşarken başkası açlıktan ölse de bana ne diyebilen bir azınlık  memleketimizde varsa da, onları çok görmeyin. Çünkü, onlardaki o hoş olmayan haslet insanı ayakta tutan o manevi gıdadan  mahrum kalma sebebinden başka sebep değildir. “Eşyanın kıymeti aksi ile bilindiği” için, biz onlara bakarak, dinden aldığımız terbiyenin zevkini daha iyi anlıyoruz. dinin kıymetini anlamak için, bu çok azınlıkta olanlara bazen göz atmak lazımdır. Onlar başkasını kendinden iyi görse hasedinden çatlar. Aynı apartmanda beraber yaşadığı kimseleri tanımaz. apartman sakinleri ile karşılaşırsa ilgilenmez. Merdivenlerden inerken, çıkarken, onların hâl hatırlarını sormak şöyle dursun, selâm bile vermez.

Halbuki, her Müslüman, Müslüman olanlara selam vermesi dinimizin bir emri olduğu için, Müslüman, din kardeşine selam vermeye kendini borçlu bilir. Görüştüğü zaman selam verir, hal ve hatırını sorar. Onunla ilgilenir. Herhangi bir derdi var ise yardımına koşar, ziyaretine gider, evine oturmaya, beraber çay içmeye, hatta bazen da komşusunu yemeğe davet eder.

Başkasına yemek yedirmenin ehemmiyetini ve çok sevap olduğunu bilenler, herhangi sebeple evinde yemek yiyen kimseye, “ye kardeşim bereketimizin artması için yemeniz lazım” derler.

Yani Müslüman arkadaşı veya komşusu ile, sevgi bağları kurar. O sevgi ona kardeşin ve komşunun kederinden hisse almaya sebep olur. Ölümlerine ve düğünlerine katılır. Hatta evlenme,  sünnet ve ölüm merasimlerine iştirak edip toplanan kalabalığın derecesine göre, ev sahibinin şerefi artar.

Demek o düğün ve ölüm sahibi daha önce hal ve hareketi ile toplanan halkın kalplerini fethedip  gönüllerini kırmamış ki, o halk bu düğün veya ölüm sahibinin kalbini memnun etmeye gelmişler.

Siz de şahit olmuşsunuzdur , bazı defa, bu gibi toplantılara bazı kimseye yakın akrabalarından başka kimsenin gelmediğini görürüz. Demek ki onun iyiliği hiç kimseye dokunmamış. Hiç kimsenin sevinçli veya üzücü hallerinde tesellide bulunmamış ki, bu duruma düşmüş.

Bugün Müslüman’ın en büyük derdi olan evlatlarını ahlaksızlıktan korumak gibi mühim işlerini temin etmek için de, toplum hayatından ayrı kalmaması lazım. Tanıdıklarımdan kendini bilgili sanan kimseler, kendi bilgilerine güvenerek,   dine hizmet etmek maksadı ile bir araya gelen kimselerle birleşmeye yaklaşmadıkları için evlatlarını da koruyamadılar. Bu sebepten Bediüzzaman Hazretleri “ Zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet “Şahs-ı maneviye” göre olur. Yani (Sırf Allah rızası için bir araya gelenlerden manevi büyük bir şahsiyet meydana getirdikleri için, kıymet kazanırlar ve işlerini  rahatlıkla hallederler.)Diyor.

Araştırın ahlaklı ve disiplinli dinini yaşayan bir genç görseniz muhakkak ki o iyi gençlerle karışıp, onların grubunda yetişmiştir. Ferdi çalışmasının neticesinde bazıları kurtulabilmiş olsa bile, onlar çok az oldukları için, umumi kaideyi bozmazlar.

Yalnızlığın acı neticesini görmek için bakın. Evlenme çağına gelmiş şehit dedelerin torunlarına. Hanım kızların bazıları nasıl toplum hayatından kopup, kaynana ve kaynataya hizmet etmemek için, bekâr kalıyorlar. evin kirasını rahat ödeyebilecek bir eş bulamayınca evlenmiyorlar. Bu hanım kızlar, bütün hayatlarının balayındaki gibi mi geçeceğini zannediyorlar? İleride kaynata ve kaynanaya ne kadar muhtaç olacaklarını onlar bilmiyorlar. Bilenlerin nasihatlerini de dinlemiyorlar. Bu kardeşler düşünemiyorlar ki, eğer ömürleri varsa, onlar da kaynana olma yolundalar. Onlarda gelinlerinin yardımına muhtaç olacakları ihtimalden uzak değil. Hatta Allah göstermesin yatalak hasta da olabilirler. O hanım kız bu günden bilmesi lazım ki, ekmeden biçmek olmaz. O bugün beyinin annesine ve hısım akrabasına hürmet edip sahip çıkmazsa, yarın onun gelini de ona sahip çıkmayacaktır.

