Etiket arşivi: Bediüzzaman Said Nursi

İslâm’da Birlik: İslâm Âlimlerinin Görüşleri

Bütün İslâm Âlimleri, ırkçılık fikrini Kitap ve Sünnet’in ışığı altında reddetmişler, kavmiyetçiliği içtimaî bir hastalık olarak kabul etmişlerdir. Bu maksatla evvelâ İslâm Fıkhının büyük müctehidlerinin, kavmiyetçilik­le ilgili bir-iki fetvalarını misâl olarak nazara verecek ve sonra bazı İslâm Âlimlerinin bu konudaki görüşlerini kısaca sıralayacağız.

İkinci olarak da, son asrın üç büyük şahsiyetinin geniş mütalâalarını özet olarak serdedeceğiz :

İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe

“Hanefî Mezhebi’nde, (İslâm birliğini bölüp parçalayan) kavmiyetçi in­sanın, cenaze namazı kılınmaz” 44

İmam-ı Şâfiî

“Söz ve fiili ile kavmiyetçiliği esas alan kimsenin şehâdeti kabul edil­mez. Bu tip insanların mahkemedeki şehâdeti merduttur. Zira, haram ol­duğu hususunda İslâm Âlimlerinin hiçbir ihtilâfı bulunmayan bir günaha bulaşmıştır…”45

Mevlâna Şah Nakşibend

“Büyük mutasavvıf Mevlâna Şah Nakşibend’e:
Nesebinizin silsilesi nereye varır, demişler.
Nesebinin silsilesiyle kimse bir yere varamaz, cevabını almışlar.”46

Fâhreddin-i Râzî

Meşhur müfessir Tefsir-i Kebîr’inde: “Din ve iman müstesna tutulmak kaydıyla, bir Müslümanin bir gayri müslîmi hafife almasını, ona karşı bö­bürlenmesini caiz görmemekte ve insanların iman ve küfür haricinde diğer övülen sıfatlar itibariyle müşterek olduğu” nu ifade etmektedir. 47

Îbn-i Kesir

“Bütün insanlar Hz. Âdem ve Hz. Havva’ya nisbet şe­refinde müsavidirler. Ancak, dinî emirlerde, Allah’a itaatta, ResûlüIIah’a ittibada birbirlerine üstün olabilirler.”

Bu ifadeler, fazilet ve kemâlâtın ancak dinde, takvâda olduğunu beyan etmektedir.48

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır

Müfessir Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Efendi, Sûre-i Hucurât’ın tef­sirinde şöyle demektedir:

“…Hâsılı, bir erkekle bir dişiden yaratılıp da şuub ve kabâîie ayrılış, darılıp darılıp dağılmak ve dövüşmek, sövüşmek için değil, tanışıp yardımlaşmak, sevişmek ve güzel ahlâkları tat­bik ederek daha büyük, daha güzel cemiyetler husule geti­rip, korunmak içindir… Zira muhakkak ki, Allah indinde en itibarlınız, nefislerin kemâlâtının ve şahısların merâtip ve derecâtının bütün medarı, takvâdır. Şu-bu zâtın nesebinden veya filân kavmin soyundan olmak değildir.” 49

Kınalızâde Ali Efendi

İslâm âlimlerinin ve ahlâkiyatçıların büyüklerinden olan, Kınalızâde Ali Efendi merhum diyor ki:

“İnsan, hattâ peygamber sülâlesinden de olsa, asalet iddi­asıyla ortaya çıkmamalıdır. Zira, bu dâvasını ispat edebildiği takdirde, bir şey kazanamayacaktır. Çünkü, bütün şan ve şeref, muhterem ceddine ait olduğundan, kendisi yabancı mevkiinde kalacaktır. Asaletini ispat edemediği takdirde ise, fazladan bir de yalancılık rezilesini yüklenecektir!” 50

Son Asrın Üç Büyük Şahsiyeti

İslâm’ı müesseseleri ile yaşayan ve yaşatan Osmanlılar, İslâm kardeşli­ğinin en ideal bir numunesini sergilemişler ve kırka yakın muhtelif milleti, bir çatı altında asırlarca sükûnet, saâdet ve huzur içinde, idareleri altında tutmasını bilmişlerdir. Kanaatimizce bu durumun bir hikmeti de, devletin kendisine verdiği birleştirici ve mensuplarını rencide etmeyecek bir unvan taşımış olmasıdır. Tarihe dikkat ettiğimizde, İslâmiyetin zuhurundan son­ra, kurulan bütün îslâm Devletleri, böyle toplayıcı bir unvanı taşımışlardır. Meselâ, Emevî, Abbasî, Gazneli, Selçuklu, Endülüs ve Osmanlı Devletleri gibi… ki, bu devletler, mensup oldukları kavmin ismini değil, mensup ol­dukları aile veya oturdukları ülkenin coğrafî ismini devletlerine alem olarak almışlardır.

İşte bu başarılarının sebebi, kavmiyet dâvasıyla ortaya çıkmamaları ve doğrudan doğruya İslâm’ın bayraktarlığına tâlip olmalarıydı.

Maalesef İmparatorluğun son zamanlarında bu şiar ve bu ruh zaafa uğ­ramış, hâricî düşmanların plânlı ve kesif faaliyetleri ile Osmanlılar içerisine ırkçılık fitnesi sokulmuştu. Bu menfur faaliyetler neticesinde İmparatorluk, parçalanmaya yüz tutmuştu. Bu hastalığın tedavisi için, en büyük gayreti şu üç tarihî şahsiyet göstermişti:

Mehmed Âkif, Babanzâde Ahmed Naim, Bediüzzaman Said Nursî.

Bu zatlar, milletin iftirak ve tedennisinden feryâd etmişler, milleti uhuv­vet ve muhabbete, birlik ve beraberliğe çağırmışlar, bu vadide büyük cehd ve gayret göstermişlerdi. Bu üç şahsiyetin kavmiyetçilik hakkındaki görüş­lerini özet olarak takdim edeceğiz :

Mehmed Akif

Bütün hayatı vatan ve millete hizmetle geçen ve İslâmiyet’i tâvizsiz ya­şayan İstiklâl Şâirimiz merhûm Mehmed Âkif Bey, vatan ve millete zararlı her cereyanın olduğu gibi, ırkçılığın da karşısında olmuş, gerek “Sebilürre­şad” mecmuasında yayınladığı makaleleri ile, gerekse şiirleri ile milleti bu içtimaî illete karşı uyarmıştır. Milletin birlik ve beraberliğine en büyük bir mâni olan kavmiyetçiliği şiddetle tel’in etmiştir.

Numune olarak Sebilürreşad’da neşredilen yazılarından bazılarını tak­dim edelim:51

“Biz Müslümanlar, başka milletlere benzemeyiz. Din bağını ihmal edecek olursak, hareketimizin cezasını -ukbâya kalmaz- daha dünyada iken çekeriz. Nitekim çekiyoruz!.. Din-i mübîn kavmiyet, cinsiyet gibi, insanları birbirinden uzaklaştıran sebebleri ortadan kaldırarak, dünyanın çeşit­li yerlerindeki cemaatleri birleştirmiş iken, biz kalkıyoruz da aynı toprakta yaşayan İslâm cemaatini kavmiyyet hissi ile parçalamak istiyoruz… Ey cemaat-i müslimîn, bilmiş olunuz ki, Müslümanlıkta kavmiyyet yoktur. Resûl-i Ekrem (S.A.V.):

“Kavmiyyet gay­reti güden bizden değildir.”

buyurmuştur. Şayet kiminiz Arap­lığına, kiminiz Arnavutluğuna, kiminiz Türklüğüne, kiminiz Kürtlüğüne sarılarak sizi râbıtaların en sağlamı ile birleştirmiş olan din kardeşliğini bir tarafa bırakacak iseniz, neûzübillah, hepimiz için felâket muhakkaktır.”

“Arnavutluk, Araplık, Türklük, Kürtlük nâmına ortaya çı­kan kavmiyet reislerini bundan altı-yedi sene evvel bir yere çağırmış, kendilerine şöyle demiştik:

“Kavmiyet cereyanı en medenî, en ileri cemiyetleri birbirine düşürüyor. Bizim gibi, kendini teşkil eden unsurları istisnasız cahil bulunan bir cemaatı ise, târûmâr eder. Geliniz bu cere­yanı körüklemeyiniz. Mensup olduğunuz kavimlere hizmet et­mek istiyorsanız, bunun yolu başkadır. Evet, hep biliyoruz ki, İslâm unsurlarının hepsi irşada, ikâza muhtaçtır. Bunlardan, meselâ, Arapları irşâd vazifelerini Arap münevverlerine bıra­kırız. Çünkü irşadına çalışacak unsurların lisanını, âdetlerini, mizacını, ruhunu diğer unsurlara mensup münevverlerden iyi bildiği için muvaffak olması, çok daha kolaydır. Türk’ün, Arnavud’un, Kürd’ün uyandırılması için de aynı usûle baş­vururuz.”

“Sonunda ayrı ayrı çalışıp ilerlemiş bu parçaların birleş­mesiyle, ilerlemiş bir bütün meydana gelir. İşte bu bütün de, İslâm Hilâfeti ve Osmanlı Saltanatı’nın ulu varlığına ebediy­yen hizmet eder durur.”

“Böyle bir yol takip etmeye karar verirseniz, biz de sizinle beraber çalışırız, elimizden geleni kat’iyyen esirgemeyiz.”

“Heyhat! Bu teklif, hiçbirinin işine gelmedi. Çünkü siyasî teklifler, gibi lâf ile yürüyecek takımdan değildi, faaliyete muhtaç idi, mücahedeye muhtaç idi, fedakârlığa muhtaç idi. Çünkü, burada izah edemeyeceğimiz birçok gizli sebebler daha mevcud idi.”

“Azıcık dikkat olunursa görülür ki, Şeriat-ı Mutahhara’nin hemen bütün hükümleri, uhuvvet (kardeşlik) ve vahdet (bir­lik) esasını kuvvetlendirmektedir.”

“Namazlar, haclar, zekâtlar, şehâdetler, oruçlar, aynı kıb­leye dönmeler, hep Müslümanları birbirine bağlayacak vası­talardır…”

“Bizler,

“Hiçbir Müslümanın vücuduna bir diken bat­maz ki, onun acısını kendimde duymuş olmayayım.”

diyen Peygamber’in ümmeti iken, İslâm dünyasını kırıp geçiren felâketlerden haberimiz bile olmuyor!..”

“Avrupa’da bir hayli müsteşrikle görüştüm. Lâkin doğru­sunu söylemek lâzım gelirse, bir tanesinden başkasını, ne gö­züm tuttu, ne de ruhum sevdi… hoşumuza giden müsteşrikten işitip, pek dikkate şâyân bulduğumuz sözleri hatırlayabildiği­miz kadar nakledelim:”

‘Memleketinizde senelerce dolaştım. Osmanlı edebiyatını uzun uzadıya tetkik ettim. Yarım asır evveline gelinceye ka­dar, sırf havas için yazıldığından, okuyucuları pek mahdut olan edebî eserleriniz son kırk-elli sene zarfında mühim bir inkılâp geçirerek, daha geniş bir neşir sahasına kavuştuğunu gördüm.’

‘Lâkin milletin terakkisi hesabına bu kadarı hiçbir zaman kâfi değildi. Memleketinizdeki muharrirler üç iken üçyüze, okuyucular da yüz iken birkaç bine çıkmakla her şey olmuş bitmiş sayılmaz.’

‘…Sizler avâm dediğiniz halk tabakasının idrakini yüksel­medikçe, köylülerinizi bugünkü hallerinde bıraktıkça, farz-ı muhal olarak dünyanın en büyük adamlarını yetiştirseniz, yine boştur, yine boş!..’

Mehmed Âkif, şiirlerinde de kavmiyetçiliğin birçok zararlarını işlemiştir.

Bir şiirinde kavmiyetçiliğin İngiliz oyunu olduğunu ifade etmekte ve şiirin bir yerinde İngilizleri şöyle konuşturmaktadır:

“Biz İngilizler olup hâli önceden müdrik;
O beyne pençeyi taktık, o göğse yerleştik,
O halde bir kolu kalmış ki bize çullanacak,
Yolundadır işimiz bağladık mı kıskıvrak!”

