Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Risale-i Nur’da Tesettürün Önemi

20 sene evvel binlerce adet basılarak yayınlanmış bu broşürdeki cevaplar ve ikazlar Risale-i Nurdan derlenmiştir. Bu izahlardan maksat, Risale-i Nura ve Bediüzzaman Hazretlerine hürmeti, muhabbeti, sadakati ve bağlılığı olanları ikaz etmek ve İttihad-ı İslama ve İslam Kardeşliğine uymalarını temin etmekti… Yoksa Nura yakın olup da Risale-i Nurları bağlayıcı ölçü ve  kesin düstur kabul etmeyenlere, feraset duasından başka diyecek sözümüz yoktur…

Hoca’nın Gazetelerde Çıkan Beyanatlarına ve İddialarına

RİSALE-İ NUR ÖLÇÜLERİ İLE CEVAPLAR

28.7.1995 – İstanbul

1. Hoca, Zaman Gazetesi’ndeki bir iddiasında, “Başörtüsü, tesettür füruattır. Temel mes’eleler varken füruatın kavgasını vermek, üslub bakımından yanlış…” diyor. (Zaman Gazetesi)

Hürriyet Gazetesinde ise, “Kadının başını örtme meselesi, bir iman meselesi ölçüsünde önemli değildir. Allah’a karşı kulluk, umumi manada kulluk meselesi ölçüsünde önem arzetmez bunlar. Teferruata ait meselelerdir…” (Hürriyet 27/01/2003)

Bediüzzaman Hazretleri ise tesettüre; «Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarı…» (Kastamonu Lahikası sh:262) demekle füruat değil, aksine ehemmiyetli bir esas olduğunu nazara veriyor. Evet âhirzaman fitnesi­nin açık-saçıklıkla hayasızlaşan kadınlardan çıktığına dikkat çeken Bediüz­zaman Hazretleri diyor ki:

«Ahirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisa­iye ve onların fitnesi olduğu hadîsin rivayetlerinden anlaşılıyor. … Bu zamanda zındıka dalaleti, îslâmiyete karşı muharebe­sinde, nefs-i emmarenin planıyla, Şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi; yarım çıplak hanımlardır ki, açık ba­cağıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar.» (Gençlik Rehberi sh:23)

Yine Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«Fitne-i âhirzamanın mahiyeti bana göründü ki; o fitnenin en dehşetlisi ve cazibedan, kadınların yüzsüz yüzünden çıkıyor.» (Gençlik Rehberi sh:16)

Demek tesettür mes’elesinin füruat olması şöyle dursun, ahkâm-ı kat’iye-i Kur’aniye arasında hayatî bir ehemmiyeti haizdir. Bu sebebledir ki: «O fitneyi ateşlendiren ve talim eden irtidatkâr bir şahs-ı manevî» (Gençlik Rehberi sh:17) cereyanı, açık-saçıklığı, terk edilmez ve ettirilmez bir ifsad prensibi olarak esas alır ve din ve vicdan hürriyetlerini açıkça çiğnemek ba­hasına olarak o yolda yürür ve bütün imkânlarını kullanır.

Risale-i Nur’un mezkûr beyanı ve irşadıyla anlıyoruz ki, nass-ı âyetle farz olan tesettürün terki, haram olmakla beraber, âhirzaman fitnesine ve dolayı­sıyla âlem-i İslâm’ın mahvına vesile oluşu gibi verdiği vahim neticesi itibariyle kazandığı haramiyet vasfı, tarif edilemez derecededir.

Bu gibi sebebler iledir ki Bediüzzaman Hazretleri günah ve bilhassa açık-saçıklıkla işlenen haramlardan kaçmak demek olan takvayı esas alır ve der ki:

«Bugünlerde Kur’an-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i sâ­lih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş.  Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak ge­rektir.» (Kastamonu Lahikası sh:148)

Netice olarak deriz ki: Şeair hükmüne geçmiş olan Tesettürün fitneyi önle­yici önemini anlatmak, bir hocanın asıl vazifesidir.

2. “Atatürk idarî ve askerî bir dahiydi. Zaman Gazetesi’nde Atatürk’ün fotoğrafının silindiğini görünce hemen telefon ettim ve “Bu bir rezalettir” dedim. Bu işi yapanı işten çıkardılar.” (Hürriyet)

Atatürk’ü medih makamındaki bu ifadelerinde samimi ise, Allah korusun. Yok, takiyye yapıyorsa, bunu masonların yutması mümkün değil.

Ne garib bir anlayış ki matbuatta çıkan bazı yazılarda, malum ifsad cere­yanı ve mensublarının övülmesi ve onlara dostluk gösterilmesini meşru gös­termek için mevhum hikmetler anlatılırken, Firavun ve Ebucehil gibi kimselere güya yapılmış olan yumuşak davranışlar örnek gösterilir. Yani bizim davranış ve tutumumuz da o cinstendir demek istenir.

Peki, sizin aldatmak istediğiniz bu kimseler, kendilerini Firavun-meşreb gösteren bu yazılarınızı okumuyorlar mı? Okuyarlarsa, kim kimi aldatıyor? Yoksa millet kopkoyu cahil olup bu basitlik ve mantıksızlık veya içtimaî sah­nede oynanan ve oynattırılan dramı anlamayıp yutarlar mı zannediliyor? Heyhat!

Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«… bizi ezmek isteyen gizli kuvvete dalkavukluk etmek gibi tedbirleri yapanların zarardan başka hiçbir menfaatleri yoktur. Sizi temin ederim; eğer bilseydim ki benden teberri etmekle kurtu­lacaksınız, beni tahkir ve ihanet ve gıybet etmeye izin verip helâl ederdim. Fakat, bizi ezmek isteyen gizli kuvvet sizi biliyor, aldanmıyor; za’fmızdan, teberrinizden cesaret alır, daha ziyade ezer.» (Tarihçe-i Hayat sh: 431)

Hoca bu sözleri ve davranışıyla, Mustafa Kemal taraftarlarına yaklaşmış ve milletin de bunlara yanaşıp dost olmaları için malûm sol cereyanın neşriyat imkânlarıyla geniş çapta telkinde bulunmuş oldu. Bediüzzaman ise hayatı boyunca her türlü meşakkatlere, hapis ve zindanlara tahammül ederek asla onlara yanaşmamıştır.

Bununla alâkalı kısımlardan birkaç kısa parçalardan bazı cüz’î numuneleri aynen şöyledir:

«Bütün mekteblerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hal ise, âlem-i İslama ve is­tikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın hari­cinde onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’î hüccetler gösteren ve isbat eden Risale-i Nur geçmesi, kemal-i me­rak ve dikkatle okunması öyle bir hâdisedir ki; bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, Din-i islâm cihetiyle yine ucuzdur. Hiç olmazsa küfr-ü mutlaktan ve irtidaddan en mütemerridleri bir derece kurtarır, meşkuk bir küfre çıkarır, mağrurane ve cür’etkârane tecavüzlerini ta’dil eder. Mahkemede son söz olarak yüzlerine söylediğim bu cümle: “Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun!” ile, bizim nihayete kadar sebat edeceğimizi dava etmişiz. Bu davadan vazgeçilmez. İçinizde vazgeçecek yok ümid ediyorum.» (Şualar sh:338)

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.org

Nur Talebelerini Sevindiren Haberler

“Mutlaka Allah’ın kullarından bazı insanlar vardır ki, Onlar ne Peygamber ne de şehittirler. Fakat kıyamet gününde, Allah katındaki makamlarından dolayı nebiler ve şehitler onlara gıbta edeceklerdir.”

