Etiket arşivi: baba

Hayırlı bir anne, hayırlı bir baba mıyım? Bunu nasıl anlarım?

Allah her şeyi insanlar için yaratmış ki, insanlar da her şey için şükretsinler, Allah’tan memnun olsunlar.

Belki çocuklarından şikâyetçi olan ebeveyn, şöyle düşünse; “Allah beni seçmiş, bana bir emanet göndermiş. Ne kadar şükretsem azdır!” O zaman şefkat duygusu artar, evladının kendisine teslim edilen İlahi bir emanet olmasının şuuruyla davranır. Bana soruyorlar; “Hayırlı bir anne, hayırlı bir baba mıyım? Bunu nasıl anlarım?” Ben de diyorum ki, “Hayırlı anne-baba, İslamiyet’i yaşayan, evinin rehberi Kur’an olan anne-babadır.” Kolay iş değil amma cennet de ucuz değil…

Bakınız Bediüzzaman Said Nursi buyurmuş ki: “Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve manevi derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddi vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum.” (24. Lem’a)

Bediüzzaman Hazretleri, bu dersi verdiğinde yaşı seksendir… Tarihçe-i Hayatı’ndan anlıyoruz ki, üstat, bu yaşına kadar binlerce âlimden, hocadan ders almıştır. Fakat üstat, “Annemden aldığım ders başka!” diyor. İlminin çekirdeğinin annesinden aldığı terbiye ve telkinler olduğunu söylüyor.

Bu dersten hareketle torunumdan su istiyorum. Hemen getiriyor. “Güzel torunum,” diyorum, “Bu su nereden geliyor?” “Çeşmeden tabii.” diyor. “Peki, çeşmeye nereden geliyor?” “Barajdan…” diyor. “Peki, baraja nereden geliyor?” “Bulutlardan, gökten yağıyor.” “Peki çeşme, baraj ve bulut mu suyu yapıyor?” “Yoo, Allah yaratıyor!” diyor…

İşte bu şekilde sohbetler yapıyoruz torunlarımla. Çocuk nasihat değil, böyle kısa sohbetlerden hoşlanır.

Çocuğun hafızası, boş bir defter gibidir. Ebeveyn bu defteri, sözleriyle değil, yaşayışıyla doldurur. Çünkü çocuk kulağından değil, gözünden terbiye olur. Kuşlara yem veren ebeveynle kuşlara taş atan ebeveynin çocuğu aynı olmaz!

Bir köyde vazifeliydim. Kapı komşumuz çok içki içerdi. Çocuklarıyla hiç irtibatı yoktu. O aileyi, o çocukları görünce efkâr basardı, çok üzülürdüm. Kâğıdıma, kalemime sarılıp başlardım yazmaya: “Yılanlar yavrularını zehirlemezken, filler yavrularını ezmezken, aç kurtlar yavrularını yemezken, akrepler bile yavrularına hizmet ederken insanoğlu bunu çocuğuna nasıl yapar? Ey canavarlar! Artık vahşilikten vazgeçin. Vahşi insanlar türedi, size gerek kalmadı!” diye… O sarhoş adamın çocukları beni sabahları camiye giderken görüp koşup yetişirlerdi. El ele tutuşur, camiye giderdik. Görüldüğü gibi çocuk zaten fıtraten Müslüman… Ona İslam’ı sevdiren de, İslam’dan da uzaklaştıran ana-babasıdır…

Üstat Bediüzzaman’ın buyurduğu gibi: “Bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imani alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslamiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayrimüslim birisinin İslamiyet’i kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer.” (Emirdağ Lahikası)

Çocuğun hayırsızı olmaz. Allah hayırlı ana-baba versin…

Hekimoğlu İsmail

Çocuklar, aldığınız hediyeleri değil, birlikte geçirdiğiniz zamanı hatırlar!

