Etiket arşivi: anlamak

“Kendine Göre Müslüman” Olmak Meselesi

Komşularımdan, bazen karşılaştığımda ayaküstü kısa sohbetlerde bulunduğum, halen dünyada en çok kullanılan dil olan İngilizce’yi de öğrenebilmek için hocalarının bir kısmını Mısır’daki Ezher Üniversitesinden getirtmiş olarak Pakistan’da İngilizce eğitim yapan bir İslâmî ilimler fakültesinde ilahiyat fakültesi tahsili yapmış, böylece Arapça yanında İngilizce ve Urduca’yı da öğrenmiş ufku ve ilmi geniş değerli bir imamla günümüzdeki Müslümanların İslâm’ı anlamaktaki ve uygulamaktaki farklılıklarını konuşurken o, mevzuu çok kısa bir cümle ile bağlamıştı: “Her Müslüman, kendine göre Müslüman..”

Dünyadaki iki milyara yakın Müslüman’ın ve bunlardan 57 tane İslâm ülkesinin “İslâm İşbirliği Teşkilatı” (İİT) adlı bir teşkilatın üyesi olmasına rağmen, Müslümanların dünya siyasetinde ve ekonomisinde birlikten doğan bir kuvvetle hareket edememelerinin sebebinin de, “Her Müslüman, kendine göre Müslüman..” oluşuyla alâkasının kurulabileceğini ayni imam ilave etmiş ve buna Müslümanların halen yaşadığı günlük hayattan bazı misaller vermişti.

Bu mevzuda ilk verdiği misal, sigara ile alâkalıydı: Bazı fıkıh âlimleri, insan sağlığına zararı ile ilgili bugünkü bilgilerle sigaranın kesin haramlığı hükmünde yıllardır ısrar etmelerine rağmen, bazıları da ekseriya kendi alışkanlıklarından vazgeçmemek ve bundan dolayı kendilerine gelebilecek tenkitlere meydan vermemek için, eski fıkıh kitaplarında eksik bilgilerle yazılmış olanları güya bu konuda delil olabilirmiş gibi göstererek, sigaranın haram olduğunu söylememektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı da, kendi teşkilatındaki yüzbin din görevlisinden bazılarının sigara alışkanlığında devamı sebebiyle, bu mevzuda kesin bir tavır koyamamaktadır. İslâm âleminde “kendine göre Müslümanlığın” bunun gibi misallerinin çokluğunda, İslâm âleminde birlik ve beraberliği sağlayabilecek olan “Hilafet”in kaldırılmış olmasının da büyük rolü bulunmaktadır.

Böyle bir dinî yaşayış ortamında her Müslüman’ın, Kur’an’ı ve “Yaşayan Kur’an” olan Peygamberimiz’in (s.a.v.) sünnet-i seniyyesini iyi anlamağa ve kendi hayatına tatbik etmeğe çok ihtiyacı vardır. İslâm dininin iki temel kaynağının Kur’an ve Hadis olduğu, en basit ilmihal kitaplarının bile ilk cümleleri arasında yer alır. Ancak, bu iki temel kaynağı sadece kendi anlayışına, sözlerine, tercihlerine ve yaşayış tarzına delil yapmağa çalışan, bahsettiğim o imamın kısaca tarifini yaptığı gibi “Kendine göre Müslüman” olur.

İslâm şeriatını kendi anlayışına, tercihine, yaşayışına yanlış olarak delil yapmağa çalışmak; İslâm’ı kendisine uydurmağa çalışmaktır. Halbuki, bir Müslüman’ın vazifesi İslâm’ı kendisine uydurmağa çalışmak değil; kendisini İslâm’a uydurmaktır.

Evlilik aktinde olduğu gibi, yürürlükteki mevcut hukuk sistemine göre geri dönüşü çok zor bir kararın öncesinde de, birbirleriyle evlenme namzedi Müslümanların sonradan evliliklerinde uyumsuzluklarla sıkıntılı hallere girmemeleri için, birbirlerinin ne çeşit bir Müslüman olduğunu iyice anlamadan evlenmek kararı vermemeleri daha isabetli olur.