İşte! Bu başka değil, din kültürü alamayıp, sevap ve günaha inancı zayıf olanların halıdır. Bu dünyada yaptıkları iyi ve kötü hareketlerin mükâfat ve cezasını, âhirette göreceklerine ya inançları  zayıf, ya yok. Onlar yalınız yaşadıkları günü düşünüyorlar, ileride başlarına neler geleceğini, bilemiyorlar. İki hayatını cennet yapmak için onlara verilen aklı, maddi menfaatlerini temin için kullanmak fikriyle yaşıyorlar. O bencil fikir, insanı bu geçici hayatta  bile, mesut edemiyor.

Başkasının malına haset edip, yalınız kendi menfaatini düşünenler bu dünyada da rahat olmadıklarına bir misal:

Hazreti Musa zamanında çok fakir biri varmış. Hazreti Musa’ya: Ya “Musa! Sen her gün Allah’la bin bir kelam konuşmağa gittiğin zaman,  Allah’a benim namıma yalvar, ekmek paramı çıkarmak için,  odun taşıma aracı bir merkebim olmasını nasip etsin.” Hazreti Musa da Allah’ın huzuruna varınca, Ya Rabbi sana her şey malum, biri bana bir emanet etmişti. Allah da, Hazreti Musa’ya, evet biliyorum, sen o adama söyle. Bir merkebi olan komşusu için dua etsin ki, onun iki merkebi olsun da ondan sonra ona bir merkebi olmasını  nasip  ederim demiş. Hazreti Musa da, Allah’ın emanet ettiğini sahibine söyleyince; “onu kabul etmeyip, ben öteden beri onun var olan merkebinin telef olmasını istiyorum. Bana hiç vermese bile, onun iki tane olmasını istemem der.” Oysa insanlar komşularının mallarından yararlanırlar, komşusuna haset eden kendiside mahrum kalır.    Batıdan gelen egoizmi daha güzel anlamamız  için, İsviçre de çalışan birinin  anlattıklarını dinleyelim: “İsviçrelilerden bir baba, ayrı yerde yaşayan oğlunu ziyarete gitmiş. Oğluna vardığında, oğlunun hanımı yemek yemeleri için sofrayı kurmaya hazırlanıyormuş. O sırada, hanımcağız oğlunu ekmek almaya gönderiyor. Oğlu da evden çıkıp sokakta aklına geliyor, aşağıdan bağırıyor “Dede! eğer sende bizde yemek yiyeceksen para ver de sana da ekmek alayım” İşte batının ahlak sermayesi. Yalnız kendi menfaatini düşünür.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Müslümanların Çok Büyük Bir Derdi

Cemiyet Hayatımızda Müslümanların Çok Büyük Bir Derdi Olan Bu Meseleyi Kaleme Aldım. Aman Okumadan Bırakmayın!!!

Hanım kardeşlerimiz cemiyetin yarısı değil, cemiyetin anneleri oldukları için, onların şeref ve haysiyetlerine sahip çıkmaları için, önce o hanım kardeşin anne babası, sonra beyi, sonra, eğer sözü geçerse, onların yardımında bulunmak her Müslüman’ın ana vazifesidir. Bu gün iç ve dış düşmanlar onları reklam aracı ve ticaret metaı yapmaya çalıştıkları bir zamandır! Halbuki dinimiz hanımı erkeklerin kötü nazarlarından korumak için ve kötü kalpli erkeklere onları göstermemek için onları ihramla, baş örtüsü ile örtmüş. Böylece Allah Onları çok yüksek makam olan, İçişleri Bakanı yapmış.

Müslüman bir evlat, huzuru olmayan bir “Huzur evine” anne babasını nasıl götürebilir? Üç-dört evladı olan bir babanın; evlatları aralarında o sen bak anne-babayı ötekisi sen bak diyebilmeleri, o dinsizlerin adeti dir. Müslüman erkeklerde bu iş tam tersine olur. Biri Annemlere ben bakacağım, ötekisi yok ben bakacağım diyecek. Anne babayı bakıp onların hayır dualarını almak için aralarında kavga edecekler. Dinimizde Anne babayı bakmayıp onlara isyan etmek: Büyük günahlardan biridir. Üstad hazretleri diyor: “Anne babanın hakkına giren: İnsan bozması canavardır.”   Bu işin nereye varacağını bazı misaller ile size anlatayım.

