Etiket arşivi: Dr.Selçuk Eskiçubuk

Yaratılış Ağacı Nedir? Bilime Göre Evren Nasıl Yaratıldı?

YARATILIŞ AĞACI NEDİR?

Hiçlikten, yokluktan varlığa çıkmak, var edilmiş olmak, başlı başına bir “değer” taşımaktır. Çünkü yaratılmış olmak, hele de insan olarak yaratılmış olmak ayrı bir değer ve önem taşır. Akılla, kalple ve de en önemlisi, yaratandan bir parça olan, içinde taşıdığı ruhla, o değer sahibi olmuştur.

İnsanın bir soy ağacı olduğu gibi, evrenin de bir yaratılış ağacı vardır. Güneş, ay, yıldızlar, galaksiler, madenler, bitkiler, ağaçlar, hayvanlar ve insanlar o yaratılış ağacının kök, gövde, dal, yaprak, çiçek ve meyveleridir.

İnsanın genetik soy ağacını incelemek, onu atalarına götürürken, evren deki yaratılış ağacına bakmak da, sonunda insanı Rabbine götürür. Öyleyse evreni en ince meselelerine kadar incelemek, oradaki olayları çözmeye çalışmak başta Müslümanların asli görevidir. Ama islâm dünyası bu asli görevini uzun yıllardan beri unutmuş görünüyor. Yeniden uyanıp kâinat kitabını, Kur’an’ı okuduğu kadar okumalı, tefsirini yazdığı kadar da araştırma yapmalıdır.

BİLİME GÖRE EVREN NASIL YARATILDI?

Evrenin nasıl yaratılmaya başlandığı konusu bilimin sahasına girer. Bugün için Big Bang teorisi akla en yatkın geliyor.

Evren, bir zamanlar atomdan daha küçük boyutlardaydı. Tüm evrenimiz, hayal edebileceğimiz en küçük zerreden türedi. Büyük patlama teorisi; bilinen evrenin ilk başta hiç boyutunun olmadığını, sağın solun, aşağının yukarının, akan bir zamanın ve bildiğimiz anlamda fizik kanunlarının var olmadığını gösteriyor.

Yaratılışa en yakın teori, belki de budur ama henüz kanun değildir. Teoriye göre; Büyük patlamanın ardından çok çok kısa bir süre sonra Higgs alanı denen bir alan oluşur ve buradan geçen parçacıklar kütlelerini kazanır. Higgs bozonunu bulmak aslında tüm parçacıklara kütle kazandıran asıl ana parçacığa ulaşmak demektir.

Higgs’i gerçekten keşfetmekle, evrenin % 4 lük maddesinin kütlesinin kaynağına henüz ulaşılamadı. Evrenin yüzde 96’ını oluşturan “karanlık”lara ışık tutabilmek için ise, bilim yolunda daha çok çalışmalar ve deneyler gerekiyor.

Bugünkü bilimsel görüşlere göre evren 3 şeyden meydana gelmiştir.

1- Maddi evrendir ki galaksilerden, güneşlerden ve yıldızlardan oluşan bildiğimiz evrendir. Bütün evrenin sadece % 4’nü oluştururlar.

Standart model kuramına göre maddi evren, daha küçük parçalara bölünemeyen 12 fermion ve 6 bozondan oluşan toplam 18 temel parçacıktan meydana gelir.

2-Karanlık enerji, evrenin %74’ünü kaplar ama bugün için tamamen belirsiz bir şeydir. Bilim adamları günümüzde evrenin genişlemesinin karanlık enerjiye bağlı olduğunu düşünüyorlar.

3- Karanlık maddedir ki evrenin %22’sini meydana getirmiştir. Maddedir ama kütlesi yoktur.

Hubble(1889-1953) zamanında, evrenin tamamen Samanyolu’ndan ibaret olduğu düşünülüyordu. Ancak Hubble, yaşamının büyük bölümünde Wilson Dağı’ndaki gözlemevinde yaptığı çalışmalarla Andromedea’nın da içinde bulunduğu birçok farklı galaksinin varlığını kanıtladı.1929 yılında ise evrenin genişlediğini buldu.

Berkeley, ancak 1998 de, evrenin sadece genişlemediğini, hızlanarak genişlediğini buldu. Bundan sonra ise, her 10 milyar yılda 2 katı genişleyeceği tahmin edilebildi.

