Etiket arşivi: bilim ve islam

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Kâinat; Fizik – Kimyayla değil, Kayyum olan Allahû Teâlâ sebebiyle işliyor

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Başlamadan önce, geçen haftadan hatırlanması gereken bazı yerlerin kısa özetini yaparak, giriş yapacağız. Hatırlanması gereken ifadeler şöyle:

Bilim’in “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” hurafeleriyle zehirlenip, hastalandığımız için; “kâinattaki her varlık ve işleyiş, faâliyet ve sonucu; hem de herhangi bir fail ve özneye ihtiyaç ve zaruret duymadan; neden ve nasıl’ı, niçin ve niye’si izah ve tasvir edilip, açıklanabiliyor(muş!)” hezeyan ve sanrıları görüyoruz! Yani resim – ressam, yazı – yazar, fiil – fail, eser – müessir, isim – müsemma zaruret ve ihtiyacının; kâinat düzleminde gerekli ve geçerli olmadığına inanıyoruz!

Dünyada geçerli ve yaygın bu tek tip Bilim sayesinde; günümüzde din ve ideolojiden, ülke ve milliyetten bağımsız olarak herkes, kâinat ve hâdiselere; “türlü sebep ve mekanizma, süreç ve enerjilerle kendi kendine işleyenotomatik bir makina; evrimsel ve determine iç dinamikleriyle kendi kendine (varlık ve devamında, çalışma ve işlemesinde; Rabbimiz’e muhtaç ve mahkûm ve mecbur olmadan) çalışan bir sistem; türlü program ve kanunlarla çalışan bir bilgisayar” metaforuyla; yani Rabbimiz’den kopuk ve ilgisiz bakıyor!

Bilimsellik İnancı’nın kurgulayıp, dinli – dinsiz istisnasız herkesi doğruluğuna inandırdığı bu kâinat tasvirine göre; “hiçbir şeye muhtaç olmayıp, herbirşeyin her ân – mekân O’na muhtaç olduğu (Es-Samed) Rabbimiz” yerine; kâinatın “Samed” olduğuna inanıyor ve zannediyoruz!

Bilim’in kulağımıza üfleyip, bilinçaltımıza işittirdiği; yani bizi hipnotize edip, inandırdığı; bu sihir ve ilüzyona benzeyen (yani kandıran ve uyutan; olmayanı, olur gibi gösteren; nazar ve zihnimizi teshir edip, karıştıran ve yönlendiren); bu “Bilimsel Yöntem ve İfadeleri”ndeki “Gizli Telkin” ve “Program(lama)” ve “Yanlış Bilgi Virüsleri”ni tanıma ve buna göre bir aşı ve tedavi geliştirme zarureti vardır.

Bilim’in mugalata ve safsata ve yanlış akıl yürütmelerle bize enjekte ettiği bu Virüslü Truva Atları sayesinde, mes’elâ: “Kâinatta bu iş, eser, fiiller ‘mümkün’  olmasa olmazdı; oluyor, demek ki mümkün” olduğuna inanıyoruz! Yani kâinattaki bu işleyişin normâl ve rasyonel, yani mümkün ve mantıklı ve istatistikî bir sonuç olduğuna inanıyoruz! Halbuki “olanların olmasının mantıklı ve rasyonel, mümkün ve olası olabileceği” ve “olanların da, bu mümkün’ün gerçekleşmesi olduğu”nun delil – ispatı olarak, olanların olmasını göstermek; apaçık bir mantık hatası, yanlış bir akıl yürütme; bir totoloji ve kısır döngüdür!

Bu mantık yürütmedeki yanlışlıktan başka: Üstelik olanlar (mes’elâ ‘şapkadan tavşan çıkması’ gibi yumurtadan kuş çıkması veya topraktan ağaç – meyve çıkması veya insanın içinden insan çıkması veya cansız atomlardan canlı hücre çıkması veya gezegenlerin boşlukta dönmesi veya atomların stabilite ve dengesi veya elementlerin birleşiminden, bambaşka özellik ve yapıda varlıklar yaratılması gibi şeyler) “mümkün” olduğu için olmuyor; devamlı olageldiği için biz “mümkün(müş)” zannediyor ve inanıyoruz! Yani “mümkün” ve “mantıklı”nın tanım ve kapsamını biz, gene çevremizde olanlardan oluşturuyoruz, bunlara bakarak çiziyoruz!

Bilimsel Bilim’in ilüzyon ve safsata ve aldatma yollarından biri de: Kâinatı parçalayarak, insan zihin ve nazarını bu kesret ve çokluğa dağıtmak; sonra da o insanı bu parça ve çokluklarda boğmaktır!