Bu mevzuu biraz daha müşahhas hale getirmek için, zamanımızda bilhassa şehir ortamlarında Müslüman kadınların tesettüründeki (örtünmesindeki) yozlaşmalar üzerinde de önemle durulabilir. Peygamberimiz’in (s.a.v.) Mekke’den Medine’ye hicretinin 4.yılının Zilkade ayında örtünme âyetleri olan Ahzâb Sûresi: 59 ve Nûr Sûresi:31 inmiş, Peygamberimiz’in (s.a.v.) hadisleri de bu âyetlere daha fazla açıklık getirmiştir.

İslâm’da örtünmenin esasının, Kur’an ve Hadis’teki sağlam delillerle sabit ve kesin bir hüküm olduğunda İslâm âlimleri ittifak ettiği halde, maalesef moda cereyanlara ve nefislerinin tercihlerine kendilerini kaptırmış bazı Müslüman kadınlar, örtünme mevzuunda İslâm’a uymak yerine sanki bu mevzuda İslâm’ı kendilerine uydurmağa çalışıyor gibi kıyafetlerle, mahremleri olmayan erkeklere görünmektedirler.

İngiltere’de bulunduğum sırada, çeşitli İslâm ülkelerinden gelen Müslüman hanımlardan bazılarının İslâmî tesettüre uymayan şekilde renkli ve şeffaf tüllerle başlarını güya örtmelerini savunmağa çalışırlarken, kendilerinin anadillerinin Arapça olması sebebiyle Kur’an’ı bizzat anlayabildiklerini, anadili Arapça olmayan İslâm ülkeleri kadınlarının ise, daha çok korktukları için Kur’an’daki tesettür âyetlerinin manâsını daha geniş şekilde uyguladıklarını söylemeleri, o hanımların beyleri olan erkeklere de naklediliyordu. Bu da, bahsettiğimiz İslâm’ı kendine uydurmağa çalışmanın öneklerinden biri sayılabilirdi.

12 Eylül 1980 askerî darbesini yapanların, belki de inkılaplara yeni birini daha ilave etmek özentisiyle İslâmî tesettürü yasaklamak için yol arar gibi, kadınların tesettürünün İslâm’daki yeri hakkında görüş talebi üzerine, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu tesettür yasağı için fetvacılık yapmaktan tamamen uzak ve net bir şekilde İslâmî tesettürü savunan mufassal bir karar yayınlamıştı.

Merhum İskilipli Muhammed Âtıf Efendi’nin Hicrî 1339 tarihinde (Halen 1434 yılında bulunulduğuna göre, 105 yıl önce) İstanbul matbaa-yı âmirede basılmış olan Tesettür-ü Şer’î adlı risalesinin üzerinde şu ibare yazılıdır: “Ahkâm-ı Tesetttüre vakıf olmak isteyen her erkek ve kadın Müslüman’a bir nüsha lâzımdır”. Bu risale bugünkü Türkçe’ye de tercüme edilmiştir, basılmıştır ve satıştadır.

Çeşitli yayınevlerinin çıkarmış olduğu Kadın İlmihalleri’nde ve bunların sahih İslâmî kaynaklarında olduğu gibi, bu risalede de İslâmî tesettürün esasları şöyle açıklanmıştır: Buluğa erdikten itibaren bekâr veya evli her genç kız ve kadın, İslâm’da açılmasına izin verilen âzası hariç olmak üzere, başından topuklarına kadar bütün bedenini örtecek bir dış elbise giymelidir ki, hadis-i şerif gereğince o elbise âza belli olacak dercede dar ve ince olmamalıdır.

Peygamberimiz (s.a.v.): “Suretde elbiseli, hakikatta çıplak kadınlara Allah lânet etsin” buyurmuştur. Bilhassa büyük şehirlerimizde bu tarife uyar şekilde giyinmiş başörtülü genç kızların ve kadınların bile gittikçe arttığı, bazı Müslüman kadınların ve genç kızların dış elbiselerinin, gayrimüslim hemcinslerine daha fazla benzemekte olduğu inkâr edilemez.