Sahabeler dediler: “Ey Allah’ın Rasulü bize haber ver, Onlar kimlerdir?” Rasûlüllah:

“Onlar öyle bir topluluk ki, aralarında bir akrabalık, alıp verecekleri mal, mülk olmaksızın, Allah için birbirlerini severler. Hem, vallahi şüphesiz onların yüzleri pırıl pırıl nurdur. Şüphesiz onlar nur üzerindedirler. (İşleri nurdur) insanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar, halk mahzun olduğu zaman onlar mahzun olmazlar” (1) buyurdu ve şu ayeti okudu: “iyi bil ki, Allah’ın velilerine, sevdiklerine korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”

Bu ve benzeri hadislerden hareketle kutlu kulların bazı özellikleri şunlardır:

1) Kıyamet günü Nebiler ve Şehitler gıbta ederler

a) Şehid ve nebi olmadıkları halde, makamları çok büyük olan nebiler ve şehitler kıyamet gününde onlara gıbta edeceklerdir. Gıbta bir kimsenin başkasında gördüğü bir nimetin onda devam etmesini istemekle birlikte, kendisinde de olmasını istemesidir. (2) Nebiler ve şehidler, kıyamet günü, Allah yanındaki mertebelerinden dolayı bu kimselerin sahip olduğu sevapların kendilerinde de olmasını arzuladıklarına göre, bu kimseler nebilerin ve şehitlerin beğendikleri kimselerdir. Hem, bunlar nebi olmadıkları halde, Rasullerin görevlerini yüklenmişlerdir. Rasullerin tebliğ ve irşad görevlerini Veraset-i Nübüvvet (Nübüvvet Varisliği) sırrı ile, lisan-ı hal ve kâl ile yerine getiren kimselerdir.

b) Ashab “Ey Allah Rasulü bize haber ver kimdir bunlar?” veya “Ey Allah Rasulü kimdir bunlar? (bize haber ver) belki onları severiz?” diye sorduklarına göre, kendileri bu yüksek mertebeli kimseleri açıkca bilmemekte, ondan tarifini almak istemektedirler. Eğer Rasulüllah vasıfları ile bunları tarif ederse, böylelerini seveceklerdir. Çünkü Allah yanında makamları pek yüksek olan, Nebi ve şehit olmadıkları halde, nebiler ve şehitler yolunda imana islama hizmet eden Allah dostlarının dostu olmak gerekir. Nebilerin ve şehidlerin kıyamette gıbta edecekleri bu kimselerin beğendiklerini, sevmemek beğenmemek olur mu?

2) Onlar İslam Davasında, Devamlı, Israrlı, Sebatkârdırlar

Rasulüllah (s.a.v) onları vasıfları ile şöyle tarif eder:

“Onlar öyle bir topluluk ki aralarında mal ve neseb (soy bağı) olmaksızın birbirlerini Allah için severler.” Rasulüllah (s.a.v) “onlar öyle bir kavim ki” diye bu yüksek mertebeli ünastan söz ederken, kendilerinin davaları için, dimdik ayakta, mutedil, hak olan islamın zuhûru ve galabesi için çalışan, iman ve islamda devamlı ve sabit olan, sürekli istikamet üzere ve sebatkâr bulunan, iman ve islamı amelleri ile ızhar eden, azim ve sadakat sahibi, demir gibi sarsılmaz islamın kıvamı kendilerinde görülen, islamı istikamet üzere olan kimseler olduklarını belirtir. (3) Bütün hayatlarında aynı minval üzere, kararlılıkla hizmet eden, küfür ve bidatlar karşısında dimdik duran, yalpalamayan, inhiraf etmeyen, hayatında zikzaklar çizmeyen, iman ve islam davasında daim ve sebatlı kimselerdir. Hem bunlar bir topluluk, bir cemaat halindedir.

3) Şiârları el-hubbu fillahtır:

Birbirlerini Allah için severler. “Allahla sevişirler.” (4) Onların birbirlerini sevmeleri ticari, menfaat ilişkisi ile değildir. Sevgileri Allah’ta, Allah için, aynı dinden olmaları hasebiyledir.

Bütün müslümanlara, aralarını ayırmaksızın sevgi duyarlar, insanlara, paralarından, ticari ilişkilerinden, ırklarından neseblerinden dolayı değil, Allah ruhu ile(5) dinleri hasebiyle muhabbet duyarlar.

4) Simaları Pek Nurludur:

“Vallahi onların simaları pek nurludur.” (6) Hadis-i şerifin burasında Allah Rasulü onların herkesce farkedilebilecek bir özelliklerine işaret etmektedir. Yeminle ve birkaç tekidle onların yüzlerinin çehrelerinin pırıl pırıl olduğunu vurgulamaktadır. Küpün içinde olan dışına vurduğu gibi, iman ve islamın, amel-i salihin güzelliği de yüze vurmaktadır. Hatta sahabeler için yüzlerinde secde eserlerinin olduğu haber verilmektedir. (7) Gözler de ruhun penceresi ve aynasıdır. İşlenen günahlar, kötü düşünceler zamanla insanın yüzünde, bakışlarında kendini gösterir.

Hadislerde rivayet edildiği gibi, kişilerin yüzleri işlediği günahlara göre şekil alır. Dindarlık namaz niyaz arttıkca, kişi kendini Allah’a verdikçe, takvaya dikkat ettikce yüzü “Allah’ın boyaması ” ile nur ve nuranî olacaktır. (8)

5) Onlar Bir Nur Üzeredirler:

“Mutlaka onlar bir nûr üzeredirler”. Kurân-ı Kerim’de nur kelimesi kırktan fazla yerde geçer. (9) İnsanın gözünün görmesi için saçılan bir ışık gerektiği gibi, uhrevi yönden, akıl gözünün hakikatleri doğru görebilmesi için de, Kuran ve Peygamber güneşine ihtiyaç vardır. (10) Nisa Suresi 184. ayetinde ve diğer ayetlerde bu açıkça belirtilir. (11) Nur hidayettir, Kurândır, hakdindir. “Kafirler Allah’ın Nurunu ağızları ile söndürmek isterler.” (12) Allah dostlarını zulumâttan çeşit çeşit dalaletlerden nura (doğru yola, hidayete) çıkarır. (13) Allah’ın göğsünü islama açtığı kimse, rabbinden bir nur üzeredir. (14)

Bu nurani insanlar da, Rablerinden bir nur, hidayet üzeredirler. “Onların sözleri nur, işleri nur” dur. (15) Onlar hep nurla ve nurani olanla meşgul olurlar. Nur ve hidayet üzeredirler. Kuran-ı Kerim’in 53 adından biri de nûrdur.