Kendi özel dairesi olan bir delikanlı bir hanım kızla evleniyor. Evlendikten sonra, gelin hanım beyine: Beni babanlara sakın götürme ha! Onları da buraya istemem. Beyi tamam demiş burada yalınız yaşayacağız. Bir hafta geçtikten sonra gelin hanım, haydi babamlara gidelim. Beyi: yok onlara da gitmeyeceğiz burada yalınız yaşayacağız der. Gelin hanım geçte olsa farkına varır hatasını. Bir hafta sonra hanım beyine haydi babanlara gidelim der ve giderler.

Bir başka hadise bir annenin 3 oğlu var imiş beyi ölmüş zavallı anne yetim kalan evlatlarını bin türlü zahmetlere katlanarak büyütmüş. Anne yaşlanınca bir hastalığa düçar olup yataklık olmuş çocukları işe gidiyor anneyi gelin hanımlar bakmıyorlar sözde. Zavallı anne zar zor ihtiyaçlarını görüyor. Evlatlarını üzmemek için onlara derdini anlatmıyor. Oğulları soruyorla: Anne hanımlarımız bakıyorlar mı sana? Bakıyorlar oğullarım bakıyorlar. Bir gün annenin canına tak etmiş ve bir plan yapmış. Akşamleyin oğulları işten gelince; evlatlarım gelin buraya! Merak ettim ne oldu yastığım altında bir param var idi şimdi o paramı bulamıyorum. Oğulları hanımlarını çağırıyorlar ve onlara annemin paralarını kim aldı? Biri 3 ay odasına girmemişim, öteki iki ay üçüncüsü 1,5 ay dedikten sonra; Anne işte evlatlarım gördünüz mü gelinler bana nasıl bakıyorlar ve ne kadar hürmet ediyorlar diyor. Böylece iş meydana çıkıyor.

Evet, anne şefkat kahramanı dır. İleride oğlum bana bakar, hürmet eder fikrini taşımadan evladı için her şeyi feda eder. Evladı bebek iken her gece birkaç defa kalkar evladını bakar, aman evladımın altı ıslanmasın, ıslandı ise temizler. Açıldı ise üşümesin diye üstünü örter, ve saire.

Bir annenin beyi ölmüş yetim kalan tek bir oğlunun küçüklükte bir gözü bozulmuş, anne kendi gözünü verip doktorlar oğluna gözü takmışlar. Oğlu üzülmesin diye oğluna hiç anlatmamış oğlu büyümüş zavallı anne oğlunu okutmak için çok çalışmış, para kazanıp oğlunu okutmuş, oğlu okulu bitirdikten sonra işe girmiş. Ve annesini yalınız bırakıp, annesinden uzak bir yerde ev kiralayıp evlenmiş, zavallı anne evlat hasretliği gidermek için seyrek ta olsa oğlunu ziyarete gidermiş. Oğlunun evlatları 4-5 yaş olduktan sonra gene bir gün hem oğlunu hem de torunlarını görüp hasret gidermek için gitmiş. Oğlu diş kapıda annesini görünce, bu tek güzünle evlatlarımı korkutuyorsun diye annesini geri çevirmiş. Zavallı anne fenalaşmış ağlaya ağlaya evine gelmiş fenalıktan hastalanıp yataklık olmuş. Komşuları bakmaya geliyorlarmış. 4-5 gün sonra anne ölmüş. Ölmeden önce oğluna mektup yazmış. “Evladım benim gözüm sağlam imiş ti, fakat sen küçüklükte bir kaza geçirdin, anne şefkat’i ben gözümü çıkartıp sana taktırdım ve özülmeyesin diye hadiseyi sana anlatmadım şimdi ben Allahıma kavuşmaya hazırlanıyorum sen keyfine bak diye yazıyı tamamlamış.

Evet, kız ve gelinin yaşı ilerledikçe yaşlı bir anne olunca aklı başına geliyor ama ne yazık onlar genç iken aile terbiyesini noksan aldıklarından onlara lazım olan vazifeyi yapmıyorlar. Hiç unutmayalım ki insan gözünden, kulağında ne aldı ise odur. Yani ne okudu ise ne dinledi ise odur. Bunu da o mübarek kelime açıklıyor. “İnsan dili altına saklıdır, konuştuğu zaman ne olduğu meydana çıkar.” Bunu te’yid etmek için yine bir hadise nakledeceğim: Bir köyde iki kardeş yaşıyorlarmış, biri sapık fikirli, haris; diğeri takva sahibi Allah dostu. Bunların babaları ölmüş anneleri sağ. Bir gün o sapık olanı kardeşine: Kardeşim tarlaları ben alacam; ötekisi tamam kardeşim. Anneye de sen bakacaksın, berikisi tamam kardeşim. Ahırdaki hayvanları da ben alacağım. Buna da takva sahibi olan tamam diyor. Bu takva sahibi olanın elinde bir şey kalmıyor. Geçimini temin etmek için, bir olta ayarlıyor denizde balık avlamaya gidecek. Denize gitmiş oltayı atıyor, oltaya ağır bir şey takılıyor, balık midir nedir bilemiyor zorla çıkardıktan sonra, görünüşte taş gibi bir şey. İyice temizledikten sonra baksa ki inci, onu alıyor bir kuyumcuya götürüyor, kuyumcu bunu ödeyecek kadar benim param yok der. Başka kuyumcuya götürüyor oda aynisini diyor ve ilave ediyor: Bu kıymetli malınızı ancak filan yerde ki zengin sarraf alabilir. Ve sonra ona götürür ve aldığı paranın karşılığında 30 aded dükkan alabilecek kıymette para alıyor ve 30 dükkana sahip oluyor. Böylece kanaat edip Allah teslim olmanın ve anneye hürmet edip bakmanın mükâfatını adama Allah dünyada da veriyor.