“Hem öyle zorla değil, çünkü “fikr-i kavmiyyet”
Eder bu gayeyi teshile pek büyük hizmet.
O tohm-u lâneti baştan saçıp da orta yere,
Arap’la Türk’ü ayırdık mı şöyle bir kerre,
Ne çırpınır kolu artık, ne çırpınır kanadı!
Halifenin de kalır sâde bir sevimli adı!”

Müslümanları bir arada tutan en büyük ve en sağlam bağın İslâmiyet olduğunu beyan ederek, bu ittihadın en büyük düşmanının kavmiyetçilik olduğunu şöyle ifade eder :

“Müslümanlık siz gayet sıkı, gayet sağlam,
Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlayamam,
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı,
Aynı milliyetin altında tutan İslâm’ı,
Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyyettir.
Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir…
Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez…
Son siyaset ise Türklük, o siyaset yürümez!..”

“Sizi bir âile efradı yaratmış Yaradan.
Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan.
Siz bu dâvada iken yoksa, iyâzen-billâh,
Ecnebiler olacak sahibi mülkün nâgâh.
Diye dursun atalar ‘Kal’a içinden alınır.’
Yok ki hiçbir işiten… Millet-i merhume sağır.
Bir değil mahvedilen devlet-i İslâmiye…
Girdiler aynı siyaset ile bütün makbereye,
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez!
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”

Diğer bazı şiirlerinde de kavmiyetçiliğin İslâm’da yeri olmadığını şöyle haykırmaktadır:

“Hani milliyetin İslâm idî… kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.
Arnavutluk” ne demek? Var mı şeriatte yeri?
Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arabın Türke; Lâzın Çerkeze, yahut Kürde,
Acemin Çinliye rüçhanı mı varmış? Nerde!
Müslümanlıkta “anasır” mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel’in ediyor peygamber.
En büyük düşmanıdır rûh-u Nebî tefrikanın!
Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın!..”

“Şu senin. akıbetin bin bu kadar yıl evvel,
Sana söyiemiş iken doğru mudur şimdi cedel?
Artık ey millet-i merhume, sabah oldu uyan!
Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?
Ne Araplık, ne Türklük kalacak aç gözünü!
Dînle Peygamber-i Zîşân’ın ilâhî sözünü.
Türk Arapsız yaşamaz. Kim ki ‘yaşar’ der, delidir!
Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
Veriniz başbaşâ, zîra sonu hüsrân-i mübîn
Ne hilâfet kalıyor ortada, billahi ne din!
“Medeniyyet” sîze çoktan beridir diş biliyor;
Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor.
Arnavutlar size ibret olacakken, hâlâ,
Ne bu şûride siyaset, ne bu fâsid dâvâ?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım çoğunuz…
Size rehberlik eden haydudu artık koğunuz!
Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum.
Başka birşey diyemem… işte perişan yurdum!..”

“Nasılmış, anlayınız îddia-yı kavmiyyet!
Ne yolda mahvoluyormuş bakın ki bir millet!
Siz, ey bu zehri en evvel kusan beyinsizler!
Kaçıp da kurtuluruz sandınız… fakat, ne gezer!
Bugün belânızı bulmuş değilseniz, mutlak,
Yarın ki sâikalar beyninizde patlayacak!”

“Sen! Ben! desin efrad, aradan vahdeti kaldır,
Milletler için işte kıyâmet o zamandır.”

“İslâm’ı, evet, tefrikalar kastı kavurdu;
Kardeş, bilerek, bilmeyerek, hep kardeşi vurdu.
Can gitti, vatan gitti, bıçak dîne dayandı;
Lâkin, o zaman silkinerek birden uyandı.
Bir gör ki; bugün can da onun, kan da onundur;
Dünya da onun, din de onun, şan da onundur.”

Bin parça olan vahdeti bağlarken uhuvvet,
Görsen, ezelî râbıta bir buldu ki kuvvet:
Saldırsa da kırk ehl-i salip ordusu kol kol,
Dört yüz bu kadar milyon esir olmaz, emin ol!..”
“Değil mi cephemizin sinesinde îman bir;
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
Değil mi cenge koşan Çerkezin, Lâzın, Türkün
Arapla Kürt ile bakîdir ittihadı bugün;
Değil mi sinede birdir vuran yürek… Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz!”
52

Ahmed Nâim Bey

Osmanlı devrinin son mümtaz şahsiyetlerinden biri olan merhum Ah­med Nâim Bey53, Osmanlı’nın parçalanmasında en büyük bir âmil olan kavmiyetçilik tehlikesine karşı müteyakkız davranmış, bu konuda matbu­atta büyük mücadeleler vermiştir.

Bu mes’eleyle ilgili “İslâm’da Dâ’vayı Kavmiyet” adı altında bir kitap da te’lif etmiştir. Eserinde kavmiyetçiliğin İslâm’da yeri olmadığı hakkında aklî ve naklî deliller serdetmiştir. Bu değerli eserden bazı kısımları takdim edelim :

“Bizim dâvamız şudur: Irkçılık dâvası gütmek, Şer’an mezmum ve merdudtur. Şer’î tâbiri ile bir cahiliyet davasıdır. İslâm’ın kıyam ve bekasma, Müslümanlığın refah ve saâdetine en müthiş bir darbedir. Husûsan, hemen hemen bütün îslâm diyarları küfür diyarına inkılâb etmişken, buradaki bir avuç Müslümanın, ben Türküm, ben Arabım, ben Kürdüm, ben Lâzım, ben Çerkezim gibi se­beblerle birbirine karşı muhabbet râbıtalarını zerre kadar gev­şetmeleri, hele düşmanlarımızın ayaklarını tâ kıblegâhımıza bastıkları bir sırada, cinnetten başka birşey değildir.”

Bu açıklamalardan sonra kavmiyetçilik dâvası güdenlere bir ibret dersi olarak Arnavutların acı akıbetini nazara vererek şöyle der :

“Din ve iman, akıl ve iz’an sahasından uzaklaşılsa bile, kavmiyet saâdetinin aldatıcı şerefi altında koşan Arnavud kardeşlerimizin başına gelen büyük musibet, bize müthiş bir ders-i ibrettir.”

‘Aynı sebebler, aynı neticeleri doğurur.’ kaidesine binâen, bu meslekte (ırkçılık dâvasında) devam ettiğimiz takdirde er geç bizim de başımıza gelecek musibet budur. Bu gidişle İslâm’ın son ilticâgâhı olan bu diyar, Allah (C.C.) korusun Arnavudluk gibi darü’l-küfre inkılâb edecektir.”54

Ayrıca, Ahmed Nâim Bey eserinde, kavmiyetçiliğin, İslâm Âlemi’ni bö­lüp parçalamada Avrupa’nın istimal ettiği en büyük bir silâh olduğuna da dikkatleri çekmiştir.

Bediüzzaman Said Nursî

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri; itikâdî ve imânî hakikatları, mantık ve muhakeme disiplini altında günümüz insanının anlayışına uygun olarak izah ve ispat etmiş, nadir-ül vücud bir şahsiyettir. İman hakikatlarının izah ve ispatı sahasında yeni bir metod getirmiş, akıl ve kalbin imtizaç etmesin­de muvaffak olmuştur. Akla hitabederken, kalbe de hisse vermiş, kalbe hi­tabederken de, aklı da nazara almıştır. Telif ettiği Risale-i Nur Külliyatı’nda, bir taraftan imana ait şüphe ve vesveseleri hakkıyla izale edici delil ve bur­hanlar serdederken, diğer taraftan da millet ve memleketin birlik ve bera­berliğini, uhuvvet ve muhabbetini perçinleyici kuvvetli ve muknî dersler vermiştir. Biz bu derslerden mevzumuz itibariyle sadece kavmiyetçiliğe ait kısımlardan nümûne olarak bazılarını zikredeceğiz.

Bediüzzaman Sâid Nursî Hazretleri, kavmiyetçilikle ilgili Hucurât sûresinin 13. âyetini Mektûbât isimli kitabında müstakil bir bahis olarak ele almıştır. Bu bahisten bazı kısımları nakledelim:

“Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki; yekdiğerinize karşı inkâr ile yabanî bakasınız, husûmet ve adâvet edesiniz diye değildir!”

Bediüzzaman Saîd Nursî Hazretleri âyet-i kerîmeye böylece mânâ ver­dikten sonra, âyet-i kerîmede işaret edilen “teârüf” ve “teâvün” düsturunu şöyle bir misâlle açıklar:

“Nasıl ki bir Ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar ta­burlar, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, her neferin muhtelif ve müteaddid münâsebâtı ve o münâsebâta göre vazifeleri tanınsın, bilinsin… tâ, o ordunun efradları, düstur-u teâvün altında, hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı îctimâiyeleri, â’dânın hücumundan masun kalsın. Yoksa tefrik ve inkisam; bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasemet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir. Aynen öyle de: Hey’et-i ictimâiye-i İslâmiye, büyük bir ordudur, kabâil ve tavâife inki­sam edilmiş. Fakat binbir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var. Halikları bir, Rezzâkları bir, Peygamberleri bir, Kıbleleri bir, Kitapları bir, vatanları bir, bir, bir, bir., binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir, birler; uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktizâ ediyorlar. Demek kabâil ve tavâife inkısam, şu âyetin ilân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir.. tenâkür için de­ğil; tahâsum için değildir!..”55

Kavmiyetçilik fikrinin Avrupa’dan geldiğini şu ifadeleri ile ortaya ko­yar:

“Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Husûsan des­sas Avrupa zâlimleri, bunu İslâm’lar içinde menfî bir sûrette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp, onları yutsunlar…”56

“Ben, ‘İslâm dini, kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.’ ferman-ı kat’îsiyle, eski zamandan beri menfî milliyet ve unsuriyet­perverliğe, Avrupa’nın bir nevi frenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazariyle bakmışım. Ve Avrupa, o frenk illetini İslâm içine atmış; tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun…”57

Said Nursî Hazretleri, “Müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti”nin kavmiyetçiliğe ihtiyaç bırakmadığını beyan ederek şöyle buyurur:

“Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon58 var­dır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o ka­dar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın! Evet, menfî milliyetin, tarihçe pek çok zararları görülmüş.”

“Ezcümle: Emevîler, bir parça fikr-î milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem Âlem-i İslâm’ı küstürdüler, hem ken­dileri de çok felâketler çektiler. Hem Avrupa milletleri, şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Alman’ın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka; Harb-i Umumi’deki hâdisat-ı müthişe dâhi, menfî milliyetin nev’-i beşere ne ka­dar zararlı olduğunu gösterdi. Hem bizde iptidâ-i hürriyette, -Bâbil kal’asımn harabiyeti zamanında‘tebelbül-ü akvam’ tâbir edilen ‘teşa’ub-u akvam’ ve o teşa’ub sebebiyle dağıl­maları gibi- menfî milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni ola­rak pekçok ‘kulübler’ nâmında sebeb-i tefrika-i kulûb, muh­telif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar, ecnebilerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfî milliyetin zararını gösterdi…”59

Bediüzzaman Hazretleri, İslâmiyet Milliyetinin mânâ, şümul ve müessiri­yet açısından yeterli olduğu ve bu râbıtaların kavmiyetçilikteki râbıtalardan çok daha râsih, metin, samimî, hasbî ve daimî olduğu görüşündedir. Bu görüşünü şöyle dile getirir:

“…İslâmiyet’in verdiği uhuvvet içinde, bin uhuvvet var; âlem-i Beka’da ve âlem-i Berzah’da o uhuvvet bâkî kalıyor. Onun için uhuvvet-i milliye, ne kadar da kâvî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa, onu onun yerine ikame etmek; aynı kal’anın taşlarını, kal’anın içindeki elmas ha­zinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakâne bir cinayettir.”

“İşte ey Ehl-i Kur”an olan şu vatanın evlâdları! Âltıyüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur’ân-ı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı mey­dan okuyup, Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur’ân’a ve İslâmiyet’e kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı defettiniz, tâ,

“Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.”(Mâide Sûresi, 5:54.)

âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşreb münafıkların desiselerine uyup, şu âyetin evve­lindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkma­lısınız!..”

“Cây-ı Dikkat Bir Hâl: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Şâir unsurlar gibi, müslim ve gayr-î müs­lim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dâhi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsurlarda dahî, hem müslim ve hem de gayr-i müslim var.”

