Etiket arşivi: Bilim ve İlim

Bilimsellik Düşüncesi’nin İnanç Esasları veya Bilim’in Batıl İnançları

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R. Â. ) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Önceki haftalarda: “Kâinattaki varlık ve faâliyetleri inceleyip, anlamlandırırken; yani eşyaya bakışımızı inşa ve gözlemimizi ifade ederken; ya ‘fail Rabbi ve işleteni var(mış) veya yok(muş) gibi bakılabileceği ve bunun (var – yok’un ortasının olmaması gibi) orta ve objektif bir referans ve gözlem – ölçüm noktası;nesnel ve tarafsız ve olgusal bir ifade biçimi; yani kâinatın tarafsız ve objektif veya agnostik olmamıza izin verebileceği nötr ve renksiz alanlar yok” demiştik, buradan devam edelim.

İnanç ve değer’den bağımsız ve tarafsız, yani objektif ve nesnel gözlem ve ifade biçimi olamamasının sonucu olarak: Bilimsel Yöntem ve Bilimsellik Kriterleri, yaptığı gözlem ve ölçümler ve bunların ifadesinde [önbilgi veya öninanç veya önkabül veya önvarsayım olarak “Allah var(mış)”ı doğru kabul etmeyip, bilâkis “Allah yok(muş)”u doğru saydığı için]; “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” inançlara göre bir kâinat kurgu ve tasvirinin izah ve ispatı üzerine döner! Bunun sonucu olarak; Bilim’in en basit bir gözlem – ölçüm ve bunun Bilimsel İfade ve sunumu bile, bu batıl inanç ve hurafelerinin delil – ispatıymış gibi şekillendirilip, sunulur! Yani en doğru ölçüm sonuçları bile, bu amentülerine meşruiyet ve onay sağlamak için kullanılır! (Zaten en tehlikeli ve aldatıcı yalan; içinde doğru taneleri de barındıran yalandır! İçindeki doğrularla insanları çekip, avlarlar; böylelikle kazandıkları bu itibar, itimat, krediyle de; avlarını diğer yalanlarına inanmaya hazır hâle getiririrler!)

Yani Bilim’in, Bilimsellik Kriterleri uyarınca; “bu bu olay ve sonuçları, şu şu sebep – mekanizmalarla olmakta ve oluyor” tarzındaki deterministik (yani yatay sebep – sonuç ilişki ve nedensellik şablonu bağlamında) ifade ve tasvirleri, arka plânda; “bu iş, eser ve sonucunu (var olsa bile!) Allah yapmıyor; bu faâliyete Allah karışmıyor; görüldüğü gibi, evrendeki varlık ve işleyişe O’nun müdahale etmesine ihtiyaç ve zarurette yok; herşey O’ndan bağımsız şu şu sebep – mekanizma – kurallarla işleyebilir ve işler!” ateist ve materyalist sinsi mesajını bilinçaltımıza gönderip, derin mesaj olarak zihnimize işler!

Bilimsel İfadeler’in arka fonunda, bilinçli kulağımızın işitemeyeceği frekanstaki bu gizli ve derin ve sessiz fısıltı; bilincimizin filtre ve antivirüs programlarına takılmadan, direkt bilinçaltımıza girer ve burada da pasif durmayıp; zihinde, kendisiyle çelişen tüm bilgi ve inançları bozar ve siler; silemese bile, bunların etki ve yaptırım gücünü zayıflatıp, sıfırlar!

Elhasıl din ve milliyet, ülke veya ideolojiden bağımsız olarak tüm dünya ve çağımıza hâkim olan Modern Bilim’in bu Felsefesi; yani bu Bilimsellik Kriterleri; yani Bilim’in bu “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” inancı ve bu inanca göre (yani bu inanç doğru ve ispatlanmış ve yapılan gözlem – deneyler de bu yöndeymiş gibi) Bilim’in kurgulayıp, zihnimize inşa ettiği eşyanın neden – nasıl – sonuç ve işleyiş tasvirleri; yani bu inancın delil – ispatıymış gibi yapılandırılan Bilimsel İfadeleri; yalın ve çıplak ateizm ve materyalizm veya misyonerlik faaliyetlerinden çok daha tehlikelidir!

Çok daha tehlikelidir, çünkü Bilim’in bu telkin ve tekrar, mesaj ve propagandaları; sinsi ve gizli ve bilinçaltı kod / ifadelerle çalışıp, zihne ilka edilir! Üstelik bunu tarafsızlık ve objektiflik, nesnellik ve olgusallık iddiasıyla yaptığı için; bu Bilimsel tasvir ve ifadeler, bu iddiaya inananların zihninde herhangi bir filtre ve savunma hatlarına takılmadan; muhatapların zihin ve kâlp dünyalarında aziz bir misafir gibi buyur ve kabul edilir!

Kâinat hakkındaki gözlem – ölçümlerimiz ve bunların işleyiş ve neden – nasılı hakkında hipotez ve teoriler inşa edip, açıklamalar geliştirirken; eşya ve işleyişinin tarafsız ve agnostik olmamıza izin verebileceği nötr ve renksiz alanlar yok; dolayısıyle objektif bakış açısı ve tasvir, gözlem ve ifade biçimi de yok ve mümkün değil; yani birşeyi ‘ya Yaratıcı ve işleten faili var(mış)’ veya ‘yok(muş)’ gözler ve tasvir ve ifade ederiz. Bu açıdan; eşyayı ‘Rabbimiz yok(muş)’ gibi anlamlandırıp, tasvir ve nedenselleyen ‘science’ anlamında ‘Bilim’ ile ‘data – information – knowledge’ anlamında ‘bilgi / ilim’i ayırmak ve aralarındaki farkı görmek önemli” sözümüzü biraz daha açalım:

Yani düzenli bir fiil / faâliyet, işleyiş ve sonucunu anlatıp, tasvir eden herhangi bir cümle (mantıken vegramer olarak) fail ve özneye atıf yapmadan kurulamayacağı için; kâinat ve içindeki cansız ve şuursuz “madde”nin hareket ve işleyişini gözleyip, ölçerken de; bu fiil ve sonuçlarının fail ve özne ve ustası olan Rabbimiz’e atıf yapma zorunluluğu vardır. Aksi hâlde, o varlık ve işleyiş ve sonuçlarının failsiz ve öznesizolarak olabileceği ve olduğunun (yani olanların da, sadece bu mümkün’ün gerçekleşmeşinden ibaret olduğunun) ispatının yapılması zorunluluğu vardır! Veya Allah yerine; “tabiat, tesadüf, içgüdü, madde, enerji, uzun zaman” gibi sahte fail veya nedenlerin, Bilimsel İfadelere eklenmesi ve bunun ispatı zarureti vardır!

Halbuki önceki Yazılarımız’da da dediğimiz gibi: Olanlar (mes’elâ şapkadan tavşan çıkması gibi yumurtadan kuş çıkması veya topraktan ağaç – meyve çıkması veya insanın içinden insan çıkması veya cansız atomlardan canlı hücre çıkması veya gezegenlerin boşlukta dönmesi veya atomların stabilite ve dengesi veya elementlerin birleşiminden, bambaşka özellik ve yapıda varlıklar yaratılması gibi şeyler)“mümkün” olduğu için olmuyor; devamlı olageldiği için biz “mümkün(müş)” zannediyor ve inanıyoruz! Yani “mümkün”ün tanım ve kapsamını biz, gene çevremizde olanlardan oluşturuyoruz!“Mümkün ki oluyor, mümkün olmasa olmazdı, oluyor demek ki mümkün” diye mantık yürütüyoruz! Halbuki“olanların olmasının mümkün olabileceği” ve “olanların da, bu mümkün’ün gerçekleşmesi olduğunun” delil – ispatı olarak, olanların olmasını göstermek; apaçık bir mantık hatası, yanlış bir akıl yürütme; bir totoloji ve kısır döngüdür!

Elhasıl gerek yöntem ve gerekse tavır olarak, gerek felsefesi ve inancı gereği; “Bilim(sellik)”, mertçe kimliğini göstermez ve mertçe saldırmaz! İçi başka, dışı başkadır! Bundan daha enteresan olanı: Bilim’in bu ateist Bilimsel İfadeleri; bu izah ve tasvir, kavram ve terminolojileri; inananlar için de, itikadlarının biçimlenmesi ve ispatında hiyerarşide en üst sıraya yerleştirilerek, itikadlarının delil ve ispat, onay ve meşruiyet makamı olarak kullanılıyor! Dinimiz esas tutulup; Bilim, İslâmiyet’e arz ve onaylatılıp, tercüme edileceğine; İslâmiyet, Bilim’e tercüme ve bükültülmeye çalışılıyor!

Halbuki Bilim’in deney, gözlem ve ölçümlerini ifade ederken, bu ateist – materyalist hurafelerine göre şekillendirdiği Bilimsel Cümle ve Teoriler; bu batıl itikadına göre yaptığı kurgusal kâinat tasvirleri; Bilim’in bu mesajlarındaki gizli ve sinsi virüslere karşı bağışıklık ve antivirüs programları olmayan biçare ma’sumların inanç dünyalarında; aşınma ve çatlak, zayıflama ve bozulmalara yol açar ve açıyor!

İçindeki cızırtı ve parazit ve virüslerden dolayı temiz olmayıp; yani bilince görünen anlamının dışında, arka plânda bilinçaltımıza da ayrıca başka alt mesajlar gönderen bu Bilimsel İfadeler’in defalarca tekrar ve telkini; bu Kirli Mesaj ve Yanlış Bilgi Virüslerine maruz kalan kişilerin zihinlerinde, kendi inanç ve değerlerine karşı bir güvensizlik ve “acaba?” sorusunun doğmasına neden olur! Sonuçta; aslı astarı olmayan bir yalanın bile defalarca tekrar ve değişik kaynaklardan işitilmesi; kişinin en emin olduğu bir konuda bile “acaba?” sorusunun doğmasına neden olabilir ve olur!

“İslâm”ı da “dinlerden bir din” olarak görerek; yani “hak – batıl”, “doğru – yanlış”, “ispatlanabilir – ispatlanamaz” ayrımı yapmadan; yani dinimizi, bozulmuş veya insan tarafından üretilmiş tüm din ve inanç, felsefe veya görüşlerle aynı kefeye koyarak; yani hepsini “inanç” başlığı altında eşitleyip, toplayarak; kendini de “bilgi / kesin bilgi” olarak ayırarak; böylece kendini hiyerarşik olarak en üstte (onlardan üstün ve ayrı, farklı ve özel!) konumlandıran “Bilim”; teknolojik başarılarından da aldığı sahte özgüven ve kibirle; kendi inanç ve hurafe, safsata ve mugalatalarını kabul ettirmeye çalışır; ne yazık ki ekser insanda da muvaffak olur!

Mevcut Bilim’in ateist ve materyalist Bilimsel Yöntem ve Kriterleri; bilgi ve keşif ve araştırmanın tüm haklarını da gaspederek, kendi patent ve tekeline alır; üstelik kendi araştırma kapsamı dışındaki veya onayını almayan tüm bilgi ve inanç, din ve anlayış biçimlerini (üstelik kendi kabul ettiği Bilimsel Yöntemine göre bile yanlışlanıp yanlışlanamadığına ve doğrulanıp doğrulanamadığına bile bakmadan ve sınamadan; yani doğru olduğuna inandığı kendi Bilimsellik Kriterlerine bile uymayıp!); “hurafe ve dogmatik; bilgi ve bilim dışı; evrende gözlenemez; delil ve ispatı, gözlem ve ölçümü yapılamaz; bilgi değil, körükörüne inanç” diye damgalayıp, etiketler! Yani kendine rakip veya alternatif veya üstad olarak kimseyi kabul etmez! Yani başka bilgi edinme ve anlamlandırma ve anlayış yöntemlerinin olabileceğine ve olduğuna ihtimâl bile vermez! Bunları kendine yardımcı ve tamamlayıcı bir unsur olarak bile görmez! Yani şerik ve ortak kabul etmez!

Bunun sonucu olarak, yani dünyada geçerli ve yaygın bu tek tip Bilim sayesinde; günümüzde din ve ideolojiden, ülke ve milliyetten bağımsız olarak herkes, kâinat ve hâdiselere; “türlü sebep ve mekanizma, süreç ve enerjilerle kendi kendine işleyen otomatik bir makina; evrimsel veya determine iç dinamikleriyle kendi kendine (kimseye muhtaç olmadan) çalışan bir sistem; türlü program ve kanunlarla çalışan bir bilgisayar” metaforuyla; yani Rabbimiz’den kopuk ve ilgisiz bakıyor!

Bunun sonucu olarak; yazı – yazar nedenselliği, resim – ressam bağlantısı, Mona Lisa – Da Vinci ilişki ve çağrışımı zihnimizde sağlıklı çalışırken; kâinat düzleminde “Allah – Kâinat – İnsan” bağlantı ve çağrışımları (Bilim sayesinde veya en çok Bilim’in katkılarıyla!) koparılmış ve kopmuş veya karartılmıştır!

Yani Bilim’in ateist ve materyalist, determinist ve natüralist hurafeleriyle zehirlenip, hastalandığımız için; “kâinattaki her varlık ve işleyiş, faâliyet ve sonucu; hem de herhangi bir fail ve özneye ihtiyaç ve zaruret duymadan; neden ve nasıl’ı, niçin ve niye’si izah ve tasvir edilip, açıklanabiliyor(muş!)” hezeyan ve sanrıları görüyoruz! Yani resim – ressam, yazı – yazar, fiil – fail, eser – müessir, isim – müsemma zarureti; kâinat düzleminde geçerli olmadığına inanıyoruz!