Kanı Şehit kanı ile yoğrulan kız kardeşlerim “frengi” hayata tenezzül etmemeli önlerinde Müslüman için sonsuz bir mutluluk olan cennet hayatını bırakıp sonu cehennem olan, olumsuz hayata yanaşmamalı.

İslam dini hanıma kayın pederini ve kayın validesini bakmasını değil, kendisi doğurduğu evladını bile bakmasını mecbur etmemiştir, Ama onlar beyinin anne ve babası oldukları için, yaşlı kaim valide ve kaim peder. Yani: (Gelin hanımın kendi anne ve babası makamında oldukları için,) onlara yardımcı olmak, onlara hürmet etmek, onların ihtiyaçlarını gidermek, gelin hanımlar için bir terakki dır, şereftir, fazilettir, O gelin ileride kaynana olacağı zaman, kendi gelininden nasıl bir hürmet istediğini niye düşünmüyor? Ki kaynata ve kaynanasından uzak yaşamak istiyor. Beyi ile bir yere gittikleri zaman evlatlarını kaynanasına bırakmaktan daha sağlam bir yer gelin hanım bulabilir mi ki? Sonra yavrusu doğduğu zaman, onu büyütmeye gelin asla tecrübesi olmadığı için, kaynanasının tecrübesinden faydalanması için onlarla beraber yaşamak ta fayda olduğunu bu gelin hanım niye düşünmüyor. O yaşlıları bakmak, gelin için farz olmasa da; Beyi için farzlar üstüne bir farzdır. O gelin hanım Kaynatasından uzak bir yerde de yaşarsa, Beyi anne babasını bakmaya nasıl gelebileceği düşünmeli.

Bugün yüksek tahsilini bitirmeye gayret eden hanım kızlar, beylerine hakim olmak için onu yapıyorlar. Düşünün çalışan hanım işten yorgun geldi, beyi de geldi; bey hanımına hayde biraz yemek yap ta yiyelim. Hanımı yavaş beyim bende senin gibi şimdiye kadar çalıştım. Öte yandan annesini özleyen hanımın yavrusu ağlayarak annesinin peşine koşar. Bu nasıl bir hayat? Acılarla dolu değimli?

Bu hususu Üstad Bediüzzaman hazretleri, Lemeâtta ne güzel izah etmiş:

“Kadınlar Yuvalarından Çıkıp Beşeri Yoldan çıkarmış; Yuvalarına Dönmeli.

Mimsiz medeniyet Taife-i nisâi (hanımlar taifesini) yuvalarından uçurmuş, (onlarsın) hürmetleri de kırılmış mebzül meta yapmış. (kıymetsizliğinden her yerde bulunan bir mal yapmış) Şer’-i İslam (İslamiyet onları acıyıp) Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada rahatları evlerde, hayati âilede. Temizlik zinetleri. Haşmetleri (şeref ve haysiyetleri) hüsnü hulk; ( güzel ahlak) Lûtf-u cemali, (Allahın ona ihsan ettiği güzellik) ismeti. (Günahlardan pak olması) hüsn-ü kemali (mükemmelliği) şefkat. Eğlencesi evladı. Bunca esbabı ifsad (bukadar sebepleri yok etmek) demir-sebat kararı lâzımdır tâ dayansın. Bir meclis-i ihvana güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık, depretir damarları! Yatmış olan hevesat ( kötü duygular) birden bire uyanır. Taife-i nisâda serbestî inkişafı, sebeb olmuş beşerde (insanlarda) ahlak-ı seyyienin inkişafı (kötü ahlakın yayılmasına sebep olmuş.”

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

İnsan Ölümüne Karşı İlgisiz Kalabilir Mi?