“Ey Türk Kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş, ondan kabiî-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın! Bütün senin mâzideki mefâhirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği hâlde, sen şeytanların vesveseleriyle, desîseleriyle o mefâhiri kalbinden silme!..”60

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Avrupalıları körükörüne taklit ede­rek ırkçılık, kavmiyetçilik dâvası gütmeye karşı çıkmakta ve mes’elenin sosyoloik açıdan tahlilini şu şekilde yapmaktadır :

“Asya’da uyanan akvam, fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa’yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesatla­rı o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kâmet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa; tarzı, ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına, bir jandarma elbisesi giydirilmez! Bir ihtiyar hocaya, tango bir kadın libası giydirilmediği gibi…”

“Körükörüne taklid dahi, çok defa mas­karalık olur.” Çünkü:

“Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise; Asya bir mezraa, bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gi­demez. Kışla vaziyetiyle mescid vaziyeti bir olmaz.”

“Hem, ekser Enbiyâ’nm Asya’da zuhuru, ağleb-i hükemânın Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remizi, bir işaretidir ki; Asya akvamını intibaha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek; din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise, din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.”

“Saniyen: Dîn-i İslâm’ı, Hristiyan dînine kıyas edip, Av­rupa gibi dîne lâkayd olmak, pek büyük bir hatâdır. Evvelâ: Avrupa, dînine sahiptir. Başta Wilson, Loyd George, Venizelos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dînlerine mutaassıp olma­ları şahittir ki: Avrupa dînine sahiptir; belki bir cihette muta­assıptır.

“Salisen: İslâmiyet’i Hristiyan dînine kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır; o kıyas yanlıştır. Çünkü: Avrupa dînine mutaassıp olduğu zaman medenî değildi; taassubu terketti, medenîleşti.”

“Hem din, onların içinde üçyüz sene muharebe-i dâhiliyeyi (iç savaşı) intac etmiş. Müstebid zâlimlerin elinde avamı, fukarâyı ve ehl-i fikri ezmeye vâsıta olduğundan; onların umumunda muvakkaten dine karşı bir küsmek hâsıl olmuştu. İslâmiyet’te ise, tarihler şahittir ki, bir defadan başka dahilî muharebeye sebebiyet vermemiş.”

“Hem ne vakit ehl-i İslâm, dîne ciddî sahip olmuşlar­sa, o zamana nisbeten yüksek terakki etmişler. Buna şahit, Avrupa’nm en büyük üstadı, Endülüs Devlet-i İslâmiyesidir. Hem ne vakit, cemâat-ı îslâmiye dîne karşı lâkayd vaziyeti almışlar, perişan vaziyete düşerek tedenni etmişler…” 61

Bediüzzaman Hazretleri, saf ırk felsefesinin tamamen hayalî ve vehmî olduğunu ve millî birliği unsuriyetin değil, “dil, din ve vatan münasebeti”nin te’min edeceğini müdafaa eder:

“Şu dünya yüzü, husûsan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceratlara ve tebeddülata mâruz olmakla beraber; Merkez-i Hükümet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan son­ra, akvâm-ı sâireden pervane gibi çokları içine atılıp, tavat­tun etmişler. îşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakiki unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakikî ımsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki: Menfî milliyetçilerin ve unsuriyet­perverlerin reislerinden ve dîne karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din, bir ise; millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münâsebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dâiresine dahildir…” 62

Bediüzzaman Hazretleri menfî milliyetçilikte fazla hamiyetperverlik gösterenlere de şöyle seslenir:

“Eğer şu milleti ciddî severseniz, onlara şefkat ederseniz; öyle bir hamiyet taşıyınız ki, onların ekserisine şefkat sayıl­sın. Yoksa, ekserisine merhametsizcesine bir tarzda, şefka­te muhtaç olmayan bir kısm-ı kalîlin (azınlığın) muvakkat gafletkârâne hayat-ı ictimâiyelerine hizmet ise, hamiyet değil­dir. Çünkü: Menfî unsuriyet fikriyle yapılacak hamiyetkârlığın, milletin sekizden ikisine muvakkat faidesi dokunabilir. Lâyık olmadıkları o hamiyetin şefkatine mazhar olurlar. O sekiz­den altısı, ya ihtiyardır, ya hastadır, ya musîbetzededir, ya çocuktur, ya çok zaiftir, ya pek ciddî olarak âhireti düşünür müttakîdirler ki; bunlar hayat-ı dünyeviyeden ziyade, müte­veccih oldukları hayat-ı berzahiyeye ve uhreviyeye karşı bir nûr, bir teselli, bir şefkat isterler ve hamiyetkâr mübarek elle­re muhtaçtırlar. Bunların ışıklarını söndürmeye ve tesellilerini kırmaya hangi hamiyet müsaade eder? Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede millet yolunda fedakârlık!”63

Bu bahsi şu temenni ve müjde ile bitirir:

“Rahmet-i İlâhiye’den ümit kesilmez. Çünkü: Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve O’na bayraktar tâyin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemâatini, muvakkat arızalarla inşâallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idâme ettirir…” 64

Bediüzzaman Hazretleri, kavmiyetçilik fikrinin bir frenk illeti olduğunu şu şekilde ifade etmektedir:

“…Frenk illeti tabir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, Âlem-i İslâm’ı parçalamak için içimize bu frenk ille­tini aşılamış. “Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedâr bir hâlet-i ruhiye verdiği için, pek çok zararları ve tehlikeleriyle beraber, zevk hatırı için her millet cüz’î- külli bu fikre iştiyak gösteriyorlar.”65

“Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike ver­diği ve hürriyetin başında “Kulübler” suretinde büyük zararı görülmesi ve Birinci Harb-i Umumî’de yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiye’ye karşı istimal edilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler,  yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor…”66

Bediüzzaman, dinî râbıta yerine, millî râbıtaların esas olması halinde, adalete bedel zulme düşüleceğini, şöyle beyan etmektedir:

“Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takib etme­diğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünkü: Unsuriyet­perver bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez.

İslâm dini, kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.”**

fermân-ı kat’îsiyle: Râbıta-yı diniye yerine râbıta-yı milliye ikame edilmez; edilse adâlet edilmez. Hakkaniyet gider.” 67

Diğer taraftan Bediüzzaman Hazretleri hamiyetperverlik perdesi altında kavmiyetçiliği ileri sürenlerin iki kısım olduğunu nazara vermekte ve bu mevzuda aşağıdaki tahlili yapmaktadır :

“Tahribatçı ehl-i bid’a iki kısımdır:

“Bir kısmı -güya din hesabına İslâmiyet’e sadakat nâmına- güyâ dini milliyetle takviye etmek için, “Zaafa düşmüş din şecere-i nûrâniyesini, milliyet toprağında dikmek, kuvvetleş­tirmek istiyoruz” diye, dine taraftar vaziyeti gösteriyorlar.

“İkinci kısım; millet nâmına, milliyet hesabına, unsuriyete kuvvet vermek fikrine binâen ‘Milleti, İslâmiyet’le aşılamak istiyoruz.’ diye, bid’aları icad ediyorlar.”

“Birinci kısma deriz ki; Ey ‘sadık ahmak’ ıtlakına mâsadak biçâre ulemâ-üssû’ veya meczub, akılsız, cahil sofiler! Hakikat-ı Kâinat içinde kökü yerleşmiş ve hakaik-i kâinata kökler salmış olan Şecere-i Tûba-i İslâmiyet; mevhum, muvak­kat, cüzi, hususî, menfî… belki esassız, garazkâr, zulümkâr, zulmânî unsuriyet toprağına dikilmez! Onu oraya dikmeye çalışmak, ahmakâne ve tahripkârâne, bid’atkârâne bir teşeb­büstür.”

“İkinci kısım milliyetçilere deriz ki: Ey sarhoş hamiyetfüruş­lar! Bir asır evvel milliyet asrı olabilirdi. Şu asır, unsuriyet asrı değil’. Bolşevizm, Sosyalizm mes’eleleri istilâ ediyor; unsuri­yet fikrini kırıyor; unsuriyet asrı geçiyor… ebedî ve dâimî olan İslâmiyet milliyeti; muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlan­maz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da; İslâm milletini ifsat ettiği gibi, unsuriyet milliyetini dahî ıslah edemez, ibka ede­mez… Evet, muvakkat aşılamakta bir zevk ve bir muvakkat kuvvet görünüyor, fakat pek muvakkat ve âkıbeti hatarlıdır.”

“Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak su­retinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık, bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizânın iki gözünde bulunsa; bir batman kuvvet, o iki kuvvet ile oynayabilir; yukarı kaldırır, aşağı indirir.”68

Bediüzzaman’ın yukarıdaki ifadelerinden şu netice çıkmaktadır: Menfî mukaddime, müsbet netice veremez. Yani meşru olmayan birşey ile meşru olan neticeye gidilemez. Tabir-i diğer ile gayr-i meşru vâsıtalardan meşru neticeler istihsal edilemez. Gaye meşru olduğu gibi vâsıta ve vesile­lerin de meşru olması şarttır. Dinimiz ırkçılığı nehyetmiştir. Dinin nehyettiği bir şeyden istimdat edilmesi bir tenakuzdur. Unsuriyet fikri, zâtında vehmî ve hayalîdir. Bunun için dünyayı istilâ eden ideoloji ve doktrinlerin karşısında dayanamaz. Hem de toplayıcı ve birleştirici olmaktan uzaktır. İslâmiyet ise, toplayıcı, birleştiricidir, hakikat­tir, ebedîdir ve şümûllüdür. Buna binâen şarktaki din ve mukaddesatına bağlı bir kürt kardeşimiz; “Ben Türk değilim” diyebiliyor, fakat “Ben Müs­lüman değilim” diyemez, demesi vâki değildir. Bu sebeble Şark ve Garbı birbirine bağlayacak râbıta unsuriyet fikri de­ğil, ancak ve ancak İslâmiyet’tir.

Vatan ve millete ait mes’elelerde fevkalâde müteyakkız olan Bediüzza­man Hazretleri, bugünün mes’elelerini tâ o günden hissetmiş ve o devrin Cumhurbaşkanı ve Başbakanına hitaben şu mektubu kaleme almıştır:

“Reis-i Cumhura ve Başvekile,

“Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir bîçâre garib ihtiyar der ki: Size iki hakikati beyan ediyorum:”

“Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyet­kârâne ittifakını, bu millete kemâl-i samimiyetle, sürür ve re­fah ile kazanmanızı bütün ruh-u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşâallah dörtyüz milyon İslâm’ın sulh-u umu­miyesine ve selâmet-i âmmenin te’minine kat’î bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım. Otuz-kırk se­neden beri dünyayı ve siyaseti terkettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar-ı kalbinin sebebi:. Elli seneden beri îmanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur’ân’ın bu za­manda bir mu’cize-i mâneviyesi olan Risale-i Nûr’un Arabis­tan ve Pakistan’da her yerden daha ziyade te’siratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen miktarın üç misli Risale-i Nûr’un talebelerinin
o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir kapısında bu netice-yi âzimeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

“Saniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir teh­like verdiği ve hürriyetin başında “Kulüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci Harb-i Umumî’de yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere kar­şı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiye’ye kar­şı istimal edilebilir ve istirahat-ı umumîye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklan­na emareler görünüyor. Halbuki, menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde; evvelâ; başta Türk milleti dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İsiâmiyetle mezcolmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman ol­mayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplar’da da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyet’le mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyet’tir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-yi azimdir. Sizin bu def’aki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız inşâallah bu tehlikeli ırk­çılığın zararını defedecek. Ve dörtbeş milyon ırkçıların yerine, dörtyüz milyon kardeş Müslümanları ve sekizyüz milyon sulh ve müsaleme-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hristiyan ve şâir dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandır­maya tam bir vesile olacağına, ruhuma kanaat geldiğinden size beyan ediyorum.”