Yani Modern Bilim “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” batıl inançlarına aklı ikna ve kalbe küfür ve şirk virüsünü enjekte etmek için; kâinat ve eşyayı ve içindeki işleyişi ufak parçalarına ayırır; tâ ki ufaladıkları bu şeyleri, yanındaki diğer şey(ler)e; sonraki aşamada da kâinatın tümünü sebeplere dağıtmakta zorluk çekmesinler! Böylece son aşamada, eşyanın varlıkta durma ve işleyiş sebebi ve sonucunu, Rabbimiz’den kopartmakta zorluk çekmesinler! Bu Bilimsel Metodla aslında Bilim’in yaptığı: İnsanı farkettirmeden küfür – şirk bataklığının ortasına getirip, bırakmak; sonra da orada çırpınmasını seyretmektir!

Bilim’in bağ(ım)lı olduğu Bilimsellik Kriterleri uyarınca; kâinat hakkında “bu bu olay ve sonuçları, şu şu sebep – mekanizma – enerjilerle olmakta ve oluyor” tarzındaki deterministik (yani yatay sebep – sonuç sıralaması venedensellik şablonu ve illiyet kurgusu bağlamında) ifade ve tasvirleri, arka plânda; “bu iş, eser ve sonucunu (var olsa bile!) Allah yapmıyor; bu faâliyete (var olsa bile!) Allah karışmıyor; görüldüğü gibi, evrendeki varlık ve işleyişe O’nun müdahale etmesine ihtiyaç ve zarurette yok; herşey O’ndan bağımsız ve ayrı olup; Bilim’in gösterdiği şu şu sebep ve mekanizma, kural ve enerjilerle işleyebilir ve işler!ateist ve materyalist,sinsi ve subliminâl mesajını bilinçaltımıza gönderip, derin mesaj olarak zihnimize kodlar ve işler!

Yani “sebep – sonuç – sebep – sonuç…” artarda gelmeleri hâdisesine devamlı zum ve odak ve buna devamlı tekrar ve telkinler yaparak ve “sebep” rolü verdiği verdiği şey ile “sonuç” ismi verdiği şey arasındaki derin ve geniş uçurumları görmeyerek; filmini çektiği bu senaryo ve yaptığı montaj – kurguya göre; (ve bizdeki; çevremize aşinalık ve ülfet, tebeî ve yüzeysel bakışın da katkılarıyla);O olmasa da olabilir ve olur ve zaten oluyor, olan da bu!”ya önce şüphe tohumu ekmek; ardından da cafcaflı Bilimsel İsim(lendirme) ve İfade ve Tasvirlerle sarmalayıp – sulayarak; vehmî ve zannî ve hayalî bir ihtimâle dayanan (aklî ve zâtî bir ihtimâl bile değil yani) bu şüphe tohumunun fidan olup, yeşermesini ve sonra da “küfür, inkâr ve şirk” meyvesini vermesine çalışmaktadır mevcut Bilim’in Felsefesi! Bu filmin amaç ve anafikri, dayandığı çekirdek yapı bu!

Yazımızın girişi burada bitti. Bilimsel İnançların Yapısı hakkında; Yöntem ve İfadelerinde “Gizli Telkin” ve “Program(lama)”ların keşif ve zihnimize ilka ve enjekte ettiği “Yanlış Bilgi Virüsleri”nin teşhisine buradan devam edeceğiz.

Bilimsel Yöntem’in “sebep” rolü verdiği verdiği şey ile “sonuç” ismi verdiği şey arasında (birbirlerine illet ve neden olamayacak kadar uzaklık) derin ve geniş uçurumlar var demiştik. Burada anlatılmak istenen: Herhangi birşeyehakikî anlamda asıl sebep ve etken neden, yapan fail ve eylemi gerçekleştiren özne olabilmek; yani “bu fiil ve sonucunda ortaya çıkan bu eseri ben yaptım; bu fiilin faili ve bu eserin müessiri ve sahibi benim” diyebilmek için asgarî 3 şart gerekli, bunlar: İddia sahibinin, bu fiil ve sonucu olan eseri yapabilecek “ilim, irade ve kudret” sahibi olması. Asgarî derken, bu 3 şartın içinde “hayat, şuur, zekâ, farkındalık, görme, işitme” gibi diğer kuvvet ve özellikler de içkin ve var; zaten bu özellikler olmasa; o şeyin “ilim, irade, kudret” sahibi olmasından da bahsedemeyiz.

Konuyu örneklendirirsek; “adamı, tüfek öldürdü” demeyiz; “cansız tüfeği eline alıp, nişan alan ve niyet edip, tetiğe basan şu adam öldürdü” deriz. İşte Bilim; kâinatı tercüme ve telâffuzunda failsiz ve öznesiz veya “tesadüf, tabiat, kanun, mekanizma, madde – enerji” gibi sahte fail / öznelerle kurguladığı Bilimsel İfade ve Tasvirlerinde; “adamı, bizzat ve şahsen / bizâtihî tüfek öldürdü” diyor!