Örneğin: Kuşları, Rabbimiz’in gücü değil; havanın kaldırma gücünün uçurduğuna inanıyoruz! Örneğin: Gezegenleri boşlukta, direksiz tutan ve döndüren ve uçuran ve birbiriyle dengede, çarpıştırmadan, ahenk ve ölçüyle gezdirenin Allah’tan kaynaklanan veya yaratılan kudret ve kuvvet değil de; “kütle”den kaynaklanan “kütleçekimi kuvveti” olduğuna inanıyoruz!…

Bilimsel İnançların belirlediği ve tanımladığı bu Bilim’in bize tasvir edip, zihnimizde inşa ettiği; yani gerçeklikle ilişkisi olmayan bu Sahte ve Sanal Kâinat Simülâsyonu sayesinde; Kâinat Kitabı’ndaki âyetleri (“Yaratan Rabbimiz’in adıyla ve ismiyle” Alâk Suresi) artık okuyamamaktayız! Çünkü mevcut Bilim, bizi başka (sahte “sebepler”, vehmî ve zihnî “mekanizmalar”, hayalî “tabiat”, sadece ismi olan “tesadüf” adına; yani ateist ve materyalist, determinist ve natüralist) bir okuyuşa mecbur ve mahkûm etmiştir ve ediyor!

Elhasıl Bilim’in yaptığı tüm tasvirler, gösterdiği tüm sebepler; “Bu olayın fail ve öznesi kim?” sorusunu sordurmamak ve eskaza bu soru akla gelirse; “fail ve öznesi, yok; buna zaruret ve ihtiyaçta yok” hurafesinin izah ve ispatı üzerine kurgulanmıştır.

Bu ilüzyon ve senaryonun temelsizliğini göstermek; yani Bilimsell(lik) Düşüncesi’nin zihin ve hayâl dünyamıza çizip, kurguladığı bu “Sahte ve Sanal Evren Modeli”ne karşılık; “İslâmî (B)İlim”in gösterdiği “Gerçek (Reel) Kâinat”ın karşılaştırılması; yani Kurgu’nun, Gerçek’le imtihan edilmesi gerekiyor! Bunun için de önce mevcut Bilim’in eksik ve yanlış ve zararlarının gösterilmesi, safsata ve tuzaklarının deşifre edilmesi, hurafe ve batıl inançlarının ortaya çıkarılması gerekiyor ki; İslâmî (B)İlim’e niçin zaruret ve ihtiyacımız olduğu anlaşılsın.

Bilim’in Yanlış Bilgi Virüsleri’ni zihnimize enjekte eden Bilimsel İfadeleri analiz edilip, deşifre edilmedikçe; yani bilincimizin işitemeyeceği düşük frekansta (yani fısıldayarak, sessizce) gizlice bilinçaltımıza taşıyan bu Bilimsel Truva Atları teşhis, tespit ve temizlenmedikçe; gözümüze çarpan, zihnimize yansıyan apaçık âyet ve hidayet mesajları bile görünmez veya bozulur veya te’sir etmez! Yani aynamızı temizlemeden, ışığı alamayız! Hastalıktan şifa bulmadıkça, yediğimiz içtiğimiz bize faydalı olmaz. Kirli su boşaltılmadan, temiz su alınamaz. Bozuk ve yürümeyen arızalı arabaya, benzin fayda vermez ve çalıştırmaz. Maddesel bedenimizin temizlik ve sıhhatine dikkat etmemiz gibi, hatta daha fazla; manevî beden ve organlarımızın da sağlığına dikkat etmeliyiz.

Öyleyse “bilim(sellik)” düşünce ve felsefesinin doğduğu ve dayanıp, temellendiği “varlık” ve “bilgi” anlayış ve nazariyesi (yani epistemoloji ve ontoloji, teoloji ve metafiziği)nin analiz ve çözümlenmesi gerekmektedir.

Öyleyse Bilim’in kulağımıza üfleyip, bilinçaltımıza işittirdiği; yani bizi hipnotize edip, inandırdığı; bu sihir ve ilüzyona benzeyen (yani kandıran ve uyutan; olmayanı, olur gibi gösteren; nazar ve zihnimizi teshir edip, yönlendiren); bu “Bilimsel Yöntem ve İfadeleri”ndeki “gizli telkin” ve “program(lama)” ve “Yanlış Bilgi Virüsleri”ni tanıma ve buna göre bir aşı ve tedavi geliştirme zarureti vardır.

Bu ilüzyon ve safsata ve tuzaklardan birisi, belki en birincisi: Kâinatı parçalayarak, insan zihin ve nazarını bu kesret ve çokluğa dağıtmak; sonra da o insanı bu parçalarda boğmaktır! Yani Bilimsel Bilim “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” batıl inançlarına aklı ikna etmek ve kalbe küfür ve şirk virüsünü enjekte etmek için, kâinat ve eşyayı ve içindeki işleyişi ufak parçalarına ayırır; tâ ki ufaladıkları bu şeyleri, yanındaki diğer şey(ler)e; sonraki aşamada da kâinatın tümünü sebeplere dağıtmakta zorluk çekmesinler! Böylece varlığın varlık ve işleyiş ve sonucunu, Rabbimiz’den kopartmakta zorluk çekmesinler!

Rabbimiz’in fiil ve eserlerini parçalayıp, tek tek sebeplere dağıttıktan sonra; bir de “(tesadüf ve zorunluluk) x (madde ve enerji)”yi toplayıp; çıkan sonucu “uzun zaman”la çarpıp, zamana yaydıktan sonra; üstüne biraz “tabiat, içgüdü, kanun, mekanizma, basınç, çekim, ısı, vs. ” soslar ekleyerek; böylece Rabbimiz’e de (eğer varsa ve olsa bile!) kâinatın başlangıcında ufak bir “İlk Sebep” rolü bağışlarlar!

Daha sonra “var, yok; yokta, var olmaz” gibi teori ve nazariyelere geçerek; oradan da “paralel sonsuz süper evrenler” gibi metafiziğe intikâl ederek; elhasıl ilgili ilgisiz türlü atlama – sıçramalarla; o İlk Sebep Tanrısı’na da ihtiyaç ve zaruret ol(a)mayabileceğine dair şüpheyi zihne fısıldarlar! Buna benzer türlü sebep ve vesvese, zan ve evhamlar, aklî ve vehmî imkân ve ihtimâller sıralayarak; yani başlangıçta Rabbimiz’e “şirk”in yollarını döşeyerek; oradan da “küfür ve inkâr”a çıkan yolu kolaylaştırırlar!

Yani kâinatı parçalayarak; böylece Rabbimiz’e fiil ve icraat, tedbir ve icadında ortak ve aracı, türlü sebep ve vasıtalar araya sokarak; O’na sadece başlangıçta “Yaratıcı” ve “İlk Neden Tanrısı”(!) olarak ufak bir rol verdikten sonra; artık tümden red ve inkâra, tek bir adımlık mesafe bırakırlar! Çünkü sözlerinin sonuna: “Eğer kâinat(lar) başlangıçsız, yani sonsuzsa; herhangi bir Yaratıcı ve İlk Sebebe zaruret kalmayabilir” ekler veya fısıldarlar!

Yani şirk’ten (yani Rabbimiz’in ulûhiyyet ve icraat ve rububiyetine ortak ve aracı ve vasıtalar ekledikten) sonra, küfür ve red ve inkâra gitmek çok daha kolaydır! Tıpkı bizi dünyada “ebedîyen yaşayacağımıza” inandıramayan şeytan ve vehmin; bunu başarmak için, bizi “yarın da ölmeyip, yaşayacağımıza” inandırmasının ve yarın oluncada, diğer yarın için de aynı sözü söyleyip, aynı taktiği kullanmasının çok daha kolay ve basit, inandırıcı ve çeldirici olması gibi!…

Rabbimiz’in öyle bir vasıf ve ismi olmamasına rağmen, O’na sadece kâinatın başlangıcında bir İlk Neden sıfatı vererek; güya Rabbimiz “Otomatik Evren Makina / Bilgisayarını kurmuş, artık tüm inşa (varlıktan yaratma) ve ibda (hiçten yaratmayı); ‘madde–enerji, evren, evrim, zaman, tabiât, tesadüf, kuvvet, sebepler, kanun, paralel evrenler’ yapabilir ve yapmaktadır!”

Bilim’in çeldirici mesajlarına maruz kalan zavallı ben de; Bilim’in Bilimsel Yöntemlerle gözleyemediği, uzay – zamanın bile olmadığı kâinat veya kâinatların başlangıcından gelen zayıf, soluk bir ışıkla; bilmem kaç ihtimâl hesapları ve sabitelere sığınarak; böylece imanımı soldurmayıp, ayakta tutmaya çalışacağım! Veya Bilim’in nedenselleyemediği ve açıklayamadığı bazı şeylere bakarak; “İşte bunun nedeni Allah; bunu Allah yapıyor; bu iş O olmadan olamaz!” diyerek; güya iman ve itikadımı Bilim’in determinasyon ve nedensellik saldırılarından koruyacağım!

Rabbimiz’in fiil ve eserlerini parçalayıp, tek tek sebeplere dağıttıktan sonra; yani Bilimsel Bilim’in bize anlattığı bu masala göre; “yağmur buluttan, elma topraktan, ısıtma ve aydınlatma Güneş’ten, zararlı ışın ve göktaşlarından korunma atmosferden kaynaklanmaktadır! Yani bu “yağmuru indirme, elmayı yaratma ve rızık olarak verme, koru(n)ma ve muhafaza” gibi fiil ve sonuç ve eserlerine; Bilim’in gösterdiği bu sebep ve nesne, süreç ve mekanizmalar, “sebep” ve “yetersebep” olabilmekte olup; bu sebeplere (veya bu sebeplerden başka) herhangi bir başka fail aranması gereksiz ve saçmadır! Yani iman ve itikadımızı temellendirip, sabitleyebileceğimiz kâinattaki herşeyi elimizden almaya çalışmaktadır mevcut Bilim ve Bilim(sellik) Felsefe ve Yöntemi!

Bilimsel İfadelerde tasvir edilip, nedensellenen Evren Modeli’ne göre; bütün bunların tek faili ve tek sebebi; “yani yağmuru yağdıran ve indiren, rızkı veren, koruyan, doyuran, türlü hediye ve ihsanlarda bulunan” Rabbimiz unutulmakta ve unutturulmaktadır!

Böylece, yani “sebep – sonuç – sebep- sonuç… ” artarda gelmeleri hâdisesine devamlı zum ve odak ve devamlı tekrar ve telkinler yaparak; (ve çevremize aşinalık ve ülfet, tebeî ve yüzeysel bakışın da katkılarıyla); “O olmasa da olabilir ve olur ve zaten oluyor, olan da bu!”ya önce şüphe tohumu ekmek; ardından da cafcaflı Bilimsel İsim ve Terminolojilerle sarmalayıp – sulayarak; vehmî ve zannî ihtimâle dayanan bu şüphe tohumunun fidan olup, yeşermesini ve sonra da “küfür–inkâr” meyvesini vermesine çalışmaktadır mevcut Bilim’in Felsefesi!

Bilimsel İnançların Yapısı hakkında; Yöntem ve İfadelerinde gizli “telkin” ve “program(lama)”ların keşfi ve zihnimize enjekte ettiği “Yanlış Bilgi Virüsleri”ni tanıma konusuna haftaya devam edelim inşâallah. 

Ayhan Küflüoğlu

Bilimsel Bilim’in Deterministik Evreninde Allahû Teâlâ ne iş yapar!? (2)

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî Bilim’e Geçme Talebi

Geçen hafta: “Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) ‘Medresetüz Zehra’ Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; ‘Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî Bilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)’ isimli kitap çalışmamızda; Bilimsel Bilim yerine geçilmesini teklif ettiğimiz İslâmî Bilim’in anlaşılması için, ikisi arasındaki farkların netleşmesi gerektiği; bu sebepten çalışmamızın 3 bölüm hâlinde uzun bir özetini yapmamızın faydalı olacağı kanaatindeyiz” demiştik.

2. Bölüme başlıyoruz.

Geçen haftaki yazımızı “Bilim, önünde gördüğü masaya bakarak; ‘ben bunun; marangoz ve ustasını, fail ve öznesini denklem ve teorilerime dahil etmeden; nasıl nedenseller ve tasvir edip, açıklayabilirim?’ sorusunun cevabı peşindedir! Üstelik Bilim; ‘kâinatta Allah’ın varlık ve icraatını gösteren ve ispat eden bir delil ve gözlemim yok! Bilâkis herşeyi O olmadan ve O’na ihtiyaç ve mantıkî zarurette duymadan, çok daha iyi tasvir ve nedenselleyebiliyorum!’ iddiasındadır!” diye noktalamıştık.

Yani Bilimsel Yöntem’in ürün ve sonucu olan Bilim veya Bilim’in sonucu olan Bilimselllik Kriterleri;“Rabbimiz’in olmadığının, olsa bile kâinattaki bu işleyişte etki ve fonksiyonu olmadığının; zaten buna ihtiyaç ve zarurette bulunmadığının” delil – ispatı peşinde! Başta inandıkları veya doğru varsaydıkları“yok(muş)” olduğu için; ister istemez bütün gözlem – ölçümleri ve bunların Bilimsel İfadeleri; bu başlangıçtaki önvarsayımlarıyla tutarlı olacak, bu öninançlarıyla çelişmeyecek şekilde; bu aksiyomlarının delil – ispatı olarak iş görüyor!

Bilimsel Makale ve yayınlarda; madde ve işleyişi için “madde – enerjinin dönüşüm ve hareketleriyle açıklanabilen deterministik bir kâinatta, Allahû Teâlâ gibi ek bir sebep ve neden, fail ve özneye ihtiyaç ve zaruret yok” hurafesi, sanki doğruluğu ispatlanmış ve tartışılmaz bir tezmiş gibi kâinat tasvirleri yapılır! Rabbimiz’i hatırlatan veya çağrıştıran, hatta ihtimâl dahiline alan en küçük bir kelime ve cümleye müsaade edilmez! Bilimsel Yöntem ve Yayın Kurallarının dayattığı bu otosansür mekanizmasıyla, hayâlde rafine bir ateist ve materyalist dünya inşa edilerek; okuyucunun bilinçaltı / bilinçdışı veya şuursuz bilincine, “bu sahte ve kurgusal gerçekliğe inanması, çünkü Bilim’in evrendeki varlık ve işleyişin birebir tasvir ve modelleme ve açıklamasını yaptığı” mesaj / komutu gönderilir!