“Sâlisen: Altmışvbeş sene evvel bir vali bana bir gazete oku­du. Bir dinsiz müstemlekât nâzırı Kur’ân’ı elinde tutup kon­ferans vermiş. Demiş ki: “Bu, İslâm’ların elinde oldukça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tuta­mayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirmeliyiz, veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”

“İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsad komitesi bu bîçâre fedakâr, masum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de altmışbeş sene evvel bu cereyana karşı, Kur’ân-ı Hakîm’den istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir “Darü’1-fünûn-u İslâmiye” tasavvuru ile, altmış­beş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faidesi olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdat-ı mutlaktan ve dalâletin helâkin den kurtarmaya ve akvâm-ı İslâmiye’nin mabeynin­deki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk 

“Birinci vesilesi: Risale-i Nûr’dur ki; Uhuvvet-i imâniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsal­siz bir mazlûmiyet ve acizlik haletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâm’ın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da te’şirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyyûn ve tâbiiyyûn gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerhedememesidir. İnşâallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i îslâmiye’nin anahtarını bulan zâtlar, bu nıu’cize-i Kur’âniye’nin cilvesini âlem-i İslâm’a işittirecek­siniz.”

“İkinci vesilesi: Altmışbeş sene evvel Câmiü’l-Ezher’e git­mek istiyordum. Âlem-i İslâm’ın medresesidir diye, ben de o mübârek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kıs­met olmadı. Cenâb-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki; Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medre-se-i umumiye olduğu gibi; Asya, Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir Darül-Fünûn, bir İslâm Üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki, İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Tür­kistan, Kürdistan’daki milletleri, menfî ırkçılık ifsad etmesin.”

“Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile

“Ancak mü’minler kardeştirler.” (Hucurât, 49/10)

esasisinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünûnu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikıyla tam musâiâha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilâyat-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında “Medresetü’z-Zehra” mânâsında, Câmiü’l-Ezher üslûbunda bir Darü’1­Fünûn; hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam ellibeş senedir Risale-i Nûr’un hakaikına çalıştığım gibi, ona da çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah rah­met etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için yirmibin altın lira verdiği gibi, sonra ben eski Harb-i Umumî’deki esaretimden döndüğüm vakit Ankara’da mevcut ikiyüz meb ‘ustan yüz altmış üç meb’usun imzası ile yüzelli bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de, içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın 69 bir tah­sisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymettar bir üniversite­nin te’sisine herşeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ din-de çok lâkayd ve garblılaşmak ve an’anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler ki: “Biz şimdi ulûm-u an’ane ile ulûm-u diniyeden ziyade Garblılaşmaya ve medeniyete muh­tacız.” Ben de cevaben dedim:

“Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da ekser enbiyânın Asya’da, Şark’-ta zuhuru ve ekser hükemânın ve feylesofların garbda gelmelerinin delaletiyle Asya’yı hakiki terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garb-lılaşmak nâmıyla an’ane-yi İslâmiye’yi bıraksanız ve ladini bir esas yapsanız dahi, dört-beş büyük milletlerin merkezin­de olan Vilâyat-ı Şarkiye’de; millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikına kat’-iyyen taraftar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyle­yeceğim:”

“Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyet’e çok hizmet etmişler, sen onlara ne ni­yetle bakıyorsun?” Dedi: ‘Ben Müslüman bir Türk’ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü; tam imana hizmet ediyorlar.’ Bir za­man geçti (Allah rahmet etsin) o talebem ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bâzı ırkçı muallimlerden aldığı aksül-amel ile o da kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: ‘Ben, şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü sâlih bir Türke ter­cih ediyorum.’ Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki: ‘Türkler bu millet-i İslâmiye’nin kahraman bir ordusudur.’

“Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş mil-yon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere; bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım?.. Ve­yahut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka dü­şünmeyen ve uhuvvet-i İslâmi-ye’yi tanımayan sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hâli mi daha iyidir?.. Sizden soru­yorum!”

“İşte bu cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle garblılaşmak fikrini taşıyanlar, kalktılar imza ettiler. İsimle­rini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını afvetsin; şimdi vefat etmişler.”

“Râbian: Madem Reis-i Cumhur gayet mühim mesail-i si­yasiye içinde şark üniversitesini en ehemmiyetli bir mes’ele yapıp hattâ hârika bir tarzda altmış milyon liranın o üni­versiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiye’ye, eski hocalık his­siyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi orta-şarkta sulh-u umumînin temel-taşı ve birinci kal’ası olan bu üniversiteyi yine mesail-i azime-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması; elbette bu vatan, bu devlete, bu millete bu azim, faideli hizmeti verecek. Ulûm-u diniye bu üniversitede esas olacak. Çünkü; hariçteki kuvvet tahribatı, mânevîdir.. imansızlıkladır. O mânevî tahribata karşı atom bombası, ancak mânevî cihetinde mâneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir. Madem ellibeş sene bu mes’eleye bütün hayatını sarfetmiş ve bütün dekaiki ile ve neticeleri ile tetkik etmiş bir adamın bu mes’elede re’yini almak ve fikrim sormak lâzım gelirken; Amerika’da, Avrupa’da bu mes’eleye dair is-tişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu mes’elede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet nâmına sizden bekliyoruz.”

Said Nursî” 70

Yazar: Mehmed Kırkıncı, 12-7-2010

Dipnotlar:

44 İbn-i Âbidin, I. C, Cenaze Bahsi.
45 Şâfiî, Eli-Ümm, 6, 207; İbrahim Canan, İslâm Işığında Anarşi, s. 214-215, Cihan Yay.,. 1984.
46 M. Ertuğrul Düzdağ, Türkiye’de İslâm ve Irkçılık Mes’elesi, s. 176.
47 Fahreddin-i Râzî, Tefsir-i Kebîr, c. 28, s. 138.
48 İbn-i Kesîr, c. 4, s. 217
49 Hak Dini Kur’an Dili, c. 6, s. 4478-4479.
50 M. Ertuğrul Düzdağ, a.g.e., s. 175-176.
51 Bu yazılar, M. Ertuğrul Düzdağ’ın a.g.e., s. 176-77-78-79-80’den alınmıştır.
52 Mehmed Âkif, Safahat.
53 Irak’daki meşhur Babanzâde ailesine mensup olan Ahmed Naim Bey, 1872’de Bağdat’da doğmuş, ilk tahsilini Bağdat’da ikmal etmiş, diğer tahsil hayatını İstanbul’da tamamlamıştır. 1884’te Mülkiye Mektebi’ni bitiren A. Naim Bey, ayrıca Medrese tahsilini de tamamlamıştır. Çeşitli vazifelerden sonra, 1915 yılında Darü’l­Fünûn’da Müderrisliğe başlamıştır. Daha sonra, Darü’l-Fünûn Umum Müdürlüğü (Rektörlük) yapmıştır. Ayrıca Servet-i Fünûn mecmuasında da çeşitli mevzularda yazılar yazmıştır. Dinî, ahlâkî ve felsefî eserler vermiştir. Hayatının son devresinde Sahih-i Buharı Muhtasarı , Tecrid-i Sarih Tercümesi’ne başlamış, ancak iki cildîni tamamlamış, diğer ciltleri tamamlamasına ömrü yetmeyerek 1934 yılında Allah’ın rahmetine kavuşmuştur.
54 A. Naim, İslâm’da Dâva-yı Kavmiyet, s. 5-6.
55 Mektûbât
56 Mektûbât
* Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a: 26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4:69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403
57 Mektûbât
58 İslâm Âlemi şimdi bir milyardan fazladır
59 Mektûbât
60 Mektûbât
61 Mektûbât
62 Mektûbât
63 Mektûbât
64 Mektûbât
65 Emirdağ. Lahikası II
** Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a: 26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4:69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403.
66 Emirdağ. Lahikası
67 Mektûbât
68 Mektûbât
69 Bu mektup 1955 yılında imzalanan Bağdat Paktı münasebetiyle kaleme alınmıştır. O yılın parasıyla 5 milyon demektir.
70 Emirdağ Lahikası, c. II

Said Nursi Çağdaş İslam Düşüncesinde Bir Milad

Bediüzzaman’ın, çağdaş İslam düşüncesinde bir milad olduğu tezini öne sürüyorum.
Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin çağdaş İslam düşüncesinde milad olmasından kastettiğim şey, önce, kendisinden önceki bütün bir İslam düşüncesi fikriyatını ve fiiliyatını sil baştan tasvir, tarif ve tahlil etmiş olması ve sonra da, kendisinden sonraki kuşaklara İslam düşüncesinin nasıl bir görünüme, muhteva ve forma sahip olabileceğini göstermiş olmasıdır.
Bediüzzaman’a bu açıdan fazla yaklaşılmış değil.
Birinci Lem’a iki buçuk üç sayfalık bir metin ama böyle bir metin İslam düşünce tarihinde yok.
– Bu abartımı?
Şimdi söyleyeceğim:
  • Birinci Lem’a’dan biz hem İslam düşüncesinin hem çağdaş Müslümanların temel sorunlarının ne olduğunu anlayabiliriz.
  • Birinci Lem’a’dan çağımızda karşı karşıya kaldığımız sorunların nasıl çözümlenebileceğine ilişkin bir tarih felsefesi geliştirebiliriz.
  • Birinci Lem’a’dan bizim bu dünyaya söyleyebileceğimiz sözü nasıl söyleyeceğimizi gösteren bir estetik teorisi geliştirebiliriz.
  • Birinci Lem’a’dan bir belagat teorisi geliştirebiliriz. Bu inanılmaz bir şey!

Birinci ve İkinci Lem’a’yı sürekli dönüp dönüp okurum. Bir türlü tükenmiyor.