Yani “belli bir amacı gerçekleştirmek üzere, tüfeği eline alan ve kullanan ve nişan alıp, tetiğe basan ilim – irade – kudret sahibi bir fail ve özne yok ve zaten olmasına ihtiyaç ve mantıkî zarurette yok” diyor! Yani“tüfek kendi içindeki enerji veya dışarıdan aldığı itme kuvvetiyle, kendi kendine / kendi başına havalandı ve şu açı / eğimle dönüp, şu adamı vurdu ve vurabilir” diyor! Seküler Bilim buna benzer iddia ve zanlarınındelil ve ispatını aramak; yani Ateizmin Teorisi’ni kurmakla meşgul! Üstelik sanki bu inançları doğru ve sanki ispatlanmış gibi; kâinat kurgu ve tasvir, açıklama ve nedensellemelerini bu ateist paradigmaya göre yapıyor!

Halbuki tüfekle adam öldürülünce, tüfeği “fail ve özne, katil ve suçlu” diyerek hapse atmıyoruz; tüfeği amaç ve eylemi için araç ve sebep olarak atayan ve kullanan; öldürmeye niyet edip, iradesini bu yönde kullanan ve tüfeği hareket ettirip, nişan alan ve tetiği çeken asıl sebep ve fail ve özneye ceza veriyoruz! Çünkü tüfekte “hayat” gibi kendisini harekete geçirecek bir kuvvet ve enerji ve “insan öldürmek” gibi gayeler plânlayan “ilim, irade, kudret” ve “şuur, bilgi, zekâ, göz” gibi diğer özellik ve vasıflar yok! Aynen bunun gibi kâinattaki hiçbirşey, hiçbirşeyin ve hiçbirşeyinin “sebebi, nedeni, faili, müessiri, etkeni, ustası, mucidi, munşisi” değildir ve olamaz!

Rabbimiz’den başka fail ve özne, usta ve müessir olan; yani herhangi birşeyi herhangi birşeye sebep ve aletolarak kullanabilecek ve kullanan; herhangi birşeyi herhangi birşeye araç ve vasıta yapan; etken ve nedenyapabilecek ve yapan yoktur ve olamaz! Bu ifade, bir inanç ve itikad veya vehim ve zan veya hipotez ve teori cümlesi olmayıp; zaten bunun aksinin imkânsız, yani vukûunun muhâl ve mümteni’ olduğu; mantıken (yani deneyden önce, salt düşünerek bile) ve ampirik olarakta (yani araştırma ve deneyle de) görülüyor!

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin dediği gibi, (meâlen): “Sebeplerin içerisinde cihaz ve letaif ve kuvvelerinin çeşit ve sayı olarak en câmi ve donanımlı ve kuvvetlisi insan olduğu hâlde; o insan bile, kendi üzerinde, kendi iradesiyle yaptığı iş ve fiiller de bile % 99,99’u hakkında ne bir bilgi ve olurken de ne de bir şuuru var!”

Örneğin: “Yürümek” fiilinde, insanın yaptığı ve belki sadece iradesinde olan “yürümeye karar vermek” ve “istemek”tir! (Peki “karar verme” ve “istemek”i neyle, nasıl ve hangi cihazımızla gerçekleştiriyoruz!? Hem belki “istemek”i de istiyoruz! Yani içimizde “yürüme isteği”nin yaratılması da ayrı bir istek ve niyet ve kararlagerçekleşiyor olabilir. Yani şuurumuz dışında gerçekleşen bir süreçle “yürüme isteğini” de istiyor; bu duygu ve isteği istemeye karar veriyor olabiliriz! Bu isteğimizin kabulü sonucu, içimizde “yürüme isteği” doğunca ve bu istek şuurumuzun farkındalık alanına kadar genişleyip, bilincimize dokununca; bu istek ve meyle uyup uymamaya, irade ve şuurumuzla karar veriyor olabiliriz…)

Yani yürüyen her insan (Allahû Teâlâ’ya inansın inanmasın, farketmez) O’ndan kendisini yürütmesinidilemektedir; kendisinde “yürüme” fiilini yaratmasını istemektedir; yürü(yebil)mek için (fıtraten ve şuuru da farketmeden; fiilî, hâlî, ıztırarî ve örfî) O’na dua etmektedir! O duanın Rabbimiz tarafından kabulünden sonra; “beyinde hangi hücre zinciri – sinapslarda hangi biyokimyevî reaksiyonlar başlayacak, kimyasalların oran ve karışım ve zamanlaması ne olacak, bu reaksiyonlar sonucu oluşan biyoelektrikî akım – sinyaller hangi hücre yollarını izleyerek, hangi kas liflerine, hangi sinir bağlantılarıyla iletilecek, uygulanacak kuvvet ve liflerdeki sıkışma, gerilme ve bükülmenin miktar ve yönü nedir, basınç, senkronizasyon, koordinasyon, denge, geribesleme, ayarlama, yeni duruma uyma?!…” bütün bunlar ve çok daha fazlası; bilgi ve irade, şuur ve kuvvetimiz dışında gerçekleşiyor! Yani yürüyen biz, yürüten O!