6) Halk Korktuğu Zaman Onlar Korkmazlar

Demek Hadis-i şerifte sözü edilen, nur üzere olan, şehitlerin ve peygamberlerin imrendiği kimseler, herkesin, toplum genelinin bazı sebeplerini görerek kötülük ve musibetlerin başlarına geleceğinden korktukları; aynı sebeple iyiliklerin, istenilen şeylerin elden çıkacağına üzüldükleri zaman korkmayacaklar. Herhalde bu, onların nimetlere ve musibetlere bakış açılarından dolayı olacaktır. Onlar zahiren kötü görülen ölümlerde, hastalıklarda, musibetlerde de, bir nimet ciheti göreceklerdir. Hem “Kadere iman eden kederden emin olur” prensibini, imanlarının kuvveti ile hayatlarında göstereceklerdir. Çok tevekküllü olacaklardır. Çünkü iman tevhidi, tevhid teslim ve tevekkülü doğurur.

Hadiste geçen nur yüzlü, nur üzerinde olan, sözleri işleri nur olan kimseler, herkesi gamlandıran şeylere, hüzünlenmiyeceklerdir. Etraflarındaki olumsuzluklar, onların şevklerini, sürûrlarını, başkaları kadar etkilemiyecek, toplumun hüzünlendiği zamanlarda bile onlar, şevkli, sevinebilen, ümitli, ferahlı kimseler olacaklardır. Bu da onların imanlarının güçlü olması ile ilgili olsa gerektir. Onlar her şeyde ilahi Rahmetin izini, işaretini gördüklerinden üzülmezler. Herşeyde bir hayır ciheti bulurlar. Allah’ın hikmetini görürler. Herşeyin güzel tarafına bakarlar. Güzel düşünürler.

Sonuç olarak bu gibi hadis-i şeriflerin yanlış yorumlanmasından dolayı, bir kısım insanlar, bidatların revaçta olduğu zamanda, takva ehli müminlerin sahabe derecesine çıkabileceklerini iddia edebiliyorlar. “Onlar da insan, biz de insanız, onlar da müslüman, bizler de müslümanız, neden onlar derecesinde veya onlardan daha faziletli olmayalım?” diyorlar.

Onların safi niyetli olanlarına bu gibi hadis-i şerifler cesaret vermiş olabilir. Fakat bazıları bir kısım art niyetlerini gerçekleştirmek için bu yola başvuruyorlar.

Ehli sünnetin ittifak ve icmaıyla peygamberlerden sonra insanların en faziletllileri sahabelerdir. Onların başında da sırası ile dört halife gelir. Bunları Asere-i mübeşşereden diğer altısı ve derecelerine göre diğer sahabeler takib eder. (16) Bir kısım hadislerde sahabeleri fazilette geçmekle ilgili sözü edilen husus cüzî fazilet hakkındadır, hususi bir kemalde, ehl-i imandan olan ve sahabe olmayan, müminler sahabeleri geçebilir. Fakat fetih süresinin sonunda Kurân’ın diğer bazı ayetlerinde(17) Allah’ın Medih ve senasına mazhar olan sahâbelere küllî fazilette yetişilemez.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Kaynaklar:
1. Mecma‘ût-Tefâsîr (Lubâbu’t-Te’vîl) III, 267; Hak Dini IV, 2731; Tefsîru’l-Kurâni’l-Azîm, II, 422-423; III, 291 (Nur Sûresi 35. ayeti tefsir edilirken, Nur üzerinde olan kimse hakkında: “kelâmı nurdur, ameli nurdur, medhali nurdur, mahrecleri nurdur, kıyamet gününde dönüşü nura cennetedir” açıklaması yapılır. Ayrca bk. Hak Dini IV, 2730; Yunus, 64. ayeti ile ilgili olarak yüzleri nur, nurdan mimberler üzerinde olan müminlerden, Allah’ın evliyasından bahsedilmektedir. Ayrıca bk. Tefsiru’l-Kurâni’l-Azim II, 423. Her muttaki Allah’ın evliyasıdır. Yine yüzleri nur olan kimselerin, onlar olduğu belirtilir. Ayrıca, III, 291: O Allah velilerinin, kelamları nur amelleri nur, medhalleri nur, mahrecleri nur, varacakları yer cennet de nurdur.
2. el-Mu’cemu’l-Vasît s. 643; Mecmaut-Tefâsîr (Lübâbu’t-Te’vîl) III, 267.
3. Kavm ve müştakları için bk el-Müfredât s. 418-419; el-Kâmûsu’l-Muhît IV, 167-168.
4. Hak Dini IV, 2731 Mecmaut-Tefâsîr (Lubâbu’t-Te’vîl, Medârik, Envâru’t-Tenzîl) III, 267.
5. Hak Dini IV, 2731, ırklarla ilgili bazı hadisler için bk. Râmûzu’l-Ehâdis, no: 1625. 1907, 3257, 3749, 4198, 5670, 6183.
6. Mecmau’t-Tefâsîr (Lubâbu’t Te’vîl) III, 267, 423.
7. Bk. Fetih, 29. ayet.
8. Bk. Bakara, 138.
9. el-Mu’cemu’l-Müfehres s. 725 (Bk. Nur kelimesi)
10. el-Mufredât s. 509 (Nûr kelimesi)
11. Örnek için bk. Nisa, 184, enam 91, 122, Bakara 257, Maide, 15-16, 44, 46, tevbe 32, İbrahim 1, 5; 35, Ahzab 43; Zümer 22; saf, 8, ve diğer ayetler için bk. el-Mucemu’l-Müfehres s. 725.
12. Tevba 9/32.
13. Bakara 257.
14. Zumer 39/22.
15. Tefsîru’l Kurâni’l-Azîm III, 291 (Nûr Suresi 35. ayeti)
16. Bahru’l-Muhit III, 301, el-Câmi’li Ahkâmil-Kurân IV, 181-182; Aliyyu’l-Kârî, Şehu fıkhil Ekber Beyrut, 1995, s. 206-207; ithafu’s-sa‘de II, 223 vd; Ebu’l-İz, Ali b. Muhammed, Şerhu’l-Akidetit-Tahaviye I-II, Beyrut, 1995, ıı, 689, vd. Taftazani, Şerhu’l-Akaid, hazırlayan, Uludağ, Süleyman, İst. 1980 s. 322 (hilafet meselesi); Sübülü’s-Selâm, IV, 127; Şerhu’l-Makasıd V, 318; Te’vilu Muhtelifi’l-Hadis s. 108; es-Savâiku’l-Muhrike s. 211.
17. Örnek olması açısından bk. Tevbe, 100, Fetih, 29, Enfal 74, Hasir 8-10, 29 Al-i İmran 173; Tevbe, 117-118, Ahzab 22-23; Al-i İmran 190-191, sebe, 46.

