Etiket arşivi: hayat

Ümidin tükendi ise, kendine ümit ol!

Ümidin tükendi ise, kendine ümit ol!

Bir süredir ümit üzerine sarf-ı kelam ediyoruz. Bunun sebebi, toplum ve insanlık çok dehşetli bir şekilde günahlara ve ebedi hayatını tehlikeye sokacak şeylerle her an karşı karşıya kalıyor. Bu dehşetli haller karşısında insan ümitsizliğe düşüp ahireti unutup dünya hayatının peşinde koşuyor. Ümidini kaybedince ezanlar okunsa da, salalar verilse de duyulmuyor.

İnsanlar, dünya sevgisi nedeniyle her şeyi ahiretten dünyaya yontmaktadır. Bu yontulma belki dünyada bazı maddi menfaat temin ediyor ama ebedler memleketinde pişmanlığa sebep olacaktır. Zaten ebedler memleketinde herkes pişman olacaktır. İmanı olmayan “keşke iman etseydim”, imanı olanlar ise, “keşke daha fazla Salih amelim olsaydı da mertebem ve mükafatım fazla olsaydı” diyecek.

İnsan ve iman ilişkisi hayatın her yerinde karşımıza çıkar. Çünkü bizim itikadımızda dünyada yapılan her şey hesaba dahildir. Günahlara maruz kalan dimağda vesveseler..[1] kendini gösterir.

“işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şübhe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.[2]

“Mü’minlerin kalbinde açtığı yaralar..”[3] ise Kur’an ikliminde ıslanmak ve yıkanmakla mümkündür. Çünkü tezkiye/terbiye-i nefs etmeyenler dünyada da manevi bir boşluk olarak sıkıntı azabı çekecektir. Toplumsal buhranın temel sebebi budur.

“Bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz.”[4]

Elimizdeki telefonun internet kotası ne kadar fazlaysa o kadar fazla iş yapabiliyoruz, tıpkı bunun gibi günahlardan sıyrılıp, ümidimizi kaybetmezsek o kadar gayret edebiliriz. Ümidin ne kadar varsa imkanın da o kadar vardır. İmkanın var; ama ümidin yoksa yapacak pek bir şey de yoktur.

Sözler, şu zamanın yaralarına en münasib bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi’ bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber..”[5]

İnsanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor. Ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor.[6]

Peki Kur’an ikilimi yağmurlarından olan Risale-i Nur kısaca nedir dersek gene o iklim diyor ki:

Resail-in Nuriye, yüz otuz parçasıyla Risalet-i Muhammediyeye (A.S.M.) birtek hüccet olarak risaletinin bütün hakikatlarını aklen ve mantıken isbatıyla, hattâ felsefenin nazarında akıldan pek uzak mes’elelerini göz önünde gibi gayet kolay ve makul bir tarzda ders vermesiyle Muhammed’in (A.S.M.) sadıkıyetine ve risaletine küllî bir surette şehadet eder.[7]

Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize, hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan iman ve istikamet yolunu.. ancak ve ancak ümidimizi kaybetmeden takip edebiliriz.

İnsan bu alemde ümidini kaybetmediği müddetçe yaşar ve yaşadığının şuurunda olur.

selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Sözler (734)

[2] Lem’alar (8)

[3] Sözler (784)

[4] Lem’alar (8)

[5] Mektubat (23)

[6] Şualar (134)

[7] Şualar (626)

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

ümmet Şuuru

İnsan üzerine nice tarif yapılmış nice terimler ıstılahta da dolaştığı herkesin malumudur. İnsanlık olduğu müddetçe de devam edecektir.

Hadiseler vukua geldiğinde insan da kendi alemine göre renk vermektedir. İnsanın alem rengi hadiselerin tahakkukuyla zahir olmaktadır. Bir nevi insanın hamiyeti de mizacı da. .

Ortadoğu şu anda sanki Avrupanın ortaçağı gibi kan revan içinde. Bu topraklara asırlarca ümmetçilik anlayışıyla ve hoşgörü içerisinde hükmetmiş bir medeniyet banisi Osmanlı’nın olduğu herkesçe bilinmektedir. Osmanlıyı asırlarca hükümran eden bu anlayıştı. Dönem dönem bazı anlayışlar baş gösterse de bu fikir daima hükümferma olmuştur.