Elhasıl irademizle yaptığımız şeyler de bile, birşeyi nasıl yaptığımızı bilmiyor ve yaparken de neler ve nasıl olduğunu bilmiyor; hatta olurken şuurumuzla bile farketmiyorsak; “ben yürüyorum / kendimi ben yürütüyorum” sözü, kuru bir iddia ve davadan ibaret; boşlukta asılı, temelsiz bir söz olarak kalır!

Hatta en basit bir fiil gibi gördüğümüz “konuşma” eyleminde; ne konuşacağımı, konuşmadan önce ben bile bilmiyorum! Yani “konuşma” fiilinde; ne diyeceğimi ve hangi kelimeleri kullanacağımı; ağzımdan çıkmadan önce ben bile bilmiyorum! Şuurumla intibak (ve olay yerine intikal etmemden!) çok önce başlıyor ve bitiyor süreç; bilinçli şuurum çok arkadan geliyor! (Hatta “otomobil kullanmak, enstrüman çalmak” gibi irademin işe karışmadığı, şuurumun kontrol etmediği fiillerim çok daha akıcı ve kolay, sonuçları da çok daha güzel oluyor! Demek cüz’î irade ve ihtiyarımızı aradan çekip, asıl sahibine teslim etsek, dünyada da rahat edeceğiz!)

Elhasıl sebep ve etkenler içerisinde, sebeplerin en zengin ve donanımlısı olan insan türü bile; kendi üzerinde gerçekleştirdiği kendine en yakın, kendi üzerindeki iradî davranışlarında bile elinde olan sadece “karar verip, istemek, dua ve talep etmektir!” Eylem, fiil ve sonuçlarını yaratan, inşa ve icad eden, sebep ve neden olan sadece Rabbimiz! Herşey edilgen ve alıcı, münfail ve mef’ûl, sadece o etken ve fail! Sebepleri bile “sebep” olarak atayan ve sebepleri bir maşa ve alet gibi kullanan O!

“Herşeyin sebebi Rabbimiz”dir derken, tabî bizim burada bahsettiğimiz fiil / faâliyet, eylemler, kâinat düzleminde “rüzgârın yerdeki yaprakları hareket ettirmesi” gibi nisbeten basit fiil ve süreçler değil. Gerçi bu fiilin de kuvvet ve kudret sahibi tek sebep ve faili de gene Rabbimiz.

Yani O’nun “Kuddûs” gibi isim–sıfatlarının, mikrodan makroya geçerli “kural / kanun / program / yasa / âdetullah / tekvinî – kevnî şeriât / Sünnetullahı”nın sonucu olarak; yani Rabbimiz’in “ilim – irade – kudreti”ni de taşıyan emirve mesajını; gene Rabbimiz’in kudretinin hava zerrelerini ihtizaza getirmesi sonucu, “rüzgâr kuvveti” olarak tezahür etmesiyle; o rüzgârın bu emir ve iradeyi yaprağa iletmesi; yani vahiy ve cebretmesiyle; o yaprak(Bismillâh diyerek, yani o yaprağın kendi zâtında hareket etme gücü ve iradesi yok; ancak Allah’ın ismi ve namı, kuvvet ve havlıyla hareket edebilir ve ediyor) hareket ettirilip, yeri değiştiriliyor! [Nasıl ki çok önceleri Hz. Adem’in topraktan cesedine de buna benzer şekilde üflenmişti de; canlanıp, hareket etmeye başlamıştı!  Ve nasıl ki Hz. İsa Peygamber (Â.S.) da o güne bir delil ve işaret gibi; çamurdan kuşlara üflerdi de o kuşlar canlanırdı! Ve nasıl ki biz Hz. Adem (Â.S.)’dan kalan bir anı gibi her ân o İlahî Nefha’yı nefes olarak alıyor, sonra o emanet nefesi geri veriyoruz!… Bu arada “ruh”un etimolojik kökeninin “nefes, soluk, rüzgâr, esinti, rahmet” olduğu unutulmamalı. Ayrıca “ruh”un Kur’ân-ı Kerîm’de “Cebrail” ve “vahy”e izafeten kullanıldığı da hatırlanmalı. Bir de “konuşma”nın da bir tür üfleme olduğu bilinmeli. “Cebrail” ile “cebir” arasındaki bağlantıya da dikkat edilmeli…] Fakat bunun izah ve delil ve ispatlarını başka yazılarımızda “Bilim’in Gör(e)mediği İlâhî Fizik Kanunları” veya “Bilim’in gör(e)mediği Kanun – Fiil – İcraat – Eser ve Hakikâtler” başlığı altında yazdığımız ve yazacağımız için burada bu konuya girmiyoruz.