Çalışma koşulları nedeniyle pek çok ebeveyn, çocukları ile yeteri kadar zaman geçiremediğini düşünüp üzülür. Suçluluk psikolojisiyle de onlara hediyeler alıp, eğlence merkezlerine götürmenin yeterli olacağını sanır. Oysa çocuklarla geçirilen zamanın süresi değil içeriği önem taşır. Uzmanlar, çocuklara yapılacak her türlü ilişkisel yatırımın, onlara alınan değerli hediyeler ve oyuncaklardan kat kat daha kıymetli olduğunu vurguluyor. Buna göre, çocuklarla geçirilen vaktin süresinden çok kalitesine dikkat edilmesi uyarısı yapılıyor.

Psikolog Merve Büyükkucak, son yıllarda, anne-babanın çocuğuyla geçirdiği zamanı nasıl değerlendirdiği sorusunun önem kazanmaya başladığını söyledi. Burada süreden çok kalitenin üzerinde durulduğuna dikkat çeken Büyükkucak, kaliteli zamanı içeriğin belirleyeceğini ifade etti.

“ÇOCUĞUN DÜNYASINA DAHİL OLUN”

Kaliteli zamanı, ‘çocuğun birliktelik ve keyif hissini içerisinde barındıran, karşılıklı etkileşim ve aktivitelerde buluşma’ şeklinde tanımlayan Büyükkucak, şu bilgileri verdi: “Bunlar ebeveynin dikkatinin tamamını çocuğuna verdiği, ilgisini ve sevgisini çocuğuna hissettirdiği duygusal yakınlaşma ve paylaşım anlarıdır. Bu anları küçük sohbetlerde, birlikte oynanan oyunlarda, ya da birlikte gidilen gezilerde yakalamak mümkündür. Duygu ve düşüncelerin paylaşıldığı, çocuğa duygusal ve sözel olarak tepki verildiği ve anne baba olarak kendinizi spontane şekilde ilişkiye bıraktığınız hemen hemen her yakın ilişkide deneyimleyebileceğiniz bir süreçtir bu aslında. Bu nedenle belirli bir reçete vermek çok mümkün değildir. Ancak çocukların dünyasına dahil olmanın ve ilişkide olduğunuzu hissetmenin, tüm bu paylaşımları yakalayabilmenin yolunun en temel olarak oyundan geçtiğini söylemek mümkündür.”

“OYUNDA YÖNLENDİRİCİ OLMAYIN”

Oyunlara dahil olmanın anne baba için hem çocuğunu yakından tanıma hem de çocuğunun zihinsel ve özellikle de duygusal gelişimine katkı sağlayacağını anlatan Büyükkucak, şöyle devam etti: “Bu etkileşimi en kuvvetli hale getirecek yöntem anne ve babanın oyunda yönlendirici olmaması, çocuğun serbestliğine ve özgürlüğüne eşlik edebilmesidir. Amaç hiçbir zaman o anlarda çocuğa bir şeyler öğretmek olmamalıdır. Aksine anne baba olarak kendinizi oyunun ve size verilen rolün akışına bırakarak ya da sadece gözlemci veya eşlikçi olarak çocuğunuzla duygusal anlamda aynı frekansta buluşabilmektir. Onun oyun sırasındaki duygularını takip edebilmek ve ona bu duyguları ifade ederek anlaşıldığını hissettirebilmek çocuğunuzla ilişkiniz açısından en değerli anlar olacaktır. Örneğin her çocuğun aile içi kuralları ve sınırları belirlediği kadar aynı zamanda bir savaş oyununda yerlerde sürünen ve düşüp kalkan, o esnada çocukla birlikte eğlenen, bağıran, gülen ve kendisi de çocuklaşabilen bir babaya da ihtiyacı vardır. Babasının da o esnada çocuklaşabildiğini görebildiği oranda çocuk da ona kendi dünyasının kapılarını aralayacak ve onu iç dünyasında davet edecektir.”

