Etiket arşivi: Cehennem

Kazanmak veya Kaybetmek

‘‘Kıyamet ne zaman kopacak?’’ sorusunun cevabını merak edip araştıran insanoğlu; Ölümün aslında kendisinin bir nevi kıyameti olacağını neden düşünüp sorgulama ihtiyacı hissetmez ki…

Gecenin karanlığıyla, güneşin aydınlığının bir araya gelmesinin mümkün olmayacağını bilip aklen buna inanan insanoğlu; her gün dünya hayatının geçiciliğini haykıran göz önündeki binlerce vefiyatları, ölümleri görüp te, ölümün hayattan ziyade bir isteği olduğu hakikatine nedendir ki kayıtsız ve bigâne kalır.

Peygamberler zincirinin son halkası Efendimiz(s.a.v), islamiyetin ölüm kalım savaşı olan uhud harbinden dönerken şöyle buyurmuştu sahabilerine; ‘‘Küçük cihad bitti, büyük cihada gidiyoruz!’’

Dünyevi küçük bir menfaati için, her türlü fedakârlıktan geri durmadan savaşan, gerektiğinde uğruna mukaddesatını dahi feda edebilecek kadar mücadeleci bir ruha sahip insanoğlu; Efendimizin(s.a.v) ‘‘büyük cihad’’ olarak tarif ettiği nefis ile mücadelesinde nicedir ki geri duruyor, biricik düşmanı olan şeytanı ile savaşında teslimi silah ediyor…

‘‘Amerika tavukları ne kadardır?’’ gibi kıymetsiz şeylerle, kıymettar vaktini geçirmekle, en elzemini bırakıp, güya binler sene ömrü var gibi, en lüzumsuz malûmatla vakit geçiren insanoğlu; acaba ‘‘Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?’’ gibi soruların cevaplarını bulmaya çalışmakla tılsım-ı kâinatı keşfetmesi ve yaratılış gayesini anlamaya çabalaması gerekmez mi?

Hedef ve amacı ‘‘imtihan’’ olan bütün bu zıtları iç âleminde yaşayan insanoğluna; elbette hayatın asıl gayesini Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur.” kudsi hakikatiyle haykırmakta, kulağına fısıldamaktadır.

Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dâiresinden ve cesed ve hâne dâiresinden, mahalle ve şehir dâiresinden ve vatan ve memleket dâiresinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dâiresinden tut tâ zîhayat ve dünya dâiresine kadar, birbiri içinde dâireler var. Herbir dâirede, herbir insanın bir nev’i vazifesi bulunabilir.

Fakat en küçük dâirede, en büyük ve ehemmiyetli ve dâimî vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük mâkûsen mütenâsib vazifeler bulunabilir.

Fakat büyük dâirenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dâiredeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyâni ve âfâkî işlerle meşgul eder.

Sermâye-i hayatını boş yerde imhâ eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.

Herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir da’va açılmış ki: Her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek da’vayı kazanmak için bilâtereddüd sarfedecek.

İşte o da’va ise, yüz bin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev’-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat sâhibinin ve mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinâden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin, îman mukâbilinde bu zemîn yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâkî ve dâimî bir tarla ve mülkü kazanmak(cennet) veya kaybetmek(cehennem) da’vası başına açılmış.

Eğer îman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o da’vasını kaybediyor.

Hatta bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekerâtta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler.

Acaba bu kaybettiği da’vanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

O büyük da’vayı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o da’vanın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan îman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur’ân-ı Hakîm’in mu’cize-i ma’nevîyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir da’va vekili bulunan Risâle-i Nur’dur.

Evet, bir adamın imanı, ebedî ve dünya kadar bir mülk-ü bâkinin anahtarı ve nurudur. Öyleyse, imanı tehlikeye mâruz her adama, bütün küre-i arzın saltanatından daha fâideli bir saltanat, bir fütuhat kazandırmıştır Risaletü’n-Nur. 

Risaletü’n-Nur hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor.

Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risaletü’n-Nur’dadır.

Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risaletü’n-Nur o yolu kestirir, iman-ı hakikîye isal eder.

Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır. Zira böyle bir zamanda en lüzumlu, en ehemmiyetli, en birinci vazife imanı kurtarmaktır.

Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?

İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar.

Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.

Demek Onu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır.

Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.

Cehennem varmış! Müjde!