Sonuç olarak: Çağdaş Bilim’in bu parçacı, parçalayıcı, indirgemeci, analitik ve kesrete dağılmış, dağınık bakışı yerine; paradigma değişimiyle, İslâmî (B)İlim’in “tevhidî” bakışına geçilirse; kâinatta nazar ve şuurumuza çarpmayan bir sürü hâdise ve mesajı farketmeye başlarız. (Daha önce bir vesileyle dediğimiz gibi: Sormadığımız sorunun cevabını göremeyiz; ayrıca Bilim’in yanlış ve eksik sorularıyla doğru cevabı bulamayız; çünkü yanlış sorunun doğru cevabı olmaz! Diğer deyişle: Neyi ararsak, onu buluruz. Bulduklarımız; soru, sorgu ve aradıklarımızdan bağımsız değildir.)

Burada “Tevhidî Nazar”ın ehemmiyeti şu sırdandır ki: “Su buharı” gibi kesrete dağılıp, seyreldiği için göremediğimiz şeyleri, birleştirip – yoğunlaştırarak veya yukarıdan ve uzaktan bakarak; yani bütünsel ve holistik, küllî ve tevhidî; yani ancak vahdet bakışıyla görebiliriz. Böylece “büyük” ve “bütün”de (makro, vahdet–vahidiyyet, tevhidî) görünen ve okunan manâ ve hakikât ve mesajları; ancak o zaman “küçük” ve “parçası”nda da (mikro ve ehadiyyet) görür veya bilebiliriz. Aksi hâlde, başlangıç olarak önce bütün’de büyük harflerle yazılmış olanları okuyamazsak; küçük’te küçük harfle yazılmış olanları hiç göremeyiz, görsekte okuyamayız, okusakta yanlış tercüme ederiz, tercüme etsekte anlamayız, anlasakta yanlış veya eksik anlarız.

Bilim nazar kamerasını hep bu küçücüklere odak ve zum yaparak; yani kâinatı ufak parçalara analiz ve parçalayıp – bölerek; böylece Rabbimiz’e ulûhiyyet ve icraatında vehmî ve hayalî şerik ve ortaklar icad etmenin yolunu açması; böylece bizi kandırma ve sahte bir vizyon ve ilüzyon, imaj ve hallüsinasyon göstermesine başka bir örnek olarak; “yağmurun hiç / yok(luk)tan yaratılma ve var(lık)tan terkip ve inşa” fiil / faâliyetleri ve eser / sonucunu verebiliriz.

Bilimsel Bilim objektifini yağmura odaklayıp, zoomladığı için; o resim karesinde Allahu Tealâ çerçeve dışında kalmaktadır! Ama mantıken “eser fiilsiz ve ustasız ve fiil de failsiz olamayacağı için” yağmurun nasıl ve neden veniçin ve kim tarafından yağdırıldığının izah ve ispatı gerekmekte! Failsiz nasıl olacak bu iş!?

Şöyle bir safsataya başvurulur: Yağmurun failsiz “nasıl” ve öznesiz “neden” ve ustasız “niçin” yağdığı ve yağabileceğini izah ve ispat, tasvir ve nedenselleyebilmek ve bizi de bunun “mümkün” ve “vâki” olduğu kurgusuna inandırmak için; o zum yaptığı resim karesi içinde, kameranın kadrajına giren ne varsa (bulut, yerçekimi, Güneş, buharlaşma, basınç, rüzgâr vs.); bütün bu madde – sebep – süreçlerin de (yeryüzündeki tonlarca suyun buharlaştırılıp, arıtılması, göğe taşınıp, sonra diğer yerlere nakledilmesi, sonra ihtiyacı olan yerlere yağdırılıp, yavaşça indirilmesi gibi içiçe geçen bu fiil ve icraat ve sonuçlarında) bir pay ve ortaklığı olduğu ve olabileceği; yani Rabbimiz’in binbir hikmetli bu “yağmur” ni’met ve icraat ve eserinde, başka ortak ve şerik ve yardımcıları olabileceği ve olduğu; zaten olanın da bu imkân ve ihtimâlin gerçekleşmesinden ibaret olduğu; bütün bunların bunun delil – ispatı olduğu totoloji ve mugalatasını zihnimize zerkedip; bizi bu masala inandırmaya çalışırlar!…

Haftaya devam edelim inşâallah.

Ayhan Küflüoğlu

www.metabilgi.org

www.metabilim.org

www.islamibilim.org

Bilim ve Din Çatışır mı?

Bilim; evrendeki olayların nasıl olduğunu, yani sebep-sonuç ilişkilerini inceler. Kur’an’da; onları gerçekte kimin yaptığını, sebeplerin o neticeleri vermesi için, sebepleri kimin yarattığının bulunmasını ister.

Medeniyet fenleri; aklın ışığıdır, dini ilimler ise vicdanın ziyasıdır. İlim tahsil edenlerde akıl ve vicdan, el ele verince gerçek ortaya çıkar. Ayrı ayrı olduklarında birinden şüphecilik, diğerinden taassup doğar.

* Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. (MÜNAZARAT)

Sebeplerin ilmi, aklı, iradesi ve kasdı yoktur ama sonuçlar; bir ilim, irade, kasıt ve hikmet işidir. İşte bunları araştırmak bilimin işi, neticeleri böyle kimin yarattığını düşünmek ve bulmak da, Kur’an’ın emridir.