“ONLARA ZAMAN AYIRMAK HEDİYE ALMAKTAN DAHA ÖNEMLİ”

Çocuklarıyla yeteri kadar kaliteli vakit geçiremeyen ebeveynlerinin, yaşadıkları suçluluk duygusuyla hediyeler alıp, onları oyun merkezlerine götürdüklerini belirten Büyükkucak, onların her isteğinin yerine getirildiğini kaydetti. Büyükucak, şunları dile getirdi: “Çocuklara yapılacak her türlü kişisel ve ilişkisel yatırım her koşulda onlara alınan değerli hediyeler ve oyuncaklardan kat kat daha kıymetlidir. Hatta bu hislerle birlikte aile içi kuralları ve disiplin çerçevesini de zayıflatmalarına sıklıkla rastlanmaktadır. Ancak tüm bu çabalar duygusal bir doyum getirmemekle birlikte boş olan tüm vaktini çocuğuyla geçiren anne ve babada aşırı bir yorgunluğa ve bir zaman sonra da farkında olmadan bir bıkkınlığa yol açabilmektedir. Hâlbuki her çocuğun az da olsa birlikte olduğu süre içerisinde kendisiyle birlikte olmaktan keyif alan ve ilişki içerisinde bıkkın ve tükenmiş değil canlı ve istekli bir ebeveynle buluşmaya ihtiyacı vardır.”

“OLAĞAN DIŞI ŞEYLER YAPMAYA GEREK YOK”

‘Çocukla birlikteyken özel ve olağan dışı şeyler yapmanıza gerek yok’ diyen Büyükucak, birlikte yenen akşam yemekleri, yemek sonrası birlikte oynanan oyunlar gibi günlük rutinlerin zengin paylaşımlar olacağını vurguladı. Yorgun bir şekilde eve gelerek görev gibi oynan oynanmaması uyarısını yapan Büyükucak, “Anne ve babanın” ‘bu akşam ben de seninle oyun oynamayı çok istiyordum ancak yorgunum ve biraz dinlenmeye ihtiyacım var’ şeklinde öneride bulunması daha sonra doyurucu bir birlikteliğe yön verebilir. Veya benzer bir durumda söz konusu ebeveyn aynı açıklama ile birlikte fiziksel anlamda daha az yorucu bir aktivite yapmayı önerebilir. Birlikte olunan her anın oyun vakti olarak değerlendirilmesi yerine belirli zamanları oyun vakti olarak ortaklaşa belirlemek anne babalara da iyi gelecek bir yöntem olabilir.”

Cihan

Hayırlı evlât hayırlı ailede yetişir!

Anne ve baba, iyi evlât yetiştirme konusunda mutlaka mutabakat sağlamalıdırlar.

Çocuk yetiştirme kabiliyet ve istidadı olmayan, olsa da sorumluluk yüklenmeyen bir anne ve onların hiçbir problemiyle meşgul olmayan bir babanın vesayetindeki çocuklar, anne ve babaları olsa da yetimdirler.

Allahın, şefkat, merhamet, incelik ve hassasiyetle donattığı, donatıp çocuklarını yetiştirme konusunu tabiatının bir derinliği haline getirdiği anne, ruhundaki bu potansiyeli mutlaka onları hakikî insanlığa yükseltme istikametinde kullanmalıdır. Zaten o, fıtratı itibarıyla bir muallime, bir mürebbiye ve bir mürşidedir. Onun en önemli vazifesi çocuğunu yetiştirmek olmalıdır. Allah, anne ile çocuğunun arasını ayıranı kıyamet gününde sevdiklerinden ayırır. (Hâkim, Müstedrek, 2/55) hadisi de annenin çocuk terbiyesindeki müstesna rolünü gayet net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Anne, donanımının gereğini yerine getirirken baba da hilkat ve konumunun icabı daima temkinli, dirayetli, kiyasetli ve dikkatli olması gerekmektedir. O siyasetle, memuriyetle, ticaretle, ziraatle vb. işlerle meşgul olur ve biraz da tabiatının gereği ailedeki ayrı bir boşluğu doldurur. Evet, o, gücü, mukavemeti ve farklı yapısıyla ayrı işlere namzettir. Zaten kadimden beri o hep hususî bir sorumluluğun insanı olagelmiştir. Ormandan ağaç kesmeden alın da, saban sürmeye; arpa, buğday ekip biçmeden inşaatlardaki ya da fabrikalardaki bütün ağır işlere kadar her şey ona bağlı devam edegelmiştir. Böyle ağır işlere, bedeniyle, iradesiyle mukavemet edebilecek erkek bence yerini korumalı, kadın işleriyle kadınlaşmamalı ve kadını da takatini aşkın ağır işlerle uğraştırmamalıdır.