  • Bediüzzaman Hazretlerinin nebevi bir verasetin sahibi olduğunu bilmemiz lazım.
  • Bediüzzaman Hazretlerinin düşüncesinin nebevi bir düşünce olduğunu kavramamız lazım.
Nasıl ki, birinci medeniyet buhranını İbn Haldun’un geliştirdiği tarih felsefesi üzerinden aşmayı başardıysak; aynı şekilde, yaşadığımız ikinci medeniyet buhranını da, Bediüzzaman’ın varlığın, eşyanın ve hakikatin sil baştan Müslümanca bir bakış, duyuş, duruş, kavrayış ve düşünüşle anlamlandırılması için önerdiği iman hakikatleri tasavvuruyla aşabileceğimizi düşünüyorum.
Bediüzzaman Hazretleri Gazali’nin ilim sütununda yaptığını, İbn Arabi’nin irfanda yaptığını, İbn Haldun’un hikmette yaptığı yolculuğu alim, arif ve hakim şahsiyetleri ile şahsında bütünleştirmiş tek kişi.
Bediüzzaman’la ilgili ön yargı yıkıldı.
Hem İslami entelektüel çevrede hem de diğer entelektüel çevrelerde ön yargıların yıkıldığını düşünüyorum.
yusuf kaplanMuhterem Hocam, Bediüzzaman Hazretlerini, Risale-i Nurları ne zaman tanıdınız?
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin eserleri Risale-i Nurlarla ilk gençlik yıllarımda tanıştım. O zaman okuduğumda hiç bir şey anlamadığımı şimdi geriye dönüp baktığımda daha iyi anlıyorum.
Bediüzzaman’ın hala bu şekilde anlaşıldığını düşünüyorum. Anlaşılmakta zorlanıldığını düşünüyorum. Bediüzzaman ‘mana-yı ismi, mana-yı harfi’ diyor ya… düz bir algılama, okuma biçimi var. Bu algılama biçiminin ötesine geçemediğimi fark ettim daha sonra.
İmam Hatip’in ilk yıllarından itibaren, hatta İmam Hatip’ten önce de baya ciddi okuma yapardım. Çağdaş düşünce, çağdaş İslam düşüncesi, sonra edebiyat sanat okumaları…
O dönemde Beziüzzaman Hazretleriyle kurduğumuz ilişki, fikri bir ilişkiye dönüşmedi. Bunun nedenleri ne olabilir diye düşünüyorum; Bediüzzman’ın avami okunmuş, algılanmış olması. İslami kesimlerin de Risale-i Nurlara mesafeli davranması…
Fakat bu, benim Risale-i Nurlarla ilişkimi etkilemedi.Ama Risale-i Nurların fikri boyutunu kavramamı engelledi. Tabi o dönemde Risalelerin çapını anlamak da zordu açıkçası; onu da söyleyeyim. 20 yıl sonra 2000’li yılların başında Risale-i Nurları yeniden okumaya başladığım zaman başka bir şey çıktı karşıma.
Kişinin, insanın kendisini yetiştirebilmesi için önünü açacak, kendisine öncülük yapacak insanlara ihtiyacı var;bu bir arayış. İslam’la ilişkisi sıfırlanmış bir toplum var. 60’ların ortaları ve 70’lerden itibaren İslami eserlerin çeviri hareketleriyle İslami entelektüel yapı oluşmaya başladı. 80’lerden sonra artık cemaatler arasındaki ilişkiler biraz daha birbirinden beslenen ilişkilere dönüştü.
Belki benim Bediüzzaman’ı, Risale-i Nurları yeniden okumamda bunun kısmi bir etkisi oldu.
Biz bu dünyaya ne söyleyeceğiz?
Bizim bu dünyaya söyleyeceklerimizin olması lazım. Bu dünyaya söyleyecek bir sözümüz yoksa bu dünyada yaşamamızın da bir anlamı yoktur. Dolayısıyla bizim kendi kaynaklarımızdan yola çıkarak hem dünyanın karşı karşıya kaldığı temel varoluşsal sorunları hem de İslam dünyasının yaşadığı medeniyet krizinden sonraki temel sorunları anlamamızı ve aşmamızı sağlayabilecek ne söyleyebiliriz, nasıl bir yolculuk yapabiliriz: Fikri bir yolculuk. Bu sorunların izini sürünce, ister istemez Bediüzzaman çıktı karşıma.
Bediüzzaman’la alakalı ilk yazdığım yazıda söylemiştim. 2006 olması lazım. “Anahtar Bediüzzaman’dadır”.
O yazı Türkiye’deki entelektüel çevrelere Bediüzzaman’ın ulaştırılması açısından önemli bir yazı. Bediüzzaman’ın hem İslami çevrelere hem de İslami olmayan çevrelere ulaştırılması, iletilmesi açısından baya işe yaradı. Arkasından o süreçte Bediüzzaman ve eserlerine dair ard arda 8-10 yazı yazdığımı hatırlıyorum.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin gerek yaşadığı dönemdeki, gerekse kendinden önce yaşamış olan alimlerden farklı yönleri nelerdir?
Çağdaş Müslüman düşünürlerden bütün İslam dünyasına etkileri olan iki şahsiyet var. Biri İkbal, birisi Bediüzzaman. İkbal İngilizce yazdığı için yaygın. Bediüzzaman Hazretleri 10-15 senedir biraz daha Türkiye’nin dışında ilgi görmeye başladı.
Ama bence henüz düşünce dünyasının ufuklarına taşınmadı. Bu bizim için en büyük sorumluluklardan bir tanesi.
Bediüzzaman’ın, bizim Müslümanca bir zihne kavuşabilmemiz fikrini hallettiğini görüyoruz. Bediüzzaman’ın, çağdaş İslam düşüncesinde bir milad olduğu tezini öne sürüyorum.
Bediüzzaman’ın çağdaş İslam düşüncesinde milad olmasından kastettiğim şey, önce, kendisinden önceki bütün bir İslam düşüncesi fikriyatını ve fiiliyatını sil baştan tasvir, tarif ve tahlil etmiş olması ve sonra da, kendisinden sonraki kuşaklara İslam düşüncesinin nasıl bir görünüme, muhteva ve forma sahip olabileceğini göstermiş olmasıdır. Bediüzzaman’a bu açıdan fazla yaklaşılmış değil.
Neden anahtarın Bediüzzaman’da olduğunu gösteren en önemli şey bu?
Her insan çağının çocuğudur.Bize bir şey söyleyecek olan düşünür çağının ağlarını, bağlarını, kavramlarını, aşabilen ve çağ açabilen düşünürdür. Çağının ötesine taşabilecek yolculuk yapabilen bir düşünürdür.
Bediüzzaman, hem insanlığın sorunlarına ilişkin hem de Müslümanlığın insanlığa ne verebileceği meselesine ilişkin ortaya esaslı bir külliyat, fikriyat koyan kişidir.
Bediüzzaman’ı çağının çocuğu yapan, çağının düşünürü yapan, klasik dönemdeki Müslüman mütefekkirlerden ayırt eden, dolayısıyla bize hitap etmesini sağlayan şey; çağının temel varoluşsal sorunlarını, entelektüel sorunlarını, felsefi sorunlarını, ahlaki sorunlarını kavramış birisi olmasıdır.
Bu yüzden deizmin bütün insanlığı bir felakete sürükleyeceğini görüyor. Bu çok önemli!
Bediüzzman’ın bize, çağımıza, dünyamıza -sadece Müslümanlara değil bütün insanlığa- ne söylenebileceğini göstermesi açısından burası önemli.
Bediüzzaman’ın çağdaşı olan diğer Müslüman düşünürlerden ayrılan en önemli yanı, bizim klasik İslam düşünce geleneğinin son halkası olmasıdır. Biz şu an aslında bu gelenekle irtibatı koparmış durumdayız. İslam’ın ilim, irfan, hikmet geleneğiyle irtibatını koparmış durumdayız.
İlim, irfan, hikmet diyoruz ama bu kavramların içini de boşaltmış durumdayız. O yüzden bizim İslam düşünce geleneğiyle ilişkimiz sakatlanmış durumda. Biz,İslam düşüncesini bilmiyoruz. Sıkıntı orada.
Çağın bizim için ağ olduğunun, ağa dönüştüğünün farkında değiliz.“Çağ Körleşmesi”, “Semantik İntihar” diyorum, bundan kast ettiğim şey şu;
Çağ körleşmesinin bize sunduğu çıkmaz sokaklardan;
Birincisi; bütün insanlığın Batıya mahkumiyetidir.
İkincisi; bütün insanlığın kendinden mahrumiyetidir.
Yani bütün insanlık batılı, seküler, kapitalist bir düşünceye, var olma biçimine hapsolmuş durumda şu anda. Ekonomik, kültürel, entelektüel sınırlar ortadan kalktı. Küresel ölçekte hareket ediyoruz artık. Dünya küçüldü.Ama ölçeğin büyümesi ufkun genişlemesini doğurmadı. Tam tersine ölçek büyüdü, ufuk daraldı.
İnsanlar atomlara haps oldu. İnsanlar kendi dünyalarına, kendi fetişlerine, kendi hız ve haz ayartılarına haps oldu. Bütün dünyada yayılan kültür bu! Özellikle Amerikan kültürü üzerinden yayılan kültür, popüler, burger kültür bu. Yani bir anileşme bir tektipleşme öğretti. Bütün dünyanın Amerikanlaşması diyebiliriz buna. Bütün dünyanın sığlaşması!
Bediüzzaman Hazretlerini farklı kılan en önemli etken ise ümmileşmiş olması.
Batı uygarlığının insanlığı getirdiği noktayı, çağ körleşmesini aşabilmemiz için bizim ümmileşmemiz lazım. Ümmileşmekten kast ettiğim şey ise, bu çağ körleşmesinin bizi ağlarına haps eden prangalarını fark etmek. O prangalardan kurtulmak, hakikate -neyse o olarak- nüfuz edebilmek.
Şu an insanlık böylesi bir şeyden yoksun ama biz bütün insanlığa, “hakikate nüfuz edebilecek bir yolculuk” armağan edebilecek kanatlara sahibiz. Ben o yüzden şunu söylüyorum: “Bugün dünyaya söylenebilecek tek bir söz var. İnsanlığın ihtiyacını hissettiği tek bir söz var. O sözü söyleyecek olan biziz. Ama biz yokuz!” Avamın, havasın ve havassu’l-havassın ümmileşmesi.
O yüzden burada Bediüzzaman gibi şahsiyetlerin inanılmaz bir şekilde önümüzü açabileceğini bilmemiz lazım.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, çok zorlu bir dönemde fakat çağa damgasını vuran bir eser ortaya koydu. Risale-i Nurları telif etti. Risale-i Nurların İslam düşünce tarihindeki yeri nedir?
Çağımızda sadece Bediüzzaman Hazretleri’nin geliştirdiği iki dil var.
Birincisi şu: Bediüzzaman Hazretleri bütün İslam düşünce geleneğini deşifre etmiş birisidir. Şifresini çözmüş birisidir. Bunu çağdaşı düşünürlerde başarmıştır belli ölçüde.
Kimi kastediyorum? Mustafa Sabri Efendi’yi kastediyorum.
Kimi kastediyorum? Elmalılı Hamdi’yi kastediyorum. Mehmet Akif’i, Filibeli Ahmet Hilmi’yi, İzmirli İsmail Hakkı’yı, Ahmet Cevdet Paşa’yı, Said Halim Paşa’yı kastediyorum.
Ama ikincisini hiçbiri yapamamıştır, sadece Bediüzzaman yapmıştır.
Bediüzzaman Hazretleri’nin kurduğu ikinci dil; bütün bir İslam medeniyeti birikimini, münhasıran da tefsir, hadis, akaid, fıkıh, kelam, tasavvuf, felsefe, tarih, gramer, mantık, lisan gibi ilimlerden müteşekkil bütün bir İslam düşüncesi geleneğini harekete geçirerek yeniden-kurulmuş, yeniden inşa edilmiş bir dildir.
Dünya ve hayat tasavvurumuzun kaynağını oluşturan kavramlarımızın İslami bir düşünce inşası ameliyesi ile şifrelenerek yeniden deşifre edilmesi çabasıdır bu.
Kur’an’dan aldığı ilhamı, Kur’an’dan devşirdiği ruhu üflemiş ve yeni bir dil kurmuştur.
Yani Bediüzzaman Hazretleri’nin dilinin, Risale-i Nur külliyatının dilinin, Kur’an’ın dili olması meselesi biraz böyle bir şeydir. Eğer Bediüzzaman Hazretleri İslam düşünce geleneğini bilmemiş olsaydı, Kur’an’la doğrudan irtibat kuramazdı. Bu çok önemli bir şey! İslam düşünce geleneğini bilmeden doğrudan Kur’an’la irtibat kurmaya çalışanların hallerini görüyoruz. Ortaya çıkan vaziyeti görüyoruz. Yaşar Nuri Luther’ler ortaya çıkıyor.
Bediüzzaman, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde düşüncesini kuran, hem İslami ilimlere, hem de çağdaş dünyanın bütün dünyayı büyük uçurumların eşiğine fırlatan felsefi sorunlarına derinlemesine ve vukufiyetle vakıf, tek ve son düşünürdür: Yani anahtardır.
Ve her bakımdan anahtar ondadır. O yüzden, İslam’ın kapısını, İslam düşüncesinin kapısını, İslam medeniyetinin kapısını ve bütün bunları mümkün kılacak, her alanda, yeni İslami bir dil -esaslı bir duyuş, duruş, düşünüş, söyleyiş, yaşayış, kısacası varoluş biçimi- geliştirebilme çabasının kapısını Bedizüzzaman anahtarıyla açabiliriz ancak. Medeniyetimizin solmaya yüz tutan dilini, bu dile hayatını ve hayatiyetini kazandıran ruhu, ruh kökünü kavrayabilmek ve yeniden üretebilmek için Bediüzzaman’ı tanımak zorundayız.
Bir dil, Bediüzzaman’ın iki dil’i gibi, bir medeniyeti ifade ediyorsa ve bir medeniyetin -bütün boyutlarıyla- ifadesiyse hakiki bir dildir. Ve o dil üzerinden yeni yemişler devşirebilmek için yürünebilir ve yeni koridorlar açılabilir ancak.
Bizim Bediüzzaman’ı avami bir şekilde anlama çabasını artık bir tarafa bırakmamız lazım. Bediüzzaman, eserlerini sadece avam için yazmış değildir. Bediüzzaman heves için yazmadığı gibi, havas için yazmıştır. (Biraz esprili olsun diye böyle söyledim.) Risale-i Nur külliyatının havas ve havassu’l-havas düzeyinde de anlaşılması lazım. Bediüzzaman’ın ve Risale-i Nur Külliyatı’nın dünyanın düşünce ufkuna taşınması böylelikle olabilir. Öbür türlü mümkün olmaz.
Bütün büyük düşünürler, mütefekkirler çağ açan ve çağını aşan bir eser ortaya koymuşlardır. Aslında ilk bakışta çok sade bir metin sunarlar önümüze. Birazcık derinlemesine nüfuz etmesini bilirsek, derinlemesine nüfuz edebilecek duruma, bir düzeye ulaşabilirsek; aslında o sadeliğin arkasında müthiş bir deruniliğin şifrelendiğini görürüz, gizlendiğini görürüz.