Evren, birçok sırının çözülmesine rağmen hala nice sırlarla doludur. Bilim dünyasının uzayla ilgili kuramları, henüz ispatlanmış ve kanun boyutuna ulaşabilmiş değildir. Genel görelelik kuramı, Big bang kuramı, Standart model kuramı(SM)…. gibi birçok kuramlar, teoriden çıkarılarak deneylerle kanıtlanmaya çalışılıyor. Ama yolun daha çok başında bulunulduğu da biliniyor.

Günümüzde Cern’deki deneyler, evrendeki “karanlık madde“nin sırlarına, esir maddesi”nin “karanlık madde” ile ilişkilerine Higgs bozonlarını keşfederek ileride ulaşabilme umutlarını doğurmuştur.

Bilimsel çalışmalar önümüzdeki yıllarda da giderek artacak, evrenin yeni sırları keşfedilecektir. Açılan sırlar içinde yeniden başka sırlar bulunacak ve bu işler böylece sürüp gidecektir.

Bütün araştırmalarda tesadüfün kendisine değil ayak izine bile rastlamak mümkün değildir.

Dr.Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

İslam’da Dünya ve Güneş Sisteminin Yaratılışı

Kur’an ayetlerine ve hadislere bakılarak, evren hakkında İslam âlimlerinin yaptıkları açıklamalar, günümüz bilim adamlarının henüz buldukları bilgilerin çok ötesindedir. Allah; ’’Ol’’ deyince her şey ’’Oluverir’’.

Kur’an’ın bildirdiğine göre Allah; önce tek bir madde yaratmış, sonra o maddenin bir kısmını buhar, bir kısmını sıvı hale getirmiştir. Sonra da sıvı kısımdan, yoğunlaştırma sonucu köpük meydana getirtmiştir.

Bundan sonra da dünya ile birlikte yedi küreyi, o köpükten yaratmıştır. Herbir küreye bulutlardan bir sema yapılmıştır. Sonra buhar maddesini açıp genişleterek yedi katmanlı semayı düzenlemiş ve yıldızları da içine eker gibi koymuştur. Ve yıldızları tohum gibi içine alan semayı onlarla bağlayarak yaratılışlarını tamamlamıştır.

* Şeriatın nakliyatına nazaran, Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır, sonra o maddeye tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mayi kılmıştır; sonra mayi kısmı da, tecellisiyle tekâsüf edip “ZEBED” köpük kesilmiştir; sonra arz veya yedi küre-i arziyeyi o köpükten halketmiştir. Bu itibarla herbir arz için hava-i nesimîden bir sema hasıl olmuştur. Sonra o madde-i buhariyeyi bastetmekle yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zer’etmiştir ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan semavat in’ikad etmiş, vücuda gelmiştir. (İ.İCAZ)

Kur’an’ın ifadesine göre Allah; kudretini göstererek güneş sistemi ve dünyayı başlangıçta esir maddesinden yoğurulmuş bir hamur şeklinde yapmıştır. Esir maddesi; diğer mevcudata göre akıcı su gibi bir özellik gösteren ve bütün varlıklar arasında yayılabilen bir maddedir.

Hud suresi 7. Ayette göre, Allah’ın arşı, su hükmünde olan esir üzerinde imiş. Evrenin yaratılırken önce esir denilen madde yaratılmış ve bu madde daha sonraki ilk yaratılışın da kaynağı olarak kullanılmıştır. Daha sonra ise, esirden başka temel parçacıklar da yaratılmıştır. Bunlardan bir kısmı yoğunlaştırılarak 7 küre yaratılmıştır ki Dünya da bunlardan bir tanesidir.

Dünya; diğerlerinden önce yoğunlaşmış, sertleşmiş ve kabuk bağlamış ve uzun zaman dilimlerinden beri hayat kaynağı olmuştur. Bu yönüyle yaratılmasının başlangıcı, semadan önce gelir. Fakat dünyanın döşenmesinden sonra insanların orada yaşamasına elverişli hale getirilmesi göz önüne alınırsa, semanın düzenlenmesinden sonra yaratılmıştır da denir. Ama başlangıçta ikisi de berabermişler, sonra ayrılmışlardır.

İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik” manasında olan “Enbiya, 30” nın ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye ile arz, dest-i kudretin madde-i esîriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş. Madde-i esîriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir. “ O’nu arşı su üzerindeydi.” Hud,7 âyeti, şu madde-i esîriyeye işarettir ki, Cenab-ı Hakk’ın Arş’ı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâni’in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani Esîri halkettikten sonra, cevâhir-i ferd’e kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır. İşte arzın -hepsinden evvel tekâsüf ve tasallüb etmekle acele kabuk bağlayarak uzun zamanlardan beri menşe-i hayat olması itibariyle- hilkat-i teşekkülü semavâtdan evveldir. Fakat arzın bastedilmesiyle nev’-i beşerin taayyüşüne elverişli bir vaziyete geldiği, semavatın tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle, hilkatı semavattan sonra başlarsa da bidayette, mebde’de ikisi beraber imişler. (İ.İ’CAZ)

Bediüzaman ise, yazdığı eserinde çok daha önceleri 12 gezegenden bahsederek bunların hikmetli hareket, emre itaat, düzenli vazife ve önemli uydularıyla Allah’ın varlığı ve birliğiyle beraber ilahlığının salatanatına işaret ettiklerini ifade eder.

* Ve on iki seyyareden hiçbir seyyare yıldız yoktur ki, hikmetli hareketiyle ve itaatli musahhariyetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle Senin vücub-u vücuduna şehadet ve saltanat-ı ulûhiyetine işaret etmesin.(3. ŞUA, Münacaat)

* Bu harika yıldızlar, bu acîp güneşler, aylar, Senin mülkünde, Senin semâvâtında, Senin emrinle ve kuvvetin ve kudretinle ve Senin idare ve tedbirinle teshir ve tanzim ve tavzif edilmişlerdir. Bütün o ecram-ı ulviye, kendilerini yaratan ve döndüren ve idare eden birtek Halıka tesbih ederler, tekbir ederler, lisan-ı hal ile Sübhânallah, Allahu Ekber derler. Ben dahi onların bütün tesbihatıyla Seni takdis ederim. (LEM’ALAR, Münâcat)

Esir maddesi, yine esir kalma koşuluyla suyun buhar ve buz gibi maddelere değişimi gibi değişimler geçirip farklı yapılanmalar oluşturabilir. Varlıkların en zayıf şekli ve en ince derecesi gibidir. Evrenin her tarafına yayılmıştır ve en çok bulunan bir maddedir.

Esir; Allah’ın icraatlarında emre amade ve itaat eden, yumuşak ve hafif bir sayfa gibidir. Yalnız O’nun emirlerini taşıyan, bir nakil aracıdır. O’nun tasarruflarını örten ince bir perdeye benzer. O’nun evrende yazdığı yazılar için akıcı bir mürekkep olmuştur. Allah’ın yarattığı varlıkların üzerine giydirdiği hafif bir elbise gbidir. O’nun sanat eserlerinin bir mayası ve attığı tohumların bir tarlasıdır.

* Esir maddesinin, yine esir kalmak şartı ile, diğer maddeler gibi muhtelif teşekkülleri ve ayrı ayrı nevileri vardır. Buhar ile su ve buzun teşekkülleri gibi.” (İ.İ’CAZ )

” ….. Vücudun en zayıf mertebesi, en incecik derecesi, en değişken tavrı, en ziyade mekâna yayılmış olan hadsiz, kesretli bir maddî madde olan esir. (LEMALAR, 30.Lema, 6. Nükte)

* ” …. Cenab-ı Hakk’ın gayet lâtif, nâzenin, itaatlı, emre âmâde bir icraat sayfası, emirlerinin bir nakil vasıtası, tasarruflarının zayıf bir perdesi, yazısının lâtif bir mürekkebi, icadlarının en nazenin bir hullesi, sanatlı yarattığı varlıkların bir mayası ve hububatının bir tarlası olan esir maddesi…

Esir maddesi, geçmişte hakkında görüş bildiren Materyalist felsefecilerin içinde boğuldukları “parçacık” maddesinden daha hafif bir maddedir.

İslam felsefecilerinin de saplandıkları ve varlığın başlangıcı olan adına “heyula” dedikleri maddeden de daha yoğun, cansız ve şuursuz bir maddedir.

Evrenin oluşumu hakkında her iki görüşün de dayandıkları fikirler yanlıştır.