Elhasıl Bilim’in ateist ve materyalist, determinist ve natüralist yanlış tarafı seçmesinden de anlaşılacağı gibi; onun aradığı “Allah” değil! Bilâkis “bilim(sellik)”in amaç, yöntem ve tanımı nedeniyle, özellikle olayları Rabbimiz’e bağlamaktan (tabir-i caizse; O’na en küçük bir rol vermekten bile) kaçınır! Bilim’in yola çıkarken, başlangıçtaki amaç ve niyeti bu olduğu için; mantıken ve zorunlu olarak “Allahû Teâlâ’nın olmadığı, olsa bile O’ndan bağımsız (yani kâinatın varlık ve devam ve işleyişinde O’na ihtiyaç ve zaruret duymayan) bir kâinat nasıl mümkün olabilir?” sorusunun cevabı peşinde! Bunun tasvir ve açıklama, nedenselleme ve ispatına çalışıyor!

Bu yetmezmiş gibi, bir de; sanki evrenin Rabbimiz’e ihtiyacı olmadığı delillendirilip, ispatlanmışta artık evrenin bunu nasıl başardığı araştırılıyormuş gibi; failsiz ve öznesiz Bilimsel İfadeler inşa eder! Bilimsel Yöntem bu hâliyle; aslında ateizm ve materyalizm, natüralizm ve determinizmin teori ve pratiğini yapıyor! Bu sebepten mevcut Bilim ve Bilimsel Yönteminin yolu ve amacı Rabbimiz’e giden yol üzerinde değil! Üstelik O’na giden yolları bile bozup, köreltiyor!

Bu açıdan mevcut Bilim’e hâkim olan Bilimsel Yöntem ve Felsefesinin, kâinatın işleyişi hakkında önümüze getirdiği her “neden ve sebep”; zihnimizde eşya ile Rabbimiz arasındaki münasebet iplerini biraz daha kesmekte, kâinatın O’na nisbetini biraz daha kapatıp, kopartmakta!

Elhasıl mevcut Bilim yanlış sorunun cevabı, yanlış iddianın ispatı peşinde! Fakat geçen hafta da belirttiğimiz üzere; yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz ve bulduğumuz cevaplar, sorduğumuz sorulardan bağımsız değildir! Çünkü neyi ararsak, onu buluruz; yani bulduklarımız da aradıklarımızdan bağımsız değildir. Bu sebepten önce yanlış olan soru düzeltilmeli, problem doğru olarak ifade edilmeli; ancak ondan sonra çözüm / doğru çözüme gidilebilir. Kâinatı gözlem ve ölçümlerimizde av ve keşif aletimiz olan “soru” ve kullandığımız “yöntem” ve “kavram / ayrımlar”; filtre ve ağımızın aralıklarını belirler.

Aletlerimizi morötesi ışınları farkedip, bulacak şekilde ayarlamışsak; kızılötesi ışınları görmeyeceğiz demektir. Elinde çekiç olanın, herşeyi çivi olarak görmesine benziyor bu veya tüfeği bilmeyen yerlinin, kulübesini inşa etmek için ormanda tokmak veya değnek ararken, yerde bulduğu tüfeği bu aradığı iş için çok uygun olduğunu görmesine ve deneyle de bunu ispatlamasına benziyor!…

Bilim: “Madde ve işleyişini açıklamak ve nedensellemek için, kâinatta gösterdiğim bu fırça, tuval, boya ve bunların enerji ve hareketleri gibi madde – sebep – süreç – mekanizmalar yeterli; ayrıca ilim – irade – kudretiyle resmin hem her yerinde, hem de hiçbir yerinde olan (yani resimdeki zaman ve mekân sınırlarından münezzeh; yani metaresim, metafizik, doğaüstü) bir fail ve özne, usta ve ressam olduğunu varsaymak veya varlığını kabul etmek zorunda değilim” gibi gizli – açık mesaj ve îma ve ihsaslarla; “kâinatın varlık ve işleyişinde, her ân ve kesintisiz kendisine muhtaç ve ba(ğım)lı olduğu Allahû Teâlâ”yı kabul etmez, üstelik bunu gereksiz ve spekülâtif sayarak reddeder; yani hipotez bazında bile buna ihtimâl vermez ve araştırmaya değer bulmaz! Elhasıl kâinattaki zengin veri ve bilgi çeşidinin, Bilimsel Bilgi ve Bilim’e indirgenip, daraltılması; ufkumuzu daraltıyor!

Bu Bilim’e göre; “eskiden insanlar sebebini bil(e)medikleri tabiat olaylarını Yer Tanrısı, Gök Tanrısına veriyorlardı; sonra Bilim gelişip, herşeyin sebep – sonucu çözüldükçe, Tek Tanrılı İnançlara evrildiler ama ileride Bilim’in ışığı bu bilinmeyenleri de aydınlattıkça İlk Sebep Tanrısına atıf ve inanma için de mantıkî gerekçe veya zorunluluk kalmayacak!…” gibilerinden küçümseyici ifadelerle; müslüman olan bizleri güya çaktırmadan ilkel ve geri kalmış, imanları cehalet ve bilinmezlikten beslenen diye hakaret eder! Çünkü mevcut Bilim’in zihninde yonttuğu tanrı; Boşlukların Tanrısıdır! (Yani Bilim’in de bir teolojisi ve Tanrı tanımı var!)

Burada bir açıklama ihtiyacı doğdu. “Neden – sonuç / illiyet ve determinizmin hâkim ve genelgeçer olduğu bir evrende, Rabbimiz’in ‘rol ve fonksiyonu’ nedir?” soru ve cevabında biz; nisbeten basit nedensellik örneği olan “bilardo topları ve ıstaka” ilişki – etkileşiminden bahsetmiyoruz! Çünkü eğer masadaki topların hareketi, herhangi bir kanun nizama uymayan ve sürekliliği olmayan ve öngörülemeyen tesadüfî çarpışma ve hareketler olsaydı, zaten mevcut Bilimi de yapamazdık. Çünkü genelleyip, bağlayabileceğimiz bir düzen ve istikrar ve kanunlar olmazdı! O zaman ıstakaların tesadüf rüzgârlarıyla toplara tesadüfen vurabileceği ve vurduğunu ihtimâl alanına dahil ederdik ve araştırmalarımızı bu yönde derinleştirir, buna deliller arar, bunu ispatlamaya çalışırdık! (Yani “tesadüf”te delil – ispat sürecinden geçmesi gereken bir iddia, bir inanç!) Fakat böyle bir evrende denge, ölçü ve düzen, bilinç ve yaşam da olmazdı; faraza olsaydı bile devam etmez, hemen silinirdi!

Çünkü dediğimiz gibi Bilim yapmayı sağlayan şey evrendeki bu istikrar ve genelgeçerliliktir. İstikrar ve ölçülü bir süreç veya nesnenin, istikrar ve denge nedeni ise, sistem ve sürecin kendi içerisinde aranmaz. Sürece dahil olmadığından, sürecin kısıt ve dezavantajlarından etkilenmeyen, süreçdışı faktörler araştırılır! Süreci sürdüreni bulmak için (sürecin nedeni; yani süreçteki nesne, kuvvet ve diğer sebepleri harekete geçirip, kullanan; yani sebepleri sebep ve alet ve vasıta yapan asıl sebep ve fail kim anlamak için) sistem dışına atıf yapmak zorunludur! Yani resmin sebep ve faili olan ressam, resim içinde aranmaz; resmin uzağı – dışında da aranmaz! Resimdeki fırça, boyaları da sebep ve alet yapan asıl sebep ve fail, yani ressam (resimdekileri etkileyebilmek ve çizebilmek için) resimdeki herşeye hem en yakın; (resimdeki sınırlılık ve kayıtlardan etkilenmemek için de) en uzak olmalı! Yani çizdiği resimdekilerin cinsinden olmamalı!

Kâinattaki nedensellik ve determinizm ve Rabbimiz’in bu kâinatla nisbeti derken; görece basit nedensellik örneği olan “bilardo topları ve ıstaka” ilişki – etkileşiminden bahsetmiyoruz demiştik. Bizim bahsettiğimiz evrende sentilyonlarca top ve hareketleri birbirine karışıp, çarpışmadan ve hercümerce sebebiyet vermeden (Rabbimiz yönetmezse, her ân / mekân imkânsız gerçekleşiyor yani) ve belli kural ve ölçülerle hep girmesi gereken deliklere giriyor ve hep aynı sonuçların üretilmesi için çarpması gereken noktalara çarpıyor; durmaları gereken yerlerde de belli süre duruyor ve çalışıyorlar!

Yani; “o hâlde evrendeki kuvvet ve enerji ıstakalarıyla, zerreleri kim gitmesi gereken hedeflere hareket ettiriyor ve durmaları gereken yerlerde sabitliyor?” sorusu halâ önemli ve öncelikli ve güncelliğini koruyor! Yani Bilim’in, “kim” sorusunu geçersiz ve gereksiz ve spekülâtif görmesi kendi inancı! Bunu, “araştırma” ve “bilgi”nin değil; “inanç”ın konusu olarak görmesi de kendi amentüsü! Yöntem ve tanımı icabı “kim” sorusunu kendi konusu görmeyip; bunu ilmî ve gözlemsel bulmaması ve topu taca atar gibi konuyu metafizik ve felsefeye atması da kendi itikad ve ‘felsefesinin’ sonucu!

Mevcut teori ve çözemediği olay / olguları açıklamak ve çözümlemek için; şimdiki ân / mekânda olmayan ve mevcut teknolojisiyle de direkt veya indirekt gözlem yapamadığı ama “olmalı ve şu şu vasıflarda olmalı” diyerek, varsaydığı ve aradığı; hatta matematiksel olarakta teorisini kurduğu “10 – 12 Boyutlu Uzaylar, Alanlar, Sicimler, Paralel – Sonsuz ve Çoklu Evrenler, Boşluk (vakum) Enerjileri, Karanlık Madde, Karanlık Enerjiler, kütlesiz parçalar, dalgalar, antimaddeler, hatta Kütleçekim kuvveti veya Big Bang ve öncesi” gibi konuları belki metafizik görmüyordur! Belki mevcut Bilim için bunlar gayet somut ve ölçülebilir şeylerdir!…

Bilimsel Bilim, tanım ve yöntem ve niyeti icabı ‘kim’ sorusunu bilimdışı görüyor; bilimsel kabul etmiyor, hatta reddediyor” demiştik. İslâmî Bilim’in, mevcut Bilimden en önemli farklarından birisi de, bu soruyu ana merkeze almasıdır.

Örneğin: Bahçedeki bu elma ağacını buraya kim çizdi; zerrelerini tuğla gibi kim ördü!? Bundan daha acaibi: Şapkadan tavşan çıkması gibi, ağacın içinden yaprak – elma – çiçeği kim çıkartıyor!? Yoksa bütün bunların nedeni; bir takım kuvvet, rüzgâr – enerjilerin bu top ve sopaları hareket ettirmesinden başka birşey değil mi!? Ay’dan bakarsak, Dünya’ya uzay boşluğundan (Hazine-i Gayb’tan); her mevsim ağaçlardan tonlarca elma ırmakları, armut ırmakları; başka musluk ve kanallardan da sütten ve baldan ırmaklar akıtılıyor, yağdırılıyor, gönderiliyor!… Bütün bunların, zerreleri hariç, kendileri yokken var ediliyor!… Şapkadan tavşan çıkması gibi; yumurtadan kuş, insandan insan çıkıyor, gönderiliyor!…

Tevhidî (Lâ ilâhe illâllah) ve İslâmî (Muhammedun Resululullah) bir nazarla; uzaktan resmin bütününe bakınca görünen bu! Bilimsel Bilim’in herşeyi ufalayıp, parçalayarak; indirgeme – analizlerle, yanındaki şeyi diğer şeye sebep – sonuç gösterme hipnotik ilüzyon ve safsatasından uyanarak, başımızı kaldırdığımızda; sorulması gereken doğru soru şu: “Allah’tan başka hangi fail, hangi sebep, hangi neden, hangi Sanî; nispeten basit aynı topraktan türlü renk – koku – şekilde ni’metler ve tavuktan yumurta, arıdan bal, inekten süt gönderebilir!?, Hıfzedici Allah’tan başka hangi sebep atmosferi başımızın üzerinde bir filtre ve kalkan yapıp; vücudumuzu deriyle, hücremizi ayrı bir zarla, ağacı kabukla korur!?, Hangi sebep yeryüzündeki tonlarca suyu göğe kaldırıp, arıtıp, rüzgâra taşıtıp, tekrar muhtaçlara indirir!?, Rabbimiz’den başka hangi sebep, hangi merhametli ve rahim; dişsiz ve sindirim sistemi gelişmemiş bebekleri önce karnına bağlanan bir kordonla, sonra memelerden gönderilen en gerekli tek gıda olan sâfi bir sütle doyurur!?, İnsan, hayvan tüm bebekleri düşünürsek; Allah’tan başka hangi tesadüf, hangi sebep, ıssız çöl ortası gibi koca boşlukta dönen Dünya’ya hergün tonlarca sütten ırmaklar gönderebilir!?…”

Resmin bütününde tevhid / vahdet bakışıyla ve “doğru soru”yla görünen manzara bu! Resmin bütününde bunu görünce; (gözkırpması kadarlık kısa bir süre – mekân da bile) resmin hiçbir parça ve hareketinin, tabiat – tesadüf – maddeye verilebilecek kadar alelade ve amaçsız olmadığı, failsiz olmadığı ve olamayacağı anlaşılır! (Bakınız: Göz kırpmasının faydaları.)