Peygamberimizin Doğum Günü Hakkında

İmam Suyutî, konuyla ilgili olarak özetle şunları söylemiştir: “İnsanların mevlid-i nebevi için toplanıp Kur’an okumaları, Hz. Peygamber (a.s.m)’in veladetiyle ilgili haberleri/menkıbeleri seslendirmeleri, bu münasebetle yemek tertiplemeleri bida-i hasenedir/güzel bir bidattır. Çünkü, bu toplantılarda Hz. Muhammed (a.s.m)’e karşı büyük bir tazim, bir saygı, onun dünyaya teşriflerinden ötürü büyük bir sevinç söz konusudur. Bu ise, sahibine büyük bir sevap kazındırır.” (bk. Suyutî, el-Havî li’l-fetavî, 1/272-şamile).

Mevlid kelimesinde “doğum” mânası vardır. Kandil kelimesinde de, belli günlerde yakılan aydınlık anlamı mevcuttur. İkisini bir araya getirip de Mevlid Kandili dediğimizde, Resûlüllah`ın doğum gecesinde minarelerde yakılan kandiller hâtıra gelmektedir. Müslümanlar, her sene Rebiü`l-evvel ayının on ikinci gecesine giriş teşkil eden geceyi dinî merasimlerle ihyâ eder, farklı bir huzur ve neş`eyle tes`id etme titizliği gösterirler. Kandillerle donatılan camiler bu niyetle dolar, taşar…

Müslümanlar bu geceyi, hem kendi açılarından, hem de çocukları açısından düşünürler. Kendi açılarından düşünürken ibâdetleri, çevredeki konu komşuya yardımları, çeşitli iyilikleri hatırlar, farklı bir yardım anlayışında olurlar. Çocukları açısından ise, çok dikkatli olurlar. Mâsum dimağlarda gecenin güzel bir hatıra olarak kalmasını temin edecek çarelere başvururlar. Nitekim o günde çocukların sevineceği şeyler alırlar, hoşlarına gidecek sohbetler tertip ederler, gecenin, zihinlerinde tatlı bir hâtıra olarak kalmasını temin ederler.

İslâm dünyasında mevlid merasimi ilk defa, Mısır’da hüküm süren Fatımîler (910-1171) tarafından tertiplenmiştir. Bu merasimler saraya ait olup, sadece devlet erkanı arasında cereyan etmekte idi. Fatimîler, Hz. Ali (r.a.) ve Fatıma (r.anha.)’ın doğum günlerinde de mevlid merasimleri tertip ederlerdi.

Sünnî müslümanlarda ilk mevlid merasimi, Hicri 604 yılında, Selahaddin Eyyubî’nin eniştesi ve Erbil atabeği Melik Muzafferuddun Gökbörü tarafından tertiplenmiştir. Uzun hazırlıklarla düzenlenen merasimler, bütün halkı kapsayan bir şekilde düzenlenirdi. Muzafferuddin, çevre bölgelerden fakıh, sûfi, vaiz ve diğer alimleri Erbil’e çağırır ve kutlamalar gayet debdebeli bir şekilde cereyan ederdi.

Daha sonra, değişikliğe uğrayarak, Mekke’de de mevlid merasimleri tertiplenmeye başlanmıştır.Mekke ve Medine’den sonra mevlid merasimleri, İslam coğrafyasının her tarafında birbirinden farklı şekillerde tertiplenmeye başlanmış ve bu, bugüne kadar sürekliliğini korumuştur.

Osmanlılar tarafından mevlid, ilk defa III. Murat zamanında, 1588’de resmi hale getirildi. Merasimler, belirlenmiş teşrifât kaidelerine uygun olarak sarayda tertiplenir, ayrıca, önceleri Ayasofya Camii’nde, sonraları ise Sultan Ahmed Camii’nde yapılan merasimlere, devlet erkanıyla birlikte halk da katılırdı.

Bu merasimlerde, önce müezzin tarafından Kur’an-ı Kerîm okunur, bunun peşinden de vaazlar verilirdi. Daha sonra mevlidhân kürsüye çıkar ve bir bölüm okuduktan sonra iner hediyesini alır ve ikinci mevlidhan kürsüye çıkarak, okumaya devam eder ve belirlenmiş kaideler çerçevesinde mevlid kutlamaları son bulurdu. (Asım Köksal İslam Tarihi)

Mevlidin dinimizdeki yeri nedir?

Mevlid Peygamberimizden (a.s.m.) üç dört asır sonra icad edilen İslâmî bir âdet olmakla birlikte, bid’atın hasene (güzel) kısmına girmektedir. Büyük hadis ve fıkıh âlimi olan İbni Hacer, mevlid merâsiminin meşrûiyeti hakkında şu hadisi zikreder:

İbni Abbas’ın rivayetine göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) Medine’ye hicret ettiklerinde Aşure gününde Yahudilerin oruç tuttuklarını öğrenir. Oruç tutmalarının sebebini sorduğunda Yahudilerden şu cevabı alır:

“Bu çok büyük bir gündür. Bugünde Allah, Mûsâ ile kavmini kurtardı. Firavun ile kavmini suda boğdu. Mûsâ da buna şükür için oruç tuttu. İşte biz de bugünün orucunu tutuyoruz.”

“Bunun üzerine Peygamberimiz, ‘Öyleyse biz Mûsâ’ya sizden daha yakın ve evlâyız’ buyurdu. O günden sonra hem kendisi oruç tuttu, hem de tutulması için tavsiyede bulundu.” ( Müslim, Sıyam 127)

İbni Hacer bu nakilden sonra şöyle der: “Bundan anlaşılıyor ki, böyle bir günde, mevlid gecesinde Allah’a şükretmek tam yerindedir. Fakat mevlid merasiminin Peygamberimizin doğum gününe denk getirilmesi için dikkat etmek gerektir.” (el-Hâvî fi’l-Fetevâ, 1/190.)

Bugünkü İslâm ülkelerinde Peygamberimizin doğumunu yâd etmek, ona salât-selâm getirmek maksadıyla çeşitli dillerde okunan mevlidler vardır. Arapça “Bâned Suâd, Bürde ve Hemziyye” kaside-leri birer mevliddir. Türkçede ise yirmiden fazla mevlid manzumesi vardır. Fakat bunların içinde en çok tutulan ve okunanı Süleyman Çelebi merhumun 1409 yılında yazdığı Vesiletü’n-Necât isimli mevlid kitabıdır.Önceleri yalnız Peygamberimizin doğum gününde okunan ve tertip edilen mevlid merâsimleri, daha sonra bütün mübarek gecelerde tekrarlanmış, bilhassa memleketimizde daha da yaygınlaşarak, ölüm, hastalık ve daha birçok vesilelerle okunagelmiştir.  Bazı İslâm âlimleri mevlidi bid’at sayarak karşı çıkmışlarsa da yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ,

Bediüzzaman, zamanımızda bu meseleyi şöyle tashih etmiştir:

“Mevlid-i Nebevî ile Miraciyenin okunması gayet nâfi (faydalı) ve güzel âdettir ve müstahsen (iyi, hoş) bir âdet-i İslâmiyedir. Belki hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin gayet lâtif ve parlak ve tatlı bir medar-ı sohbetidir (sohbet sebebidir). Belki hakaik-i imani-yenin ihtarı (hatırlatılması) için, en hoş ve şirin bir derstir. Belki îmanın envarını ve muhabbetullah ve aşk-ı Nebevîyi göstermeye ve tahrike en müheyyic (heyecan uyandıran) ve müessir bir vasıtadır.” (Nursi, Meklubat, s. 281-285)

Kandiller nasıl değerlendirilmelidir?