Her açığa çıkan sırrın arkasında Allah’ın ilim, irade, hikmet ve kasdını görmekten dindar insanlar akıllarıyla sonsuz lezzet alırlar. Çünki Kur’an, ’’hiç düşünmüyor musunuz’’ sözcüğünü defalarca tekrarlayarak insanları, düşünmeye çağırmaktadır. Her sebep-sonuç ilişkisi çözüldükçe, perdelerin arkasından tesadüfler değil, hep O çıkacaktır.

Kur’an’dan önceki kitapların asılları kaybolmuş, yerine havarilerin yazdıkları olduğundan o dönemin din adamlarıyla bilim adamları arasında çatışma çıktığı herkesin malumudur. Avrupalılar, dinlerini terk ettikçe ilerlemişler, Müslümanlar ise Kur’an’dan uzaklaştıkça gerilemişlerdir.

Günümüzdeki bilimsel ilerlemelerin Kur’an’a aykırı bir verisi yoktur ancak bilim adamlarının ispatlanmamış teorilerini veya ideoloji karıştrdıkları bilgileri gerçekmiş kabul etmek de bilim değildir. Labaratuvarlarda defalarca denenmiş ve ispat edilmiş hiçbir gerçekle, İslam dini çatışmaz.

Her bilim dalının kendine has bir dili vardır, o dile kulak vermek gerekir. O dil; insanı sonunda mutlaka bir yaratıcıya götürür. Okullarda okutulan bütün ilimler insanı bu evrenin yaratıcısına, sanatkârına, ustasına, sahibine ve idarecisine ulaştırır.

Bilimsel çalışmalarda, sebep-sonuç ilişkilerine iyice bakan gözler, onun üzerinde düşünen akıllar, sebeplerin arkasına geçip sebepleri yaratanı bulabilir.

Tıp, eczacılık, makine, kimya, elektrik, ticaret, ziraat ve astronomi v.b. hangi bilim dalında okunursa okunsun olaylar bu gözle incelendiğinde hep aynı neticeye ulaşılır.

* yüzer fennin herbirisinin kat’î şehadetiyle, noksansız bir intizam-ı ekmel içinde, hadsiz hikmetler, maslahatlarla bu kâinat tezyin edilmiştir. Ve o harika ve ihatalı hikmetle mecmu-u kâinata verdiği intizam ve hikmetleri, en küçük bir zîhayat ve bir çekirdekte, küçük bir mikyasta derc etmiştir. Ve malûm ve bedihîdir ki, intizamla gayeleri ve hikmetleri ve faydaları takip etmek, ihtiyar ile, irade ile, kast ile, meşiet ile olabilir, başka olamaz. İhtiyarsız, iradesiz, kastsız, şuursuz esbab ve tabiatın işi olmadığı gibi, müdahaleleri dahi olamaz. (LEMALAR,30.Lema,3.Nükte)

’’Öğretmenlerimiz bize Allah’tan bahsetmiyor, bize Halikımızı tanıttır’’ diyerek yanına gelen Lise talebelerine verdiği cevap Bediüzzamanı’ın bütün fenlere bakış açısında görülür. Onun görüşüne göre; Bilim analatan kimseler Allah’tan bahsetmeseler de fenler, kendi özel dilleriyle her şeyi yaratan Allah’tan bahsedip O’nu anlatırlar. Yalnız iman gözlüğünü takıp onları iyice incelemeli ve dinlemeliyiz.

*Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisân-ı mahsusuyla, mütemâdiyen Allah’tan bahsedip, Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.

Meselâ, nasıl ki mükemmel bir eczahâne ki, her kavanozunda hârika ve hassas mîzanlarla alınmış hayattar mâcunlar ve tiryaklar var. Şüphesiz, gayet maharetli ve kimyâger ve hakîm bir eczâcıyı gösterir. Öyle de, küre-i arz eczahânesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebâtât ve hayvanât kavanozlarındaki zîhayat mâcunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahâneden ne derece ziyâde mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıb mikyâsıyla küre-i arz eczahâne-i kübrâsının eczâcısı olan Hakîm-i Zülcelâli, hattâ kör gözlere de gösterir, tanıttırır.

Hem, meselâ, nasıl bir hârika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor; şeksiz, bir fabrikatörü ve maharetli bir makinisti tanıttırır. Öyle de, küre-i arz denilen yüz binler başlı, her başında yüz binler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbâniye, ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derecede, okuduğunuz fenn-i makine mikyâsıyla, küre-i arzın ustasını ve sahibini bildirir ve tanıttırır.