Birinci Lem’a iki buçuk üç sayfalık bir metin ama böyle bir metin İslam düşünce tarihinde yok. Bu abartımı? Şimdi söyleyeceğim:
Birinci Lem’a’dan biz hem İslam düşüncesinin hem çağdaş Müslümanların temel sorunlarının ne olduğunu anlayabiliriz.
Birinci Lem’a’dan çağımızda karşı karşıya kaldığımız sorunların nasıl çözümlenebileceğine ilişkin bir tarih felsefesi geliştirebiliriz.
Birinci Lem’a’dan bizim bu dünyaya söyleyebileceğimiz sözü nasıl söyleyeceğimizi gösteren bir estetik teorisi geliştirebiliriz.
Birinci Lem’a’dan bir belagat teorisi geliştirebiliriz. Bu inanılmaz bir şey! Birinci ve İkinci Lem’a’yı sürekli dönüp dönüp okurum. Bir türlü tükenmiyor.
Bediüzzaman Hazretleri’nin ortaya koyduğu ikinci dil, yeniden İslam düşüncesini şifrelemiş olmasıdır. Yeni bir İslam tefekkür dili kurmuş olmasıdır, bunu şifrelemiş olmasıdır. Bediüzzaman’ın eserlerinde sistematik bir yapı yok. Belki bu yüzden biraz anlaşılamıyor.
Sistematik olmaması Risale-i Nur Külliyatı’nın bir açmazı değil, avantajıdır. Sistematik olmaması bizim için metnin zenginliği anlamına gelir. Sistematik bir metin şu şudur, bu budur diyecektir.
Sistematik olmayan bir metin daha sembolik, daha metaforik, daha deruni, şifreli bir dil kullanacaktır. Büyük kriz zamanlarında sistematik düşünürler bizi yanlış yerlere sürükler. Büyük varoluşsal kriz zamanlarında bize ihtiyaç olan düşünürler sistematik olmayan düşünürlerdir.
Bu metinle bugünden geçmişe, bugünden geleceğe doğru yolculuk yapabiliriz. Bunu Mesnevi-i Nuriye’nin bütününde görüyoruz. Aslında Bediüzzaman da bunu yaptığının farkında.
Peki, sizce İslam medeniyetinin yeniden ihyasında Risale-i Nur nasıl bir rol üstlenir?
Bediüzzaman Said Nursi’nin hem İslam düşünce geleneği içindeki yeri hem de insanlık düşünce geleneği içindeki yeri, üçüncü olarak da içinde yaşadığımız çağın düşünsel birikimi içindeki yeri anlaşıldığı ve keşfedildiği zaman nasıl kilit bir rol oynayacağını görebiliriz.
Müslümanlar, yaklaşık iki asırdan bu yana tarihlerinde tanık oldukları ikinci büyük medeniyet buhranı ile karşı karşıyalar.
Birinci medeniyet buhranı, 12. ve 13. yüzyıllarda İslam medeniyetinin Doğu havzasında Bağdat’ın Haçlı saldırıları ve Moğol istilasıyla birlikte düşmesiyle; Batı havzasında yine aynı zaman dilimi içinde Endülüs ve Mağrip’te önce büyük iç siyasi kargaşaların patlak vermesiyle, ardından Kurtuba’nın düşmesiyle birlikte yaşanmıştı.
Birinci medeniyet buhranı, siyasi bir buhrandı. Bu buhran, Osmanlı’nın bütün İslam dünyasını itikadi, içtimai ve siyasi olarak aynı anda birleştiren bir meydan okuma geliştirmesiyle birlikte aşıldı.
Birinci medeniyet buhranının yaşandığı zaman aralığı, İslam düşüncesinin Gazali ve Razi geleneğinde oluşumunu tamamladığı, kıvamını bulduğu ve dolayısıyla antik Yunan düşüncesi ve diğer medeniyetlerin düşünce geleneklerinden tam anlamıyla bağımsızlaşarak özgünlüğünü kazandığı bir zaman aralığıydı.
Medeniyet buhranının yaşandığı bu zaman aralığının Mağripte olmasına rağmen Gazali-Razi geleneğinde yetiştirdiği ve yaşanan medeniyet buhranını tasvir, tarif ve tahlil eden en büyük düşünür tarih felsefecisi İbn Haldun’du. İbn Haldun, geliştirdiği “asabiye” teorisi ve “umran ilmi” metodolojisiyle yaşanan medeniyet buhranının nasıl aşılabileceğinin ilkelerini sunmuştu.
Yaşanan medeniyet buhranı, siyasi bir buhrandı ve İbn Haldun da meseleyi asabiye teorisiyle tam da yaşanan buhranın kendisini tezahür ettirdiği sorun alanları üzerinden kurmuştu. İbn Haldun’un çıkış yolu önerisi, Mağrip’te ya da Maşrık’ta değil, Osmanlı’da karşılığını bulmuştu.
Osmanlı, itikadi, içtimai ve siyasi toparlanma, yekvücut olma ve bütünleşme projesiyle bugünkü İslam dünyasının “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” omurgasını çatmış ve böylelikle, bu üç dinamiğe dayanan bu omurga üzerinden geliştirdiği meydan okumayla İslam medeniyetinin yaşadığı birinci büyük buhranı aşan bir medeniyet hamlesi ve atılımı üretmişti.
Son iki-üç asırdan bu yana yaşadığımız ikinci büyük medeniyet buhranı ise, nedenleri bakımından siyasi bir buhran değil, İslam’la ve hakim seküler paradigma ile aynı zamanda yaşanan epistemolojik ve ontolojik kopuş biçiminde ortaya çıkan daha derin bir medeniyet buhranı.
İslam tarihinde yaşadığımız ilk sarsıcı fetret dönemi. Hem İslam’la, hem de hakim seküler paradigmayla çift yönlü bir temassızlık yaşadığımız, İslam’la ve hakim paradigmayla kurduğumuz ilişkinin simülatif -sığ, sathi ve sahte- bir ilişki olarak tezahür ettiği bir fetret dönemidir bu ikinci büyük medeniyet buhranının bizi getirip bıraktığı nokta.
Dolayısıyla siyasi çöküş, yaşadığımız ikinci medeniyet buhranının nedeni değil, epistemolojik ve ontolojik kopuşun kaçınılmaz bir sonucudur.
Şu an ihtiyacını hissettiğimiz düşünür profili, bize siyasi bir “çıkış yolu” sunacak bir düşünür profili değil; epistemolojik ve ontolojik kopuşu tasvir, tarif ve tahlil ederek bu kopuşun nasıl aşılabileceğini gösterebilecek çok yönlü bir düşünür profilidir.
İşte Bediüzzaman Hazretleri, bu düşünür profilinin en önemli, en velut ve düşüncesinin çapı ve derinliği hala yeterince keşfedilemeyen ve önümüzdeki bir veya iki kuşak sürecinde çarpıcı şekillerde ancak keşfedilebilecek olan yegane temsilcisidir.
Nasıl ki, birinci medeniyet buhranını İbn Haldun’un geliştirdiği tarih felsefesi üzerinden aşmayı başardıysak; aynı şekilde, yaşadığımız ikinci medeniyet buhranını da, Bediüzzaman’ın varlığın, eşyanın ve hakikatin sil baştan Müslümanca bir bakış, duyuş, duruş, kavrayış ve düşünüşle anlamlandırılması için önerdiği “iman hakikatleri” tasavvuruyla aşabileceğimizi düşünüyorum. Benim bu fikri geliştiriş noktam da burası zaten. Bediüzzaman Hazretlerinin bizatihi kendisi.
İkinci büyük medeniyet krizi sürecinde ilim, irfan, hikmet yani alim, arif ve hakim süreçlerinde ve sütunlarındaki rol, bugün çağımızda en muhkem şekilde, en sofistike şekilde Bediüzzaman tarafından oynanıyor. Yani Bediüzzaman Hazretleri Gazali’nin ilim sütununda yaptığını, İbn Arabi’nin irfanda yaptığını, İbn Haldun’un hikmette yaptığı yolculuğu alim, arif ve hakim şahsiyetleri ile şahsında bütünleştirmiş tek kişi.
Asıl mesele bu. Mesnevi-i Nuriye kilit rol oynuyor burada. Enteresan bir kitap Mesnevi-i Nuriye. Mesnevi-i Nuriye milad bence. Risale-i Nur Külliyatı’nın miladı. Kendisinden önceki dönemi de temsil ediyor kendisinden sonraki döneme de hazırlıyor. Bu benim yorumum. Hem alim hem arif, hem hakim Bediüzzaman’ın özelliklerinde bir eser gibi. Ben Mesnevi-i Nuriye de öyle bir şey görüyorum açıkçası.
Medresetü’z-Zehra projesi çerçevesinde Bediüzzaman Hazretleri’nin “Vicdanin ziyası, ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder” sözlerini size göre nasıl anlamalıyız?
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bilim felsefesini en güzel şekilde yapmış bir alim. Batıdaki bilimin nasıl ilahi boyutlardan arındırılmış, ilahi ilkelerden arındırılmış, seküler bir bilim olduğunu acayip bir şekilde tartışıyor zaten. Bediüzzaman Hazretlerinin nebevi bir verasetin sahibi olduğunu bilmemiz lazım. Bediüzzaman Hazretlerinin düşüncesinin nebevi bir düşünce olduğunu kavramamız lazım.
Risale-i Nur Külliyatı’nı bir bütün olarak anladığımız zaman Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’dan İslami ilimlerle Batı biliminin birleşmesini kastetmediğini anlayabiliriz. Bu uyduruk bir şeydir.
Burada bence asıl kastedilen; bir medeniyet fikrinin geliştirildiğini, İslam medeniyetinin neşv ü nema ettirecek bir ilim geleneği kurduğumuzu düşünün; bu geleneğin içinde Tarih de var, Fizik de var, Matematik de var, Metafizik de var, Kur’an’dan Hadis’ten beslenen ilimler de var.
Biz, ilim geleneğimizle irtibat kuramadık daha. Asıl mesele bu.
Bediüzzaman Hazretleri’nin öyle bir sıkıntısı yok. Bediüzzaman Hazretleri’nin böyle bir sıkıntısı varmış gibi algılıyoruz aslında. Bediüzzaman Hazretleri’nin kastettiği şey; pergelin ayağını vahye sabitleyerek pergelin diğer ayağı ile bütün ilim geleneklerine, medeniyet tecrübelerine açılmak. Batı bilimini olduğu gibi almak değil. Olduğu gibi alıp mezc edemezsin. Bediüzzamanın çatır çatır tartıştığı bilimin felsefi sorunlarını, Batı felsefesine ilişkin kurduğu cümleleri anlamamışsın demektir. Bir şekilde göz ardı ediyoruz demektir. Düz bir İslam ve Batı bilimi sentezi değildir yani. Bediüzzaman Hazretleri’nin dayandığı nebevi zemini iyi görmemiz lazım.
Yapılan yanlışlıklardan biri de şuydu; “Bediüzzaman Hazretleri Kur’an’ı modern bilime doğrulatıyor”. Bediüzzaman Hazretleri pozitivist dolayısıyla… böyle bir algılama biçimi var. Bu çok yanlış. Bediüzzaman Hazretleri kevni ayetleri okuyor. Yaprağın, ağacın, toprağın, insanın, kainatın muazzam işaretler, deliller sunduğunu, esmanın nasıl tecelli ettiğini anlatıyor. Bu kevni ayetler ile pozitif bilim aynı şeyler değil.
Biz bir şekilde pozitif bilimi kevni ayetlerden yararlanarak okuyabiliriz ama bu ayartıcı bir şey. Yapılan hata şu: “Bilim şunu ortaya koymuştur. Kur’anda bunu söylemiştir.” Bilim geçicidir. Hele modern bilim seküler bilimdir. Bunun altını çiziyorum bu çök önemli bir şey. Bugün bilim üniversal bir şey değil. Karl Popper bilimin yanlışlanabilirliğine özellikle dikkat çekiyor. Yani yanlışlanabilen şey bilimdir. Kur’an’ın, vahyin evrensel yapısını seküler bilime, yanlışlanabilir, değişken bir yapıya doğrulatma çabası çok tehlikeli bir noktaya çıkartır bizi. Asıl sıkıntı bu.
Bediüzzaman Hazretleri İslam dünyasında kabul gürmüş bir alim olduğu halde -Türkiye’den çıkan bir alim olmasına rağmen- Türkiye’de yaşayan aydınlar Risale-i Nurları tanımakta ya da kabullenmekte neden bu kadar geç kaldı? Özellikle de akademik camia…
Risale-i Nur ile irtibatı olanların sistem tarafından işkenceye tabi tutulması, yasaklı hale getirilmesi Türk entelijansiyasının biraz ürkmesine yol açtı. Uzak kalmasına yol açtı. Seküler kesimler hiç ilgilenmedi. İslami kesimler de biraz korktu herhalde.
Diğer İslami kesimlerde ve İslami entelektüel camiada Risale-i Nurlara ilgisizliğin sebebi Risale-i Nurların avami bir kitap olduğu zannedilmesi. Bir fikri boyutunun, derinliğinin insanlığa verebileceği, insanın tefekkür yolculuğuna kazandıracağı şeyin görülememiş olması ve ihmal edilmiş olmasıdır.
Bediüzzaman’a konan bu pranga, entelektüel duvarın yıkıldığını düşünüyorum. Gazetede Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında yazdığım yazıların şöyle bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. En azından Bediüzzaman’la ilgili ön yargı yıkıldı. Hem İslami entelektüel çevrede hem de diğer entelektüel çevrelerde ön yargıların yıkıldığını düşünüyorum. Gazetede daha çok teorik yazılar yazdığım için bütün çevrelerin okuduğu yazılar çıkıyor.
Peki, özellikle İlahiyat camiasının ilgisizliği hakkında ne söylersiniz?
Risale-i Nurlarla ilgilenmiyorlar, ilgilendikleri zamanda avami bir şekilde ilgileniyorlar. İster ilahiyattan olsun ister ilahiyatın dışından olsun herhangi bir profesör arkadaşın Risale-i Nur’dan anladığı şeyle ortalama birinin Risale-i Nur’dan anladığı şeyin çok da farklı olduğunu görmedim ben. Böyle bir arıza var. Burada ilahiyatların vebali çok büyük. Sadece Risale-i Nur için değil, İslam düşüncesinin, İslam düşünce geleneğinin anlaşılmasında da vebali çok büyük.
Risale-i Nurlar önümüzde ve biz Risale-i Nurlardan İslam düşüncesine yeniden gidebiliriz. Risale-i Nurlar İslam düşünce geleneğinin sorunlarını yeniden görmemizi, çağın sorunlarını görmemizi ve okuyabilmemizi sağlayabilir. Bu anlamda ufkumuzu açabilir.
Biz yapıp ettiklerimizden sorumluyuz. Her insan, çağının çocuğudur. Bir düşünür de çağının çocuğudur. Bir düşünürün çağının ağlarından kurtulması yeni bir çağ açması ile mümkündür. Bediüzzaman bu açıdan kilit roldedir. Bu açıdan ilgi görmesi gerekir.