Elhasıl bu tür soruların cevabını bulmak için dâhi veya dedektif, düşünür veya biliminsanı olmaya gerek yok! O’nu görmek için kâinatın uzak köşelerine, dışına veya başlangıcına veya atomun içlerine yolculuk yapmak veya karışık ihtimâl hesapları yapmakta gerekmiyor! Çünkü ve zaten olanlar “mümkün” olduğu için olmuyor; bilâkis olduğu için biz “mümkün(müş)” zannediyoruz o kadar! (Halbuki sentilyonlarca yüzlü bir zarı her attığımızda hep aynı yüzün gelmesi “mümkün değil”, sıfıra yakın ihtimâl!) Mevcut Bilim de yaptığı tasvir ve nedensellemelerle, bizi bütün bunların mümkün olduğuna inandırmaya çalışıyor! “Bak mümkün olmasa olur muydu, oluyor ki mümkün!” şeklinde yaptığı totoloji ve safsata, mugalata ve gözboyama, yanlış delil ve yanlış akıl yürütmelerle bizi de bu ilüzyona inandırmaya çalışıyor!

Aslında günümüzün otoriter ve totaliter mevcut Bilim anlayışı da; görünenden görünmeyene, somuttan soyuta, maddeden manâ ve kanuna, değişenden değişmeyene geçme; yani mahsusu, ma’kûl yapma sürecidir. Ama kâinat fizik – kimyayla işlemez; bilim’in “kanun ve yasalar” diyerek sebep gösterdiği mekanizma ve süreçler de, “sebep” değil, “sonuç”tur; daha doğrusu eşyanın davranış biçimi ve bunun tasviridir. Kanun, mekanizma, süreç denilen şey; maddeyi etkileyen ve belli bir davranışa zorlayan enerji ve kuvvet türünden bir varlık değil; sadece zihinde olup, bu sebepten maddeyi etkilemesi imkansız zihnî ve soyut bir kavramdır…

Bilim’in uzun geçmişte olup, yani şimdi – şurada olmadığı için gaybî ve metafizik kategorisinde olup, yani gör(e)mediği ve algılayamadığı ama “kızıla kayma, kozmik fon radyasyonu” gibi bir takım delil – ispatlarla varlığına emin olduğu Big Bang (Büyük Patlama) veya şimdi – burada olduğu hâlde bile hiçbir şekilde algılayamadığı ve göremediği yerçekimi (kütleçekimi) gibi kuvvetlerin varlığına bir takım etki ve delillerinden iman etmesi ve üzerine teori ve hesaplar kurması gibi; İslâmiyet, Rabbimiz ve ahiretin bu Big Bang ve Yerçekimi’nden çok daha fazla sayı ve çeşit ve nitelikte ve aletsiz çıplak gözle bile görünür somutlukta delil ve ispatları olup, gösterilebilir! Ama Bilim’in Bilimsellik Kriterleri’ne (yani sebep – sonuç yumaklarıyla ördüğü, madde – enerji dönüşümleriyle, kuvvet – tabiat – tesadüf – uzun zaman – evrim – mekanizma – süreç – kanun gibi operasyonel kavramlarıyla zihnimize kurguladığı ve gerçekten böyle işlediğine inandırdığı sahte kâinat ilüzyon ve metaforuna) bağ(ım)lı kalındıkça bu mümkün gözükmemektedir. Yani önce Bilim’in zihnimizdeki bu esaret, teshir, sihir ve manipülâsyonundan uyanmak gerekiyor. Bunun için de önce zihnimize bir antivirüs programı gerekiyor!…

“Bilimsellik Kriterleri uyarınca; Bilim doğada sadece görüp, algılayabildiği ve deneyselleyip – ölçebildiği maddî ve fizikî olay ve olguları konusu olarak kabul eder ve inceler; yani ‘Tanrı’ gibi sizin de metafizik ve doğaüstü olduğunu kabul ettiğiniz bir konuyla ilgilenmemesi gayet mantıklı!”

Peki “Allah yok(muş)” gibi failsiz ve öznesiz gözlem ve ifadelerde bulunması çok mu mantıklı ve bilimsel!?, Veya “tabiat, tesadüf, kanun, evrim–uzun zaman, mekanizma–süreç, içgüdü” gibi görmediği vehmî veya zihnî kavramlara atıf yapması ve bunları sebep ve fail olarak göstermesi çok mu aklî ve kendi bilimsel yöntemine uygun!?, Değil ne yaptığı, kendi varlığından bile haberi olmayan “ağaç, arı, toprak” gibi edilgen varlıklar için söylediğiniz “ağaç elma yapar, elmaya sebep olur; arı bal yapar” gibi Bilimsel İfadeler sizce de komik değil mi!?, Gözlemlerinizi “sebep – sonuç” şeklinde şablonize edip; eşyayı birbirini çeken tren lokomotifleri gibi sıralıyorsunuz! Bu kurguya göre; mes’elâ “meyvenin sebebi ağaçtır” diyorsunuz! Halbuki o ağacın o meyveye gerçekten sebep olup, o meyveyi terkip ve inşa edebilmesi için; o meyveyle bağlantılı olan gökteki Güneş ve dönmesi, Dünya’nın eğim ve dönmesi; hatta Big Bang’ten bu zamana tüm kâinat ve işleyişinin hâkim ve yönetici ve sebebi ve faili olması gerekmiyor mu!? Çünkü o meyve, tüm zamanları da içine alan kâinat fabrikasında imâl ediliyor; o meyvenin sebebi tüm kâinat! O meyve gibi; birşey herşeysiz ve herşey birşeysiz olamaz ve meydana gelmez; evrenin başlangıcından beri, hassas ölçülerle herşey birbiriyle bağlantılı! Sebeplerin akıl, bilgi ve hayat gibi cihazca en zengin ve güçlüsü insanken; o bile en basit fiillerinden olan yemek yeme de yaptığı sadece ağzına götürüp çiğnemek; geri kalan % 99’u bilgi ve irade ve şuuru dışında gerçekleşiyorken; yani koca insan bile kendine hâkim ve sahip ve yönetici değilken; diğer cansız ve şuursuz, kör ve sağır sebep ve maddeler ne yapsın!?… Arasıra olan şeyler “tesadüf”e verilebilirse de devamlı olan şeyler nasıl tesadüfî olabilir!?, Peki tesadüf nasıl oldu da hep zarların düşeş gelmesi gibi zorunluluğa döndü!?, Veya herhangi birşeyin tesadüfî olduğunun Bilimsel gözlem ve ölçümü mümkün mü!?, Sayfaya yazdığım 10 tane sayıyı tesadüfen ve rastgele, yani karışık sıraladığımı nasıl ispat edebileceksiniz; belki ben onları zihnimdeki bir kurala göre dizdim!?, Peki tesadüf’ün tesadüfen olduğunun ispatı var mı; yani birisi evrende tesadüfü niyet ve irade etmişse; o tesadüfe “tesadüf” denilebilir mi!?, Peki birşeyin tesadüfen olabileceğinin mümkün olduğunun gösterilmesi, o şeyin gerçekten tesadüfen olduğunun ispatı olarak kullanılabilir mi!?, Veya geçmişte faraza tesadüfen olabilen ve olan birşeyin, şimdi de tesadüfen olduğunu nereden biliyorsunuz; yani geçmişte tesadüfen olabilen şimdi de tesadüfen olduğunun ispatı olarak kullanılabilir mi!?, Bunu geçelim: “Şu tabiatın eseri Allah’ın değil;  bu doğanın eseri mu’cize değil; bu ilâhî değil tabiî; şunu tabiat, bunu tabiat yaptı” diyorsunuz. Peki ne menem birşey şu tabiat!? Göreniniz var mı!?, Yoksa “tabiat” dediğiniz kafanızda olan zihnî ve soyut ve vehmî; yani kâinatta dışsal somutluğu olmayan birşey olmasın!?, “Şu işler şu şu Fizik – kimya Kanunları sebebiyle oluyor ve olur” dediğiniz şu “kanun(lar)ı göreniniz var mı acaba!?, “Kanun” dediğiniz, “enerji ve kuvvet” cinsinden birşey olmadığına göre; madde ve işleyişi üzerinde nasıl yaptırım uyguluyor!? Tabiî ve tesadüfen olmasını mümkün gördüğünüz bu şeyler; “mümkün” olduğu için mi oluyor; yoksa olduğu için mi siz “mümkün(müş)” zannediyorsunuz!?, Evrende normâlde gaz hâlinde bulunan yanıcı ve patlayıcı oksijen ve hidrojenin birleşince (nohut tanesi ve mercimek tanesinin birleşmesi sonucu ortaya pirinç tanesi çıkması gibi), kendilerinden çok farklı, hatta tersi özelliklerde yani sıvı ve söndürücü “su” olması sizce çok mu tabiî ve mantıkî!? Madem mantıklı; o zaman, suyun hangi elementlerin birleşmesiyle hiç’ten yaratıldığını bilmeyen birisine, hidrojen ve oksijeni gösterip; “Bu 2 hidrojen ve 1 oksijeni birleştirirsek ortaya ne gibi özelliklerde bir madde çıkar?” diye sorsak; deney – gözlem yapmadan, sadece hidrojen ve oksijenin özelliklerine bakıp, salt mantığıyla “su” çıkacağını bilebilir miydi acaba!? Bu 2 maddenin birleşme ve reaksiyona girip, su olma hâdisesine “bileşik” ismi vermeniz; sizce o suyun yaratılışını mantıkî ve tabiî yapar mı!? “Suyun varlık nedeni, hidrojen ve oksijenin bileşik yapması” demekle o mu’cizevî yaratılışı çözmüş ve açıklamış mı oluyorsunuz!? Buna “bileşik” ismi verip, karışım’dan farkını anlatmakla, bu olay bilimsel ve doğal ve rasyonel bir hüviyet mi kazanıyor!? “Bileşik” yerine “sihir” ismi verseydiniz, değişen birşey olur muydu!? Bileşik’in karışım’dan farkını anlattınız; peki sihir’den farkı nedir!? Geçelim, şimdi – şurada olmadığı için; yani geçmişte gerçekleştiği için, şimdi – şurada deney – gözlem ve ölçüm imkânımız bulunmadığı hâlde “Big Bang” gibi şimdi / şurada’nın dışındaki tarihî hâdiseler; deney – gözlem – ölçümü yöntem olarak belirleyen Bilim’in nasıl konusu olabiliyor!?, Ya da aletli veya aletsiz hiçbir duyumuzla algılanamayan ve gözlenemeyen “yerçekimi” gibi kuvvetlerin, sadece bir takım etki – delil – icraatlarıyla var olduğu kabul edilip; “yerçekiminin şöyle şöyle etki ve özellikleri var” diyerek Bilimsel Yöntem’in konusuna nasıl dahil olabiliyor!?, Elhasıl “tabiat, tesadüf, kanun” gibi maddî ve fiziksel olmayan; yani zamansız – mekânsız ve herhangi bir elementten oluşmayan; yani dışsal gerçeklikleri olmayan zihnî ve vehmî şeyleri somut madde üzerinde etken ve fail ve sebep kabul ediyorsunuz da, bu sanal isim ve kavramlardan çok daha somut ve görünür olan ve kudreti de olan, ayrıca mikrodan makroya heryerde delil – ispat, icraat ve kudret, eser ve fiilleri de ortada görünür olan Allahu Teâlâ’ya iş gelince neden “metafizik, bilim’in konusu değil, ölçülemez, algılanamaz” deyip, yan çiziyorsunuz!?…

Sorular çoğaltılabilir. Elhasıl zamansız ve mekânsız ve sonsuz olduğu için, biz sonlularca algılanamaz olan Allah’ın Zât’ı; yoksa varlık ve sıfat, icraat ve eser, isim ve fiilleri değil! Yani Rabbimiz’in varlık ve isim – sıfatları ve bunların etkileri ve delil – ispatları, gaybî ve gizli ve algılanamaz değil! Bu delil – ispatlar; şuhudî ve alenî, zahir ve somut! Bu fiil ve sonuçlarını manevî duyularımızla olduğu kadar; fiziksel / maddî duyularımızla da görüyoruz yani! Gözlem ve deney, araştırma ve inceleme, ölçme ve sınıflandırma yapacağımız şeyler de işte Rabbimiz’in bu fiil ve eserleri; yoksa (haşa!) Zât’ı değil!…

Tıpkı gör(e)mediğimiz ve zaten görmemizin de mümkün olmadığı; Bilimsel olarakta gözlem, deney ve DNA testleri yapamayacağımız geçmiş ata, dede, ninelerimizin varlığını kabul edip, inanmadan; burada olan kendi varlığımızı bile açıklayamamız gibi; Allah olmadan da en küçük bir zerrenin varlık ve hareket ve devamını bile açıklayamayız! Kâinatta, bölünemez en küçük bir ân – mekânı bile sabitleyemeyiz!

Biraz yukarıda verdiğimiz bilardo topları örneğinde olduğu gibi; “yağmurun nasıl yağdığını tasvir etmek”te, “yağmurun neden ve niçin ve niye, hangi sebep ve faille yağdığını açıklamak ve nedensellemek” değildir!Çünkü tasvir; olayların nasıl ve hangi sırada ve ne surette olduğunu söylemektir; açıklama ve nedenselleme değildir! Hatta nasıl olduğunun tasviri bile değildir! Bu işleyişin (yağmurun) failsiz ve öznesiz olmasının mümkün olabileceği ve olduğunun delil – ispatı ise hiç değildir!

Kalan 3 ve son özeti haftaya erteleyelim. Mi’rac Kandilimiz mübarek olsun inşâallah.

Ayhan Küflüoğlu

metabilgi.org

Deterministik bir evrende Allahu Teâlâ ne iş yapar!?

Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatıkapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî Bilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Geçen haftaki Âlem-i Şehadet (Zahir / Somut / Mülk / Maddî / Fizik / Afak / Dünya / Kuvvet – Enerji) ve Âlem-i Gayb (Batın / Soyut / Melekût / Manevî / Metafizik / Enfüs / Ahiret / İlim – İrade – Kudret) ilişki, etkileşim ve ayrımı ve nerede başlayıp, nerede bittikleri konusuna ara verip; bu hafta şu sorunun cevabını aramaya çalışacağız:

Deterministik bir evrende Allahu Teâlâ ne iş yapar!? (*)

İlliyet ve nedenselliğin hâkim olduğu; yani herşeyin varlık ve devam ve çalışma sebebi, diğer sebep ve mekanizmalarla nedensellenip, açıklanabildiği ve nasıllanıp, tasvir edilebildiği böyle bir evrende Rabbimiz ne iş yapıyordur!?