İçinde yaşadığımız bu âhirzamanda, güya genç kızlara tesettürü kabul ettirmek için bazıları tarafından söylenen “tesettürle daha güzel görünebilirsiniz” (?) gibi sözlere uyarak, tesettüre aykırı şekilde saçlarını başlarının üzerinde deve hörgücü gibi toplayıp cazip renk ve desenlerdeki “sıkmabaş” tarzında başörtmeyi yapanlar ve bu başörtme şekilleriyle dikkatleri kendi üzerlerine çekmeye çalışanlar da, belki bilmeyerek; Buharî ve Müslim’in sahih hadislerindeki “Cennetin kokusunu dahi duyamayacaklar” tarifinin içine girmiş olmaktadırlar.

Kadınların tesettürünün esası, bakışları üzerine çekecek şekilde daha güzel görünmek değil; bunun aksine, iç ve dış zinetlerini kendilerine mahrem olmayan erkeklere göstermemektir. Fakat, bu mevzuda “Kendine göre Müslüman” bazı genç kız ve kadınlar, tesettüre aykırı o hallerini tesettüre uymak zannetmektedir.

Kendine göre Müslüman” olmanın diğer bir misalinde; bazı Müslümanların, eline Kur’an’ı almış konuşan kadın veya erkek cinsinden birisinden bahsederken, onu yüceltmek ve takdir etmek edasıyla:

O, Kur’an’a manâ veriyor.” deyişlerine çok rastlamış ve yadırgamışımdır. Kur’an’ın manâsı zaten vardır; ona hiçbir insan kendisi manâ veremez; sadece, bazılarının veya kendisinin anlayabildiği kadarıyla olan manâsından bahsedebilir. Hem o kişi, Kuran’ın Arapçasını hiç bilmediği halde âyetlerin manâsını mealli bir Kur’an’dan da okuyabileceği veya mealde yazılı olanları kendi anlayışına göre biraz farklı şekilde ifade edebileceği için de, onun “Kur’an’a manâ verdiğinden” bahsedilemez.

“- O, Kur’an’a manâ veriyor.” cümlesiyle “O, Kur’an âyetlerinin manâsını anlıyor ve ifade ediyor” denilmek isteniyorsa, “doğru İslâmiyeti yaşamak” gibi çok mühim bir mevzuda Kur’an ve Hadis’ten sadece kendi kapasitesi ve eğitim altyapısı ile sınırlı anlayışını rehber ve yol haritası olarak kâfi görmek hatasından sakınıp, en iyi bilenin bildiğiyle amel etmek gerekir. İslâm’ı en iyi bilen Resulullah (s.a.v.) ve onun bildiğiyle amel etmek de, onun sünnet-i seniyyesine uyarak yaşamaktır. Resulullah’dan (s.a.v.) sonra da sahabelerin ve onun ilmî vârisi sayılabilecek âlimlerin “en iyi bilenler” olarak ne dedikleri araştırılmalıdır. Müctehid imamlara tabi olmamız ve bir mezhebimizin bulunuşu da bu sebebtendir.

 Prof.Dr.Mustafa NUTKU

www.NurNet.Org

Dindarsan, laftan çok işe önem ver!..

Bir gün keserle çalışırken, elime öyle vurdum ki, acıdan fır fır dönmeye başladım. Tam o sırada babam karşıma dikildi, “Oğlum ben sana demedim mi dikkatli çalış, keseri şöyle tut, gözünü dört aç, sağa sola bakma!

“Daha ne zaman keseri tutmasını, iş yapmasını öğreneceksin?” diye uzatıp durdu. Gerçi canımın acısından dinlemiyordum ama bana nasihat ettiğini çok iyi biliyordum. Canıma mı yanayım, onun laflarını mı dinleyeyim, derken asabım bozuldu, “Yeter be! Bana zaten olan oldu, bir de siz…” deyince babamın güldüğünü gördüm. Garibime gitti. Hemen sargı falan getirdiler, sardılar, biraz kendime gelince, babam aynı mütebessim çehre ile dedi ki;

“İşte evladım, nasıl ki bu hata senin canını acıttı ise her günah da insanı zor duruma düşürür. Zor duruma düşmüş adama nasihat etmek hiçbir zaman iyi değildir. Böyle kimselere yardım etmek en iyi nasihattir. Bu bakımdan sen iyi bir dindarsan laftan çok işe önem ver. İşin Müslümanca olmazsa lafın beş kuruş etmez. Hem de başkasının canını sıkar.”