Bütün kandil gecelerinde yapılabilecek ve yapılması gereken önemli bir takım afv ü mağfirete nail olma, ecr ü sevap kazanma, manevî terakki kaydetme, bela ve musibetlerden kurtulma ve rıza–i İlâhiye ulaşma vesileleri vardır ki, bunlardan bazılarını maddeler hâlinde kısaca ve toplu olarak yeniden hatırlamakta yarar var:

1. Kur’ân–ı Kerim okunmalı; okuyanlar dinlenmeli; uygun mekânlarda Kur’ân ziyafetleri verilmeli; Kelamullah’a olan sevgi, saygı ve bağlılık duyguları yenilenmeli, kuvvetlendirilmeli.

2. Peygamber Efendimiz (sas)’e salât ü selâmlar getirilmeli; O’nun şefaatini ümit edip, ümmetinden olma şuuru tazelenmeli.

3. Kaza, nafile namazlar kılınmalı; varsa o geceye ait nakledilen namazlar, onlar da ayrıca kılınabilir; kandil gecesi, özü itibariyle ibadet ve ibadette ihsan şuuruyla ihya edilmeli.

4. Tefekkürde bulunulmalı; “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, Allah’ın benden istekleri nelerdir” gibi konular başta olmak üzere hayatî meselelerde derin düşüncelere girmeli.

5. Geçmişin muhasebe ve murakabesi yapılmalı; ve şimdinin ve geleceğin plân ve programı çizilmeli.

6. Günahlara samimi olarak tevbe ve istiğfar edilmeli; idrak edilen geceyi son fırsat bilerek nedamet ve inabede bulunulmalı.

7. Bol bol zikir, evrad ü ezkarda bulunulmalı.

8. Mü’minlerle helalleşilmeli; onlarla irtibatımız cihetinden rızaları alınmalı.

9. Küs ve dargın olanlar barıştırılmalı; gönüller alınmalı; kederli yüzler güldürülmeli.

10. Kişi kendine ve diğer Mü’min kardeşlerine hattâ isim zikrederek dualar etmeli.

11. Üzerimizde hakları olanlar aranıp sorulmalı; vefa ve kadirşinaslık ahlâkı yerine getirilmeli.

12. Yoksul, kimsesiz, öksüz, yetim, hasta, sakat, yaşlı olanlar ziyaret edilip, sevgi, şefkat, hürmet, hediye ve sadakalarla mutlu edilmeli.

13. O gece ile ilgili âyetler, hadîsler ve bunların yorumları ilgili kitaplardan ferden veya cemaaten okunmalı.

14. Dini toplantılar, paneller ve sohbetler düzenlenmeli; va’z ü nasihat dinlenmeli; şiirler okunmalı; ilâhî ve ezgilerle gönüllerde ayrı bir dalgalanma oluşturmalı.

15. Kandil gecesinin akşam, yatsı ve sabah namazları cemaatle ve camilerde kılınmalı.

16. Sahabe, ulema ve evliya türbeleri ziyaret edilmeli; hoşnutlukları alınmalı; ve manevî iklimlerinde vesilelikleriyle Hakk’a niyazda bulunulmalı.

17. Vefat etmiş yakınlarımızın, dostlarımızın ve büyüklerimizin kabirleri ziyaret edilmeli; iman kardeşliğine ait sadakati yerine getirilmeli.

18. Hayattaki manevî büyüklerimizin, üstadlarımızın, anne ve babamızın, dostlarımızın ve diğer yakınlarımızın kandilleri bizzat giderek veya telefon, faks yahut e–mail çekerek tebrik edilmeli; duaları istenmeli.

19. Bu kandil gecelerinin gündüzlerinde mümkün olduğunca oruç tutulmalı.

Mübarek gecelerin ihyası ile ilgili özel bir ibadet mevcut değildir. Namaz, tilavet–i Kur’ân, dua gibi bütün ibadet çeşitleri ile gece ihya edilebilir… Mübarek gecelerde kılınan bazı hususi namazlar sünnette mevcut değildir; muteber bir rivayete de istinad etmezler. Bu, “O gecelerde namaz kılmak mekruhtur” anlamına gelmez. Teheccüd ve nafile namazları teşvik eden rivayetler çoktur. Bunların mübarek gecelerde yapılması elbette daha faziletlidir.” (Canan, Kütüb–ü Sitte, 3/289).

Kandil gecelerine ait olduğu kaydedilen namazları da ayrıca kılmakta ise bir sakınca yoktur; sevaptan hâli değildir.

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.org

Bediüzzaman’ın Meşhur Vasıfları

Üstadımız Bediüzzaman hazretlerini Allah c.c. Çok önemli ve üstün vasıflar vererek teçhiz eylemiş. Biz ki ona talebe olmaya çalışıyoruz ne kadar sevinçlere gark olsak azdır. Peygamberimiz a.s.mın iki büyük tebşiratına mazhar olan bir Üstada sahibiz Elhabdülillah.

Biri: Her asırda gelen Müceddidlerin Sonuncusudur.

İkincisi: Sahabelerden sonra en makbul zat olan Ahir Zaman Mehdisi unvanlarına sahiptir bizim Üstadımız. Bunlara ilaveten asrımızda yapabildiği cesaret ve fedakârlığı başkası yapamadığını biliyorsunuz eğer bilmez iseniz aşağıda ki yazılardan öğrenmiş olacaksınız.

1- Bediüzzaman hazretleri Rusya’da esarette esir kampındayken Kralın yeğeni General Nikola Nikolovik kampı teftişe gelmiş, orada gezerken, esir subayların hepsi ayağa kalktıkları halde Üstad kalkmaz. General kalmadığını görür ve tercüman vasıtasıyla sorar beni tanımıyor mu? Üstad evet tanıyorum der. Adını Kralın yeğeni olduğunu söyler. Peki ne için kalkmadın sorulunca? Ben islam Âlimiyim kâfire ayağa kalkamam der. Türk subaylar araya girerler; yapma hoca derler. Onlara işime karışmayın der. Nikola çabucak Üstada idam karar çıkarır ve idam edecekler. Üstadın yüzünde en ufak bir değişiklik olmaz. Her yerdeki kanun olan idam olunan kişiden son isteğin nedir derler. Üstad iki rakât namaz kılayım der.

Ve Üstad abdest alıp namaz kıldıktan sonra Çarın yeğeni üzür dilemeye gelir ve der: Sen serbestsin Ayağa kalkmaman Rus ordusuna hakaretten değil dinine bağlılığından imiş.