Bilim’in iddia ettiği gibi; gerçekten, herşeyi başka nedenlere dayayarak nedensellediğimize ve nasıl işlediğini tasvir ederek açıkladığımıza inanıyorsak; böyle bir evren Rabbimiz’e hangi konuda muhtaçtır veya muhtaç mıdır acaba!? Peki böyle bir evrende “iman”a nasıl yer açacağız!? Maddenin perdesini aralayıp, Rabbimiz’e nasıl delil bulacağız!?

Kütle kazanımı Higgs’e; yerçekimi kütleye; yağmur, suyun buharlaşması vs. mekanizmalara; yaşam ve türler, evrim – elenme – adaptasyon – mutasyona; elhasıl herşeyi başka nedenlere verince Allahu Teâlâ’ya neyi vereceğiz!?

Rabbimiz bu kâinat makinasını ve yasalarını kurmuş, herşey bu mekanizma ve kurallar gereği otomatik olarak kendi kendine işliyor”dan fazla verecek bir cevabımız var mı!? Bunu geçtik, bu cevabın doğruluğuna herhangi bir delil – gözlemimiz var mı!? Yani bu sözümüz kâinatta karşılığı olan “bilgi” temelli bir söz mü, yoksa “inanç ve iddia” temelli bir ezberi mi tekrarlıyoruz sadece!?

Rabbim affetsin; ama Bilimsel Bilim’in kurguladığı evren modelinde (güya!) Rabbimiz’e ihtiyaç kalmamakta, âtıl kalmakta! Rabbimiz hakkında bu soruların nezih ve zarif olmadığının farkındayım ama konuyu daha kibar ve veciz özetleyen ve bizi sarsıp, şok edici; okuyanı kendine getirici başka bir üslûp ve ifade biçimi bulamadım!

Bu tür sorulara muhatap olan kişilerde; kâinatta iman’a yer açmak, böylelikle itikadını muhafaza etmek için; Rabbimiz’in bu kâinatla münasebet / ilişkisi, elektriğin bilgisayarla ilişki ve etkileşimine benzetilip; bu metafordan, Rabbimiz’in kâinattaki varlık, nesne ve işleyişin temel ve ana sebebi olduğu söyleniyor. Söyleniyor ama bu sözün altı doldurulmuyor; bu cümleyle ne demek istendiği bence söyleyen için bile açık değil! Soruya muhatap olanın, itikadını, deterministik evrenle tutarlı hâle getirmek ve böylece imanını muhafaza etmek için; ezbere söylediği, klişe bir söz bu! “Bilgi” temelinden yoksun; kâinata tespit edilip, delil – ispatlarla sabitlenmemiş, yani “inanç” bazında bir iddia olarak kalıyor bu! Yani bu sözün mantıkî ve rasyonel ve ilmî temelleri ve fizik – kimya içerisinde neye tekabül ettiği belli değil!

Örneğin: “Herşeyin bir nedeni var. Mes’elâ elma ağaçtan, ağaç topraktan, toprak kayaların ufalanmasından (kayaların ufalanması da ısı, basınç, nem vs.’den) meydana geliyor! Elmanın oluşumu ve başka şeylerin hangi nedenle ve nasıl oluşabildiğini Bilimsel Bilim zaten tasvir edip, mekanizmasını açıklamış! Sen ise bu elmanın Allah’ın eseri, in’âmı, ni’meti, rızkı olduğunu söylüyorsun; bir de elmayı Rabbinin terkip, inşa ve icad ettiğini söylüyorsun! Buna delilin nedir!? Elmayı ağaç, tabiât, sebep, mekanizmalar değil de Allahü Teâlâ’nın yaptığına ve sana gönderdiğine delilin nedir!? Bilim’in gösterdiği sebeplerin yaptığı ve yapabileceği elmayı, hangi mantıkî veya ilmî gerekçeyle, neden ve niçin Allah’a bağlıyorsun!? Yaptığın veya okuduğun hangi gözlem sonucu bu neticeye ulaştın!? Allah varsa bile bu işlere bakmıyor; mekanizmayı kurmuş, evrende işler tıkır tıkır işliyor; yani bu evrendeki herşey madde–enerjinin üretimi, dönüşümü; Allah’ın değil!” Sorusuna, çoğumuzun doyurucu ve karşımızdakini ikna edici bir cevabımız yok!

“İşte saydığın bütün bu şeyleri o nedenleri kullanarak zaten Allah yapıyor” gibilerinden bir sürü ezber ve hamasî cevaplarımız var muhakkak! İyi de benim de sorum bu işte: Allahu Teâlâ’nın bu nedenleri kullanarak, bu işleri yaptığını nereden biliyorsun!? Yani bu nedensel bağlantılar arasında Allah’ın rolü nedir!? Mevcut Bilim bize öyle bir evren senaryosu çiziyor ki, bu senaryoda Rabbimiz dahil değil! Bilim’in kurguladığı senaryoda Rabbimiz’e hiçbir iş, verilmesi gereken bir rol, müdahil olması gereken birşey kalmıyor!

Burada konu dışı bir not düşmek gerekiyor: Rabbimiz’in eşya ve işleyişiyle münasebeti konusunda, maâlesef Risale okuyan bizlerin de kafası karışık! “Kâinatın varlık ve devam ve işleyişi için, O’na muhtaç ve mecbur olduğunu göster! Bilim’in gösterdiği hangi neden ve sebep ve mekanizma yeterli gelmedi de; ‘şu işin şurasında Allah devreye girmeli ve giriyor’ diye iddia ediyorsun!?” sorusuna net ve açık bir cevabımız yok! Cevabımız yok, çünkü okuduğumuz Risaleler’i, diğer okuduğumuz veya uzmanı olduğumuz fizik, kimya gibi bilimlere bağlamamışız! Çünkü Risaleler’i beynimizdeki “din” klasörüne atmışız; fizik – kimyayı da “bilim / bilimsel bilim” klasörüne kaydetmişiz! Büyük ihtimâl kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de çoğumuz için “din kitabı” kategorisinde; “hayat ve yaşam kitabı” kategorisinde değil yani! “İslâmiyet”i de büyük ihtimâl sadece “Din Dersi”nde anlatılması gereken; hayatımızın diğer kısımlarına dokunmayan, diğer derslerden ve hayattan kopuk düşünüyoruz! Herhâlde Üstad’ın Medresetüz Zehra Projesini de; Anadolu Fen İmamhatip Okullarının, üniversite versiyonu gibi birşey zannediyoruz! Neyse asıl konumuz bu değil.

İşte Bedi’üzzaman Hazretleri’nin Risale-i Nur’la yaptığı en büyük devrim bence; Rabbimiz’in sadece metafizik, felsefe, ilâhiyyatın konusu olmadığını gösterip; aynı zamanda fizik, kimya, biyoloji, astronomi, coğrafya gibi deney – gözleme dayalı b/ilimlerin de konusu olduğunu göstermesidir! Yani eşyanın varlık ve işleyiş ve kendi arasındaki etkileşiminde; O’nun varlık ve fiil, tecelli ve etkileri olmadan; salt madde – enerji determinizm / illiyet ilişki – etkileşimleriyle hiçbirşeyin varlık ve devam ve işlemesinin açıklanamayacağı ve nedensellenemeyeceği ve tasvir edilip, nasıllanamayacağı gerçeğidir! (Da Vinci’siz Mona Lisa’nın nasıl ve hangi nedenlerle meydana geldiği boya, fırça, tuval ve bir takım enerjilerle hareket eden fırçalar ile ne kadar tasvir ve nedensellenebilirse o kadar!)

Böylece “ışık olmadan eşyayı göremem” veya “kulağım olmadan sesleri işitemem” veya “yeryüzündeki gündüzün kaynağı ve ısı – ışığın nedeni Güneş’tir” demek gibi; “Allahu Teâlâ olmadan ve ilim – irade – kudret eliyle eşyayı çekip çevirmeden; eşya kendi acziyetiyle, bu şeyleri yapamaz”ın farkına vardırmasıdır! Yani asıl neden, esas sebep, tek fail, biricik müessir, ikincisi olmayan yekta kuvvet / etki sahibinin sadece O olduğunu göstermesidir! Üstelik bu gerçeği; sadece duyularına tâbi olan, yani aklı gözünde olan insanlara da gösterebilmesidir! Yani bu gerçeği görmek ve farketmek için kâlp gözü, vicdan, sezgi, ilham, basiret – firaset gibi ek duyulara veya mikroskop – teleskop gibi yardımcı araç veya uzmanlık alanlarına ihtiyaç ve zorunluluk olmadan; sadece çıplak baş gözümüze bile bunu göstermeyi başarmasıdır!…

Burada, geçen haftalarda da tekrar ettiğimiz bir konuyu hatırlamamızda yarar var, şöyle ki: Kâinattan elde ettiğimiz ve edeceğimiz bilgiler sor(g)ularımızdan bağımsız değildir; yani neyi ararsak, onu buluruz mes’elesi. Evet, evrende bulduğumuz ve bulacağımız şeyler, aradıklarımızdan bağımsız değildir. Yani eşyaya bakarken sorduğumuz sorular, aradığımız şeyler ve deney – gözlem araçlarımız; farkedip, bulacağımız cevapları da belirliyor.

İşte geçen haftaki yazılarımızı; “Bilimsel Bilim’in yerine ‘İslâmî Bilim’i niçin ve neden tercih etmeliyiz veya tercih etmek zorundayız? Mevcut Bilim’e alternatif olduğunu iddia ettiğiniz bu yeni B/İlim Anlayışının farkı ve üstünlüğü nedir?” sorusunun cevabını arama niyetiyle okursak; yazılarda, bu sorunun kadraj ve kamera açısına giren cümle ve anlamlar netleşip, koyulaşır; diğer anlamlar odak noktasından çıkıp, bulanıklaşmaya başlar. Yazılardan hafızamızda kalacak olanlar da, işte zihin kameramızın zum ve objektif alanına giren bu alanlar olacaktır.

İşte zihin ve niyet kameralarımızın sayısını arttırdığımızda, bunların bir de açı ve yüksekliklerini çeşitlendirdiğimizde yazılarda şu nokta belirginleşmeye başlayacaktır: Herhangi bir düşünsel sistem içerisinde, mes’elâ Bilimsel veya Felsefî Yöntem ve dizge içerisinde ortaya çıkan bir problem ve soru; başka bir sistem içerisinde, mes’elâ Vahyî Yöntem içerisinde belki hiç karşılaşılmayacak bir problemdir. Dahası: Bir metodun, kendi kavram ve yöntemlerinin sonucu olarak doğan; yani yönteminin zorunlu sonucu olarak karşılaştığı problem ve soru(n)ları; Vahyî Yöntem ve enstrüman – kavramlarla cevaplamaya çalışmak doğru değildir. Çünkü problem, Nübüvvet / Vahiy Sisteminden doğmamış ki, o yöntem içerisinden cevap vermek zorunda olalım veya çözüm üretebilelim.

Demek istediğim: Bilimsel Yöntem veya Felsefî Düşünce Sistemi’nin kendi dar ve sınırlı kalıpları içerisinde cevaplamaktan aciz kaldığı veya cevabının doğrulama – yanlışlama ve sağlama’sından aciz kaldığı sorular; gene kendi düşünce sistem ve metodundan kaynaklanmakta olup; kendi yöntem ve kavramlarından kaynaklanan bu problemlere, gene o sistem içinde kalınarak veya başka sistemlerden devşirme usulüyle, eklektik / demonte çözümler bulunamaz. Çünkü parçası olduğu kendi sistemi içerisinde fonksiyonel olan bir çözüm veya uygulama, başka sistem içerisinde işlevini kaybeder; hatta çözüm yerine, ithâl edildiği sistem içerisinde yeni problemler üretip, zarar verebilir. Bir nevi doku uyuşmazlığı gibi.

Peki çözüm için ne yapmalı? Başa dönüp, sistem tekrar check ve revize edilmeli; belki paradigma değişimiyle, sistem tamamen terkedilmeli. Örneğin: Bilimsel Yöntem ve Kavramlarına bağlı kalındığı müddetçe “Rabbimiz, ahiret, melekler veya meleklerin eşya üzerindeki fonksiyonları veya ahiretin madde üzerindeki yansımaları” gibi konuların gözlem – delil – ispatı mümkün değil veya sınırlı ve yerin altından tünel açmak gibi zor (30. Söz 1. Maksad’taki temsile bakınız: http://www.erisale.com/#content.tr.1.738). Fakat İslâmî Bilim’in kendi yöntem, tanım ve kavramlarıyla bu mümkün ve gösterilebilir ve Risaleler’de zaten gösterilmiş. Yani kâinattaki hazineleri açacak anahtar, dilini tercüme edecek sözlük, şifresini çözecek kodlar önümüzde!

Yani mevcut Bilim teknoloji ve keşifleriyle insanlığı kısa bir zamanda belki 200 – 300 yıl ileriye götürdü ama kapatıp – göstermedikleri veya amaç – yöntem – tanımı icabı keşfedemedikleriyle de; bizi zekâ veya bilgi seviyesi soyut şeyleri ve manevî değerleri anlayamayacak binler sene önceki mağara insanlığına geri götürdü!

Evet çözüm mevcut bilim’de değil, zaten sorunun kaynağı kendisi! “Bilim” dediğimiz şey, “bilimsellik” dediğimiz yöntem; nötr ve tarafsız, evrensel ve objektif değil; daha doğrusu doğrudan taraf değil! Çünkü birşeyi “ya Yaratıcı ve Rabbi, faili ve ustası var(mış)” gibi inceler ve ifade ederiz veya “yok(muş)” gibi. Yani bu konunun ortası, tarafsız kalınacak objektif ve nesnel bir noktası yok.

