Etiket arşivi: cumhuriyet

Doğu Meselesine Reçete

Madem yaşayan bilir, elbette bilen konuşur.” kaidesince, insanlık âlemini herc ü merce verip yenidünya düzenlerinin kurulmasına sebep olan Meşrutiyet, Cumhuriyet, Demokrasi gibi akımların ne anlama geldiğini sormuşlardı; şark seyahatleri esnasında Bediüzzaman’a.

Aynı zamanda hep beraber bu toprakların üzerinde omuz omuza yaşayarak ortak bir tarihe ev sahipliği yapmış arap, türk ve kürt milletlerinin de bizzat aralarında yaşayarak hissiyatlarına tercüman olmuştur.

Zira O kendi şahsını “Ben, Kürtçe düşünürüm; Türkçe ve Arapça yazıyorum.” diyerek tanıtmış;

Kendi eserlerini de “Her bir eser, Arab abasını iktisa ve Türk pantolonu giymiş külahlı bir Kürd’dür.” demekle tarif etmiş;

Hayatının en büyük gayesi olarak gördüğü ve uğruna büyük çabalar sarfettiği Şark Üniversitesinde de bu üç dilin esas teşkil etmesi gerektiğini “Lisan-ı Arabi vacib, Kürdi caiz, Türki lazım kılmak” tesbitinde bulunarak, gaflette olan büyük kafaların birbirleriyle boğuştukları bu meselenin de hal çaresini, yüz sene öncesinden bu zamanın bir hastalığına da tedavi çaresini sunmuştu.

Bu mukaddemeden de anlaşılacağı üzere, geçmiş bir asrı her yönüyle kendi şahsında yaşayarak kıyamete kadar gelecek insanlığa yol gösterip rehberlik edecek eserler meydana getiren bu zatı bedi-i zamanı dinleyip anlamaya çalışmanın ne kadar ehemmiyet kesbettiği herkesçe malum olmuştur.

Değerli, sahipsiz bir kavim” olarak tanımladığı Kürt milleti üzerinde asırlardan beri oynanan oyunların evvelen farkında olan Bediüzzaman, sırf bu niyet ve gaye ile İstanbul’a gitmişti.

Buradaki faaliyetlerinde kökü dışarda kendisi burada olan ifsat komitelerinin çok değerli kürt kavmine parmak karıştırmasına sed olabilmek ve yüz yıllar boyunca sırt sırta, omuz omuza beraberce barış ve huzur ortamı içinde diğer milliyetlerle beraber yaşamış bu milletin birlik ve bütünlüğünü muhafaza etmek gayesi ve emelindeydi.

Bediüzzaman, sadece yaşadığı dönemi değil, belki kıyamete kadar gelecek insanları nuruyla aydınlatacak nurlu eserleri kaleme alarak Kur’an eczanesinden aldığı ilaçları; gaddar, zalim ve kalbi fasid bu asrın manen hasta olan insanlarına hediye edip ellerine veren bir doktordu.

Ahir zaman doktoru ünvanıyla maruf bu zatı Alişan, evvelen içlerinde yaşayıp büyüdüğü Kürt milletinin üç tane hastalığa giriftar olup müptela olduğunu teşhis edip beyan etmişti.

Evet, bu üç tane hastalığı ve bu hastalıkları tedavi edecek reçeteyi şöylece izah edip ders veriyordu: Bizim düşmanımız Cehalet, Zaruret(fakirlik) ve İhtilaftır(ayrılıklar). Bu üç düşmana karşı San’at, Marifet(ilim) ve İttifak silahıyla cihad edeceğiz.”

Beşerin içtima-i toplum hayatında yaşanan bu manevi hastalıkların bertaraf olması, iyileşme göstermesi içinde teşhis edip tarif ettiği reçetenin de bizzat herkesin kendi âleminde nasıl yaşaması gerektiğini de şu şekilde beyan etmiştir: “Bizi bir cihette teyakkuza, uyanıklığa, terakkiye, gelişmeye ve büyümeye sevkeden kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette, kin ve düşmanlıkta fenalık var. Husumete vaktimiz yoktur.”