(Üstadın esaretten nasıl kurtulduğunu bir ağabeye şöyle anlatmış: Esirlerin kaldıkları yere beyaz cübbeli biri, ara sıra girip çıkıyormuş. Bir gün Üstad ona: benim çıkmama yardım edermisin? Oda evet ederim. Bir gün bu cübbeyi sana verip giyer isen çıkarken hiç kimse seni görmez. Ve Üstad o cübbeyi giyip çıkmış ve ormanlığa dalar. Ormanda can cin yok. Epey yürüdükten sonra bir ineğe rast gelir ineği kuyruğundan tutup ineği epey yürüttkten sonra bir eve gelir o evden biri çıkar OO Molla Said hoş geldin nasılsın? Eğer karnın açsa ineği sağayım biraz süt iç. Üstad sütü içtikten sonra Üstadı oğurluyor ve Üstad: Rusya’dan Avusturya ya ve İstanbula geliyor Nasıl geldi? Yol parasımı yanında vardı?)

2-İstanbul Hahambaşısı Yahudi Karasso ile Bediüzzaman arasında Selanik’te cereyan eden bir konuşma sırasında, Karasso konuşmayı yarıda bırakarak dışarıya fırlamış ve arkadaşlarına, “Eğer yanında biraz daha kalsaydım, az kalsın beni de Müslüman edecek idi” diyerek mağlûbiyetini hayret ve telaşla izhar etmiştir. Karasso ki, Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak için sinsi ve tertipli bir şekilde çalışan gizli bir teşkilata mensup olup, ortada fevkalade bir rol oynuyordu. Karasso’nun Bediüzzaman’ı ziyaret etmekten maksadı, onu kendi fikrine çevirmek ve meş’um gayesine alet etmek idi. Fakat heyhat!..

Nihayet menhus Otuz Bir Mart Hadisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hadisede ismi karışan on beş kadar hoca îdam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur. Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar:
“Sen de şeriat istemişsin?..”
Bediüzzaman cevap verir:
“Şeriatın bir hakîkatine, bin rûhum olsa feda etmeye hazırım. Zîra, şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazîlettir. Fakat, ihtilalcilerin isteyişi gibi değil!”
Bediüzzaman’ın Dîvan-ı Harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tab edilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden îdamını beklerken, beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda, Bayezid’den ta Sultanahmed’e kadar, arkasında kalabalık bir halk kütlesi mevcut olduğu halde, “Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!” nidalarıyla ilerlemiştir.

3-Bir zaman İngiliz devleti İstanbul Boğ’azının toplarını tahrip ve İstanbul’u istila ettiği hengamda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin başpapazı tarafından Meşihat-ı İslamiyeden dîni altı sual soruldu. Ben de o zaman Darü’i-Hikmeti’i-İslamiyenin azası idim. Bana dediler “Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelime ile cevap istiyorlar.”

Ben dedim: “Altı yüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hatta bir kelime ile değil, belki bir tükrük ile cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurane, üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lazım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!..” demiştim.

Üstadın İstanbul’daki bu çok ehemmiyetli ve muvaffakıyetli hizmetinden, Türk Milletine pek ziyade menfaatler husûle geldiğini müşahede eden Ankara hükûmeti, Bediüzzamanın kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek, Ankara’ya davet ederler.

M. Kemal Paşa, şifre ile davet etmiş ise de, cevaben, “Ben, tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum,” demiştir. Üç defa şifre ile davet ediliyor. Eski Van Valisi, dostu mebus Tahsin Bey vasıtasıyla davet edildiği için, nihayet karar verir ve Ankara’ya gelir.

Ankara’da alkışlarla karşılanır; fakat, ümit ettiği muhiti bulamaz. Kendisi, Hacı Bayram civarında ikamet eder. Meclis-i Mebusanda dîne karşı gördüğü lakaydlık ve Garblılaşmak bahanesi altında Türk milletinin kudsî mefahir-i tarihiyesi olan şeair-i İslamiyeden bir soğukluk gördüğü için, mebusların ibadete, bilhassa namaza müdavim olmalarının lüzûm ve ehemmiyetine dair bir beyanname neşreder ve mebuslara dağıtır; Kazım Karabekir Paşa da M. Kemal’e okur.

Mebusana hitap, namaz kılanlara altmış mebus daha ilave eder. Namazgah olan küçücük odayı, büyük bir odaya tebdil ettirir. Bu parça, mebuslara ve umum kumandanlara ve ulemalara okutturulmakla, reisle şiddetli bir münakaşaya sebebiyet verir.

Birgün divan-ı riyasette, elli-altmış mebus içinde, karşılıklı fikir teatisinde, M. Kemal Paşa, “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lazımdır. Sizi, yüksek fıkirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz” der.

Bu söz üzerine, Bediüzzaman, birkaç makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak, “Paşa, Paşa! İslamiyette, îmandan sonra en yüksek hakîkat namazdır. Namaz kılmayan haindir; hainin hükmü merduddur” der. Fakat Paşa tarziye verir, ilişemez.

Üstadı susturmak için:
1- Millet vekilleri 30 lira maaş alırken Üstada 300 lira verirler.
2- Doğuda şeyh Sunusi yerine Üstadı umumi vaizliği Verirler.
3- Ankara meşhur bir köşkü dahi Üstada verirler.

Üstad ben sizinle iş yapamam diyerek kabul etmeyip onları red eder. Ondan sonra Üstadın hapis ve sürgünleri başlar. İlk Burdur, Isparta, Eskişehir, Denizli, Kastamonu ve Emidağı. Yani 28 sene yanında Kur’andan başka kaynak kitap olmadan 130 bölümden ibaret olan 14 cilt Risale-i Nur külliyatı neşredilir.

Abdülkadir Haktanır

Nifak Cereyanının Cemaatı Dağıtmak Plânı

Cemaat içine hulûl eden nifak cereyanı, cemaat içindeki  bazı safdilleri ve garazkârları ve enaniyet hastalarını bulup onların enelerini okşayarak hizmet aleyhinde alet ederler. Hem bu safdiller, kitabdaki hükümlere göre düşünüp hareket etmeye alışmadıklarından alıştırılmadıklarından yanlışı ve doğruyu ve alet edilmekten doğacak büyük zararları fark edemediklerinden ve nifak cereyanının aldatıcı telkinlerine kapılıp maslahat zannederek zararlara vesile olurlar.

Hem bu gafil ve kuru kalabalık, şahsa bağlandıkları cihetle, nifak cereyanı bunların nazarında bazı şahısları nazarlarında yüksek derecelere çıkarır. Tâ ki i’la ettiği o şahısları iftiralarla çürütüp yere atınca, ona bağlı olan avam, inkisar-ı hayale düşsün, hizmetten kopsun ve perişan olsun. Nifak cereyanının bu planı oldukça dehşetlidir. Hem de bu ifsada alet olanların mesuliyetleri ve cezası dahi, alet oldukları tahribat derecesinde büyük olur ve akıbeti de  felakettir.