Bu konuda gözlem yapıp, delil toplamak için, var – yok arası eşit uzaklıkta orta veya dış ölçüm ve yorum noktası ve a’rafta kalınabilecek tarafsız nötr ve yüksüz bölgesi olmadığı için ve zaten Bilimsel Bilim de taraf olarak “Allah var(mış)”ı kabul etmediği, hatta reddettiği için; mecburî istikamet “Allah yok(muş)” gibi ifadeler kullanır ve gözlem – ölçümlerini de öyle tasvir ve ifade eder! Yani gözlemlerinde sadece yatay sebep – sonuç ilişki / etkileşimlerine yakın çekim, zum yaparak; ateist ve materyalist, natüralist ve determinist odaklı bir dünyanın filmini çeker!

Sonra bu kurgu ve senaryoya göre; “yaratma” yerine “oluşma”; “Allah irade eder ve yapar” yerine “tesadüfen, rastgele oldu / oluyor”; “sevk-i İlâhî” yerine “içgüdü / sevki tabiî” gibi öznesiz ve failsiz [yani eşyanın varlık ve çalışma ve birşeylere sebep olmasında Allahu Teâlâ yokmuş; varsa bile O müdahale etmeden, zaten O’na ihtiyaç ve zaruret olmadan da işler yürüyebilir ve yürüyormuş gibi] kendi yöntem (Bilimsel Yöntem) ve kavramlarını (Bilimsel Kavram) kullanır! Üstelik, kâinattan keserek montajladığı ve senaryosunu yazarak, seslendirmesini de yaptığı bu “yapay animasyon”un gerçekliğine herkesin inanmasını dikte eder! Üstelik bunu; “Bilimsel Bilim’in objektif ve nesnel, inançtan tarafsız ve bağımsız olduğu” yalanıyla; bu şırıngayla zihinlere enjekte, bu ambalajla ilka ve telkin eder!

Bilimsel İfadeler’de saklı buna benzer Subliminâl Mesaj ve Gizli İknâ örnekleri, Birden çok Anlamlı Virütik Mesajlar; hemen hemen her ifadelerinde vardır; bazı örnekler için: http://www.metabilgi.org/hurafeornekleri/ linkine bakılabilir. Bu tür, yani şuurumuzun farkına varmadığı için, şuurumuz ve irademizce filtrelenmeyip, sorgulanmadan direkt bilinç ve bilinçaltımıza buyur ve kabul ettiğimiz derin ve gizli ve fısıltılı alt mesajları farkedip, korunmak ve içimizdekileri temizlemek için henüz antivirüs ve aşı ve tedavi programlarımız gelişmemiş! Bu tür parazitli, kirli mesajların tekrar ve telkini; bizde, bu mesajların doğruluğuna delilsiz – ispatsız inanma sürecini başlatır ve derinleştirir! Sinsice yayılan bu tür Yanlış Bilgi Virüsleri kendisini içimizde zihin ve kâlp klasörümüze, oradan tüm davranış kodlarımıza kopyalar; bizi ve tüm davranışlarımızı ele geçirir! Sonraki aşamada; “cami – namazda” ve “çarşı – namaz dışında” olmak üzere, çift değerli davranış ve algılayış kodlarıyla çalışan parttime müslümanlık dönemi başlar!

İleride lâzım olacak, bu noktaları zihnimizde tutarak konumuza devam edelim. Yani Bilim, önünde gördüğü masaya bakarak; “ben bunun; marangoz ve ustasını, fail ve öznesini denklem ve teorilerime dahil etmeden; nasıl nedenseller ve tasvir edip, açıklayabilirim?” sorusunun cevabı peşindedir! Üstelik Bilim; “kâinatta Allah’ın varlık ve icraatını gösteren ve ispat eden bir delil ve gözlemim yok! Bilâkis herşeyi O olmadan ve O’na ihtiyaç ve mantıkî zarurette duymadan, çok daha iyi tasvir ve nedenselleyebiliyorum!” iddiasındadır. Yani Bilimsel Yöntem ve ürünü olan Bilim; “Rabbimiz’in olmadığının, olsa bile kâinattaki bu işleyişte etki ve fonksiyonu olmadığının; zaten buna ihtiyaç ve zarurette bulunmadığının” delil – ispatı peşinde! Başta inandıkları veya doğru varsaydıkları “yok(muş)” olduğu için; ister istemez bütün gözlem – ölçümleri ve bunların Bilimsel İfadeleri; bu başlangıçtaki öninancın delil – ispatı olarak iş görüyor!

Bilimsel Makale ve yayınlarda; madde ve işleyişi için “madde – enerjinin dönüşüm ve hareketleriyle açıklanabilen deterministik bir kâinatta, Allahu Teâlâ gibi ek bir sebep ve neden, fail ve özneye ihtiyaç ve zaruret yok” hurafesi, sanki doğruluğu ispatlanmış ve tartışılmaz bir tezmiş gibi kâinat tasvirleri yapılır! Rabbimiz’i hatırlatan veya çağrıştıran, hatta ihtimâl dahiline alan en küçük bir kelime ve cümleye müsaade edilmez! Bilimsel Yöntem ve Yayın Kurallarının dayattığı bu otosansür mekanizmasıyla, hayâlde rafine bir ateist ve materyalist dünya inşa edilerek; okuyucunun bilinçaltı / bilinçdışı veya şuursuz bilincine, “bu sahte ve kurgusal gerçekliğe inanması, çünkü Bilim’in evrendeki varlık ve işleyişin birebir tasvir ve modelleme ve açıklamasını yaptığı” mesaj / komutu gönderilir!

Elhasıl ateist ve materyalist, determinist ve natüralist yanlış tarafı seçmesinden de anlaşılacağı gibi: Bilim’in aradığı “Allah” değil! Bilâkis “bilim(sellik)”in amaç, yöntem ve tanımı nedeniyle, özellikle olayları Rabbimiz’e bağlamaktan (tabir-i caizse; O’na en küçük bir rol vermekten bile) kaçınır! Bilim’in yola çıkarken, başlangıçtaki amaç ve niyeti bu olduğu için; mantıken ve zorunlu olarak “Allahu Teâlâ’nın olmadığı, olsa bile O’ndan bağımsız (yani kâinatın varlık ve devam ve işleyişinde O’na ihtiyaç ve zaruret duymayan) bir kâinat nasıl mümkün olabilir?” sorusunun cevabı peşinde! Bunun tasvir ve açıklama, nedenselleme ve ispatına çalışıyor!

Bu yetmezmiş gibi, bir de; sanki evrenin Rabbimiz’e ihtiyacı olmadığı delillendirilip, ispatlanmışta artık evrenin bunu nasıl başardığı araştırılıyormuş gibi; failsiz ve öznesiz Bilimsel İfadeler inşa eder! Bilimsel Yöntem bu hâliyle; aslında ateizm ve materyalizm, natüralizm ve determinizmin teori ve pratiğini yapıyor! Bu sebepten mevcut Bilim ve Bilimsel Yönteminin yolu ve amacı Rabbimiz’e giden yol üzerinde değil! Üstelik O’na giden yolları bile bozup, köreltiyor!

Elhasıl mevcut Bilim yanlış sorunun cevabı, yanlış iddianın ispatı peşinde! Yazının başında dediğimiz gibi; yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz ve bulduğumuz cevaplar, sorduğumuz sorulardan bağımsız değildir! Çünkü neyi ararsak, onu buluruz; yani bulduklarımız da aradıklarımızdan bağımsız değildir. Bu sebepten önce yanlış olan soru düzeltilmeli, problem doğru olarak ifade edilmeli; ancak ondan sonra çözüm / doğru çözüme gidilebilir. Kâinatı gözlem ve ölçümlerimizde av ve keşif aletimiz olan “soru” ve kullandığımız “yöntem” ve “kavram / ayrımlar”; filtre ve ağımızın aralıklarını belirler. Aletlerimizi morötesi ışınları farkedip, bulacak şekilde ayarlamışsak; kızılötesi ışınları görmeyeceğiz demektir. Elinde çekiç olanın, her şeyi çivi olarak görmesine benziyor bu veya tüfeği bilmeyen yerlinin, ormanda tokmak veya değnek ararken, yerde bulduğu tüfeği bu aradığı iş için çok uygun olduğunu görmesine benziyor.

Bilim: “Madde ve işleyişini açıklamak ve nedensellemek için, kâinatta gösterdiğim bu fırça, tuval, boya ve bunların enerji ve hareketleri gibi madde – sebep – süreç – mekanizmalar yeterli; ayrıca ilim – irade – kudretiyle resmin hem her yerinde, hem de hiçbir yerinde olan (yani resimdeki zaman ve mekân sınırlarından münezzeh; yani metaresim, metafizik, doğaüstü) bir fail ve özne, usta ve ressam olduğunu varsaymak veya varlığını kabul etmek zorunda değilim” gibi gizli – açık mesaj ve ima ve ihsaslarla; “kâinatın varlık ve işleyişinde, her ân ve kesintisiz kendisine muhtaç ve ba(ğım)lı olduğu Allahu Teâlâ”yı kabul etmez, üstelik bunu gereksiz ve spekülâtif sayarak reddeder; yani hipotez bazında bile buna ihtimâl vermez, araştırmaya değer bulmaz! Elhasıl kâinattaki zengin veri ve bilgi çeşidinin, Bilimsel Bilgi ve Bilimsel Bilim’e indirgenip, daraltılması; ufkumuzu daraltıyor!…

Bu Bilim’e göre; “eskiden insanlar sebebini bil(e)medikleri tabiat olaylarını Yer Tanrısı, Gök Tanrısına veriyorlardı; sonra Bilim gelişip, herşeyin sebep – sonucu çözüldükçe, Tek Tanrılı İnançlara evrildiler ama ileride Bilim’in ışığı bu bilinmeyenleri de aydınlattıkça İlk Sebep Tanrısına atıf ve inanma için de mantıkî gerekçe veya zorunluluk kalmayacak!…” gibilerinden küçümseyici ifadelerle; müslüman olan bizleri güya çaktırmadan ilkel ve geri kalmış, imanları cehalet ve bilinmezlikten beslenen diye hakaret eder! Çünkü mevcut Bilim’in zihninde yonttuğu tanrı; Boşlukların Tanrısıdır! (Yani Bilim’in de bir teolojisi ve Tanrı tanımı var!)

Burada bir açıklama ihtiyacı doğdu. “Neden – sonuç / illiyet ve determinizmin hâkim ve genel-geçer olduğu bir evrende, Rabbimiz’in ‘rol ve fonksiyonu’ nedir?” soru ve cevabında biz; nisbeten basit nedensellik örneği olan “bilardo topları ve ıstaka” ilişki – etkileşiminden bahsetmiyoruz! Çünkü eğer masadaki topların hareketi, herhangi bir kanun nizama uymayan ve sürekliliği olmayan ve öngörülemeyen tesadüfî çarpışma ve hareketler olsaydı, zaten mevcut Bilimi de yapamazdık. Çünkü genelleyip, bağlayabileceğimiz bir düzen ve istikrar ve kanunlar olmazdı! O zaman ıstakaların tesadüf rüzgârlarıyla toplara tesadüfen vurabileceği ve vurduğunu ihtimâl alanına dahil ederdik ve araştırmalarımızı bu yönde derinleştirir, buna deliller arar, bunu ispatlamaya çalışırdık! (Yani “tesadüf”te delil – ispat sürecinden geçmesi gereken bir tez, bir inanç!) Fakat böyle bir evrende denge, ölçü ve düzen, bilinç ve yaşam da olmazdı; faraza olsaydı bile devam etmez, hemen silinirdi!

Çünkü dediğimiz gibi Bilim yapmayı sağlayan şey evrendeki bu istikrar ve genel-geçerliliktir. İstikrar ve ölçülü bir süreç veya nesnenin, istikrar ve denge nedeni ise, sistem ve sürecin kendi içerisinde aranmaz. Sürece dahil olmadığından sürecin dezavantajlarından etkilenmeyen, süreçdışı faktörler araştırılır! Süreci sürdüreni bulmak için (sürecin nedeni; yani süreçteki nesne, kuvvet ve diğer sebepleri harekete geçirip, kullanan; yani sebepleri sebep ve alet ve vasıta yapan asıl sebep ve fail kim anlamak için) sistem dışına atıf yapmak zorunludur! Yani resmin sebep ve faili olan ressam, resim içinde aranmaz; resmin uzağı – dışında da aranmaz! Resimdeki fırça, boyaları da sebep ve alet yapan asıl sebep ve fail, yani ressam (resimdekileri etkileyebilmek ve çizebilmek için) resimdeki herşeye hem en yakın; (resimdeki sınırlılık ve kayıtlardan etkilenmemek için de) en uzak olmalı! Yani çizdiği resimdekilerin cinsinden olmamalı!

Kâinattaki nedensellik ve determinizm ve Rabbimiz’in bu kâinatla nisbeti derken; görece basit nedensellik örneği olan “bilardo topları ve ıstaka” ilişki – etkileşiminden bahsetmiyoruz demiştik. Bizim bahsettiğimiz evrende sentilyonlarca top ve hareketleri birbirine karışıp, çarpışmadan ve hercümerce sebebiyet vermeden (Rabbimiz yönetmezse, her ân / mekân imkânsız gerçekleşiyor yani) ve belli kural ve ölçülerle hep girmesi gereken deliklere giriyor ve hep aynı sonuçların üretilmesi için çarpması gereken noktalara çarpıyor; durmaları gereken yerlerde de belli süre duruyor ve çalışıyorlar!

Yani; “o hâlde bilardo sopalarıyla, zerreleri kim gitmesi gereken hedeflere hareket ettiriyor ve durmaları gereken yerlerde sabitliyor?” sorusu halâ önemli ve öncelikli ve güncelliğini koruyor! Yani Bilim’in, bu “kim” sorusunu geçersiz ve gereksiz ve spekülâtif görmesi kendi inancı! Bunu bilgi’nin değil, inanç’ın konusu olarak görmesi de kendi amentüsü! Yöntem ve tanımı icabı “kim” sorusunu kendi konusu görmeyip; bunu ilmî ve gözlemsel bulmaması ve topu taca atar gibi konuyu metafizik ve felsefeye atması da kendi itikadı!