Son dönem osmanlıda diğer fikirlerin etkin ve etkili olduğu zamanlarda imparatorluktan kopuşlar başlamıştır. Neticede bugünkü topraklarımız elimizde kalmıştır. Osmanlı gittiği yere esenlik ve huzur götürerek bunun garantörü olmuştur. Ama şimdinin avrupası gittiği yere kan ve göz yaşı götürmüştür. Ümmetçilik fikrinin içerisine milliyetçilik girmesiyle bir cirmi teşkil edenler kenara çekilmiş ve yeni yeni devletçikler kurulmuştur.

Bu hadiseyi sosyolojik olarak incelemek gerekmektedir. Ümmet çatısı altında Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap, Acem. . ve bu çatıda hoşgörüyle yer edinen sair milletler huzur içerisinde 6 asır boyunca var oldu. Bu birlikteliğin parçalanması en fazla islam karşıtı anlayışa sahip olanların işine yaramıştır. Bir şey iyi midir kötü müdür bunu anlamak ancak onun neticelerine göre belli olur.

Tek çatı altında olan milletleri birbirine düşürmek için de çeşitli entrikalar çevirdiği tarihçe sabittir. Bu şekilde Arabı Aceme, Acemi Türke düşman ettiler.

Son zamanlarda Türkiye hem sınır güvenliğini muhafaza etmek hem de ümmet şuuruyla dindaşlarına yardım için operasyonlar yapmaktadır. Bu operasyonlara bazı mahfiller kınama, tenkid yayınlayarak Türkiye’yi eleştirmiştir. Bunun içinde ümmet içinde kanayan yara olan, Filistin içerisinde yer edinmiş olan israil sempatizanı Mahmut Abbas da kınamaya dahil olmuştur. Hatta Arap Birliği de. .

Biz müsbet kesimleri üzen bu hadisede Milliyetçilik/Irkçılık penceresinden bakan ve yorum yapan ve basiretli bir duruş gösteremeyen yöneticilerin ümmet şuuruyla hareket edemediğini görüyoruz. Nitekim o kadar ki kendi içlerinde bile milliyetçilikle yola çıktıkları halde ittihad edememişlerdir. Tabiki şu bir realitedir ki, ülkelerinin yöneticileriyle aynı görüşte olmayan halkı da aynı sebeple taşlamamak gerektir. Çünkü alem-i islamda Mazlumların Hamisi olarak Türkiye bilinmektedir. Halk da bu sebeple Türkiye sempatizanıdır.

Türkiye bu hadisede ümmetçilik şuuruyla hareket eden devletler Türkiye’ye desteklerini açıklarken, müsbet manada milliyetçilikle hareket eden bazı Türki devletler de desteklerini açıklamıştır. Adeta müslüman olmaktan utanan bazıları, bir yerlere yaranmak için kınamada bulunduğu da aleni bir durumdur.

Türkiye intikamla değil, lütuf ve ıslah ile hareket etmektedir. Avrupa kaselislerine aldırmadan ve onların halklarına rağmen bu tutumlarını yanlış olduğunu söyleyerek ümmet şuuruyla hareket etmektedir.

Netice itibariyle şunu görüyoruz ki, milliyetçilik ve uzantıları yerine umum insanları kucaklayan ümmet bilinciyle hareket etmek daha kapsayıcı bir harekettir.

Selam Hüda’ya tabi olanlara olsun

Muhammed Numan ÖZEL

Bir yaprak misali hayat

Kâinatta yaratılmış tüm mevcudatın bir lisan-ı hali [1] vardır ve bizlerle bu lisan-ı halleri ile mesajlar verirler. Mevcudatın lisan-ı halini anlamaya çalışmak dinimizin ibadet saydığı bir ibadettir aslında. Biz buna tefekkür ile mevcudata bakmak da diyebiliriz. Tefekkür âlemi bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Çünkü tefekkür ettikçe iman hakikatlerinin kapıları da aralanmaya başlıyor ve kişi iman meyvesinin hakiki lezzetini tüm benliğinde hissedebiliyor. Bu sebeple bir ağaç, bir yaprak, bir karınca v.s. eğer bunların lisan-ı hallerini idrak edebilirsek, her biri tefekkür âleminin ayrı hazineleri olduğunu göreceğiz. Mesela bir yaprak bize ne anlatmaya çalışır, bir yaprağa bakınca ne görürüz, onun hal dinli nasıl okuruz? Bu soruların cevapları üzerinde tefekkür edip düşününce ortaya hakikat manaları çıkıyor.