Vücud hem Onun mülküdür, hem O vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fenâ et, fedâ et; tâ bekâ bulsun. Çünkü nefy-i nefiy ispattır. Yani; yok yok ise; o vardır; yani yok, yok olsa, var olur.” Bizleri yokluk karanlığından, zulmetinden, varlık nuruna çıkaran Rabbimize hamd olsun. Hem de öyle bir varlık ki, neticesi ebede uzanıyor hiçbir şeyi olmayan bizler, her şeye sahip şekilde varlık âlemine geliyoruz. Sadece varlık mı? Eğer öyle olsa, taş da olabilirdik, toprakta, çevremizde gördüğümüz herhangi bir şey. Ama bir de hayat vermiş. Üstelik Rabbimiz bizi it yapmamış, bit yapmamış, inek yapmamış, sinek yapmamış. Şuur vermiş insan yapmış, kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi! İnsanlar içinde ise, bizleri ateşe, taşa, ağaca tapanlardan yapmamış. Hz. Muhammed Mustafa (sav) ümmetinden eylemiş, Müslüman bir ailede daha bebek iken kulaklarımıza La ilahe illallah Muhammeden Resulullah sözlerini kulaklarımıza okutturmuş, bizi kendine kul kabul etmiş.

Ne kadar şükür etsek şu nimetlerin hakkını ödeyemeyiz. Diyor ki Üstadımız,”Biz ücretimizi peşin almışız.” ne güzel söylemiş. Böyle nimete, böyle rahmete, böyle şefkate nasıl mukabele edilebilir. İbadetlerimizle karşılığını vermemiz mümkün mü? İnsan bu hakikati akıl ve kalpte tartamaz hale gelince, Yunusvari söylemek geliyor içinden “Bana Seni Gerek Seni.

Yokluk deyince, Merhum Ali Uçar abinin bir Almanya hatırası geldi aklıma.

Ali Uçar abi Almanya’ya eğitim nedeniyle geldiğinde Alman bir aileye misafir olur.

Biraz sohbetten sonra, söz döner dolaşır ölüm, hayat meselelerine gelir.

Alman adam, yaşlarının ilerlemiş olduğunu, öldüklerinde toprakta çürüyeceklerini ve yok olacaklarını söyler.

Ali Uçar abi, şöyle cevap verir “Biz Allaha iman ediyoruz. Allah birdir ve inşallah imanlı vefat edersek Cennete gideceğiz. Yani Allah bizi öldükten sonra yeniden diriltecek, dünyada yaptıklarımızın hesabını soracak.

Peki der Alman adam, biz ne olacağız?

Ali Uçar abi şöyle cevap verir; “Siz toprakta yok olmayacaksınız. Sizi de diriltecek Allah. Siz Allah’a şirk koştuğunuz için, teslis inancınızdan dolayı cehenneme gideceksiniz. Orada Ateş içinde ceza çekeceksiniz.

Alman adam heyecanlanır birden, nasıl yani der. Biz yok olmayacak mıyız? Yani biz başka bir âlemde yaşayacağız? Hemen mutfaktaki kahve yapmakta olan hanımına seslenir. “Koş koş hanım müjde, biz öldükten sonra yok olmayacakmışız. Cehennem varmış! Müjde!”

Bakınız ne diyor Üstad (ki ben burayı okurken her zaman ilk defa okuyor gibi etkilenmişimdir) “Bir zaman (küçüklüğümde) hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmeyi mi istersin? Yoksa bâki fakat adi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “ah!” çekti “Cehennem de olsa beka isterim.” dedi.

Cehennemin vücudu dahi rahmettir. Hatta cehennem dahi kâfirler için rahmettir. Çünkü o kâfir ya ademe gidip yok olacaktır veya cehennemde de olsa ebedî bir vücuda mazhar olacaktır. Vücut, hayr-ı mahz ve adem şerr-i mahz olduğu cihetle elbette cehennemde de olsa vücut rahmettir. Ayrıca, yaratılış, in’am, ikram, ihsan, şifa gibi sayılamayacak kadar çok olan bütün hayırlar rahmet eseridir.

Allah’ın Rahimiyeti ise ahirette tamamen mü’minlere yönelik olarak “Af ve cennet nimetleri” şeklinde kendisini tamamen gösterecektir.