Hem meselâ, nasıl ki gayet mükemmel, bin bir çeşit erzak, etrafından celb edip içinde muntazaman istif ve ihzâr edilmiş depo ve iâşe ambarı ve dükkân, şeksiz bir fevkalâde iâşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir. Öyle de, bir senede, yirmi dört bin senelik bir dairede muntazaman seyahat eden; ve yüz binler ve ayrı ayrı erzak isteyen tâifeleri içine alan; ve seyahatıyla mevsimlere uğrayıp, baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen bîçare zîhayatlara getiren; ve küre-i arz denilen bu Rahmânî iâşe ambarı ve bir sefine-i Sübhâniye ve bin bir çeşit cihazâtı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkân-ı Rabbânî, ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise, okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i iâşe mikyâsıyla, o katiyette ve o derecede, küre-i arz deposunun Sahibini, Mutasarrıfını, Müdebbirini bildirir, tanıttırır, sevdirir.

Hem, nasıl ki dört yüz bin millet, içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimâl ettiği silâhı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve tâlimâtı ayrı ve terhisâtı ayrı olan bir ordunun mu’cizekâr bir kumandanı, tek başıyla bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihâlarını ve elbiselerini ve cihazâtlarını, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak verdiği o acîb ordu ve ordugâh, şüphesiz, bedâhetle, o hârika kumandanı gösterir, takdirkârâne sevdirir. Aynen öyle de, zemin yüzünün ordugâhında ve her baharda yeniden silâh altına alınmış bir yeni ordu-yu Sübhânîde, nebâtât ve hayvanât milletlerinden dört yüz bin nevin çeşit çeşit elbise, erzak, eslihâ, tâlim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak birtek kumandan-ı âzam tarafından verilen küre-i arzın bahar ordugâhı, ne derece mezkûr insan ordu ve ordugâhından büyük ve mükemmel ise, sizin okuyacağınız fenn-i askerî mikyâsıyla dikkatli ve aklı başında olanlara o derece küre-i arzın Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ı Akdesini hayretler ve takdîslerle bildirir ve tahmîd ve tesbihle sevdirir.

Hem nasıl ki, bir hârika şehirde, milyonlar elektrik lâmbaları, hareket ederek her yeri gezerler; yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz, bedâhetle, elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştiâl maddelerini getiren bir mu’cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir. Aynen öyle de, bu âlem şehrinde, dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları-bir kısmı, kozmoğrafyanın dediğine bakılsa-küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa süratli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyâde büyük ve bir milyon seneden ziyâde yaşayan ve bir misafirhâne-i Rahmâniyede bir lamba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, hergün küre-i arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki, sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen; ve beraber çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri, ne derece o misâlden daha büyük, daha mükemmeldir, o derecede, sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik mikyâsıyla, bu meşher-i âzam-ı kâinatın Sultanını, Münevvirini, Müdebbirini, Sâniini o nurânî yıldızları şâhid göstererek tanıttırır, tesbihâtla, takdîsâtla sevdirir, perestiş ettirir.

Hem meselâ, nasıl ki bir kitap bulunsa ki, bir satırında bir kitap ince yazılmış; ve herbir kelimesinde ince kalemle bir sûre-i Kur’âniye yazılmış. Gayet mânidar ve bütün meseleleri birbirini teyid eder ve kâtibini ve müellifini fevkalâde maharetli ve iktidarlı gösteren bir acîb mecmûa, şeksiz, gündüz gibi, kâtip ve musannifini kemâlâtıyla, hünerleriyle bildirir, tanıttırır, ‘’’maşallah barekallah’’-1- cümleleriyle takdir ettirir; aynen öyle de, bu kâinat kitâb-ı kebîri ki, birtek sayfası olan zemin yüzünde ve birtek forması olan baharda üç yüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üç yüz bin nebâtî ve hayvanî tâifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız, hatâsız, karıştırmayarak, şaşırmayarak, mükemmel, muntazam ve bâzan ağaç gibi bir kelimede bir kasîdeyi ve çekirdek gibi bir noktada bir kitâbın tamam bir fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmûa-i kâinat ve bu mücessem Kur’ân-ı ekber-i âlem, mezkûr misâldeki kitaptan ne derece büyük ve mükemmel ve mânidar ise, o derecede, sizin okuduğunuz fenn-i hikmetü’l-eşya ve mektepte bilfiil mübâşeret ettiğiniz fenn-i kıraat ve fenn-i kitâbet, geniş mikyaslarıyla ve durbîn gözleriyle bu kitâb-ı kâinatın Nakkaşını, Kâtibini hadsiz kemâlâtıyla tanıttırır, ‘’allahuekber’’-2- cümlesiyle bildirir, ‘’subhanallah’’-3- takdîsiyle tarif eder, ‘’elhamdulillah’’-4- senâlarıyla sevdirir.

İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünûndan herbir fen, geniş mikyâsıyla ve hususi aynasıyla ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarıyla, bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâlini esmâsıyla bildirir; sıfâtını, kemâlâtını tanıttırır. İşte, bu muhteşem ve parlak bir bürhan-ı vahdâniyet olan mezkûr hücceti ders vermek içindir ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, çok tekrar ile, en ziyâde ‘’halegassemavativelerd’’-5- ve ‘’rabbüssemavativelerd’’-6- âyetleriyle Hâlıkımızı bize tanıttırıyor, diye o mektepli gençlere dedim. (SÖZLER,13.Söz)

1- Allah dilemiş ne güzel, ne mübârek yaratmış!