Yusuf Kaplan

Mülakat: Muhammed SEMİZ – İrfan Mektebi

Bediüzzamandan Tebrik..

“Evvelâ: Sizin Leyle-i Mi’racınızı bütün ruh u canımla tebrik ederim.” (Ş: 499)

“Sizin mi’racınızı tebrik ve Mi’rac Sahibi’nin (A.S.M.) sünnet-i seniyesine sizi ve bizi tam muvaffak eylemesine rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz.” (K: 252)

“Umum kardeşlerime birer birer selâm ve kârı binler olan Leyle-i Mi’racınızı tebrik ederim.” (E: 40)

“Leyle-i Mi’racınızı tebrik ve içinde ettiğiniz duaların makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden niyaz ederiz.” (Em: 15)

“Seksen sene bir manevî ömr-ü bâki kazandıran şuhur-u selâsenizi ve mübarek kudsî gecelerinizi ve leyle-i regaibinizi ve leyle-i mi’racınızı ve leyle-i beratınızı ve leyle-i kadrinizi ruh u canımızla tebrik ve herbir Nurcunun manevî kazançları ve duaları umum kardeşleri hakkında makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden rica ve hizmet-i Nuriyede muvaffakıyetinizi tebrik ederiz.” (Em: 121)

“Siz Üstadımızı hasta hallerinde pek fazla meşgul ettiğimizden kusurlarımızın affını ayrı ayrı rica eder, Cenab-ı Allah’tan şifalar dileriz ve Leyle-i Mi’racınızı tebrik ederiz.” (Hn: 151)

 

Bediüzzaman Said Nursi

www.NurNet.Org

Evlenmeden Önce Mutlaka Okuyun

Genç nesillerin düşmana ihtiyacı yok; onlar kendi kuyularını elleriyle kazıyorlar. Birçoğunun belki hiçbir geleceği olmayacak; bugünkü çizgilerini aynen devam ettirdikleri takdirde, nesilleri, kendileriyle beraber sona erecek.
Gençlerimiz evlenemiyorlar — eş yokluğundan değil, alternatif çokluğundan. Tüketim çağının getirdiği “maksimize etme” alışkanlığıyla, tıpkı bir kazağın en iyisini en ucuza alabilmek için birkaç düzine mağaza dolaşır gibi, hayallerindeki eşi bulabilmek için de yaptıkları görüşme ve elemelerden elleri boş dönüyorlar. Adaylardan kiminin yaşı, kiminin kaşı, kiminin boyu, kiminin soyu aranan özellikleri tutmadığı için, ellerindeki sayılı yılları sayısız aramalarda harcamaya devam ediyorlar. Sonuç:
Her iki tarafta da birbirini arayan, fakat bir türlü buluşamayan eş adayları.
Veya bir tarafta hayat arkadaşını bekleyenler, diğer tarafta da mümkün olan en karlı alışverişi yapmak için pazar araştırması yapan tüketiciler.
Ve mutlu bir yuvanın kuruluşunda harcanmaya layık iken beyhude arayışlarla heba olan hayatın en güzel yılları.
**
Son yıllar, eş seçiminde aranan özelliklere bir de “elektrik” şartını ekledi. Eş adayları evliliği beyaz eşya türünden bir alet olarak gördüklerinden midir, bilinmez, ama artık trafolarda aranacak şeyi birbirlerinde arıyorlar; çoğu zaman da görüşmeler, öyle uzun boylu kaş-göz, boy-pos değerlendirmelerine girişmeden, kısa ve net bir ifadeyle sona eriyor: “Elektrik alamadım.”
Belki de bu, karşı tarafa “Senin şu tarafını beğenmedim” demekten biraz daha haysiyet kurtarıcı bir formül sayılabilir; ama yine de bir arızanın işaretini vermiyor mu? Pek muhtemeldir ki, elektrik alamayan gencin devrelerindeki bir arıza, akımın iletilmesini engellemiş; yahut alınan elektrik, uyaran çokluğu ve aşırı yüklenme yüzünden duyarsızlaşan bünyelerde bir tesir uyandırmamış olsun.
Ne olursa olsun, söz konusu geçici bir beraberlik değil, sonsuza kadar sürmesi beklenen bir aile olduğuna göre, bu işi anlık voltaj ölçümleriyle belirlemeye kalkmak kadar yanlış bir yöntem düşünülemez. Ömürler gençlik hülyaları içinde geçecek değildir; zaman içinde hayatın inişleri ve düşüşleri de yaşanacak, hastalık ve ölümler, sıkıntı ve darlıklar başa gelecek, bu arada ilk günün voltajı çoktan düşmüş olacaktır. Anne veya babanız bakıma muhtaç hale geldiğinde, vaktiyle servi boyuna veya ela gözüne bakarak alıp eskittiğiniz dilberden nasıl bir davranış göreceksiniz?
***
Eğer bugünün gençleri — özellikle dindar gençler — yarının adı sanı unutulmuş, nesilleri kesilmiş yoklukları haline gelmek istemiyorlarsa, bir an önce Batı medeniyetinin kendilerine biçtiği “tüketici” rolünden sıyrılıp “mü’min” kimliğine kavuşmak zorundadırlar. Kadere inanmak da imanımızın bir rüknüdür; bunu unutmayın ve yaşanacak bir hayatın bütün ayrıntılarına hakim olmak gibi bir hevese kendinizi kaptırmayın. Böyle yaparsanız, hayatın en ağır yükünü omzunuzdan atmış olacaksınız, buna inanın.
Hiç mi araştırmayalım diyeceksiniz.
Araştırın. Fakat öyle uzun boylu araştırmayın. Gözünüz geçici değil, kalıcı özelliklerde olsun. En önemlisi, “Benim seçtiğim eş” olarak değil, “Allah’ın benim için yazdığı arkadaş” olarak bakın. O zaman, bilinmeyenler, tıpkı sürpriz bir armağan paketi gibi, bu seçimi sizin için daha da hoş hale getirecektir. Bu tavsiyelerimiz, ebediyete talip olanlar ve huzurlu ve mutlu bir yuva kurmak isteyenler içindir.
Başına bela alıp da hayatını zehir etmek isteyenler ise daha iyisini arayadursunlar. Eğer bir yanlışlık yapıp da evlenecek olsalar bile, ömürleri boyunca “daha iyilerini”görmeye ve yapmış oldukları seçim için hayıflanmaya devam edeceklerdir.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de evliliği şu şekilde tarif eder ;

“Evet insan, bir refikaya veya bir refike muhtaçtır ki, tarafeyn, aralarında, hayatlarına lazım olan şeyleri muavenet suretiyle yapabilsinler. Ve rahmetten neş’et eden muhabbet iktizasıyla, yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler. Ve gamlı, kederli zamanlarını, ferah ve sürura tebdil edebilsinler. Zaten dünyada insanların tam ünsiyeti, ancak refikasıyla olur.” 

İnternette tıklanma rekoru kıran bu resmin gördüğü ilgi, hepimizin içinde yatan bir özlemi yansıtıyor. Batı medeniyeti kendi değerlerini bizim zerrelerimize kadar işlemek için ne kadar uğraşırsa uğraşsın, varlığımızın ta derinlerindeki birşeyler, bize, asıl özenilecek değerlerin orada değil, bizim olduğumuz yerde bulunduğunu fısıldamaya devam ediyor. Ve o fısıltı, fırsat bulduğu anda, dünyanın bütün gürültülerini bastırarak kendisini bize dinletiyor.
***
Resim, iki güzelliği bir arada önümüze seriyor. Bunlardan birisi, yaşlılığın güzelliğidir. O da, Yer ve Gökler Rabbinin bahar mevsiminde dağları ve ovaları boyamakta kullandığı gelincik ve sarı çiçeklerden meydana gelen bir fon üzerinde sunulmuştur.
Yaşlılık, Batı’nın batıl ölçüleri içinde, güzellik kavramıyla en son barışabilecek bir hadisedir. Çünkü onların gözünde değer ifade eden güzellikler ancak maddi güzelliklerdir; o da zaman içinde pek çabuk tükeniverir. Gençlik geçer, sağlık elden gider, güzellik yerini günahların çirkin izlerine terk eder. Fakat Batı medeniyeti yaşlıları bütünüyle gözden çıkarmak da istemez; çünkü onlar da cepleri boşaltılacak bir kesim olarak ortada durmakta, hatta ömür ortalamasının artmasıyla birlikte sayıları da artmaktadır. Onun için, tüketim toplumunun mühendisleri, yaşlılara birşey pazarlayacakları zaman, önce onları “genç olduklarına” ikna ederler, sonra da onların genç gibi yaşamak için muhtaç oldukları şeyleri kendilerine satarlar.
Bizim dünyamız ise hep güzelliklerle doludur. Burada sadece güzellikler yer değiştirir, o kadar: gece ile gündüzün ve mevsimlerin güzellikleri gibi. Gençlik de giderken yerini yaşlılığın güzelliklerine bırakır. Bu yüzdendir ki, onların yaşlıları çirkinleşirken, bizde yaşlananlar daha başka güzelliklere bürünürler. Simasını yılların secdeleriyle nurlandırmış ak sakallı bir dedenin yahut beyaz yemenili bir ninenin mübarek yüzünden daha fazla seyredilmeye layık hangi şey vardır bu dünyada?
***
Resmin ikinci güzelliği, bir muhabbet tablosu halinde karşımızda beliriyor. Fakat bu arzi, beşeri, maddi bir sevgi değil, başka alemlerden kokular taşıyan İlahi bir muhabbettir. Onun da adresini ayet-i kerimeden alıyoruz:
“Hemcinslerinizden kendilerine ısınacağınız eşler yaratması ve aranıza muhabbet ve merhamet vermesi Onun ayetlerindendir.” (Rum, 30:21.)
O muhabbet semadan anne ile babanın arasına iner, fakat orada kalmaz. Çocukların her biri ile anne ve baba arasında ayrı ayrı bağlar halinde çoğalır. Derken kardeşler arasında, derken her bir evlat ile teyzeler, halalar, amcalar, dayılar, dedeler, nineler arasında ayrı ayrı sevgi bağları olur. Bu rahmet ve muhabbet deryasında her bir fert, kendisini sayısız sevgi haleleriyle kuşatılmış bulur.
Liste böylece uzayıp giderken, hiçbir muhabbet, bir diğerinin kefesinden birşeyi noksanlaştırmaz. O muhabbetlerin hepsi de semavi ve nurani bir kaynaktan beslendikleri için, bölünmekle eksilmez, bilakis paylaşıldıkça artarlar. Yaşlanan ve yıpranan bedenlerin de böyle bir muhabbete zararı dokunamaz; yarım asır sonra o muhabbeti, daha da renklenmiş ve zenginleşmiş olarak, bir gelincik demeti halinde elden ele, gözden göze alınıp verilirken seyredebilirsiniz.
***
Bir gelincikte bütün gelincikleri, bir baharda bütün baharları birden gören gözler, bir dede ile ninenin muhabbet alışverişinde de kainatın bütün muhabbetlerini birden seyredebilirler. Zerreler aleminde parçacıkları, göklerde yıldızları birbirine bağlayan şey, o semavi hakikatin cemadat diline tercümesinden başka nedir ki? Bunlardan birine elektrik, diğerine çekim gücü adını veren bilim, bir tabloyu bize anlatmış olmaz, sadece tablonun bezinden, boyasından, tahtasından bahsetmiş olur, o kadar.
Ebedi hayat arkadaşları arasındaki muhabbet alışverişini bir “elektrik” hadisesi olarak görenlerin de cemadat lisanından zişuur lisanına yükselmedikçe bu hakikati anlamaları pek güçtür.