İslamiyet, ölçü ve ahenk dinidir. Ölçü ve ahenk ise “güzel”i ortaya koyar. Güzel yaşanmış bir hayat, aynı zamanda bir eserdir. Hiçbir nazım ve nesir, güzel yaşanan bir hayat kadar güzel ve tesirli değildir.

Peygamber Efendimiz’in hayatı en üstün ve en tesirli bir eserdir. Öyle ki; O’nun biyografisi bile yaşadığı hayatın gölgesidir. Sahabe, “anam babam sana feda olsun” diyor, o kadar hayran bırakmış kendine…

Bir arkadaşım, Amerikalıya demişti ki; “Size İslamiyet’i anlatayım mı?” Amerikalı da dedi ki; “Ben senin hayatını beğenmiyorum ki dinini anlatasın! Bu konuda seni dinlemek istemiyorum. Sen, bira içmeyen Amerikalılara benziyorsun!” Gerçekten o arkadaşın ahlakı çok bozuktu. Şaka yapacağım, milleti güldüreceğim diye kötü şeyler anlatırdı.

Sonuçta bir Hıristiyan, Müslüman’ı beğenmedi.

İnandığı gibi yaşamak, belagatin en tesirlisidir. Dikkat edin, İslam büyükleri, susabildikleri kadar susmuşlar, sadece İslamiyet’i yaşamışlar.

Harf inkılâbından sonra Kur’an yazısını okuyamaz olduk. Risale-i Nur’lar da eskimez yazıyla yazılıyordu. Kitapları aldım, okuyamadım. Okuyanları dinleyemedim. Anlayamıyordum Risale-i Nurları… Fakat Bediüzzaman’ı ziyarete gittim, onun fakir yaşayışını gördüm, çok hoşuma gitti. Hayatını anlatan ağabeyleri dinledim, kitaplar okudum, O’nu çok beğendim. Yani ben Risale-i Nurları okuyarak değil, Bediüzzaman’ın yaşayışının tesirinde kalarak Nur talebesi oldum. Allah demenin yasak olduğu devirlerde Allah deyişine, elinde zengin olma imkânları varken, fakirane yaşamasına hayran kalarak bağlandım ona…

Zübeyir ağabeyi, Bayram ağabeyi, Hüsrev ağabeyi, Tahir ağabeyi düşündükçe diyorum ki; “Bu hayatlara nasıl hayran olmazsın!”

Onlar, dünyaya önem vermedikleri için önemli oldular!

Kesin olan şudur: “Müslüman, zengin olacak, fakir yaşayacak. Bunda öyle bir sır var ki; karşıdakine tesir eder. Debdebe içinde yaşayıp da İslamiyet’i anlamak zor…

Kendi hayatımdan bir misal vereceğim. İslamî çalışmalara başladığımda milleti kurtarmak için işe başlamıştık. Anlattıklarımızı tamamen doğru ve kabule değer şeyler görüyorduk. Bizleri dinleyenlerin bunları kabul etmemesine kızıp, üzülüp ümitsizliğe düşüyorduk. Hatta hasta olduğumuz devirler bile oldu. Bir doktor, “Sen bu beyninden ne istiyorsun!” diye bağırmıştı bana. Bütün meselemiz milletin kurtulmasıydı.

İslamiyet’i zamanla öğrendikçe bizim vazifemizin sadece ve sadece İslamiyet’i öğrenmek, anlamak ve yaşamaktan ibaret olduğunu anladık, çok rahatladık.

Şimdi sohbetlerde soruyorlar, “Hizmet nedir? Nasıl hizmet edebilirim?” Diyorum ki; İslamiyet’i öğren, anla ve yaşa! En güzel hizmet budur.

Hekimoğlu İsmail