Evet, Bediüzzamanın şu ikazına dikkat gerek. Şöyle ki:

…… âyet-i kerimesi fermanıyla: Zulme değil yalnız âlet olanı ve tarafdar olanı, belki edna bir meyledenleri dahi, dehşetle ve şiddetle tehdid ediyor. Çünki rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi; zulme rıza da zulümdür.” M:362

Mezkûr tecavüz plânı hakiki Nurcuları dağıtamadı ve dağıtamaz. Evet,

“Risale-i Nur’a karşı gizli düşmanlarımızdan bazı zındıkların şeytanetiyle çevrilen plânlar ve hücumlar inşâallah bozulacaklar, onun şakirdleri başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle mağlub edilmezler.”Ş:362

“Size ihtar ediyorum: Fâni ve kabir kapısındaki çürük şahsımı çürütmeğe ihtiyaç yok ve bu kadar ehemmiyet vermeğe de lüzum yok. Fakat Risale-i Nur’la mübareze edemezsiniz ve etmeyiniz. Onu mağlub edemezsiniz. Mübarezede millet ve vatana büyük zarar edersiniz. Fakat şakirdlerini dağıtamazsınız. Çünki hakikat-ı Kur’aniyenin muhafazası yolunda kırk-elli milyon şehid veren bu vatandaki geçmiş ecdadlarımızın ahfadlarına bu zamanda hakikat-ı Kur’aniyenin muhafazası ve âlem-i İslâmın nazarında eskisi gibi dindarane kahramanlıkları terk ettirilmeyecek. Zahiren çekilseler de, o hâlis şakirdler ruh u canıyla o hakikata bağlıdırlar. Ve o hakikatın bir âyinesi olan Risale-i Nur’u terkedip, o terk ile vatan ve millet ve asayişe zarar vermeyeceklerdir.” Ş:398

“Yirmisekiz seneden beri dehşetli mahkemeler dessas ve kıskanç muarızlar, bu kudsî hizmetten başka onlarda bir maksad bulamadıkları için onları mahkûm edemiyorlar ve dağıtamıyorlar. Ve Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız, onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar.” diyorlar. Kemmiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.” Em:169

Şer cereyanının hakiki ve mücahid Nurcuları dağıtamayıp ancak avam taifesini ifsad ederek kendi tarafına çektiği şöyle ifade edilir:

“Risale-i Nur’un mümtaz bir hasiyeti, imanın en son ve en küllî istinad noktasını, kuvvetli ve kat’î beyan olduğundan; bu hasiyet Âyet-ül Kübra Risalesi’nde fevkalâde parlak görünüyor. Ve bu acib asırda mübareze-i küfür ve iman, en son nokta-i istinada sirayet ederek ona dayandırıyor. Meselâ: Nasılki gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün kuvvetleri toplandığı bir sahrada iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı, en büyük ordusunun cihazat-ı muharribesini kendi taburuna imdad ve kuvve-i maneviyesini fevkalâde takviye için her vasıtayı istimal ederek ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır. Ehemmiyetli bir istinadgâhını kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır. Müslüman taburunun herbir neferine karşı, cem’iyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-i maneviyesini mahvetmeğe çalıştığı bir hengâmda Hızır gibi biri çıkar, o tabura der: “Me’yus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlub edilmez muhteşem orduların ve tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki, dünya toplansa karşısına çıkamaz. Senin şimdilik mağlubiyetinin bir sebebi, bir cemaata ve bir şahs-ı maneviyeye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki, herbir neferin, istinad noktaları olan dairelerinden manen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i maneviye ile bir şahs-ı manevî ve bir cem’iyet hükmüne geçsin” dedi ve tam kanaat verdi.” K:55

“Nurların muarızları, her cihetle mağlub olduktan sonra, zahiren bize hoş görünmeyen ve hakikaten Nurlara daha menfaatli bir plân takib ediyorlar. Güya Nurcuların tesanüdünü kırıp bilinmeyecek bir tarzda bazı mühim erkânlarını başka yerlere gitmelerine sebebiyet veriyorlar. Halbuki onların gitmesiyle tesanüd kırılmadığı gibi, gideceği yerlerde lüzumları var. Ezcümle; Muharrem’i Tavas’a; Mustafa Osman’ı Karabük’e; Re’fet’i İstanbul’a gibi.. bazı kardeşlerimizi dağıtmağa sebebiyet veriyorlar. Bu kardeşlerimiz de, onlara hissettirmeyerek, güya kendi ihtiyarlarıyla gidiyorlar. Hakikat ise, hiç ihsas edilmeyecek bir tarzda, tesanüde zarar niyetiyle öyle zemin ihzar ediliyor.”E:250

Kitabdaki düsturlara bedel, şahsa bağlananların akıbetlerini gösteren bir-iki nümune:

“-Risale-i Nur’un has şakirdleri müstesna olarak- başkaları beni büyük bir makamda bilmekle, kuvvetli bir alâka ve hizmet gösterir. Hem mukabilinde, dünyada, ehl-i velayet gibi nuranî neticeleri ister. Sonra bize hizmeti ile ve alâkası ile manevî ihsan eder. Böylelerin bu nevi ihsanlarına karşı, istediği fiyata sahib olamadığım için mahcub oluyorum. Onlar da ehemmiyetsizliklerimi bildikleri vakit inkisar-ı hayale uğrarlar, belki hizmette fütura düşerler.E:90

“Kardeşlerim! Bu hakikata binaen, bu adam gibi düşünen veya hüsn-ü zannın verdiği parlak makamları nazara alan zâtlar, sizlere bakıp içinizde mahviyet ve tevazu ve hizmetkârlık kisvesiyle görünen şakirdleri âdi, âmi adamlar görür ve der: “Bunlar mı hakikat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan? Heyhat! Bunlar nerede, evliyaları bu zamanda âciz bırakan bu kudsî hizmet mücahidleri nerede?” diyerek dost ise inkisar-ı hayale uğrar, muarız ise kendi muhalefetini haklı bulur.” Ş:317

İşte bu gibi hikmetler içindir ki Risale-i Nur mesleğinde şahsî kemalattan daha çok ihlas, sadakat, sebat ve metanet gibi keyfiyet hususiyetleri tercih edilir ki bu hususiyetler, hizmet istikametinin esaslarıdır. Eğer bu safderunlar ve enaniyetten avlananlar ve garazkârlıklara düşenler, hissî temayüllere bedel, hizmetin selametini düşünseler ve kitabî düsturları esas alıp hareket etseler, aldatılma ihtimali azalır ve nifak cereyanı dahi ifsad imkânını fazla bulamaz.

Üstad Hazretlerinin aldatılmakla doğan mesuliyetlerine dair ikaz mektublarından birisinde aynen şöyle der:

“Bu asrın acib bir hassasıdır. (Haşiye) Bu asırdaki ehl-i İslâm’ın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli canileri de âlîcenabane afvetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler. Evet elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kat’iyye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama’ ve hafif bir korku ile tercih edilse; eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder. Hem âlîcenabane afvetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini afvedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen canilere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik olur.” K:25   (Haşiye): Yani elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder.