İnsan hayatında karşılaşacağı problemlerden en mühimi ve ehemmiyetlisi can verme hadisesidir. Bu hadiseyi daha iyi anlamak için bazı misaller vereceğim:

1-Mesela, bir tavşan avcısı, balığı daha kolay yakalaması için nasıl davranması lazım olduğunu balık avcısına anlatmaya kalksa, balıkçı ona sus lan! Sen balıkçımısın ki  bana balık avlamasını öğretiyorsun? Benim mesleğimi bilmediğin için senin sözün bende geçmesinin imkânı var mi ki boşuna çene çalıyorsun der? Çünkü bunlar ikisi de avcı olsa bile davranış taktiği biri diğerinden farklıdır.

2- Erkek bir bayan kuaförü, piknik yaparken, kırda rastladığı çobana; çoban kardeş! Ben sana bir saat içerisinde bayanın saçının nasıl düzeltileceğini öğretsem,  bana bir kuzu verir misin, dese. O da kuaför efendiye: Merak ediyorum! Başka bir meslek bulamadın mı ki, kadınların mesleğine sahip çıkıp kadın kuaförü oldun? Ben senin ahlakından şüphe ediyorum,  Böylece koyun çobanı, şehirliye güzel bir ders verdikten sonra, ona, beyefendi hakikaten senin kafan çalışmıyormuş ki geldin beni kandırıp kuzumu almak için mesleğimle hiç ilgisi olmayan bir mesleği bana öğretmeyi teklif ediyorsun dese: Çobanı sizde benim gibi haklı bulacaksınız değil mi? Tıpkı, Y.T.L. Borçlu olduğunuz kimseye, geçerliliği kalmamış eski liraları verseniz ondan ret cevabı aldığınız gibi.

Fakat bir kimse bir yolda ister istemez yolculuk yapacağı bilinse, biri onun önüne deliller sürerek o yoldaki tehlikelerden bahsetse, o yolda gitmeye mecbur olan bu adam bunun sözlerine ehemmiyet vermezse, bunun şuursuzluğundan başka hangi sebebi öne sürebilirsiniz?  Bu adamın hâli, çoban  ve balıkçının haline hiçte  benzemez değil mi? İşte ölümden bahsedene karşı sakın dinlememezlik yapmayın Ha! Çünkü o yolda ölüm tehlikesinden bahsettiği zaman, karşımızda kim olursa olsun, ister köylü, ister kasabalı, ister Profesör, ister cahil, ister hasta, isterse sapasağlam olsun, bu beni ilgilendirmez dese, ya imansızdır, ölüm onun dünya lezzetlerini bozduğu için, onu düşünmek istemez. Veya fasık-ı gafildir ki, günahlara boğulduğundan, ölümü düşünmeden yaşamak istediği için, onu duymak istemez. Yoksa aklı başında olan her insan, ölümünü düşünüp ona göre hazırlanması gerektiğini anlar.

Hal böyle iken hayatta olan her insan yüz sene yaşasa bile , her an ölmesi muhtemel olduğu için, bu insanın eğer aklı başında ise, onu düşünüp ona göre hazırlanması lazımdır. Hatta yeni doğan çocuğun ölümü kesin olduğu için, ve geri dönme imkânı olmadığı için, on yaşındaki çocuğun  doğum gününden, yüzüncü senesindeki muhtemel ölümü, ona  daha yakındır. Çünkü geri dönme imkânı yoktur da ondan. İnsanın yaşadığı saniye, dakika, saat, hafta, ay ve seneleri, insanın ömür ağacını kesmeye çalışan testere dişleri gibidir. İnsanın yaşadığı anı kesilen ömür ağacının  son ani de olabilir, fakat çok şükür ki insanın ondan haberi yok. Olsa çok kötü olur değil mi?

İşte bu dünyada bütün hadiseler, insanı Rabbisine hesap vermeye götüren birer sebeptir. İnsanın saçının veya sakalının, renginin değişmesi, saçlarının ağarması, sağ ve soldaki minarelerden “Salatu selam”la ilan edilen ölüm haberleri, akraba veya yakınlarımızda inim inim inleyen hastalar, aklı çalışıp düşünen insana! Bir gün sen de öleceksin diye haber veriyorlar değil mi? Ne mutlu bu haberleri değerlendirip düşünenlere!.. Eyvahlar  olsun o dar mezara gideceklerinden lakayt kalıp, günahlarla dolu hayat  yaşayıp pişman olmak için, önündeki pişmanlık gününü  hiç düşünmeyenlere!..