Şefkat Kahramanı Anneler

Ayrıca erkek, bir mukavemet abidesidir ama bir şefkat kahramanı değildir. Şefkat, annenin en önemli derinliğidir; o, dokuz ay karnında gezdirir çocuğunu. Dünyaya getirir yüz zahmetiyle, bakar büyütür bin meşakkatiyle. Gece inlediği zaman hemen kalkıp imdadına koşar.. Ağladığında da bağrına basar. Tabiatından kaynaklanan bir iştiyak ve insiyakla onu yaşatmak için yaşar. İşte bir tarafta kadın diğer tarafta da erkek, teşkil ettikleri aile vahdetiyle cennet saraylarını hatırlatan öyle bir yuva kurarlar ki bu yuvanın çehresinde öteleri temaşa edebilirler.

Günümüzde erkek bir dairede, kadın da bir dairede çalışır. Bu durumda çocuklar ya başkasının yanında ya da çocuk kreşlerindedir.. Evet, erkek ve kadın da çalışınca, çocuklar belli ölçüde de olsa yalnızlığa, sahipsizliğe terk edilirler. Sonra bu insanlar kendi kendilerine şöyle teselli olurlar: Orada çok şefkatli, bilgili kimseler var. Çocuklara bizden daha iyi bakıyorlar. Oysaki çocuğun, bütün bunların ötesinde istediği daha başka şeyler vardır.

Kreşte çocuğun elbisesini yıkayabilirler.. Yemeğini vaktinde yedirebilirler, teneffüs etmek istediğinde dışarıya çıkarıp gezdirebilir ya da lunaparklarda elinden tutup dolaştırabilirler; ama bunu yapanlar hiçbir zaman çocuğun annesi, babası olamaz, onun en çok muhtaç olduğu şefkati ona veremezler. Şefkat, çocuğun, annesinin yüzünde okuduğu, sinesinde bulduğu, babasının kucağında hissettiği cibillî alâkadır. Bunu vermedikleri takdirde onu başka hiçbir fanteziyle tatmin edemezler.

Böyle eğitim yuvaları veya kreşlere terk edilen çocuklar bir yana, çıraklık devresinde bir ustaya veya kalfaya teslim edilen çocukları ele alalım; eğer bu usta ve kalfa şefkatten uzak ve biraz da haşin ise, mütemadiyen huşunet gören bu çocuklar, zamanla öylesine duygusuz, öylesine katı ve öylesine merhametsiz yetişirler ki; yabancılar şöyle dursun, annelerine babalarına karşı dahi kaba davranmadan geri durmazlar. Böyle sert insanların, çıraklık devresinde, o masum çocukların mülayim ruhlarında icra ettiği menfi tesir bu ölçüde olumsuz neticeler doğurursa, daha dünyaya gelir gelmez götürüp yabancı kucaklara teslim ettiğimiz çocukların, o yabancı nazarlar altında ne hâl alacaklarını kestirmek zor olmasa gerek.

Her zaman kendisini bize Rahmân ve Rahîm olarak tanıtan, Kurân-ı Kerimde tam yüz on dört defa Bismillahirrahmanirrahim kelâm-ı mübecceli içinde Rahmâniyet ve Rahîmiyetini anlatan Allah (cc), bu mübarek isim ve sıfatlarıyla annede tecelli etmiş gibidir. Evet, Allahın (cc) Rahmâniyet ve Rahîmiyetiyle bir haneye tecellisini, annenin binbir ihtimamla çocuklarının üzerine eğilmesi ve onları görüp gözetmesi şeklinde mütalâa edebiliriz. Böyle bir mazhariyetin dünyada hiçbir şeyle değiştirilemeyecek kadar yüce olduğunda şüphe yoktur.