Varlık ile bizi nurlandıran Rabbimizden, bekamızı da nurlandırmasını niyaz ederiz. Amin

Editörün Notu: Maalesef bu yazıyı yazanı bulamadık ama bu hatırayı daha önce defaatle Ali Uçar Ağabey’den “yukardaki şekilde” rivayet eden ağabeylerden dinlediğimiz için sitemizde yayınlamak istedik.

Kuran’ın Nuru

Kur’an’ı Kerim, insanlığa yol gösteren son ilahi kitaptır. İnsanlık ancak ve ancak onun gösterdiği yönde hareket ederse kurtuluşa ermiş olur. Onun gösterdiği yönde hareket etmeyen her toplum bataklığa düşüp, boğulmaya mahkûmdur.

Yüce kitabımızın bu özelliğini daha iyi anlamak için bir örnek verelim. Kapkaranlık bir çölde kaybolmuş iki insan düşünelim. Bulundukları alan, bataklık ve tuzakları çevrilidir. Eğer bunlar kısa zamanda kurtulamazlarsa vahşi hayvanlara tarafından parçalanacaklardır. İşte böyle korkunç bir durumda, bu iki insana yüce bir varlık tarafından bir el feneri gönderiliyor. Bu el fenerin özelliği ise tuzakları ve bataklıkları anında tespit edip, yok etmesidir. Vahşi hayvanlara karşı yaydığı sinyaller vasıtasıyla onları korkutup uzaklaştırmaktadır. Bunun doğru olup olmadığını denediler ve hakikaten doğru olduğunu anladılar.

Bu iki insan bunu öğrendikten sonra bir tanesi ahmaklık edip inkâr ediyor. Ben kendi kendime kurtulurum diyor ve oradan ayrılıyor. Daha birkaç adım atmadan tuzaklarından birine yakalanıyor ve vücudu vahşi hayvanlara tarafından parçalanıyor.

Aklı başında olanıysa buna inanıp, el fener ile yolunu bulup, oradan kurtuluyor. Yüce varlığın dediklerine inanıp onun rızasına mazhar olduğu için kendisine mükâfat olarak Cennet veriliyor. Orada sonsuz ve mutlu bir hayat yaşıyor.

İşte ey insan, bu dünya bir bataklık ve tuzaklarla dolu bir yerdir. Yüce Allah, kurtuluşa ermemiz için Kur’an’ı bize rehber olarak göndermiştir. Onu hayatımıza uygulamamız ve anlamamız içinse iki cihan güneşi hazreti Muhammed a.s.m’i uygulayıcı ve tanıtıcı olarak göndermiştir. Bu gerçekleri bildikten ve öğrendikten sonra bu yolu takip etmemek çok kötü bir durumdur ve bile bile cehenneme yönelmedir.

Ey insan, Kur’an’ın verdiği ışığı ve sünnet-i peygamberi (peygamber a.s.m’ın yaşayış yolunu) takip et ve kurtul. Dikkat et! Eğer bu yolu takip etmezsen ikinci adam gibi olursun. Hem dünyada hem ahrette sonsuz azap ve sıkıntı çekersin.

Yüce Rabbim Kur’an’ı ve yaşayan Kur’an olan Hazreti Muhammed a.s.m’in kıymetini anlamayı ve hayatını onlara göre yaşamayı nasip etsin inşallah. amin..

Bahattin

Cehennemin Şiddeti

Sual: “Cezâ Allah’ın merhametine sığar mı? Cehennemde cezânın şiddeti ne olacak?”

1- Cehennem zulüm ülkesi değil, Allah’ın Adl, Âdil, Kahhâr, Gâlib, Celîl, Hâkim, Azîz ve daha pek çok isimlerinin bir gereği olarak, suçların gerçek adâlet içinde cezâlarının verildiği bir azap ülkesidir.

Mutlak yokluğa karşı hayır olarak yaratılmıştır. Bekâ âlemine ait pek çok vazifeleri var. Zebânî gibi pek çok hayat sahibi varlıkların celâl içinde meskenleridir.

2- Cehennemden, yani Allah’ın azabından korkanlar için Cenâb-ı Allah’ın Rahman, Rahîm, Ğafûr, Tevvab, Afüv isimlerinin gereği affı, bağışlaması, merhameti ve tövbeleri kabûlü söz konusudur. Bu isim ve sıfatlar, Allah’tan her korkan kulu ateşten himâye eden bir şemsiye hükmünde-–inşâallah—imdadımızda bulunmaktadır.