Halife Hazreti Ömer-ül Faruk’un r.a., Hilafeti zamanında aldığı maaşının bir kısmını ayırıp kendine ölümü hatırlatmak için, maaşla bir adam tutmuş, o adamı Halife dairesinin bir köşesinde yerleştirip “Ya Ömer ölüm var” diye,  Halifenin emriyle Halifeye,  ölümünü hatırlatmasına halife emretmiş. Bir gün Halife, adama parasını verip, hakkını halal et, senin vazifen bitti demiş. Adam da, Ya Emir-el Mü’minin neden? Yoksa suç mu yaptım, yaptı isem suçumu af edin demiş. Hazreti Ömer de ona: Hayır sen suç yapmadın, fakat bugüne kadar sen bana gündüz ölümümü hatırlatıyordun. Şimdi ise, biri bana, geceleyin de onu hatırlatıyor, hatta gece hatırlatırken uykumu bile bozuyor demiş. Adam da, o kimdir sorunca? Hazreti Ömer parmağı ile işaret ederek, işte kulağımın üstünde ki  bu beyaz kıl, demiş.

Bediüzzaman’da veciz bir ifade ile: “(Ölümün keşif kolları) ihtiyarlığın alameti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda” diyor.

Evet! ölümü hatırlatan başımızda ve sakalımızda ağaran beyaz kılları de öteki sebeplere ilave ettikten sonra, mevzuumuz olan ölümden tam ders almamız için, ne yapmamız lazım olduğunu açıklamaya çalışacağız. Peygamberimiz (a.s.m.) Rahmeti Rahmana kavuşma esnasında, Ashabı Kiram ağlayıp sızlamaya başlamış, ve “Ah! Bizi buda mı buldu? Bundan sonra bizim yolumuzu kim gösterecek?” Sahabenin Sözlerini işiten Peygamberimiz (a.s.m.). Yavaş yavaş doğrulup, “Ben gidiyorum! Arkamda size ders verecek iki şey bırakıyorum. Biri konuşur, diğeri hiç konuşmadan ders verir. O iki nasihatçi, ihtiyacınız olan nasihatleri size karşı vazifeyi noksansız yaparlar.”  “Konuşanı Kur’an-ı Kerimdir. Konuşmayanı ise: Dört kişinin omzunda taşınan cenazelerdir” buyurmuşlardır.

Mehmet Akif’in dediği gibi, Kur’âni Kerim; “Ne mezarlıkta okumak ne de fal bakmak için” nazil olmamıştır.  Belki, Kur’an-i Kerim, mucize olan bu insan makinesine yolunu göstermek  için, tabiri caiz ise; mükemmel bir kullanma kılavuzudur. Her insan, dünya ve ahiretini cennet yapması için, bu iki yol göstericilerinden ders alırsa kurtulur. Kur’an’ı Kerimin dilinden anlamayanlara, işte önünde konuşmayan ölüm, Konuşmuyor fakat hali ile her akıllı insana, çok tesirli nasihat eden kuvvetli uyarıcı bir sebeptir.  Yani bu insan bu iki nasihatten, veya bunlardan birinden dersini alırsa, bu dünyadan az günahla kurtulma çaresini arar ve ister istemez gideceği âhiret hayatında işine yarayacak  sevaplı işlerin peşine koşar.

Vay onların haline ki! Omuzlarında cenazeyi götürdükleri halde, bir gün kendileri de o tabuta bineceklerini düşünmeyip, cenazeden hiç ders almayıp yalınız öleni acımakla ah ne oldu kardeşimi kaybettim öldü gitti onu ağlayıp sızlamakla yetinenlerin vay haline.

Biz Allah tarafından bizim faydamız için nazil olan Kur’an-ı Kerimden dersini alamayanların, tam önlerinde, yani  yollarının ortasında duran ölümden biraz bahsedeceğiz. Bir insan gelecekte karşılaşacağı tehlikeli hadiseleri bugünden düşünüp nazarı dikkatini oraya çekmez ise, yarınki günlerde ah, ne yaptım deyip, pişman olacağı şüphesizdir. Onlardan bir tanesi de herkesi korkutup titreten ölümdür. O tatlı canımızı alan ölümü bugünden tasavvur edip ciddi düşünmek sureti ile, orası için hazırlıklı olursak, yarın pişman olsak bile daha az olacağımız muhakkak olduğu için, faydası olur ümidiyle, o uyarıcı ölüme nazarı dikkatinizi çekmek istiyorum.

Bu insan, ilk önce kendi eceli olan ölümünün son dakikalarını önüne getirip, bu dünyada hayatının bittiğini farz ederek, ömrünün çok acı olan o son gününü düşünmelidir. Bazı tarikatçılar gibi hayalen onu bugüne çekmek değil, belki kötü duyguların tesirinden kurtulmak için, tarihi belli olmayan, fakat karşılaşacağımız kesin olan ölümümüzün acı saatini aklımızla bugünden düşünebilsek ve ölümün bizden istediği hazırlığı yapabilmek faydamıza olacağı şüphe götürmez bir gerçektir.