Bir dönemde üniversitede eğitim gören, hatta yüksek lisans ve doktora yapan, ama terör odaklarının eline düşmüş bazı gençler oldu ve anneyi babayı ağlatan, onların ciğerini dağlayan merhametsiz, duygusuz nesiller yetişti; ancak bunlar birer istisna idi ve okumanın, okutmanın aleyhinde delil teşkil edecek şeyler değildi. Kimse evlâdını, bir kurşunla vurulsun ya da toplumun huzurunu kaçırsın diye yetiştirmez; yetiştirmez ama bazen onların hiç beklenmedik cereyanlara kapılıp gitmelerini de önleyemez. İşte ister böyle sürpriz olumsuzluklar, ister muhtemel tehlikeler karşısında anne-baba her zaman yuvayı bir koruyucu sera gibi kullanmalı, çocuklarının ahlâkî eğitimlerini öncelikli hedef yapmalı ve çocuklarının zayi olmasına fırsat vermemelidirler.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, anne-baba, hisli, şuurlu, vatanına milletine, dinine sımsıkı bağlı bir neslin yetişmesi için gerekli olan her şeyi yapmalı ve onun aklî, kalbî, hissî, mantıkî boşluk yaşamasına fırsat vermemelidirler. Şayet anne-baba dindar, Kurâna bağlı, İslâmı bilen kimseler ise çocuklar da şuurlu yetişecek ve milletlerinin ikbal yıldızını parlatacaklardır.

1- Çocuk yetiştirme kabiliyeti olmayan, onların hiçbir problemiyle meşgul olmayan bir ana-babanın vesayetindeki çocuklar öksüz ve yetim sayılırlar.

2- Kadın, yaratılışı itibarıyla bir öğretmen ve bir terbiyecidir. Bu açıdan bir annenin en önemli vazifesi çocuğunu hayırlı bir şekilde yetiştirme olmalıdır.

3- Ana-baba yuvayı koruyucu sera gibi kullanmalı, çocuklarının ahlâkî eğitimlerini hedef yapmalı ve onların zayi olmasına fırsat vermemelidirler.