Mevcut teori ve çözemediği olay / olguları açıklamak ve çözümlemek için; şimdiki ân / mekânda olmayan ve mevcut teknolojisiyle de direkt veya indirekt gözlem yapamadığı ama “olmalı ve şu şu vasıflarda olmalı” diyerek, varsaydığı ve aradığı; hatta matematiksel olarakta teorisini kurduğu “10 – 12 Boyutlu Uzaylar, Alanlar, Sicimler, Paralel – Sonsuz ve Çoklu Evrenler, Boşluk (vakum) Enerjileri, Karanlık Madde, Karanlık Enerjiler, kütlesiz parçalar, dalgalar, antimaddeler, hatta Kütleçekim kuvveti veya Big Bang ve öncesi” gibi konuları belki metafizik görmüyordur! Belki mevcut Bilim için bunlar gayet somut ve ölçülebilir şeylerdir!…

“Bilimsel Bilim, tanım ve yöntem ve niyeti icabı ‘kim’ sorusunun bilimdışı görüyor, bilimsel kabul etmiyor, hatta reddediyor” demiştik. İslâmî Bilim’in, mevcut Bilimden en önemli farklarından birisi de, bu soruyu ana merkeze almasıdır. Örneğin: Bahçedeki bu elma ağacını buraya kim çizdi; zerrelerini tuğla gibi kim ördü!? Bundan daha acaibi: Şapkadan tavşan çıkması gibi, ağacın içinden yaprak – elma – çiçeği kim çıkartıyor!? Yoksa bütün bunların nedeni; bir takım kuvvet, rüzgâr – enerjilerin bu top ve sopaları hareket ettirmesinden başka birşey değil mi!? Ay’dan bakarsak, Dünya’ya uzay boşluğundan (Hazine-i Gayb’tan) her mevsim ağaçlardan tonlarca elma ırmakları, armut ırmakları; başka musluk ve kanallardan sütten, baldan ırmaklar akıtılıyor, yağdırılıyor, gönderiliyor!… Bütün bunların, zerreleri hariç, kendileri yokken var ediliyor!… Şapkadan tavşan çıkması gibi; yumurtadan kuş, insandan insan çıkıyor, gönderiliyor!… Uzaktan resmin bütününe bakınca görünen bu!…

Elhasıl bu tür soruların cevabını bulmak için dâhi veya dedektif, düşünür veya bilim insanı olmaya gerek yok! O’nu görmek için kâinatın uzak köşelerine, dışına veya başlangıcına veya atomun içlerine yolculuk yapmak veya karışık ihtimâl hesapları yapmakta gerekmiyor! Çünkü ve zaten olanlar “mümkün” olduğu için olmuyor; bilâkis olduğu için biz “mümkün(müş)” zannediyoruz o kadar! (Halbuki sentilyonlarca yüzlü bir zarı her attığımızda hep aynı yüzün gelmesi “mümkün değil”, sıfıra yakın ihtimâl!) Mevcut Bilim de yaptığı tasvir ve nedensellemelerle, bizi bütün bunların mümkün olduğuna inandırmaya çalışıyor! “Bak mümkün olmasa olur muydu, oluyor ki mümkün!” şeklinde yaptığı totoloji ve safsata, mugalata ve gözboyama, yanlış delil ve yanlış akıl yürütmelerle bizi de bu ilüzyona inandırmaya çalışıyor!

Aslında günümüzün otoriter ve totaliter mevcut Bilim anlayışı da; görünenden görünmeyene, somuttan soyuta, maddeden manâ ve kanuna, değişenden değişmeyene geçme; yani mahsusu, ma’kûl yapma sürecidir. Ama kâinat fizik – kimyayla işlemez; bilim’in “kanun ve yasalar” diyerek sebep gösterdiği mekanizma ve süreçler de, “sebep” değil, “sonuç”tur; daha doğrusu eşyanın davranış biçimi ve bunun tasviridir. Kanun, mekanizma, süreç denilen şey; maddeyi etkileyen ve belli bir davranışa zorlayan enerji ve kuvvet türünden bir varlık değil; sadece zihinde olup, bu sebepten maddeyi etkilemesi imkansız zihnî ve soyut bir kavramdır…

Bilim’in uzun geçmişte olup, yani şimdi – şurada olmadığı için gaybî ve metafizik kategorisinde olup, yani gör(e)mediği ve algılayamadığı ama “kızıla kayma, kozmik fon radyasyonu” gibi bir takım delil – ispatlarla varlığına emin olduğu Big Bang (Büyük Patlama) veya şimdi – burada olduğu hâlde bile hiçbir şekilde algılayamadığı ve göremediği yerçekimi (kütleçekimi) gibi kuvvetlerin varlığına bir takım etki ve delillerinden iman etmesi ve üzerine teori ve hesaplar kurması gibi; İslâmiyet, Rabbimiz ve ahiretin bu Big Bang ve Yerçekimi’nden çok daha fazla sayı ve çeşit ve nitelikte ve aletsiz çıplak gözle bile görünür somutlukta delil ve ispatları olup, gösterilebilir! Ama Bilim’in Bilimsellik Kriterleri’ne (yani sebep – sonuç yumaklarıyla ördüğü, madde – enerji dönüşümleriyle, kuvvet – tabiat – tesadüf – uzun zaman – evrim – mekanizma – süreç – kanun gibi operasyonel kavramlarıyla zihnimize kurguladığı ve gerçekten böyle işlediğine inandırdığı sahte kâinat ilüzyon ve metaforuna) bağ(ım)lı kalındıkça bu mümkün gözükmemektedir. Yani önce Bilim’in zihnimizdeki bu esaret, teshir, sihir ve manipülâsyonundan uyanmak gerekiyor. Bunun için de önce zihnimize bir antivirüs programı gerekiyor!…

Elhasıl gör(e)mediğimiz ve zaten görmemizin de mümkün olmadığı; Bilimsel olarakta gözlem, deney ve DNA testleri yapamayacağımız geçmiş ata, dede, ninelerimizin varlığını kabul edip, inanmadan; burada olan kendi varlığımızı bile açıklayamamız gibi; Allah olmadan da en küçük bir zerrenin varlık ve hareket ve devamını bile açıklayamayız!

Biraz yukarıda verdiğimiz bilardo topları örneğinde olduğu gibi; “yağmurun nasıl yağdığını tasvir etmek”te, “yağmurun neden ve niçin ve niye, hangi sebep ve faille yağdığını açıklamak ve nedensellemek” değildir! Çünkü tasvir; olayların hangi sırada ve ne surette olduğunu söylemektir; açıklama ve nedenselleme değildir! Hatta nasıl olduğunun tasviri bile değildir! Bu işleyişin (yağmurun) failsiz ve öznesiz olmasının mümkün olabileceği ve olduğunun delil – ispatı ise hiç değildir!

Nasıl ki aşçının hiç sözünü etmeden, sadece yemeğin tasvirini yaparak, aşçısız yemeğin varlık ve devam sebebini açıklayamaz ve nedenselleyemeyiz. Çünkü aşçı gösterdiğimiz sebep – neden – araçları bile “sebep / neden” yapan, asıl sebep ve fail ve ustadır. Aşçı olmazsa; yer – zaman sırasıyla sebep gösterdiklerimiz, yerinden kalkıp, hareket edemez ve organize olup, “sebep” bile olamaz! Yani Allahu Teâlâ gibi bir fail – sebep – özne – neden – usta – müessir olmadan; cansız nesneler canlı gibi hareket edip, “sebep” rolü ve alet edevat fonksiyonu bile kazanamaz! Yani aşçıdan bahsetmeden, yemeğin neden ve niçin ve niyesini açıklayamayıp, nedenselleyemediğimiz gibi; aslında ve hakikâtte aşçı olmadan yemeğin nasıl olabileceği ve olduğunu bile nasıllayıp, tasvir edemeyiz!

Bilimsel Bilim’in indirgemeci ve analiz / parçalamacı; herşeyi maddede arayıp, maddeye indirgemeye çalışan; manevîyatta kör olup, insan zihnini kesret ve çoklukta, madde ve tesadüfte boğucu bakışından kendimizi kurtararak; bir adım geriye çekilerek resmin bütününe (yani analitik yerine holistik) bakma zamanı geldi. (Biraz önce Ay’dan Dünya’ya bakmıştık.)

Bilim; “bu tencere, ocak, bıçak, ateş, soğan; (yani Bilim’in gösterdiği sebep, madde, tabiat, tesadüf, zorunluluk, kanun, kuvvetlerin) bu yemeği yapması mantıklı ve mümkün mü?” sorusunu gündeme bile getirmeden; “evet mümkün ve vaki, zaten olan da bu” anlamına gelen tasvir ve nedensellemeleriyle; “aşçı kim?” sorusunu bile doğmadan öldürmekte, böyle bir merakın doğmasına izin bile vermemektedir! Fail ve özneye ihtiyaç ve zaruret olmadan kâinatın varlık ve devam ve çalışması mümkün ve vakiymiş gibi yaptığı evren tasvirleri, yani soru daha bizde doğmadan verdiği hazır cevaplarla; bu soru ve merakın zihinde uyanmasına engel olmaktadır!

“Bilim’in tanımı ve Bilimsel Yöntem olarak ‘kim’ sorusunu sormayacağım; çünkü amaç ve niyetim olayların failsiz ve öznesiz olarak; yani doğal ve fizikî sebeplerle olabileceğini; yani bunların İlâhî değil, tabiî ve doğal hâdiseler olduğunu göstermek ve anlatmak!” Kendi yöntem ve tanım, niyet ve tarafını böyle seçen ve belirleyen Bilim; niyetinin doğal sonucu olarak neyi ararsa onu buluyor; sormadığı sorunun cevabını göremiyor; görse de farketmiyor, farketse de bozuyor! Olaylar Bilim’in prizmasında kırılıp, filtrelenerek; Rabbimiz’e çıkan ve çıkabilecek soru ve cevaplar, başka sahte fail ve sebeplerle; hiçbir sebep ve özne bulunamazsa; oluşan açık, görünmez ve herşeye muktedir “tabiât, tesadüf, uzun zaman (evrim), kanun” gibi operasyonel kavram ve soyut süreçlerle kapatılıp, köreltiliyor!

Buradan Bilimsel Makale ve ifadelerde; Sevk-i İlâhî, sevk-i tabiîye; yaratma, oluşmaya; Allah’ın mu’cizesi, doğanın mu’cizesine; Kanun-u İlâhî / Sünnetullah (yani İrade-i İlâhî), Fizik – Tabiat Kanunlarına dönüşüyor. Olay; mevcut kanun, teori veya modellerle açıklanamadığı için öngörülemeyen, hesaplarda çıkmayan istisnaî bir durumsa, “tesadüf” veya “Bilim ileride çözecek” inancına sığınılıyor!

Özet olarak: Eşyaya bakışımızı inşa ederken ve bu gözlemimizi ifade ederken; ya “fail Rabbi ve işleteni var(mış)” veya “yok(muş)” gibi bakılabileceği ve bunun (var–yok’un ortasının olmaması gibi) orta ve objektif bir noktası yok demiştik.

Mes’elâ yeryüzündeki gündüz, ısı – ışık ve aynalarda görünen Güneşler’in kaynağı ve sebebi gökteki tek “azametli” Güneş’in yansımaları olduğu kabul edilmeli. Aksi hâlde bu yansımaların gökteki tek Güneş’le bağlantısı inkâr edilirse; yerdeki her Güneşçik timsalinin, gökteki Güneş’le aynı sıfatlarda ayrı bir Güneş ve etraftaki bu ısı – ışığın kaynak, sebep ve faili olarakta, yerdeki bu Güneşçiklerin olduğuna inanma zarureti hasıl olmaktadır! Yani cansız ve şuursuz eşyada görünen “ilim, irade, hayat, bilinç” gibi ışıkların kaynağı ve doğum yeri bu “aciz” madde ve zerreleri kabul edilmeli! Yani madde denizinin geniş yüzeyinde ve her damlasında görünen bu ısı – ışık ve Güneşçiklerin Rabbimiz’den değil de; madde ve zerrelerinin kendi tabiat ve özelliğinden kaynaklandığı mantıksızlığı; delilsiz – ispatsız aksiyom olarak kabul edilmek zorunda kalınmalı!… Veya eşyadaki bu özellik ve sıfatlar, Rabbimiz’in isim ve sıfatlarının tecelli ve tezahürleri olduğu görülerek, bunun delil – ispatları gösterilmeli. Herşey bulunması gereken noktaya yerleştirilmeli.

Yani tek ve azametli Güneş’i kabul etmemek veya ret için; yani sadece Rabbimiz’e ait olabilecek ve olan mutlak özellik ve sıfatlar; yerdeki madde ve zerrelere dağıtılıp, böylece tek hakikî Rabbimiz’e inanmaktan kaçınırken; aslında ve hakikâtte sayısız zerre ve eşyaya İlâhlık ve İlâhlık Sıfatları vermek ve çarnaçar öyle de inanmak zarureti hasıl olmaktadır! Farkında bile olmadan insan ürünü politeist (çoktanrılı) bir din inşa edilmiş olunmaktadır! “Farkında olunmadan” diyorum, çünkü kâfir ve müşrikler de içine girdikleri durumun farkına varıp, bilselerdi; zaten pişman olup, tevbe – istiğfar eder; yanlıştan dönerlerdi!

Kısaca kâinatı ve madde – enerjinin varlık ve işleyişini nedensellemek ve nasıllamak (tasvir) için; tüm inanç ve inançsızlıklara eşit ve uzak mes’âfede konumlanıp, tarafsız gözlem ve ifadeler kurabileceğimiz bir gözlem noktası veya eşyanın agnostik olmamıza izin verebileceği nötr ve renksiz bir alan yok! Bu konuda kurulabilecek nötr, yani “inanç ve değer“den bağımsız ve ayrı bir cümle yapısı ve ifade biçimi yok! Başta dil ve mantığın yapısı izin vermez buna! Çünkü fiil fâilsiz; eser müessirsiz; isim müsemmasız; sıfat mevsufsuz ve san’ât san’atkârsız olamaz!