Fitne-i ahirzaman cereyanının yukarıda nazara verilen zulmüne ortak olmak, gökler ve yerlerin kaldıramıyacağı bir mesuliyettir.  Böyle feci helaketlerden kurtulma vesilesi olan kitaba bağlılığın lüzumu hakkında Hz. Bediüzzaman diyor:

“İşte ey ehl-i hak ve ehl-i hidayet! Şeytan-ı ins ü cinnînin mezkûr desiselerinden kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın muhkemat kal’asına gir ve Sünnet-i Seniyeyi rehber yap, selâmeti bul!..”L:78

Evet, Hakiki bir Nur Şakirdi, manevî mesuliyet hissine sahibtir. Bu hissin, vicdanî bir neticesi olarak da, Kur’andan alınmış olduğunu bil­diği Risale-i Nurdaki  ha­kikatlara ve düsturlara tam bir teslimi­yeti vardır. Yani kendi arzu­suna ve hissiyat-ı nefsaniyeden gelen temayüllerine göre değil, kitaba uygun düşünür, inanır,  konuşur ve yaşamaya çalışır.  Hatası olunca istiğfar eder.

Şimdi Üstad Hazretlerinin Nur dairesinde belli bir cemaatın bağlandığı şahısları iftiralarla çürütüp o cemaatı hizmetten soğutup dağıtmak plânından  bazı ikazları Risale-i Nurdan ibret ve teyakkuz için nakledelim. Şöyle ki:

“Bütün hücumları, şahsımı çürütmek ve Nur’un fütuhatına bulantı vermektir. Emirdağı’ndaki malûm münafıktan daha muzır ve gizli zındıkların elinde âlet bir adam ve bid’atkâr bir yarım hoca ile beraber bütün kuvvetleriyle bize vurmaya çalıştıkları darbe, yirmiden bire inmiş. İnşâallah o bir dahi, bizi mecruh ve yaralı etmeyecek ve düşündükleri ve kasdettikleri bizi birbirinden ve Nurlardan kaçırmak plânları dahi akîm kalacak..” Ş:495

“O zındıklar, Risale-i Nur’u ve şakirdlerini tarîkata ve bilhassa Nakşî Tarîkatına kıyas edip, o ehl-i tarîkatı mağlub ettikleri plânlar ile bizleri çürütmek ve dağıtmak fikriyle bu hücumu yaptılar.

Evvelâ: Ürkütmek ve korkutmak ve o mesleğin sû’-i istimalatını göstermek.

Ve sâniyen: O mesleğin erkânlarının ve müntesibîninin kusuratlarını teşhir etmek.

Ve sâlisen: Maddiyyun felsefesinin ve medeniyetinin cazibedar sefahet ve uyutucu lezzetli zehirleriyle ifsad etmek ile mabeynlerinde tesanüdü kırmak ve üstadlarını ihanetlerle çürütmek ve mesleklerini fennin, felsefenin bazı düsturlarıyla nazarından sukut ettirmektir ki, Nakşîlere ve ehl-i tarîkata karşı istimal ettikleri aynı silâh ile bizlere hücum ettiler, fakat aldandılar.” Ş:302

Yukarıda zikredilen (cazibedar sefahet), zamanın bid’alarından uzak durmayı şart koşar.

 “ Din ve İslâmiyet düşmanları, ekseriya perde ardından bahaneler icad ederek dine saldırmaktadırlar. Doğrudan doğruya dinin ve İslâmiyetin aleyhinde bulunmuyorlar; dine hizmet eden, bu uğurda türlü fedakârlıklara katlananları nazar-ı âmmede kötülemek, halkın sevgisini çürütmek için hücuma geçiyorlar; ta ki dine hizmet edenleri âtıl vaziyete getirip, dinî inkişafa mâni olsunlar.” T:24

 “Düşman tanınmadığı ve bilinmediği müddetçe daha çok zararlı düşer. Şayet düşman Muhannes olsa, yani gizli, örtülü ve içten karıştırıcı olsa; daha çok habis olur.. Ve eğer yalancı kezzab olsa, daha çok ifsadcı olur.. Ve eğer adüvv, dahilî olsa, zararı daha çok büyük our. Zira dahilî düşman salabeti gevşetir, kuvveti dağıtır. Haricî düşman ise; dinin ve millî salabetin kuvvetlenmesine, toparlanmasına sebebiyet verir. Evet, nifakın İslâma yaptığı cinayet, verdiği zarar – maateessüf- pek büyüktür. Ve halen İslâm alemindeki şu müşevveşiyet ve karışıklıklar da hep nifaktan gelmiştir. İşte onun için Kur’an-ı Hakîm münafıkların aley­hinde, haddı mütecaviz olan kötülük ve şenaatlarının zararlarından çokça bahsetmiştir.”İşaratül-İ’caz (A.Badıllı:163)

“Ey birader! Düşman hariçte olsa, insan silâhsız o düşmanla geçinebilir. Fakat düşman kal’a içine girse ve gizlense, o vakit o düşmana karşı silâhlanmak, zırh giymek ve gayet dikkat etmek, hem pek ciddî sebat etmek lâzımdır. Tâ ki hayat-ı ebediyesini hafî darbelerden kurtarabilsin.

Ey kardeş! Zırh ve silâh, namaz ve takvadır. Kur’an’ın zincirini muhkem tut. Onun sözüne kulak ver. Başkaları seni aldatmasın. Şu zamanın gafil sarhoşları içinde, seni terk-i şeaire ve medeniyet-i dünyaya davet edenlere de ki: “Hey sersem gafiller! Benim halim sizi dinlemeye müsaid değil.” Ni:143

Merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin neşredilmiş hatıralarında bu tarz iftiraları susturan yazısında aynen şöyle der:

Her fena dedikoduda da ehl-i iman ağzından da çıksa  mutlaka dinsizlerin veya münafıkların parmagı olduğu teyakkuzunu taşımalarına sebep olmuşlardır. Dinsizlerin aleyhine ,Nur Talebelerinin lehine tecelli eden bu neticeyi sonra o münafıklar gözleriyle görmüşler,ye’se ve çaresizliğe düşmüşlerdir…

Ne şekilde olursa olsun ,her kimden gelirse gelsin ,hangi ehl-i imanın ağzından ve elinden çıkacaksa çıksın,Nur Talebelerinin ittifakını bozabilmek kastıyla ortalığa yayılacak ittiham ve iftiralara ,dedikodu ve mukabele etmeyeceğiz.Onlarla uğraşmak küçüklüğüne düşmeyeceğiz.Onlarla meşgul olup hizmete ve ibadete ,Nurlara çalışmaya sarf edeceğimiz kıymettar vaktimizi öldürmeyeceğiz. Bilhassa ve bilhassa şahıslarımıza gelen iftira ve darbelerden memnun kalacagız.  Risale-i Nur’un selamet ve intişarı ve ittihad ve tesanüdümüz uğrunda icabında haysiyet ve nefsimizi dahi feda edeceğiz.”(Zübeyr Gündüzalp)

(Rüştü Tafral Abinin 30 küsur sene evvel derlediği bir dersten…)

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org