Ahir zaman imamı, İstanbul dönüşü hiç vakit kaybetmeden, Kürt milletinin umumi bir hastalığı olan cehaletin izalesi için maarif ve ilim silahını eline alarak dağ ve sahrayı bir medrese edip aşiretleri dolaşarak içtimaî, medenî, ilmî derslerle onları irşada çalışmıştır.

Bu meyanda olarak en evvel meşrutiyeti ders vermeye başladı. Zira Kürtler, fıtraten meşrutiyetçi, demokratik ve baskıya gelmez bir karakter ve huya sahip olmalarına rağmen; meşrutiyet ve demokrasinin hayatın her alanında yerleşmesi için yapılan faaliyetlere şüphe ile nazar edip, bu faaliyetleri gayet garip bir surette telakki ediyorlardı.

Bediüzzamanın, şark aşiretleri arasındaki seyahatleri esnasında, sorulan sorulardan da anlaşılacağı üzere kürtlerin, demokratik faaliyetler konusunda şüpheleri ve önyargıları açığa çıkarak kendini gösteriyordu.

Evvela; “Ey Seyda! İstanbul’a gittin. Bu inkılab-ı azimi gördün. Mühim işler içine girdin. Bize ne getirdin?” diye sorulan bir suale “Müjde getirdim.” cevabı üzerine “Müjde ne demek? Bazılar bize “sizin için fenalık var” diyorlar.” karşılığını vermişlerdi.

Bunun üzerine Bediüzzaman getirdiği müjdenin ne anlama geldiğini şöylece izah ederek ders vermişti; “Nurdan zarar gelmez. Gelirse yarasa gibi karanlığı seven, karanlıkta yaşayan insanlara gelir. Yalnız kürdistana değil, belki âleme işittirecek tarzda bağırarak müjde veriyorum ki: Umum islamın, bilhassa Osmanilerin, bahusus kürtlerin saadet güneşinin doğmasının yakın olduğunu görüyorum.”

Yaptığı açıklamaya, “Şu hükûmet ve Türkler nasıl olsalar, biz rahat edemiyoruz, yükselemiyoruz. Başımızı kaldırıp onların üzerinden âleme temâşâ etmek ve ellerimizi onlarla beraber sâfi suya uzatmak, kendimizi de bir kavim olduğumuzu göstermek nâsıldır? İstibdat nedir? Meşrutiyet nedir?” Diğeri: “Ermeniler ağa oldular. Biz sefil kaldık.” Başkası: “Dînimize zarar yok mu?” gibi gürültülü, karma karışık, intizamsız suallerle karşılık verip Biz öyle işitmedik. Öyle ise zihnimize gelen şüpheleri hallet.” ifadesiyle sordukları suallerinin cevaplandırılmasını arzu etmişlerdir.

Helaket ve felaket asrının adamına sorulan bu ve bunun gibi asırları aşan sorular, sadece geçmişte kalan o zamanı değil, belki hâlihazır zamanımıza da nazar edip ışık tutan bu soru ve cevaplar daha sonra “Münazarat” isminde müstakil bir eser olarak yayınlanmıştır.

Değerli Sahipsiz bir Kavim olan Kürtlerin Reçetesi” olarak anılıp neşredilen bu eserinde anlattığı ve Kur’ânın insanlığa ders verdiği Hürriyet ve “Meşveret Sisteminin” yansıması olan Meşrutiyet, Cumhuriyet ve Demokrasinin, şark coğrafyasında neden bir türlü hâkim olup işlerlik kazanamadığını, tedavi çareleriyle açıklamıştır.

Muhteviyatında; milletimizin terakki ve tealisine ışık tutan ve tazeliğini her zaman koruyan küllî kaideler ve hayatdâr düsturlar vardır. Eser baştan sona ulvî fikirler ve hayatdâr düsturlarla, aynı zamanda da ferdî ve içtimaî hastalıklarımızın çareleri ile doludur. Muhtevası çok geniş olan bu eser, gerçekten, bir cemiyeti, bir milleti yahut bir devleti düştüğü buhran ve bunalımlardan kurtaracak harikulade bir metodlar manzumesidir.

Günümüzde yaşadığımız hadiselere ışık tutup, bu olayların arka planında oynanan oyunları deşifre edip aydınlatan, soruları ve bunların cevaplarını içinde barındıran “Münazarat” eserini okuma zamanı…

Hasan TAYFUR

www.nurnet.org

Bediüzzaman ve Siyaset (3)

Üstad, ne meşrutiyet ne de cumhuriyet döneminde hiçbir partide görev almadığına göre, onun “siyasetten çekildim” sözünü nasıl anlayacağız?