3- Fakat Allah’ın güzel sıfatlarıyla güzel yarattığı o insan cinsinin, şeytana uyduğunda Cehenneme rahmet okutacak ne çirkin bir inkârın ve şirkin içine girdiği, ne vahşî zulümlere, haksızlıklara, acılara, ölümlere sebep olduğu, dünyayı masumlara dar ettiği, Allah’ın, Allah’ın mahlukâtının ve Allah’ın kullarının hakkını ve hukukunu defalarca çiğnediği, pişman da olmadığı, tövbe de etmediği, bununla berâber dünyada hesabının da sorulmadığı çok vâki değil midir? Üstad Saîd Nursî’nin ifâdesiyle tıpkı bin mâsumun hukukunu çiğneyen bir zâlimi cezâlandırmak ve yüz mazlûm hayvanı parçalayan bir canavarı öldürmek, adâlet içinde mazlumlara bin rahmet olduğu ve o zalimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak, bir tek yolsuz merhamete mukabil, yüzer bîçârelere yüzer merhametsizlik olduğu gibi! 1 Mazlûm affetmezse zâlimi Allah affeder mi?

4- Cehennem azabının şiddeti kişilere ve suçlara göre elbette değişiklik arz eder. Bize düşen inkâr etmek değil, Cenâb-ı Allah’ın Cehennem’de hak edene, hak ettiği kadar ve adâlet içinde cezâ vereceğine inanmak, fakat tövbe edenleri ateşten koruyacağını umarak Cehennem azabından hem kendimiz için, hem bütün mü’minler için sürekli olarak Allah’a sığınmaktır.

***

Sual: “Cehennem dünya ile alâkalı bir yerde midir, yoksa nerededir?”

Cehennemin yeri gaybî bir konudur. Bize bildirilmemiştir. Allah’ın mülkü pek çok geniştir. Hikmeti ve irâdesi nereyi dilerse, Cehennemi oraya yerleştirir. Biz Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat, Cehennemin şu an varlığına inanıyoruz. Fakat yeri konusunda bir şey söyleyemiyoruz. 2 Âhiret âlemine ait menziller ve yerler bu dünya gözümüzle görünmezler. Ancak bazı rivâyetlerin işâretleriyle belirli ölçülerde bakılabilirler. Meselâ Peygamber Efendimiz’in (asm): “Cehennem yedinci yerin altındadır” veya “Cennet semâda, Cehennem ise yerin içindedir.” 3 ya da “Dünya sıcaklığının şiddeti Cehennemin nefesindendir” buyurduğu rivâyetleri vardır. 4

Üstad Saîd Nursî, Cehennemin yerin altında olduğunu haber veren hadisleri şöyle tefsîr etmiştir:

Cehennem dünya ile çok yakından alâkadardır. Meselâ yazın şiddetli sıcaklığına, Cehennemin harâretindendir denmiştir. Bir diğer husus, Cehennem dünya sakinlerinden olan insanlar ve cinlerle dolacaktır. Fakat, ışığı çekildikçe, yani dünyanın gölgesi üzerine düştükçe ayın görünmediği gibi, Cehennem de perdeli ve nursuz ateş olduğu için bize dünya gözümüzle görünmez ve hissedilmez.

Cehennem ikidir: Biri Küçük, diğeri Büyük Cehennemdir. Küçük Cehennem, şimdilik Büyük Cehennemin çekirdeği hükmündedir ve Büyük Cehenneme ait bazı vazifeleri Allah’ın emriyle dünyada ve berzah âleminde görmektedir. Bulunduğu yer bakımından dünya ile alâkadar olduğu haber verilen Cehennem, Küçük Cehennemdir. Küçük Cehennem yerin altında, yani merkezindedir. Nitekim jeoloji ilmince de bilinir ki, yerin merkezine doğru her otuz üç metre kazıldıkça sıcaklık bir derece artmaktadır. Yerkürenin yarıçapı altı bin küsûr kilometre olduğu düşünülürse, yerin merkezinde en az iki yüz bin derecelik bir ateş bulunduğu sabit olur.

İleride kıyâmetten sonra yerküre nasıl ki üzerinde yaşayan cinleri ve insanları Allah’ın emriyle etrafında dönerek sınırını çizdiği mahşer meydanına dökecek ise, karnında taşıdığı Küçük Cehennemi de büyük Cehenneme Allah’ın emriyle teslim edecektir. Küçük Cehennem, Büyük Cehennemden bir menzil olacaktır. 5

DUÂ

Ey Gafur-u Rahîm! Günahlarımı bağışla! Kusurlarımı ört! Ayıplarımı setreyle! Nefs-i emmâremi mağlûp et! Azabından mahfuz kıl! Cehenneminden muhafaza eyle! Nârınla yakmadan, Nurunla terbiye eyle! Âmin!