Düşünmeye başladığımız zaman, ilk adımımızı şöyle atacağız: Ölüm sarhoşluğu ile can vermek için yatakta yatıyorum. Çevremde akrabalar toplanmış ve en çok sevdiğim annem babam evlatlarım hanımım bana karşı faydaları bitmek üzere bir vaziyette iken, ben Allah’ın bana verdiği bu canı Allah’ıma vermeye uğraşıyorum. Yüzüm vücudum ter içinde kıvranıp can çekişir bir vaziyette iken, onlarda Şahadet getirmem için beni ikaz etmek maksadı ile şahadet getireceklerini bugünden düşüneceğiz.

Fakat o anda hadisi şerifin meali tecelli edecektir. “Yaşadığınız gibi ölürsünüz, öldüğünüz gibi mahşere çıkarsınız.” Yani, ölümle baş başa kalan adamın daha önce o tezgahta bezi yok idiyse? Onların ikazları boşa gider. Senin hayalinde daha önce ne vardı, ölüm anında bile onunla mırıldanırsın. Malların fiyatını müşteriye mi söylersin? Çeklerin senetlerin hesabını mı yaparsın, Yoksa yaptığın işlerin hesabını mı patronuna verirsin, o senin hayatında ki meşgalene bağlı. Eğer sen daha önce o ölüm için hiç hazırlık yapmadı isen, o can çekişme halinde bile günlük hayatını hatırına getirerek, Şehadet, İstiğfar, Salâvat değil, piyasadaki işlerini  mırıldanırsın.

Nitekim o vaziyette iken birine: şahadet getir, salavat oku demişler. Oda: “ Baksana! Bunlar akıllarını oynatmışlar! Ben can vermekle uğraşıyorum, onlar da bana yok şahadet getir, yok salavat oku diyorlar”. Evet, bu gibiler acınacak haldedirler değil mi?  Eğer sizde de bunun gibi hazırlık yoksa, son nefeste Kelime-i şahadetle ölmenin ne olduğunu daha önce öğrenmediyseniz? sizde onun gibi dersiniz…

Ondan sonra canınızın çıktığını farz edeceksiniz. Kimisi sizi ciddi acıyor başınızda ağlıyor, kimisi de miras derdinde. Hatta daha evden cenaze çıkmadan onun kavga gürültüsünü yapanları da gördük… İşte bazıları cenazenizin başında beklerken, bazıları mezarın çaresini bakmaya koşarlar. Bazısı da seni son kez yıkama derdi ile cenaze hocasını çağırma peşinde olur. O işler hallolup cenaze yıkandıktan sonra, o naçiz teniniz ruhsuz kalıp cenaze olduğu için, bir an önce tabuta koyup evden çıkarıp mezara götürme çaresine bakarlar.

Eğer yukarıda saydığım hazırlıklar tamamlandı ise, ya  cenaze arabasına cenazen koyulur, veya dört kişinin omuzunda cenazen önde, cemaat arkada seni mezara götürürler ve orada,  derinliği 150 uzunluğu 180 eni da 70 c.m olan bir mezara cenazeni yerleştirip üzerine bir ton toprak atıp, orada seni yapa yalınız bırakırlar. Ondan sonra geri dönerken o cemaat içlerinden sana, güle güle deyip, çoğu ne ekti isen orada onu biç bakalım derler. Ondan sonra, mezara münker ve nekîr isimli iki melek gelip seni “İstintak” etmeye (sorgulamaya)  başlarlar; Rabbin kim, Dinin ne, Peygamberin kim,  Kitabının adı ne idi diye sana sorarlar.

Şimdi size soruyorum? Akıllı insanın aklı, bu saydıklarımı daha hayatta iken öğrenmesi lazım olduğunu ona göstermiyor mu?  Kur’an-ı kerim ve hadisi şerifler gireceğimiz o dar mezardaki hali, daha burada iken bize bildirdikleri halde, biz o müthiş hale düşmemek için, yaşadığımız hayat boyunca bize farz olan ibadetimizi yaparak orası için hazırlanıp tedbirli olabilsek, daha iyi olmaz mı? Acaba namaz kılmamıza engel olan o basit sebepler orada özür kabul edilecek mı? Arkadaşlarım bana belki gülerler. Ondan ötürü dinimi yaşayamıyorum diyen erkek veya kız kardeşlerin sözleri, orada  geçerli olacak mı?