2- Allah en büyüktür, en yücedir.

3- Allah, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bütün kusur ve noksanlardan uzaktır

4- Rahmet ve merhameti sonsuz olan Allah’a ezelden ebede kadar hamd olsun

5- Gökleri ve yeri yaratan [Allah’tır]. (A’râf Sûresi: 54; En’âm Sûresi: 1, 73.)

6- Göklerin ve yerin Rabbi [Allah’tır]. (Ra’d Sûresi: 16; İsrâ Sûresi: 102; Kehf Sûresi: 14)

Bütün bilimler evreni incelerler, kendi pencerelerinden olayların sebep sonuç ilişkilerini çözerler. Evreni, dünyayı onlara sormak lazım. Bediüzzaman’da bu soruları sormuş bakın hangi cevapları almış. Lemalar adlı eserinde şunları yazmıştır:

*Meselâ, tıp fenninden sual olsa, “Bu kâinat nedir?” Elbette diyecek ki: “Gayet muntazam ve mükemmel bir eczahane-i kübrâdır. İçinde herbir ilâç güzelce ihzar ve istif edilmiştir.”

Fenn-i kimyadan sorulsa, “Bu küre-i arz nedir?” Diyecek: “Gayet muntazam ve mükemmel bir kimyahanedir.”

Fenn-i makine diyecek: “Hiçbir kusuru olmayan, gayet mükemmel bir fabrikadır.”

Fenn-i ziraat diyecek: “Nihayet derecede mahsuldar, her nevi hububu vaktinde yetiştiren muntazam bir tarladır ve mükemmel bir bahçedir.”

Fenn-i ticaret diyecek: “Gayet muntazam bir sergi ve çok intizamlı bir pazar ve malları çok san’atlı bir dükkândır.”

Fenn-i iaşe diyecek: “Gayet muntazam, bütün erzâkın envâını câmi bir ambardır.”

Fenn-i rızık diyecek: “Yüz binler leziz taamlar beraber, kemâl-i intizamla içinde pişirilen bir matbah-ı Rabbânî ve bir kazan-ı Rahmânîdir.”

Fenn-i askeriye diyecek ki: “Arz bir ordugâhtır. Her bahar mevsiminde yeni taht-ı silâha alınmış ve zemin yüzünde çadırları kurulmuş dört yüz bin muhtelif milletler o orduda bulunduğu halde, ayrı ayrı erzakları, ayrı ayrı libasları, silâhları, ayrı ayrı talimatları, terhisatları, kemâl-i intizamla, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, birtek Kumandan-ı Âzamın emriyle, kuvvetiyle, merhametiyle, hazinesiyle, gayet muntazam yapılıp idare ediliyor.”

Ve fenn-i elektrikten sorulsa, “Bu âlem nedir?” Elbette diyecek:

Bu muhteşem saray-ı kâinatın damı, gayet intizamlı, mizanlı, hadsiz elektrik lâmbalarıyla tezyin edilmiştir. Fakat o kadar harika bir intizam ve mizanladır ki, başta güneş olarak, küre-i arzdan bin defa büyük o semâvî lâmbalar, mütemadiyen yandıkları halde muvazenelerini bozmuyorlar, patlak vermiyorlar, yangın çıkarmıyorlar. Sarfiyatları hadsiz olduğu halde, vâridatları ve gazyağları ve madde-i iştialleri nereden geliyor? Neden tükenmiyor? Neden yanmak muvazenesi bozulmuyor? Küçük bir lâmba dahi muntazam bakılmazsa söner. Kozmoğrafyaca, küre-i arzdan bir milyondan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan güneşi Haşiye kömürsüz, yağsız yandıran, söndürmeyen Hakîm-i Zülcelâlin hikmetine, kudretine bak ‘’’subhanallah’’-1- de. Güneşin müddet-i ömründe geçen dakikaların âşirâtı adedince ‘’’maşallah barekallah lailaheillallah’’-2- söyle.

Haşiye: Acaba dünya sarayını ısındıran güneş sobasına veyahut lambasına nekadar odun ve kömür ve gazyağı lazım olduğu hesap edilsin. Hergün yanması için -kozmoğrafyanın sözüne bakılırsa- bir milyon küre-i arz kadar odun yığınları ve binler denizler kadar gazyağı gerektirir. Şimdi düşün. Onu odunsoz, gazsız, daimi ışıklandıran Kadiri Zülcelalin haşmetine hikmetine, kudretine güneşin zerreleri adedince, “Sübhanallah, Maaşallah, Barekallah” de.

1- Allah, her türlü kusurdan ve noksan sıfatlardan münezzehtir.

2- Allah dilemiş ne güzel yapmış, ne mübarek yapmış, Ondan başka hiçbir ilah yoktur(LEMALAR,30.Lema)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org