Bir yaprak, çoğu şiirlere ve yazılara konu olmuştur. “Bir yaprak misali gibidir ömrüm, dalımdan düşüp savruldum” gibi buna benzer cümleler ile belki fanilik anlatılmıştır. Fakat çoğu yerlerde de yok oluşa örnek olarak verilmiştir.

Belki de “bir yaprak misali ömür” hep yanlış anlaşıldı; dalından düşüp yok oluşa sürüklenmek diye hep ifade edildi. Fakat işin aslı öyle midir? Değildir elbet. Çünkü yokluğa gitmek yoktur. Bakalım bir yaprak kendi lisanı-ı haliyle bizlere neler anlatacak? O vakit şimdi bir yaprağın hal dili bize söylediklerine kulak verelim ve bir tefekkür yolculuğuna çıkalım;

“Bir baharın çiğ düşmüş sabahında gözlerim dünyaya açıldı. Küçücüktüm. İlk olarak beni sıcacık gülümsemesiyle güneş karşılardı ve içim huzurla dolardı. Her sabah güneşin gülümsemesini beklerdim. Onun sıcak kucaklamasıyla uyanır, her gün biraz daha büyür ve biraz daha göğe doğru başım uzanırdı. İlk zamanlar etrafa manasız bakar ve kendimi tanımaya çalışırdım. Neyim ben? Kimim ben? Neden varım? Her gün bu güneş ile beni kucaklayan ve bana sevgisini gösteren kimdir? Başımı göğe kaldıran ve gökyüzünün maviliğini bana gösteren kimdir? Tüm bu olaylara hayret ederdim. Büyüdükçe düşüncelerim ve aklıma takılan sorular daha da çoğaldı. Yanımdaki çoğu arkadaşlarımda benimle aynı düşüncedeydiler. Onlarda merak ediyor ve benim gibi sorular soruyorlardı. “Neden varız? Niçin buradayız? Nereye gidiyoruz? Sonumuz ne olacak?”

Günler, aylar böyle geçti. Artık sabahları güneşin sıcak gülümsemelerini göremiyordum. Bulutlar kaplamıştı tüm gökyüzünü. Bazen sert rüzgarlar esiyordu, adeta bizi dalımızdan koparıp uçuracak gibiydi. Gittikçe böyle günler çoğaldı, fırtınalar, yağmurlar… Uzun zaman sonra kimi arkadaşlarımız güçsüz, kuvvetsiz ve benzi sararmış hale geldiler. Telaş içindeydiler. Çünkü artık dalından düşme vakitleri yaklaşmıştı. Bende artık onlar gibi olmaya başlamıştım. Altımızda olan toprağa doğru boyunlarımız bükülmüştü. Aradan günler geçti, yine sert rüzgarlar esmeye başladı. Güçten ve kuvvetten düşen arkadaşlar istemeyerek dalından ayrıldılar ve toprağın bağrına düşmeye başladılar. Hayır, bu böyle olmaz, hayatımız bu kadar kısa ve anlamsız olamaz. Niye var olduk? Neden dalımızdan kopuyoruz? Amacımız neydi? Tüm bunların bir cevabı olmalı… Derken diğer ağaçta dalından kopmak üzere olan yaşlı ve bilgin bir yaprak seslendi; “Hey arkadaşım! Merak etme, tasalanma, sen yokluğa gitmiyorsun. Düşeceğin toprakta yok olmayacaksın; orada zamanla yeni yapraklara, yeni ağaçlara veya bitkilere, seni var eden sana yeni bir hayat verecek. Çünkü bu kâinatın sahibi çok şefkatli çok merhametlidir.” dedi.”