Elhasıl Bilim; kâinattaki “ilim, irade, kudret, güzellik, denge, ölçü, adalet, koruma, doyurma, temizleme” gibi fiil, isim ve sıfat ve kanun – hakikâtlerin sahibi ve faili olan Rabbimiz’i kabul etmekten, hiç değilse önvarsaymaktan, yani “var(mış)” gibi yapmaktan kaçındığı ve “yok(muş)” gibiyi varsaydığı için; sadece Rabbimiz’in olabilecek ve olan eşyadaki fiil, kuvvet, sıfat, özellik ve neden – sonuç, eserlerinin; gene maddenin kendi zâtında içkin, kendi tabiat ve özelliğinden kaynaklandığını kabul etmek zorunda kalıyor. Bu zorundalık sebebiyle; “madde–enerji + tabiat + tesadüf–zorundalık + hareket–süreç + uzun zaman (evrim)’in bütün bu işleri yapmasının mümkün olduğuna ve zaten olanın da bu mümkün’ün gerçekleşmesinin delili olduğu” totoloji ve kısır döngüsüne inanmak zorunda kalıyor ve bütün bu zorundalıklarının sonucu olarak; gözlem – deney, teori ve bilimsel ifadelerini de bu inançlarına göre şekillendiriyor!

Yani gözsüz – kulaksız eşyanın kabul etmeyip, bilâkis acziyetiyle reddettiği İlâhlık Sıfatlarını, eşyaya verme politeizminin dava ve savunuculuğunu yapmakta ve bunun farkına bile var(a)mamakta Bilimsel Bilim! Tıpkı eski putperestlerin; “putların maddesine tapmadıkları, bunlarda bazı mukaddes ve kutsal özellikler bulunduğu veya Âlemlerin Rabbi’nin dünyadaki işleri bu putlar gibi vasıta / sebeplerle düzenlediği ve bu putlar vasıtasıyla onlarla iletişime geçtiği” küfür ve şirki gibi!…

Evet putperestler de Allah’a inanıyordu, fakat kafalarında yonttukları bir antropomorfik (insan özelinde yaratılmışa benzeyen) İlâh’a Allah ismi vermiş ona inanıyor, yani kafalarındaki Allah tasavvuruna tapıyorlardı! Yani salt Allah’ın varlığına inanmaları, onları kâfir ve müşrik olmaktan çıkarmıyordu; çünkü gerçek ve reel Allah’a iman etmiyorlardı! (İnkâr etmemek ayrı, kabul etmek ayrı, iman etmek çok daha ayrı mes’elesi.) Yeri gelmişken; ateistler de kafalarında şuradan buradan okuyup şekillendirdikleri ve hayata bakıp tasvir ettikleri bir ilâh tasavvuru çiziyorlar zihinlerinde, sonra bu realitede olmayan Zihnî Tanrıyı inkâr ediyorlar!

Sonuç olarak: Bilimsel Bilim eliyle tutamadığı, gözüyle görmediği ve kavrayamadığı, yani zekâsını ve sınırlarını ve yöntemini aşan bazı soyut ve manevî şeyleri kabul etmediği için; hatta (herşeyi madde–enerjiye indirgemeye ve öyle açıklamaya çalışması ve bu konuda net ve emin ifadeler kullanmasından da anlaşılabileceği gibi) bunu reddettiği için; yani “kâinattaki fiillerin faili ve öznesi, eserlerin müessir ve ustası var(mış)”ı kabul etmediği için; “yok(muş)”u doğru kabul etmek ve bu önvarsayımı doğruymuş gibi “failsiz ve öznesiz” Bilimsel İfadeler kullanmakta ve ilk düğmenin yanlış iliklenmesi gibi, başlangıçtaki önvarsayım / inançlarının kendilerini zorunlu olarak bu yola sevketmesiyle; Rabbimiz’e ait isim – sıfatların, madde’den nedensellenip, doğduğu ve kaynaklandığına inanmaktadır.

Yani mevcut Bilim, ancak putperest ve müşrik, ateist ve materyalist insanların kullanabileceği dil ve argümanlarla hareket etmekte! Bunun sonucu olarak; Higgs Bozonu, Holografik Evren, Sonsuz (yani yaratılmamış veya sonsuz sayıda yaratılan) Paralel Evrenler, Sicim Kuramları, Çoklu Boyutlar, Boşluk Enerjisi, elhasıl Bilim’in keşfedip, bulduğu her “neden (sebep)” veya olmasını varsaydığı herşey; Rabbimiz’le aramıza bir perde sebep, uzaklığı arttıran bir mes’âfe daha eklemekten daha ileriye gidememekte!

Haftaya devam edelim inşâallah.

Ayhan Küflüoğlu

www.metabilgi.org

(*) İnsanlığın tüm felsefe ve bilim, din ve kelâm tarihinde belki en temelde tüm soru ve problemleri temel olarak bu soruya sadeleştirilebilir ve özetlenebilir veya bu soruya verdikleri cevaba göre sınıflandırma yapılabilir. Bu soruya verdikleri cevaba göre temel olarak; teizm, ateizm, deizm, idealizm, rasyonalizm, realizm, materyalizm, natüralizm, determinizm veya mu’tezile, cebriye, eş’âriye, maturidiyye veya katolik, protestan gibi yollara ayrılmışlar. Belki asıl soruları bu olmasa bile; farkında olmadan, bilerek veya bilmeyerek başlangıçta bu soruya verdikleri cevaba göre yollar ayrılmış. “O zaten yok ki evrenle bir münasebeti olsun!…” veya “O var, evren ve bizle ilişkisi de şöyle: …” diyerek verdikleri cevapların çeşitlerine göre ana ve sonra da diğer tâli yollar açılmış.

Pozitif Cehalet veya Gereksiz Bilgi

Cehalet, kelime anlamı itibariyle; Bilmemek, bilgisizliktir, fakat bu tanımlama çok eksik kalıyor. Cehalet; “sadece bilgisizlik” demek değildir. Cahillik; okuma yazma bilmemek de değildir. Okuma yazma bilmeyene ÜMMİ denir, cahil değil. Nice ümmi zatlar vardır ki bilgileri zirvededir ve milyonları yönetiyorlar. Aynı zamanda nice akademisyen, anlı, şanlı, unvanlı kişiler de var ki, cehaletleriyle halkı şaşırtıyorlar. Peki, asıl cehalet nedir?

CEVAP: I. Yanlış ve gereksiz bilgilerle dolmak. II. Hak ile batılı bilememek veya birbiriyle karıştırmaktır.  

Evet, cehaletin zıddı bilgidir, fakat bizim bilgi diye övündüğümüz birçok şeyler, genellikle bir şey bildiğimizi sanmaktan ibaret bir aldanmadır ki, Filozof H. D. Thoreau bunu “pozitif cehalet” olarak adlandırıyor. (Örnek: Darwin teorisi.) Bu ünlü düşünüre göre Pozitif cehaletin bir diğer kötü yanı, gerçek bilgiye olan ihtiyacımızı hissettirmez. Yani, bilgi tokluğu yaşatır…

Aslında yanlış ve gereksiz bilginin, cehaletten çok daha da kötü olduğu herkesçe malumdur. Peki, gereksiz bilgi, bilgi olduğu halde nasıl cehalet, hatta cehaletten de kötü oluyor?…

Gereksiz bilgi; insanın hayatında hiçbir işe yaramayan fakat yine de insanın ilgisini çeken malumat ve bilgi türleridir. Buna da örnek, yerli ve yabancı artistlerin, şarkıcıların, futbolcuların şecerelerini saymak. Eski tarihli maçların bile kritiklerini yapmak ve tarih, kadro, gol sayıları ve futbolcu bedelleriyle anlatmak. Vakit öldürdüğü hayali ve sanal dizileri başkalarına anlatmak.

Meşhur bir hikaye: Bir zamanlar, kabiliyete ve yeteneğe çok önem veren bir padişah, çok farklı bir bilgi, beceri ve özelliğe sahip, kabiliyeti olan kişileri huzuruna toplar, yeteneklerine göre çeşitli hediyeler dağıtırmış. Bir gün adamın biri yeteneğini göstermek için padişahın huzuruna çıkmış. On metre uzaklıktaki iğnenin deliğinden ip geçirdiğini iddia etmiş. Buna kimse inanmamış. Padişahın huzurunda ilk denemesinde ipi, on metre ilerdeki iğnenin deliğinden geçirmiş. Birkaç kez daha yaptırmışlar. Adam her seferinde bunu başarmış. Padişah ona “bu işi becerebilmek için ne kadar zaman harcadığını” sormuş. Adam bu işe yirmi yılını verdiğini söyleyince, Padişah yardımcılarına, “Bu adama yirmi altın verin ve kırk değnek kırılıncaya kadar vurun!” diye emir vermiş. Herkes gibi, adam da çok şaşırmış.

“Padişahım kırk altını anladık da, kırk değnek niye? Bir kusur mu işledik huzurunuzda?” diye soran adama Padişah:
-“Evet, yaptığın iş kolay değil, imkansız gibi. Sana kırk altını bu zor işi başardığın için veriyorum. Kırk sopaya gelince… Bu cezayı, bu kadar gereksiz, faydasız ve ülkemin hiçbir ferdine ve derdine fayda sağlamayan bir işi yapabilmek için, o kadar zamanı boşa harcadığın için verdim ki, aklın başına gelsin…” 

İnsanlığın Rehberi ve en doğru sözlüsü Hz. Muhammed SAV, şeytanın şerrinden Allaha sığındığı gibi, “Faydasız ilimden de Allaha sığınmıştır” (Bkz.: Tirmizi, Daavat, 68.) Acaba niçin?…

Faydasız ve gereksiz ilmin cehaletten daha kötü olduğu, sanırım anlaşıldı. Peki, gerekli bilgilerin hangisi daha önemlidir? Bizler, hangi ilimlere öncelik tanımalıyız?

İşte bu sorunun cevabı çok zor, çünkü; Hubble kanununda belirtilen kainatın sürekli genişlemesi gibi, ilim de sürekli katlanarak genişlemektedir. Hz. adem AS zamanındaki ilim ile hatta 100 sene önceki ilim ile bugünkü ilim arasında dağlar kadar fark var. Sadece 100 yıl önceki hekimlik bile, bugün onlarca kısma ayrılmış ve her bir branşın ucu-bucağı görülemez olmuş. Önceleri 5-10 meslek varken, şimdi yüzlerce meslek dalı var. Sosyal ilimler, DİN ilimleri, FEN ilimleri, siyaset, spor, Tıp, ziraat, meslek ilimleri ve daha neler neler? Acaba insan bunlardan hangisini öğrenmelidir? Hangi birini tam öğrenmeye ömrü yetebilir ki?

İşte bu nedenlerle de çok önemli olanlara ve meslek edineceklerimizeodaklanmamız şarttır. Bu şartlara rağmen, gereksiz bilgi ve meşguliyetlere vakit ayırmanın mantıksızlığını siz düşünün.

Mademki gerçekler böyle, şimdi çok ciddi düşünelim: Önce insanın ömrüne bir bakalım. % Kaçı dünyada geçiyor? % Kaçı Ahirette geçecek? Dünya ömrü 130 sene bile olsa, Ahiret; SONSUZ, SINIRSIZ, EBEDİ… Sonsuz, ebedi senenin yanında, 130 senenin ne önemi var ki?…

İşte bu tablodan anlaşılıyor ki, aslında Ahiretimiz için ilim tahsil etmekten ve çalışmaktan, dünya için ilme ve çalışmaya pek vakit kalmamalıdır.  Akıl ve Mantık bunu gerektiriyor. Peki, bizler hangisi için daha çok çalışıyoruz? Cevap,yürekler acısı, değil mi?

FIKHİ AÇIDAN İLİM: Her insanın DİN ilmini öğrenmesi Farzdır. Kaynak Hadis-i Şerif: “İlim talep etmek ve öğrenmek her Müslümana farzdır.” (İbn Mace, Mukaddime, 17. ..Ve bu Hadis-i Şerifin dayandığı ayet: Tevbe, 122. Ayet.). İnsan olarak yaratılan herkesin “İMAN ilmini” her gün (sürekliliği emreden ayet; Nisa, 136. “Ya Eyyühellezine, amenu, aminu billahi”) tahsil etmesi (bu konuda çaba göstermesi) ise VACİPTİR. Vacibi terk eden asi ve günahkar olur. (Bkz.: Taha suresi, 114., Bakara S., 260., Zümer suresi, 9., Mücadele S. 11. Ayetler. Ve İ.Azam, İ.Şafi, İ.Hambel, S.Sevri, İ.Eşari v.d.) Çünkü, İlahi emir çok net: Ben cinleri ve insanları, Beni tanıyıp, ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (51. S./56. A.) ..Ana gaye buysa, gerisi teferruattır…

Gerçek İLİM elbette bir bedel ve azami gayret ister. Buna mukabil gereksiz bilgileri ise şeytan süsleyerek cazip hale getirdiği için, gerçek ilmin veya gerekli bilgilerin önünü tıkar…

İmam Gazali Hz’nin, “Hangi ilmi tahsil edeyim?” diye soran talebesine verdiği ilginç cevap: “Ömründen bir hafta kalmış olduğunu bilseydin, hangi ilmi öğrenirdin?…” olmuş.

Bu gerçekler ışığında, acaba aklı başında bir insanın, gereksiz bilgilerle meşgul olmaya ve zamanını boşa harcamaya hiç gönlü razı olur mu?…

Okumaktan mani ne kişi Hakk’ı bilmektir
Çün okudun bilmezsin ha bir kuru emektir. 
(Yunus Emre)

***

“Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.” (Camiu’s-Sagir, II/12, Hadis No:1201)

“Sizin hayırlınız dünyası için ahiretini, ahireti için dünyasını terk etmeyendir.” (Kenzü’l-Ummal, III/238, hn: 6336)

“Dünyaya ait işler, kırılmağa mahkum şişeler hükmündedir; baki ahiret işleri ise,gayet sağlam hakiki elmaslar kıymetindedir.”  (Bediüzzaman Said Nursi Hz.)