ZAMAN

Babanın Evladına Bıraktığı En Değerli Miras

“Toplantıya gideceğim. Baktım geç kalma ihtimalim var, bindim bir taksiye, muhabbetçi bir arkadaş. O anlatıyor ben dinliyorum. Tam işyerinin önüne geldik. Ankara’da Bakanlıklar. Diyelim ki, taksi parası 9.75 TL tuttu, ben 10 TL uzattım. Hani hepimizin yaşadığı sahne vardır ya! taksici üstünü arıyormuş gibi yapar, siz de para üstünü alabilmek için bir ayak dışarda, inmemek için debelenirsiniz. Tam o sahne olacak. Şoför, para üstü varmı diye aranmaya başladı.
“Üstü kalsın kardeşim” dedim.
Döndü bana doğru
“Vaktin varmı ağabey?” dedi.
“Evet” dedim (tek ayağım hala dışarda)
Dörtlülere bastı,trafik dört şerit akıyor, indi araçtan. Önde bir büfe var. Gitti oraya, bir şeyler konuşup geldi. Bana 25 Krş uzattı. Belli ki para bozdurmuş.
“Birader” dedim, “9.75 değil, 10.50 yazssa istermiydin 50 krş.benden?”
-Ne alacağım ağabey 50 krş.u
-Peki niye gittin 25 krş.için o kadar uğraştın, üstü kalsın demiştim.
Döndü bana, attı kolunu arkaya :
-Vaktin varmı ağabey
-Var
-Çek kapıyı o zaman
Muhabbetçi bir taksici ile karşı karşıyayız.
5 dk.konuştuk. İngiltere’de profösüründen, bilmem kiminden eğitimler aldım. O taksicinin 5 dk.da öğrettiklerini, ingiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler.
Ağabey biz Keçiören’de 5 kardeşiz. Babam rençberdi benim, günlük yevmiyeye giderdi; artık inşaat falan bulursa çalışır gelir, o gün iş bulamamışsa, biz eve gelişinden, yüzünden anlardık. Durumumuz hiç iyi olmadı. Akşam yer sofrasında yemek yerdik. Yemek bitince babam bize “Durun kalkmayın” derdi. Önce dua ederdik sonra babam bize sofrada konuşma yapardı.
“Aha” dedim, “Bizim meslek”, seminerci.
– Ne anlatırdı baban
– Hayattta nasıl başarılı olunur?
O gün inşaata çağırmazlarsa eve para getiremiyor, sonra çocuklara hayatta başarı teknikleri anlatıyor.
-Babam işe gidince büyük ağabeyimiz onu taklit ederdi, delik bir çorapla pantalonun ceplerini çıkarır, dört kardeşi karşısına alıp “Dürüst olun, evinize haram lokma sokmayın” diye anlatırken, biz de gülerdik. Annem kızardı, “Babanızla alay etmeyin. O, hem dürüst hem de çalışkandır” derdi. Yan evde iki kardeş var, onların babası zengin. Babaları birahane işletiyor, ama adamda her numara vardı, kumar falan oynatırdı. Bizim yeni hiç bir şeyimiz olmadı, hep o ikisinin eskilerini kullandık. O amca mahalleden geçerken biz 5 kardeş ayağa kalkardık çünkü bize bahşiş verirdi.Babam eve gelince ayağa kalkmazdık. Çünkü hediye, para falan hak getire. Ağabey biz babamı kaybettik. Altı ay içinde yandaki baba da öldü, yandaki baba iki çocuğa 5 katlı bir apartıman, işleyen birahane, dövizler ve araziler bıraktı. Bizim baba ne bıraktı biliyor musunuz?
-Ne bıraktı?
-Bakkal veresiyesi ve konuşmalarını bıraktı : “Evladım işinizi dürüst yapın, hakkınız olmayan parayı almayın…”falan filan. Ağabey aradan 15 yıl geçti, diğer 2 kardeş cezaevindeler, ne ev kaldı ne birahane. Ailesi dağıldı.
Biz 5 kardeş, beşimizin Keçiören de taksi durağında birer taksisi var hepimizin birer ailesi, çoluk çocuğu, hepimizin birer dairesi var. Geçenlerde büyük ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki :
“Asıl mirası bizim baba bırakmış.”
Hepimiz ağladık. 5 kardeş taksiciliğe başladığımızdan beri,taksimetrenin yazmadığı 10 krş.u evimize sokmadık. Her şeyimiz var Allah’a şükür.
Çok duygulandım, veda ettim, tam ineceğim:
-Dur ağabey,asıl bomba şimdi.
-Nedir bomban?
-Nerede oturuyoruz biliyormusun? O iki kardeşin oturduğu 5 katlı apartmanı biz aldık. 5 kardeş orada oturuyoruz.
Evladınıza ne araba bırakırsınız, ne ev, ne de başka bir miras. Evlada sadece değer kavramları bırakırsınız. Bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar.

Ahmet Şerif İzgören

Anne-Baba Siz Suçlusunuz!

Aile, toplumun sahip olduğu değerleri yansıtan, küçük bir aynadır.

Toplumda müspet veya menfi olarak bulunan tutum ve davranışlar, aile de yoğun bir şekilde uygulama alanı bulur.

Aile” kelimesi, sözlük anlamı itibariyle genel olarak iki anlam ifade eder, “geçim sıkıntısı” ve “sarmaşık bitki” anlamına gelir. Kelimenin bu etimolojik yapısı genel olarak ailede geçim derdi diye bir problemin varlığına işaret ettiği gibi, aile fertlerinin sarmaşık bitki türü gibi birbiriyle sarmaş dolaş olmaları, karşılıklı hak hukuk gözetmede saygı sevgi göstermede bir birlerine bağlılığı ifade eder.

Bu sebeplerden dolayı ailenin idamesi hakikaten zor ve çetrefilli bir iştir. Bu zorluğu Montaigne şu güzel cümle ile ifade eder: Bir aileyi idare etmek, bir devleti idare etmekten hiç de kolay değildir. Bu meyanda pek çok insanın “Ben bir başbakan olsam var ya…diye söze başladığına ve ekonomik krizi, sosyal çalkantıları ve her türlü problemi bir çırpıda halledecek önerilerine şahit olmuşsunuzdur. Bu tip ülke kurtarılan yerlerin başında gelir kahvehaneler. Oysa bu durumda olan bir insanın her şeyden önce aile devletini kurması ve onu idame ettirmesi gerekir. Bu kurduğu aile devletinde huzuru, sükûnu ve mutluluğu tesis etmesi gerekir. Yoksa bu konuşulanlar ve önerilerin hepsi abesle iştigaldir. Aile içinde huzuru ve sükûnu tesis etmek bize her açıdan faydalıdır. Bunu tesis ederken olmazsa olmaz şartlarımızdan biri aile fertlerine iyi davranmak ve onlara saygı göstermektir.