Ey bir yaprağın hal dili ile bizlere söylediklerini dinleyen dost! Yaprak, lisan-ı haliyle bizlere şunu ifade eder: “Bizim gibi en edna yani önemsiz sayılan bir yaprak bile çürüyüp yok olmazken, bunca mahlûkat nasıl yokluğa gidebilir? Hele insan gibi mükemmel yaratılmış bir varlık nasıl olurda yokluğa ve hiçliğe gidebilir.” Evet, yokluğa ve hiçliğe gitmeyen insanın bir amacı olmalı; çünkü kâinatta hiçbir varlık boşuna yaratılmamıştır. Zira şu misafirhane-i dünyada, nazar-ı hikmetle[2] baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? [3] Der, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri.

Ey dost! Öldükten sonra çürüyüp yok olmayacaksın. En önemsiz sandığımız küçücük bir tohum bile toprak altında çürümeye terk edilmiyor; vakti geldiğinde toprağın karanlığından başı çıkarılıp yeni bir hayat veriliyor. Allah (cc) şu âlemde en önemsiz sandığımız bir tohumu bile toprak altında çürümeye, yokluğa, karanlığa ve hiçliğe bırakmazken, insanı nasıl bıraksın? Öldükten sonra ebedi bir hayat için diriltileceğiz. Dünyada sergilediğimiz amellerimize göre Allah’a (cc) hesap verip ebedi hayatımızdaki yerimize gönderileceğiz.

Tüm mevcudat hal dilleri ile bizlere hakikati anlatıyor, insana düşen vazife ise bu hakikate kulak vermeli ve hayatın gerçek manasını keşfetmeye çalışmasıdır.

İnsan ömrü, çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemleri de hikâyede anlatılan bir yaprak misali gibi değil midir? Vakti geldiğinde hayat dalından kopup toprağın bağrına düşeceğiz. Dünyadaki bedenimiz çürüyecek. Fakat yeni bir âlemde tekrar diriltileceğiz. Rabbimiz Hac Suresinde şöyle buyurur: “Ey insanlar! Öldükten sonra dirileceğinizden kuşku duyuyorsanız şunu unutmayın ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra belli belirsiz et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) açıkça gösterelim ve biz dilediğimizin rahimlerde belirli bir vakte kadar kalmasını sağlarız, sonra sizi bebek olarak çıkarırız ki daha sonra yetişkinlik çağınıza erişesiniz. İçinizden kimi erken vefat ettirilirken kimi de önceden bildiklerini bilmez hale gelinceye kadar ömrün en düşkün çağına eriştirilir. Öte yandan yeryüzünü kupkuru ve cansız görürsün; üzerine yağmur indirdiğimizde ise (bir de bakarsın) canlanıp kabarır ve her cinsten güzel bitkiler çıkarır.” [4] “Bu böyledir, çünkü Allah hakkın ta kendisidir, O ölüleri diriltir ve O’nun her şeye gücü yeter.” [5] “Kıyamet vakti şüphe yok ki gelip çatacaktır ve Allah kabirde yatanları diriltecektir.” [6] Ayetleri kesin olarak tekrar yeni bir âlemde diriltileceğimizi açık ve net ifade etmektedir.

Bu dünya bir imtihan meydanıdır ve her şeyin bir yaratılış amacı vardır. O vakit insana düşen en önemli vazife ve en önemli iş, hayatın gerçek manasını anlamaya çalışması olmalıdır. Sınava girdiği halde sınavın idrakinde olmayan ve sınavın manasını çözemeyenler girdiği sınavdan hiçbir şey anlamadan başarısız olarak çıkar. Sınavın hakikatini ancak sınavı geçenleri görünce anlar; fakat o vakit çok geç kalınmış olunur. Çünkü sınavı geçenler hayatın güzel mertebelerine atanırken geçmeyenler ise pişmanlıkla kıvranır durur. Bu misal gibi insanda hayatın gerçek manasını anlamaya çalışmalıdır. Hayat nedir? Amacımız nedir? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Niçin gidiyoruz? Gibi soruların gerçek manasını anlamaya çalışmalı ve hayatını hayatın gerçek manasına göre yaşamalıdır. Hayatımızda yapabileceğimiz en anlamlı iş, hayatın manasını anlamaya çalışmaktır. Aksi halde hayatımızın manası olmaz. Neden olmaz? Çünkü insan kendini tanımadan, Rabbini tanımadan yaşanılan bir hayatın ne anlamı olabilir ki…

Ey dost! Hayatın hakikatini her an idrak edebilmek için Rabbimizin “Oku” emri ile şu kâinata tefekkürle bakmalıyız. Hayatın hakikati ise Kur’an ve Sünnete göre yaşamaktır. Çünkü ihmal edildiği vakit, bu ahir zamanda kişiyi gaflet hayatına sürükleyip ahiretini aklına getirmeyecek sayısızca oyalanma vardır. Dünya ile oyalanıp da ahiretimizi unutanlardan olmamak duasıyla.