Süleyman Kösmene

saidnursi.de

Dipnotlar:

1- Asâ-yı Mûsâ, s. 43

2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 180

3- Söz konusu rivâyetler için bakınız: Müstedrekü’l-Hâkim, 4/568, 569, 594; El-Faslu ve’l-Milel, İbn-i Hazem, 2/130; Ed-Dürrü’l-Mensur, 4/57; Keşfü’l-Hafâ, 1/281; Ed-Dürerü’l-Müntesire, Suyutî ve Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inden nakil; Müsnedü’l-Firdevs, 2/114; Kenzü’l-Ummâl, H. No: 39773; El-Bidâye Ve’n-Nihâye, İbn-i Kesîr, 2/172; Râmuzu’l-Ehâdîs, 272; Ez-Zühd, İbnü’l-Mübârek, 2/118, H. No: 398; Beyhakî, Şuâbu’l-Îmân, 2/244

4- Hadis kaynakları için bakınız: Buhârî, 1/142; Müslim, 1/430; İbn-i Hibban, 3/28, 29, 30; Şerhü’s-Sünne, 2/208; Râmuzu’l-Ehâdîs, 6, 9

5- Mektûbât, s. 14, 15.

İnsanlar İçin Dünyasını Feda Eden Kimdir?

İnsanlar için dünyasını feda edip, gerek olursa Müslümanların Cennet’e gitmeleri için cehennemi kabul ederim diyen bu adam kimdir?

Kuran’dan ve Hazreti Muhammed a.s.m’den aldığı dersle: Kendisi dünya mutluluğu ve yaşantısı namına güzel bir gün bile yaşamadığı halde, insanların ve Müslümanların mutluluğunu bütün kalbiyle istemiştir. Müslümanların mutlu olması, yani sağlam bir şekilde iman edip, imanın gereği olan ibadetlerinin yapmaları için dünyasını onlara feda etmiştir.

Bütün hayatı boyunca özellikle bu vatan topraklarında, genelde ise dünya üzerinde yaşayan bütün insanların ahiretini kurtarmak için bütün hayatını ve dünyasını feda etmiştir. Bu uğurda dünyevi olan her türlü güzellikten vazgeçmiştir.

Dünyaya ait kendisine gelen hiçbir teklifi kabul etmemiş, evlenmemiş, baba olmamış ve bir mülk edinmemiştir. Bütün mal varlığı bir elinde taşıyacak kadar mütevazi olmuştur.

İnsanların imanlarını kurtarmaları ve cennete gitmeleri için dünyasını seve seve feda ettiği gibi “lüzumu olsa ahiretimi de feda etmeyi mutluluk sayarım” demiştir. Yine “lüzumu olsa Müslümanların Cennet’e gitmeleri için Cehennem’i kabul ederim” demiştir.

Bu denli büyük bir fedakârlığı yapmış ve eserleriyle halen yapmaktadır. Peki, bu fedakârlığı yapmayı kimden öğrenmiştir? Bu fedakârlığın başta Kuran-ı Kerim ve Hazreti Muhammed Mustafa a.s.m’dan öğrenmiş ve yapmıştır.
Evet, böyle yüksek ruhlu bir adam bir asır önce yaşadı ve eserleriyle halen içimizde yaşamaktadır. Biliyorum merak ettiniz ve soruyorsunuz. Bu adam kim? Bu adam: Bediüzzaman Said Nursi’dir.

Yüce rabbim, Kuran’ı, Hazreti Muhammed a.s.m’i ve bu asırda yüksek ruhlu insanları anlamayı ve onlar gibi yaşamayı nasip etsin inşallah. Âmin…

Yüce rabbim bu asrın güzel bir nimeti olan Risale-i Nurları Kur’an ve Hadisi Şerif perspektifinde okumayı ve anlamayı ve hayatını ona göre yaşamayı nasip etsin inşallah. Âmin…

Yarabbi bizi Kuran’dan, Hazreti Muhammed Mustafa a.s.m yolundan ayırma. Amin…

Bahattin Doğan

www.NurNet.org