Hz. İbni Mesud’dan (ra) rivayet edilen bir hadisi şerifte şöyle buyruluyor. “Kıyamet günü ümmetimden bir adam hesaba çekilmek üzere huzura getirilir. Ancak kendisinin Cenneti hak edecek kadar bir sevabı bulunmaz Allah(cc) buyurur ki: Onu cennete sokun. Çünkü bu insan, aile fertlerine karşı çok merhametli idi.”

Dinimizde ve toplumumuzda bu kadar kıymet verilen aile kurumu maalesef çatırdamaktadır. Bireyselleşmenin sosyalleşmenin önüne geçtiği günümüzde “ben”leri bir çatı altında eriterek “biz” yapmayı beceremeyen eşlerin oluşturduğu aile kurumlarından çatırtı sesleri gelmektedir.

Bizi biz yapan ve batı toplumundan en bariz farkımız olan “sağlam aile kurumumuz” derin yaralar alıyor. Eğer bu gidişe bir son vermez ve yeniden “aile olmanın şuurunu” idrak edemezsek, bizi de batıvari parçalanmış aileler ve her türlü maddi refahı olmasına rağmen mutsuz bir toplum bekliyor.  Günümüz de aile kurumu sağlam olmayan ülkelerin toplumsal cinnet” yaşadıklarına şahit oluyoruz.

Yeniden güçlü ve lider ülke olmanın yolu bireyselleşerek güçlenmek değil, sosyalleşerek güçlenmekten geçiyor. Sosyalleşmenin temelini de sağlam aile oluşturuyor. Aile kurumunun sağlamlığı için aktörlerin yani karı-kocanın ilişkilerinin sağlam olması şart. Kadın ve erkeği bir birinden ayıran her zihniyet aile kurumuna zarar veriyor. Çünkü insan varlıklar içerisinde özgün ve seçkin bir kategoridir. Peki, “insan” olmakla yetinmeyip, kişinin seçiminde kendi dâhilinin bulunmadığı “kadın”lığını ya da “erkek”liğini öne çıkarması, hangi psiko-patolojik yaklaşımın ürünüdür? İnsan haklarından söz edilen bir yerde, ayrıca bir de kadın haklarından söz ediliyorsa, ortada kadına “Kandıralı”  muamelesi yapılıyor demektir. Malum fıkra; “Bölük dur! Kandıralı sen de dur!”

Bu anlamda modernite, tüm iddialarına rağmen, kadının var oluşuna “insani” anlamda hiçbir şey evet hiç bir şey eklememiştir; aksine kadını insanlığından ederek “metalaştırmış” onu kelimenin tam anlamıyla istismar etmiş, ruhunu öldürdüğü kadının bedenini de her anlamda “tepe tepe” kullanmış ve kullanmaya da devam etmektedir.

Evet, modernite bu anlamda genelde insana, özelde kadına zulmetmiştir. Nasıl ki, insanın insaniliğine kast ederek onu toplum makinesinin bir cıvatası (birey)  konumuna indirgemişse, kadını da kadınlığına kast ederek onu cinsel bir objeye indirgemiştir. Bu anlamda teşhircilik modern kadının çözmesi gereken en önemli problemlerden biridir.

Son yarım asırda sesleri daha çok çıkan eşitlik çığırtkanlarının seslerinin daha çok çıkmasına bakmayın siz! Onların esas amacı kadın erkek eşitliğinden çok, kadını daha çok nasıl meta olarak pazarlayacaklarıdır. Kulağa hoş gibi gelen bu söylemlerin ardında buram buram “kadın istismarı” kokmaktadır. Eşitlikte her zaman adalet olmadığı ama adalette her zaman eşitlik olduğunu savunanlardanım. Ayrıca kadın erkek eşitliğinin fonksiyonel eşitlikten çok insanlık ve erdem eşitliği olması gerekir.