Üstadın meşrutiyet döneminde verdiği bir mücadele vardı. Batıyı her yönüyle körü körüne taklit etmek yerine, Japonlar gibi, garbın sadece tekniğini almak, ama bunu yaparken kendi öz değerlerimizden de taviz vermemek fikrinde idi. Bu konuda gazetelerde yazılar yazmış ve bir takım içtimaî hizmetlere tevessül etmişti. Diğer taraftan, doğuda dinî ilimlerle fennî ilimlerin birlikte okutulacağı bir üniversite açılması için gayret göstermiş, bu arzusunu devrin padişahına kadar ulaştırmıştı.

Üstadın eski Said döneminde icra ettiği bu gibi içtimaî ve bir yönüyle de siyasî hizmetler daha sonra yerini tamamen iman hakikatlerinin neşir ve ilânına bırakmıştır.

Din, siyasete âlet edilemez:

Nur hizmetinin siyasî ihtilâflardan uzak tutulması gereğini ifade eden önemli bir ders: “Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünki iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri var. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.” Emirdağ Lâhikası.

Siyasetin tarafgirliğe ve ihtilâfa yol açması hususundaki endişelerinin bir başka cihetini ortaya koyan şu ifadeler de çok enteresandır:
“Dediler:
–Dinsizliği görmüyorsun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.
Dedim:
–Evet lâzımdır. Fakat kat’î bir şart ile ki, muharriki aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hata da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi isabet de etse, mes’uldür. Denildi:
–Nasıl anlarız?
Dedim:
–Kim fâsık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, sû-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mal-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslekdaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.”
Sünuhat

Din namına ortaya çıkma denilince, hemen dinîn siyasete âlet edilme endişesi hatıra gelir. Üstad bu noktada çok hassastır. Tâ meşrutiyet döneminde sarf ettiği şu sözler onun bu husustaki hassasiyetinin bütün ömrü boyunca hiçbir sapma göstermeksizin devam ettiğinin en güzel ifadesi:

“İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyet’in kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.” Hutbe-i Şamiye

Üstad, Kur’an tefsiri olan Nur Risalelerini dünyevî ve siyasî bir maksada âlet etmeyi, kırılacak şişelere bâki elmas fiyatı vermeye benzetir.

“Kur’an ve imanın hizmeti ne için beni men’ediyor dersen, ben de derim ki: Hakaik-i imaniye ve Kur’aniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyaset ile âlûde olsa idim; elimdeki o elmaslar iğfâl olunabilen avam tarafından, “Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?” diye düşünürler. O elmaslara, âdi şişeler nazarıyla bakabilirler.” Mektûbat

Aynı mânâyı takviye eden bir başka ders:

“Kur’an bizi siyasetten şiddetle men’etmiş. Evet Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatlarla gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli bürhanlar ile Kur’ana hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz.” Şualar

Kur’an bizi siyasetten şiddetle men’etmiş” cümlesi değişik yönlerden ele alınabilir:
Nasıl Kur’an bütün bir insanlığın irşadı için inzâl olmuşsa, onun tefsirleri de bütün bir beşeriyet içindir. Onu sadece bir gruba mal edip geride kalan insanları ondan mahrum bırakmak, Kur’an’ın cihan şümullüğü ile bağdaşmaz ve Kur’an böyle bir anlayışı reddeder.

Kur’an’ın ulvî hakikatlerinin süflî menfaatlere âlet edilmesini de Kur’an kabul etmez. Doğruluk, muhabbet, beraberlik esaslarını mü’minlerin kalplerine yerleştiren Kur’an’ın, yalana, iftiraya, bölünme ve parçalanmaya yol açan siyasî kavgaları kabul etmeyeceği de açıktır.

Bir başka sebep de şu olsa gerek: Her asrın müceddidi Kur’an’dan o asrın ihtiyaçlarına ve mizacına en uygun bir tebliğ ve hizmet metodu istihraç etmiş. Üstad ise Kur’an’dan ‘siyasetsiz hizmet’ dersini almış oluyor.

www.SorularlaRisale.com