Yoksa bizde mi bazıları gibi, bu tatlı günümüzde böyle şeyleri ne anıyorsun diyeceğiz? Böyle sap sağlam olduğumuz günlerde, mezardan bahsedilir mi diyeceğiz? Gideceğimizden hiç şüphesi olmayan bir yolculuğun hazırlığından bahsetmemek doğru olur mu? Halbuki o mezarı daha önce düşünüp ona göre hazırlananlar için mezar ona bir cennet bahçesi olup onu o ebedi cennete götürmek için ölüm, mezarda ki durum bir bekleme salonu, bir sebep,  olacağından şüphe mi ediyoruz.

Ah bu gafil insan! Bahsettiğim gibi herhangi bir basit yolculuğa hazırlıksız çıkmazken, en ufak bir hazırlık yapmadan, ölümünü bekleyenlerin derisi içinde olanların vay haline. Allah o kötü hale düşenlerin hallerine bizi koymasın. Âmin.

Şuuru yerinde insan “Lezzetleri acılaştıran ölümü çok anınız” ( 21 Lem’a)  Hadisi şerifini kulağında küpe gibi taşır ki, adı “Pişmanlık günü” olan o günde herkes pişman olacaktır. Hayatını Müslüman gibi geçiren de, ah niye daha çok ibadet yapamadım diyerek pişman olsa bile ötekiler gibi çok pişman olmayacağını bilmesi lazım.  Çok sevdiğimiz o canı vermek, o dar kabre girmeyi düşünmek var ya! İnsan için burada günahlardan lezzet aldığı şeyleri terk edip yolunu bulmak için kuvvetli bir sebeptir.

Erkek ise; içkiyi, kumarı ve diğer kötü alışkanlıklarını bırakmaya, kadın ise vücudunda ki çıplak azalarını silah yapıp, onlarla erkeklere saldırmaktan kendini kurtarabilmesi için ölümü düşünmek büyük bir sebeptir. Çünkü bir hanım görünmesi yasak olan yerlerini sokakta görenlerin sayısı kadar günah kazanmaktan kendini kurtarmak için, ona ölümü düşünmesi kurtulması için mükemmel o bir sebeptir.

Fakat Allah’ın emirlerini yerine getirmeye çalışanlar için ölüm başta Peygamberimizle (a.s.m.) sonra bütün sevdiklerimizle  o güzel akrabalarımızla görüşüp onlara kavuşmaya bir sebeptir. Dünya hapishanesinden kurtulmaya, güzel işlerin ücretini almak için Berzah Âlemindeki bekleme salonunda bekleyip ahirette cennete gitmek için bir sebeptir. Günahlardan korunan erkekler için; cennette huri kızları ile evlenmeye bir sebeptir. Şeref ve haysiyetini korumaya çalışan hanımlara cennete varmak için bir sebeptir. Namusunu korumak maksadı ile namussuz ve dinsizlerle evlenmeye razı olmayıp bütün zahmetlere katlanarak bekâr kalan kızlar için, cennette huri kızlarından üstün bir güzellikle, savaşta Allah için can veren şehitle evlenmek için, o ölüm ona bir sebeptir.  Mutluluğu hiçbir zaman bitmeyen Cennete girmek ve orada hatıra gelmeyen mutlu hayatı yaşamak için her Müslüman’a ölüm bir sebeptir.

Hülâsa; en çok sevdiğimiz Allah’ımıza kavuşmak için o ölüm bir sebeptir. Hatta hayatta iken bile ölümü düşünmek en çok sevindirici haldır ki; “Dünyada bin sene mutlu yaşamak cennetin bir saatine denk gelmez. Cennetin de bir sene mutlu yaşama hâli, Allah’ımızla görüşeceğimiz bir saatlik zevke ve lezzete erişemez.”(Lem’alar)  Ah! Ne mutlu günahlardan korunabilenlere. Bravo alkışlar  Allah’ın emirlerini yerine getirmeye çalışanlara!” Bizi çok üzüyor! Dünyadaki kısa hayatın lezzetlerine aldanıp ölümünü düşünmeden yaşayanların  hali!

Allah (c.c.) Hadisi Kudsisinde şöyle buyuruyor: ” Dünya için, orada kalacağınız kadar çalışınız. Ahiret için oranın bekasına göre çalışınız. Allahtan isteyin. (Peki ne kadar?) İhtiyacınız nispetinde Allahtan isteyin. Günah yapın, (Dikkat edin günah yapmayın demiyor, yapın diyor) peki ne kadar günah yapalım? Ateşe dayanabileceğiniz kadar günah yapın” diyor. Ona göre davranmalıyız, Ayağımızı denk almalıyız. Çünkü önümüzde ölüm var!. Daha önce yazdığım bu şiirimi nazarınıza arz edeyim.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org