Mehmet Kazar

[1] Lisanı Hal: Risale-i Nur Külliyatında çokça geçer. Lisan-ı hâl, sözlüklerde “hâl dili” olarak geçer. Hâl kelimesi ise vaziyet, görünüş, tavır, suret, keyfiyet anlamlarına gelir. Yani “Bir şeyin görünüşü ile bir mana ifade etmesi”dir. Yine başka bir tarifte ise “Akılları gözlerinde olan avama ders veren fiil” olarak geçmektedir.

[2] Nazar-ı Hikmet: Hikmet Bakışı, Varlıklardaki anlam ve ince sırları araştıran bakış

[3] Risale-i Nur Külliyatından – On Dördüncü Sözden.

[4] Hac Suresi 5. Ayet

[5] Hac Suresi 6. Ayet

[6] Hac Suresi 7. Ayet

Deprem ve Depremi Tetikleyen Sebepler!

Her deprem sonrası deprem uzmanı ve yer bilimci hocalara mikrofonlar uzatılır, bilgiler alınır, geleceğe yönelik tahminleri sorulur. Onlar da bilgi verir, tahminlerde bulunurlar, ama depremin ne zaman olacağına dair kesin bir şeyler söyleyemezler. Çünkü depremin olacağı saat gaybdır. Gaybı da Allah’tan başka kimse bilemez.[1] İnsanın ne zaman öleceğini ve kıyametin ne zaman kopacağını Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği gibi.

Öyleyse birilerinin çıkıp “yakında 7’nin üzerinde deprem olacak”, demeleri, benim bir adama belli aralıklarla “yakında öleceksin” dememe benzer. Bu tür söylemlerin moral bozmaktan, umut tüketmekten başka bir işe yaramayacağı kesindir. Milletimizin bu tür açıklamalara değil, daha sağlıklı, tedbir, tevekkül ve teslimiyet yüklü bilgilere ihtiyacı var.

Din ilimleriyle uğraşan bir kardeşiniz olarak ben de diyorum ki: Depremden değil, depremin dizginleri elinde olan Allah’tan korkalım. Allah’tan hakkıyla korkulmadığı içindir ki deprem, insanların ödünü koparıyor. Allah’a imanımız artması oranında korkularımız da azalacaktır.

Depremden daha büyük felaket ve gaflet, mülkün ve bütün evrenin sahibi olan Allah’ı tanımamak, Ona teslim olmamak, Ona ihtiyaç hissetmemek ve Onun korumasına sığınmamaktır.

Depremlerin ve benzeri afetlerin oluş sebeplerinden biri de insanoğlunun bu kibrini paramparça etmek ve son derece aciz olduğunu, mülkün sahibinin Allah olduğunu insana hissettirmek, Ona yönelmesini ve yalvarmasını sağlamak ve neticede cenneti kazandırmaktır.

Öyleyse bize düşen, depremde ölecek miyim, kalacak mıyım endişesine kapılmak, hayatı yaşanmaz hale getirmek değil; bize düşen, imanlı, ibadetli, dürüst ve namuslu yaşamak, doğabilecek tehlikelere ve depreme karşı ciddi tedbir almak, deprem çantamızı hazır bulundurmak, toplanma alanları oluşturmak, bunlardan da önce işimizi sağlam yapmak, planlı-programlı yerleşim alanları seçmek, sağlam zemine, sağlam malzeme ile sağlam bina inşa etmek, bu tedbirlerden sonra da mülkün hakiki sahibi olan Allah’a tevekkül etmek, teslim olmak ve Ona bizi ve ülkemizi bütün şerlerden ve afetlerden koruması için dua etmektir.