* Esir maddesi, maddecileri boğduran zerrat maddesinden daha lâtîf, eski filozofların saplandıkları heyûlat maddesinden daha kesif, iradesiz, şuursuz, câmid bir maddedir. (LEMALAR, 30. Lema, 6.Nükte )

Yaratılan her parçacığın bir de zıddı ya da çifti yaratılmaktadır. Madde ve karşı madde, yaratılarak evrende çeşitli seviyeler meydana getirilmiş sonra da bu karşıtlıklardan evrendeki değişim süreci başlatılmıştır.

* Mümkinâtta zıdlar birbirine girebilmiş; mertebeler tevellüd ederek, ihtilâfât ile tegayyürât-ı âlem neş’et etmiştir.(SÖZLER,29. Söz)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

İnsanın Hayvandan Farkı Nedir?

İnsanlar da hayvanlar gibi doğar, yaşar ve ölürler. Aralarında benzerliklerin yanında çok farklılıkları da vardır. Ona yüklenen görevler hayvanlarınkinden farklıdır. İnsanla hayvan arasındaki en önemli farklardan biri edebtir.

Hayvanlar ne ile görevli ise ilahi bir ilhamla onu yapmak zorundadırlar. Arı bal yapar, inek, keçi, deve ve koyun süt verir. İpek böceği ise ipek yapar. Eşek yük taşır. Ama insan önce düşünme sonra yorum yapma, olup bitenleri analiz ve sentezleme ile bir sonuca varma yeteneğine sahiptir. O, kâinat aynasına bakıp onu okuyabilir. Aslında kendisi de bir aynadır, kendine de iyi bakarsa onu da okuyabilir.

*insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü, hayvan, dünyaya geldiği vakit, adeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün şerâit-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavânîn-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur.

İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.

Demek, hayvanın vazife-i asliyesi, taallümle tekemmül etmek değildir; ve marifet kesbetmekle terakki etmek değildir; ve aczini göstermekle medet istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir.

İnsan ise, dünyaya gelişinde, herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil; hattâ yirmi senede tamamen şerâit-i hayatı öğrenemiyor. Belki âhir ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder; hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlerini celp ve zararlardan sakınabilir. Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyettir. Yani, “Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?” bilmektir; ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kàdıu’l-Hâcâta lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-yı ubûdiyete uçmaktır.

Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billâhtır.

Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ; ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra, duadır. Dua ise, esas-ı ubûdiyettir.

Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister. Yani, ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder, maksuduna muvaffak olur.

Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânü’r-Rahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makàsıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin.

Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, “Ben kuvvetimle, bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acip şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum” deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıt olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini müstehak eder. (SÖZLER, 23. Söz)

* Şeytanın ilka etmekte olduğu vesveselerden biri:

Yahu, şu koyun veya inek, eğer Kadîr ve Alîm-i Ezelînin nakşı, mülkü olmuş olsaydı, bu kadar miskin, biçare olmazlardı. Eğer bâtınlarında, içlerinde Alîm, Kadîr, Mürîd bir Sâniin kalemi çalışmış olsaydı, bu kadar câhil, yetim, miskin olmazlardı” diyen ve cinnî şeytanlara üstad olan ey şeytân-ı insî!

Cenâb-ı Hak, herşeye lâyıkını veriyor. Ve maslahata göre veriyor.

Eğer atâsı, in’âmı bu kaideden hariç olsaydı, senin eşeğinin kulağı senden ve senin üstadlarından daha akıllı, daha âlim olması lâzımdı.

Ve senin parmağın içinde senin şuur ve iktidarından daha çok bir şuur, bir iktidar yaratırdı.

Demek herşeyin bir haddi var. O şey, o had ile mukayyeddir.

Kader, herşeye bir miktar ve o miktara göre bir kalıp vermiştir.

Feyyaz-ı Mutlaktan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir. Mâlûmdur ki, dahilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesiyle, hâkimiyet-i Esmânın nizam ve tekabülüyle feyz alınabilir.

Maahaza, şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir. (MESNEVİ-İ NURİYE, Zerre)

İnsanı hayvandan üstün ve farklı kılan değişik karekter, arzu ve istekleri vardır. O, insanlığa uygun şerefli bir yaşam sürmek ister.

* İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acip ve latif bir mizaçla yaratılmıştır. O mizaç yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Mesela, insan, en müntehap şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder, insaniyete layık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.

Şu meyillerin iktizası üzerine, yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini istediği gibi, güzel bir şekilde tedarikinde çok san’atlara ihtiyacı vardır. O san’atlara vukufu olmadığından, ebna-yı cinsiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur ki, herbirisi, semere-i sa’yiyle arkadaşına mübadele suretiyle yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler. (İ.İCAZ)

İnsan, yetenekleri yönüyle bütün hayvanların üstünde bir varlık iken yeme içme ve barınma gibi en temel dünyevi ihtiyaçlarını gidermede serçe kuşundan bile geri kalır. Onun vazifesi hayvanlar gibi yalnız dünya hayatı için çabalamak değil ebedi bir hayat için gayret etmektir. Nemrutlar, Firavunlar gibi Allah’a başkaldırmaları yönüyle hayvanlardan aşağıda olurlar.

İnsan, üstüne vazife olmayan şeylerle meşgul olmamalı, değersiz bilgileri elde etmek için de zamanını boşa harcamamalıdır. Vaktinin kıymetini bilmelidir. Onun ömrü kısadır, binlerce sene bu dünyada yaşayacak da değildir. Ona göre davranmalıdır. Ebedi hayatı kazanmak için, dünyayı ahretin tarlası olarak görmelidir. Onun değersiz uğraşları, çalışmaları olamaz.

*Sen istidad cihetiyle bütün hayvanâtın fevkınde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levâzımâtını tedârikte, iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakiki bir insan gibi, hakiki bir hayat-ı dâime için sa’y etmektir.

Bununla beraber, meşâgil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana âit olmayan ve fuzûlî bir sûrette karıştığın ve karıştırdığın mâlâyânî meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güyâ binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz mâlûmât ile vakit geçiriyorsun. Meselâ, “Zühalin etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?” ve “Amerika tavukları ne kadardır?” gibi kıymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güyâ, kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun (SÖZLER,21.Söz)

Allah’(C.C)ın insana verdiği akıl ve fikir gibi iki önemli özellik ve onları kullanma şekline göre de hayvandan üstün olabilir veya daha aşağılara düşebilir. Hayvanların da her birinin cinsine göre farklı zekâları vardır ama akılları yoktur, ilhamla hareket ederler. Hayvanların ne geçmiş korkuları ne gelecek endişeleri vardır. Yer içer ve günlük yaşarlar. Ama insanlar öyle değildir. Geçmiş zamanın elemlerinden veya istikbal endişesinden ızdırap duyarlar. Eğer iman nuru içlerinde yoksa her şeyden korkarlar, her şeye üzülürler. Hayattan zevk alamazlar. Bu yönüyle hayvandan daha aşağıdırlar. Ama olaylara iman nuruyla bakabilirlerse, akıl onlar için azap aleti olmaktan çıkar, dünyadan hakiki lezzet alırlar. Öyleyse dünyanın gerçek lezzetini isteyenler yaratılış gayelerini iyi bilmeliler ve öylece yaşamalıdırlar.

İnsan, şerri yaşayıp hayra yönelebilir, karanlıklarda kaybolduktan sonra bir gün hidayet nurunun basamaklarına çıkabilir, yokluğu tattıktan sonra varlık içinde olduğunun farkına varabilir. İşte bu zıtlıklar içerisindeki esrar perdelerini kaldırabilecek olan yalnızca insandır. Hayvanların en mükemmelinde bile böyle özellikler yoktur. Akıl ve fikirle bu farkındalığı yakalayabilir.

*insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor; hususan gayr-i meşrû ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. (SÖZLER,13.Söz)

*İnsanı hayvandan ayıran şeylerden,

Biri: Mazi ve müstakbelle alakadar olmasıdır. Hayvan bu iki zamanı bihakkın düşünecek bir idrake malik değildir.

İkincisi: Gerek enfüsi, gerek afaki, yani dahili ve harici şeylere taallük eden idraki, külli ve umumidir.