Yani bu eşitliği “aynılık”, “tıpkılık” anlamına almanın başta kadın’ın kendisine zulüm olacağını düşünenlerdenim. Bunu bir örnekle izah etmek gerekirse; her iki cinsin bir birine göre konumunu bir çift ayakkabıya benzetebiliriz. Sol ayakkabıyla sağ ayakkabı mahiyet açısından birbirine eşittir; fakat sağı sola, solu sağa giyemezsiniz. Bu hem ayağa hem de ayakkabıya “zulüm” olur. Çünkü işlevsel açıdan aynı değildirler.

İnsanın seçiminde müdahil olamadığı, özelliklerine göre ayrıcalıklı kılınması doğru bir yaklaşım değildir. Ayrıca doğuştan gelen fonksiyonları göz önünde bulundurmadan aynı kefeye koymak abesle iştigaldir.

Bir futbol takımında görev yapan defans oyuncusuyla, bir hücum oyuncusunun nasıl ki hangisi o takımda daha önemli ve hangisi daha üstün diye sorgulanamayacağı gibi.

İşte bu anlamda aile olmak:

Bireyin şahsiyetini muhafaza ederek “biz” olmayı becerebilmesi,

Bir birlerinde “eksik olan parçaları” tamamlayabilmesi,

Hayat denen uzun ve zorlu yolculukta “yaren” olabilmesidir.

Bilindiği gibi insanlar evlenirken yüzük takarlar. Ve evlilik nişanesi olarak bunu parmaklarında taşırlar. Bu yüzük takma âdeti çok eskilere dayanır. Bunun ardında eski Mısırlıların halka şeklindeki cisimlerin sonsuzluğu simgelediğine dair inançlar vardır. Bu sebeple çeşitli halka şeklindeki eşyaları ve süsleri kullanırlardı. İşte bu adet gele gele evliliklerin hiç bozulmaması temennisinden olsa gerek, evlilik yüzüğü olarak takılır olmuş. Bizlerde Mısırlılardan kalan âdetin simgelediği temenninin gerçekleşmesini diliyoruz. Toplumumuzda takılan her bir alyansın zincirin en kuvvetli halkası olmasını ve bu toplumun temeline konulan en sağlam tuğla olmasını diliyoruz. Fakat bu temennilerimizin toplumda şu an için karşılığını bulduğun söylememiz zor.

Her aile zaman zaman sıkıntılar yaşar. Bu yaşanan sıkıntılar evliliğin doğası gereğidir. Atletizme meraklı olanlar özellikle de maraton koşularına ilgileri olanlar bilirler, 40 km lik bir maraton koşusunun en zorlu etabı 26. km dir. Yani maratonun kırılma anıdır 26. kilometre. Genelde maratoncular 26. km yi geçerlerse maratonu daha rahat bitirebiliyorlarmış. Her evliliğin de bir 26. km si vardır. Bu zorlu etap kiminde 3. yıl, kiminde 5. yıl kiminde de daha farklı bir zamana tekabül eder. Evliliklerin 26. km si eşlere ve kurdukları yuvalara göre değişmekle birlikte, her evlilikte illaki bir 26. km yani bir kırılma anı vardır. Kimi eşler bu etapta takılır ve evlilikleri boşanma ile neticelenir, kimileri de bu zorlu etabı birbirlerine olan muhabbetlerini güçlendirerek aşarlar. Bu etabın özelliklerini bilmek ve ona göre hazırlanmak evliliğinizi korumak için gereklidir.

Siz evliliğinizi korumak için ne gibi önlemler aldınız?

Yoksa siz de büyük çoğunluğun yaptığı gibi bize bir şey olmaz diyenlerden misiniz?

Sahi siz evliliğinizin kaçıncı kilometresindesiniz?

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Evliliğinizin Kaçıncı Kilometresindesiniz Kitabından Alıntıdır…