Depremin maddî sebebi olarak bilim adamlarının söylediği gibi enerji birikimi ve fayların kırılması olabilir. Bilim adamlarının bu manada söylediklerinin hepsine inanıyoruz. Ama manevî sebepleri olarak da din otoritelerinin söylediklerini kulak ardı etmemek gerekir. Ki onları ana başlıklar halinde şöyle sıralayabiliriz:

1-İnsanların Allah’a ibadet ve hürmeti terk etmeleri,

2-Fuhuş ve ahlaksızlıkların yaygınlaşması ve aleniyet kazanması. Derler ki: İki Z bir araya gelirse üçüncü Z meydana gelir. İki ZZina ve Zulümdür, üçüncü z de Zelzeledir. Zelzele, deprem demektir. Bunun formülü de şudur: Zina+Zulüm=Zelzele.[2]

3-Cinsiyet eşitliği gibi rezaletlerin normal görülür hale gelmesi,

4-Bir kısım erkeklerin ve kadınların Yaratıcının kurallarını tanımadan hareket etmeleri, özellikle de kadınların yatak kıyafetiyle dolaşmaları ve onların bu halinin normal kabul edilir olması,

5-Adaletin hakkıyla tecelli etmemesi, mazlumların ah u eninlerinin arşa çıkması.

6-Kendini savunmaktan aciz olanların cinsel istismarlara ve şiddete maruz kalmaları,

7-İyilikleri emir, kötülüklerden sakındırma görevinin hakkıyla yapılmaması veya yapılamaması…

Bu sebeplerden dolayı gelen depremler, imtihan sırrının deşifre olmaması için dualı-duasız, inanan-inanmayan, günahsız-günahkâr, küçük-büyük her insanı alıp götürebilir. Bu gidişte dualı ve günahsız insanların kârı şu olacak: Kendilerine şehitlik rütbesi, telef olan mallarına da zekât ve sadaka sevabı verilerek cennete gönderilecekler. Diğerlerine ise hem bu dünyanın kapıları kapanmış olacak, hem de cehennemin kapıları açılmış olacaktır. Onun için Allah, bizi duaya[3] ve namaza davet[4] ediyor. “Beni hiç aklınızdan ve gündeminizden çıkarmayın ki ben de sizi anayım, göreyim, gözeteyim, koruyayım, kollayayım.”[5] buyuruyor.

Allah yine şu ayetleriyle haber veriyor, moral veriyor ve buyuruyor ki: “Dikkat edin, hazır olun size önemli bir haberim var: Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Allah’ın dostları, iman edip de takva dairesinde kalan kimselerdir. (Yani onlar, Allah’ın emirlerine uyan, yasaklarından uzak duran, helallerle yetinip haramlara tenezzül etmeyenlerdir.) Dünya hayatında ve ahirette onlara müjdeler olsun. Allah’ın sözlerine değişme yoktur. İşte büyük kurtuluş da budur.”[6]

Bu ayetlerden çıkaracağımız sonuç da şudur: Öyleyse ey insanlar! Ne yapın yapın Allah’ın dostlarından olun. Olun ki Allah size sahip çıksın. Allah’ın haram saydıklarını siz de haram görün, uzak durun. Helal kıldıklarına siz de helal deyin. Onlardan ayrılmayın. Ah almaktan, beddualara hedef olmaktan korkun. İftiradan, hasetten, söz taşıyıcısı olmaktan, ara bozuculuktan uzak durun. Bunları yapan bir toplumu Allah’ın rahat bırakmayacağını, dünyada deprem gibi sopalarla döveceğini, ahirette de cehennem hapsine atacağını unutmayın.

Allah hepimizi ve ülkemizi azabını ve gazabını harekete geçirecek hayat tarzından korusun, hepimize razı olduğu hayat tarzını yaşamayı nasip eylesin. Deprem şehitlerimize Rabbimden rahmet, yakınlarına sabr-ı cemil, yaralılara da acil şifalar niyaz ediyorum.