Üçüncüsü: İnşaata lazım olan mukaddemeleri keşif ve tertip etmektir: Mesela, bir evin yapılması için lazım olan taş, ağaç, çimento misilli lüzumlu mukaddemeleri ihzar ve tertip etmek gibi. (MESNEVİ-İ NURİYE, 10.Risale)

İnsan yaratılış itibariyle zayıf ve güçsüz yaratılmıştır, gözsüz bir akrebe ayaksız bir yılana ve hortumlu bir sineğe mağlup olabilir. Ona arıdan bal yediren, küçük bir kurttan ipeği giydiren, inek, koyun ve keçiden süt içirten onun gücü, kudreti değil, yaratılışındaki zayıflığına karşı Rabbinin ona ikramıdır.

Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerâta mağlûp olan insana bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren, onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshîr-i Rabbâniye ve ikram-ı Rahmânîdir.(SÖZLER,23.Söz)

İnsanın dünyadaki ihtiyaçları çoktur ama onları her zaman karşılamaktan aciz kalabilir. O, akıllı bir varlıktır, her şeye hüzünlenir, elem, gam çeker. Ama ellerini açıp rabbinden ister, O’na yalvarırsa O’nun nazlı bir sultanı, yeryüzünün halifesi olur. Her şey onun emrine verilir.

*Hem, insanı bütün hayvanâtın mâdununa düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyacâtı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vâsıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanât, bütün mahlûkat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akılla niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar bir halîfe-i zemin olur. Demek, o nur olmazsa, kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. (SÖZLER,19.Söz)

İnsan çalışma, eylemde bulunma ve maddi gayreti yönüyle de hayvandan geri kalır, acze düşer. Develer çölde susuzluğa dayanır, kuşlar kilometrelerce uçar, göç eder, balıklar döllenmiş yumurtalarını bırakmak için nehirleri aşıp gelir. Demek ki o, böyle işler için yaratılmamıştır. Onu başka görevler bekliyor. Evcilleşmiş hayvanlarda insanların tembelliğini almışlar, onlara benzemişlerdir.

*İnsan, fiil ve amel cihetinde ve say-i maddî itibâriyle zayıf bir hayvandır, âciz bir mahlûktur. Onun, o cihetteki daire-i tasarrufâtı ve mâlikiyeti o kadar dardır ki, elini uzatsa, ona yetişebilir. Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvanât-ı ehliye, insanın zaaf ve acz ve tembelliğinden birer hisse almışlardır ki, yabânî emsâllerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (ehlî keçi ve öküz, yabânî keçi ve öküz gibi). (SÖZLER,23.Söz)

*Envâ-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın envâına muhtaç, insandır. Cenâb-ı Hak insanı bütün esmâsına câmi bir ayna ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharâtını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mucize-i kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir hâlife-i arz suretinde hâlk etmiştir. Onun için, hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve mânevî rızkın hadsiz envâına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete göre en âlâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i sâfilîne düşer, bir zulm-ü azîmi irtikâp eder. (MEKTUBAT,26.mektup)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Yollar Var Önümüzde.. (Şiir)

Yollar var önümüzde asfalt, dümdüz, otoban

 kimisi yokuş yukarı, kimisi aşağı doğru

gücümüz yetecek mi tırmanmaya

 kolay mı gelecek, bu yolun sonu?

 

Yollar var önümüzde kaygan, toprak, patika

sonu uçurum mu, yoksa çıkmaz sokak mı?

bir güneş arıyorum, ya da bir ay ışığı

 gece gündüz yolumu aydınlatacak…

Yollar var önümüzde gidilecek, çaresiz

uçuruma düşmeden, denizde boğulmadan

yardım edin!, size yol soruyorum, yol !

geri dönülmez bir yola girmeden

ilk adımımı hangi yola atayım?

Dr.Selçuk Eskiçubuk

Mutluluk Çiçekleri (Şiir)

Musa Peygamber yardı

asasıyla Kızıldeniz’i, kurtardı ümmetini

gezerken, altındaki jeeple asfaltlarda

otururken, elindeki nargile sopasıyla kafelerde

koşarken, elinde bayrakla mitingden mitinge

yaramazsın ,delemezsin,geçemezsin

nefsinin kızılırmağını bir nokta kadar

Asım’ın nesli olamazsan sen

nasıl kurtaracaksın ki milleti?

Eritirsen bir havuzda benliğini

dilinden düşen bir damla su,

kaleminden damlayan bir kelime

alır götürür belki de tüm kirleri

açar mutluluk çiçekleri…

Dr.Selçuk Eskiçubuk