Ümit Şimşek

Risale Ajans

Ahmed Kalkan’a Cevaplar!

Nurculuk ve Gülen Hareketinin Din Anlayışı/Ahmed Kalkan isminde ki videoda Selefi ve Tekfirci anlayış ve islamoğlu ve bayındır ağzı ile konuşan videoya cevaptır.

Bu vatandaş ezbere ve mustafa islamoğlunun ve a. bayındırın ve selefi/vehhabi/harici ve tekfirci ağızla ve bunun önüne koyulan metni papağan gibi okumaktadır.

1 – Kendi karman çorman hatıraları ile bir şeyler anlatıyor.

2 – 25. dk de dediği yeri “risalelerin her harfine 20 sevap verilir”

3 – imanla kabre girmek meselesi ise okuduğumuz iman hakikatleri insanın manevi aleminde perçinleşip şeytanın insanın imanını çalamamasıdır.

4 – f. gülen ile nurculuk arasında bir bağ ve bağlantı yok.

5 – 25.48’de kur’an ayetlerinin sayıları yanlış vurgulanmış demekte ama, önüne koyulan metinde kaç tane olduğu yazmadığı için bu sakallı m. islamoğlu ve varyentalleri gibi mesnedsiz konuşmaktadır.

6 – 26.00 dk de kur’anda adı geçiyor mesele ise: bu sakallı arkadaş ne diyor ebced hesabı ile diyor. yani ebced hesabı denk geliyor. yani bu ebced hesabı bir realitedir.

7 – 27 de dediği “kendisine vahy geliyor..” bediüzzaman hayata iken kendisine bu yaftayı chp zihniyeti yapmıştı. bu sakallı arkadaşta chp’nin yolunda yürüyerek böyle bir dahiyi – AKLINCA ÇÜRÜTMEYE VE YERİNE KENDİSİNİ KOYMAYA ÇALIŞMAKTA-

bediüzzaman asla sahte peygamberlik iddiasında bulunmamıştır.

ihtar edildi, hatırlatıldı manasındadır. daha ihtar ile ilhamı veya vahyi ayırt edemeyip geçip öyle artistlik olsun diye konuşması kendisini gülünç duruma düşürmekten öte bir şey değildir.

8 –  F. GÜLEN’İN RÜYA MESELESİ İSE: bizce de bu üfürüktür.

9 – 29.16 da: KALKAN DİYOR Kİ “Cehennem’de vücudumu büyüt kafirlere yer kalmasın diyor” demiş bediüzzaman için.

BEDİÜZZAMIN ESERİNE BAKALIM: “”Cehennem’de vücudum o kadar büyüsün ki, ehl-i imana yer kalmasın. Sözler SH: ( 757 )”

Burada gene KALKANIN müfteri olup, iftira ettiği ve kitapları okumadan islamoğlu gibilerin iftira, zırva, düzmece açıklamalarını tekrar ettiği ortadadır.

Bu iftiralar da ona kul hakkı olarak ahirette yeter zaten.

Cehennemle alakadar :   https://www.youtube.com/watch?v=I8YBSYIUbN8

30.42: KALKAN: “cehenneme atılmaya hazırlar.” demekte cehenenmin 7 mertebesinin özelliklerini bilmemesinin ifade edilmiş bir halidir. Bu kadar fedakarım manası da çıkmaktadır buradan.

10 – 29.45te insanları kurtarmak için, iftira, yalan gibi şeyler söyleyelim kısmı gene KALKAN’ın iftira ve hezeyanıdır.

BEDİÜZZAMAN BİR ESERİNDE YALAN (KİZB) HAKKINDA DİYOR Kİ:

kizbin şiddet-i kubh ve çirkinliğine işarettir. Bu işaret dahi, kizbin ne kadar tesirli bir zehir olduğuna bir şahid-i sadıktır.
Zira kizb küfrün esasıdır.
Kizb nifakın birinci alâmetidir.
Kizb kudret-i İlahiyeye bir iftiradır.
Kizb hikmet-i Rabbaniyeye zıddır.
Ahlâk-ı âliyeyi tahrib eden kizbdir.
Âlem-i İslâmı zehirlendiren ancak kizbdir.
Âlem-i beşerin ahvalini fesada veren kizbdir.
Nev’-i beşeri kemalâttan geri bırakan kizbdir.
Müseylime-i Kezzab ile emsalini âlemde rezil ü rüsvay eden kizbdir.
İşte bu sebeblerden dolayıdır ki; bütün cinayetler içinde tel’ine, tehdide tahsis edilen kizbdir.
                       İşarat-ül İ’caz ( 82 )11- 30.53: KALKAN: Bi sürü hurafeler söz konusudur. demekte.  vehhabiliği reddettiği; şefaat, vesile kılmak.. gibi şeyleri kastediyor.

şefaat ve vesile kılmak ehl-i sünnet itikadında vardır. kendisi sanırım vehhabi/harici olduğu için bu kavramdan yoksundur.

ŞEFAATİ REDDEDEN MAHŞERDE ŞEFAATTEN MAHRUM KALSIN.

12 – 31’DE KALKAN DİYOR Kİ: “LA ‘  SIZ islam” yani kelime-i tevhiddeki MUHAMMEDURRASULULLAH’sız demek istiyor.

BEDİÜZZAMAN’A BU MEVZUDA YAPILAN SUALDE İSE:

“Peygamber’i işiten ve davasını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenab-ı Hakk’ı tanımaz. Onun hakkında, yalnız Lâ ilahe illallah kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez.

kâinatın medar-ı fahri ve nev’-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar olamaz ve Allah’ı tanımaz. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter.
Mektubat ( 336 ) “13 – GÜLENİN Gemi mevzuu gibi şeylerde israil yanlısı beyanda bulunması bizlerinde hoşuna gitmeyip, yanlış bulmaktayız.

14 – ecevit için şefaat ise bir gülenin bir safsatasıdır.

15 – 4.35′ te: kendi şahsına münhasır bir yapısı var.  demekte. evet, nurculuk bir tasavvufi veya harici anlayış değildir.16 – 5. 40’ta anlatırken f. gülen’den anlatırken sanki kendisini nurcu gibi taktim edip, gülen üzerinden nurculara yüklenmek manası gizli olarak bulunmaktadır. gülen nurcu değil ve hareketide nurculuk değildir.

17 – 6.40’ta ise: f. gülen nurculuğu modernize ederk ileri götürdü. demekte kalkan. Lakin nurculuğun asliyetini ve tarzını bozmak ve Risaleleri üzerinde tahrifat yaparak veya elemanlarının yapmasına sessiz kalarak nurculuğa en çok darbe vuran kişi veya grup başkanıdır.

18 – 7. dk lerde güleni medih ederek şişirip sanki nurculuğun Bediüzzamandan sonra üstadı, hocası gibi göstermek istemektedir. taki gülene tabi olan gülenistlerin ve içlerine giren ajanların oyunları ile olan hataların hepsini NURCULARA YIKMAK İÇİN GÜLENİ ŞİŞİRMEKTEDİR.

19 – 7.00-7.08 ARASI Kalkan diyor ki: Kur’an ve Sünnete çok zıt anlayışlar vardır” deyip neler olduğunu söylememekte sadece ben bir şeyler söyleyim de ya tutturursam anlayışı hakimdir.

20 – 7.30 ve 8.15 lerde insanları cahillik ve korkaklıkla itham etmektedir. kimse tarikat ve nurculuğa eleştiri getirmemekte demekte.Burada Kalkan GÜLEN ile NURCULUĞU AYNI GÖSTERMEK ÇABASINDAN ÖTE BİR ŞEY YAPMAMAKTA.

21 – 8.40 LARDA Risaleleri eleştiren kimseler yok deyip basılmamış ve var mı yok mu belli olmayan kimse ve kitapları öne sürmektedir. HALBU Kİ O KAYAK GÖSTERDİĞİ KİTAPLARIN İÇERİSİNDEKİ YERLERİN HEMEN HEPSİ UYDURMA METİNLERDEN OLUŞMAKTA OLUP, RİSALELERLE ALAKASI YOTUR.

22 – 9.30LARDA halen güleni nurcuların hocası, abisi veya mümessili göstermeye çalışığ gazeteler de şöyle böyle demektedir. Halbu ki nurcular değil gülen ve tarzı gazetelerde eleştirilmektedir.

Nurcuların siyaset prensipleri bellidir.

23 – 11.10 larda KALKAN’ın dediği Türkçe istikla Marşı.. vs söylemeleri  hizmet olarak anlaşılmakta demekte. HALBU Ki biz nurcularca bunların bir ehemmiyeti yok, gülen ve adamları için ise bilemem o onların anlayışı.

24 – 11.40larda gülen için RiSALELERE BAĞLI DEMEKTE. Bunun böyle olmadığını RiSALELERİN TARZINA TERS HAREKETLERLE GüLEN KENDİSİ GÖSTERMEKTEDİR.

25 – 12.50 LERDE Bediüzzamanın keramet göstermesi vs.. mesellerde ise Bediüzzaman bu tip şeylerden kesinlikle kaçınmış ve bunlar fani ve geçici şeyler olduğunu söylediğini Baediüzzamanı okuyanlar görecektir.

Netice-i Kelam ise: Ahmet KALKAN bu videoda selefi/vehhabi/harici ve tekfirci anlayışla F. Güleni NURCULARIN YENİ ÜSTADI, HOCASI GİBİ GÖSTERMEYE ÇALIŞIP, GÜLEN VE ADAMLARININ HATALARI İLE NURCULARI VURMAK VE NAZARLARDAN, KIYMETTEN DÜŞÜNMEK İSTEMEKTEDİR.
ELİNDE OKUDUĞU METİN İSE, BAYINDIR VE İSLAMOĞLU GİBİ selefi/vehhabi/harici ve tekfirci anlayışa sahip kimselerin baştan sona iftiralarla düzmecesi olan sözüm ona kitaplardandır. önüne konan metni okuyan Ahmet KALKAN ise hakikatle alakası olmayan bir silik şahsiyettir.
Bu reddiyeyi yapmayı Risale-i Nur talebesi olarak kendime vazife addettim.
Selam  ve dua ile
Muhammed Numan ÖZEL
Risale-i Nur Araştırma Merkezi
Yozgatnur
www.NurNet.Org