Vehbi KARATAŞ

Dipnotlar

[1] Bkz. Neml, 27/65

[2] Bkz. http://dinimizislam.com/detay.asp?Aid=2689

[3] Bkz. Bakara, 2/186; Furkan, 25/77

[4] Bkz. Ankebût, 29/45

[5] Bkz. Bakara, 2/152

[6] Tevbe, 9/62-64

 

Kaynak: Cevaplar.org

www.NurNet.org

Ümit Kanserleri

ümit Kanserleri
Her insan, hedeflerini ümit ile yoğurur. Tahayyül ve tasavvuru ile projeler. Taakkul ve tasdik ile detaylandırır. İz’an ve iltizamla son haline yaklaştırır. İtikad ile son halini verir.  Ümidi olmayanın hedefi de olmaz.
“Evet, bazı insanlar zerrede boğulurlar. Bazısında da dünya boğulur. Bazılar da, kendilerine verilen anahtarlardan birisiyle kesretin en geniş bir âlemini açar, fakat içinde boğulur.”[1]

Demek ki zerrede boğulan insanlar ümitlerini kaybettikleri için boğuluyor. Ama ümidini kaybetmeyenlere dünya boğuluyor. Tek başına hamiyetle, gayretle işler yaparak adeta kapasitesinin üzerinde işlere –Adetullaha göre- imza atıyor. Tabi iş burada bitmiyor. İşlere imza attıktan sonra Allah’ın meşietini unutup, görmeyip bu işleri temelluk eden kimseler de gene ümidi eneye inkılab edip yeise düçar oluyorlar.

“İnsanlara bir nimet, bir bolluk tattırdığımızda onunla sevinip şımarırlar. Şayet kendi yaptıkları sebebiyle başlarına bir fenalık gelirse, hemen ümitsizliğe düşerler.” [2]

İnsan maddi veya manevi kaybettiği bir şeyi elde edebilir tekrar yeter ki buna dair olan ümidini kaybetmesin. Eğer ümidini de kaybetmişse “Badi harabil Basra” atı alan üsküdarı geçmiş demektir.

Bu ümit meselesi o kadar mühim ki, insan ümidini yitirince güzel rüyalardan bile mahrum kalıyor. Ya kabuslar görüyor ya da hiç göremiyor. Yani insanın dimağını bloke eden, şuurunu felç eden şey yeis oluyor. Sonra kelamı yeis, olmayan halyali idealleri hayali yeis halinde ayaklı yeis saçan bir hale inkılab ediyor.

Şunu herkes bilmelidir ki, nasıl ki kendi hürriyetini tahdid eden şeylerden insan kaçıyorsa en az bunun kadar da yeis saçan kimse ve ortamlardan da insan fellik fellik kaçmalı.

Bakın Abdurrahman Efendi ne diyor:

“Kimsenin dediğini şer ise duymamazlığa gelir ve kimse ile fenâ hasletleri kapmamak için ihtilat etmemekteyim. Dâirede müddet-i mesaîden hariç zamanlarımı kendi evimde Cenâb-ı Hakk’ın şükrü ile geçiriyorum.”[3]

Demek ki me’yus olan insanlar etraflarına hem yeis hem de bu yeisten tevellüt eden sıkıntı sirayet ettiriyor. Bir nevi sıkıntı santrali kuruluyor me’yus insanda. Ona temas edenler o santrale bağlanıyor.

Teknolojinin su-i istimaliyle insanlar müdhiş bir surette ifsat ediliyor. Aldatıcı kimseler, programlar, dizi/filmler, haberler ile insanın dimağı bombardımana tabi tutuluyor. Hücum eden şeye bakıyorsun köpük gibi zahirde var ama el atsan ortada kimse yok.

Bizlerde hem ruhi hem maddi sıhhatimiz için ruhumuzu ve dimağımızı muhafaza etmek için bu tip şeylerin lüzumsuz olanlarından son derece uzak durmalıyız. Bu zamanda salabetini muhafaza etmek için insanın en başta ümidini kaybetmemeli lazımdır ki bu uzun yolculukta sıkıntısı azalsın.

Tabiî ki var olan olumsuz hadiseleri yok saymak görmezden gelmek değil ama müdahil olunca değiştiremeyeceğimiz şeylere karışmamız lüzumsuz olacağı için boşu boşuna karışmamak lazım.

Rabbim abesle iştigal edip maksattan geri kalanlardan ve geri kalmaktan muhafaza etsin, amin.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Mesnevi-i Nuriye (210)
[2] Rum Suresi  36. Ayet meali
[3] Barla Lahikası (30)

Kaynak: NurdanHaber

www.NurNet.org