Etiket arşivi: hekimoğlu ismail

Seni zengin eden kim?..

İbadetler, Allah emrettiği için yapılır. İslam’ın şartından biri de zekât vermektir. Belki zekât vermek insana sıkıntı verir, yani malını bir başkasına vermek zordur.

Adam diyor ki, “Canımı istesen veririm fakat para istiyorsun, işte bu çok zor.” Çünkü canını bedava buldu. Kolayca vereceğini zannediyor amma iş cüzdana gelince fakirlikten korkuyor ve titriyor. Ancak iman ibadete dönüşürse o zaman zekât verdiğine sevinir. “Çok şükür Allah bana zekât vermeyi nasip etti.” der. Zekât Allah’ın emri olduğu için “Ne olursa olsun; Allah emretmiş, o emre uyacağım.” denirse Allah da insana kolaylık gösterir.

Allah’ın varlığı karşısında kendi fakrını anlayan insan, zekât vermekten korkmaz. Kendi organlarına bile sahip çıkamayan insanın nesi zengin? Ömrünü uzatamayan, felaketlere mani olamayan insanın nesi zengin? Zaten zekât meselesinde anlaşılması zaruri olan husus şudur: Neden falan adam zengin olamamış da kendisi zengin olmuş? Herkesin aklı var, gücü var, işi varken, pek çok kişi zengin olmak için çabalayıp da olamıyorken, onu zengin eden kim? Böylece anlar ki onun zenginliği Allah’ın lütfuyladır. Elim ayağım, evim arabam dese de aslında onlar onun değildir. Ölünce “benim” dediği çok kıymetli vücudunu ve mallarını dünyada bırakır gider. Böylece anlar ki aslında insan çok fakir amma kainat bütünüyle Allah’a ait…

Hangi meşhura kaldı ki dünya?

Bastığın yer belki kralların kalbidir.

Gururlanma ey insan değmez,

İnsan neyin sahibidir?

Kuyumculuk yapan çok zengin bir arkadaşım vardı. Psikolojik hastalığa yakalandı. Yanıma gelip bana sordu, “Bu hastalıktan kurtulmak için ne yapabilirim?” Dedim ki, “O serveti tek başına yeme. Allah, razı olmaz. Bak hastalandın. Peygamberimiz buyurmuş ki, hastalıklarınızı sadaka ile tedavi edin.” “Ne yapayım?” dedi. “İnşaat yap.” dedim. Arkadaş inşaat işinde yüzlerce insan istihdam etti. Birçok eve ekmek girdi. Hastalık mastalık kalmadı. Allah servet verir. Fakat onu sadece bir adamın yemesine izin vermez. O servetten herkes pay almalıdır. Bunun iki çeşidi vardır: Biri şirket kurmak, işçi çalıştırmaktır. Diğeri zekât vermektir. Milletçe kalkınmak İslamiyet’te hedeftir…

Allah’ım her türlü nimeti “senden bilenlerden” eyle… Senin emirlerine tabi olanlardan eyle. Verdiğin nimetlerden ihtiyacı olanlara vermemizi nasip eyle… Bütün iyilikler Senden, kötülükler nefsimizdendir. Allah’ım bizi iyiliklerle mamur eyle. Sen bize servet verdin. Bize de zekâtlarımızı vererek, şükrümüzü eda etmeyi nasip eyle…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Allah’ın kuluna zulmetmek ne fenadır

İnsanlık tarihi boyunca, bütün dinlerde ve milletlerde kul hakkına büyük önem verilmiştir.

Peygamberimiz (asm) bir gün ashabına “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. “Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir.” dediler. Resulullah buyurdu ki: “Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelip; fakat şuna sövüp, buna zina isnad ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp; bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir.

Kul hakkına girmek maddi ve manevi zarar vermekle olur. Başkasına ait malı almak, canını yakmak onun hakkına girmektir. Ama bu kadar değildir. İnsanların iç dünyasına verilen zarar da kul hakkına girer. Dedikodusunu yapmak, iftira atmak, ihanet etmek, hakaret etmek, kalp kırmak, küçük düşürmek, utandırmak, zarar vermektir. Belki de önem vermediğimiz kırıcı sözlerimiz oluyordur. Bu, günahı önemsememektir. Önem vermediğimiz sözlerimiz, davranışlarımız hesap gününde bizi bulacak. Kimsenin boynunu bükük bırakmamalıyız.

Peygamber Efendimiz (asm) Fetih Suresi nazil olunca vefatının yaklaştığını anladı ve Bilal-i Habeşi’ye, ashabı Mescid-i Nebi’de toplamasını söyledi. Namazdan sonraki konuşmasının sonunda; “Sizden kime bir haksızlık yapmışsam, ahirete bırakmadan, şimdi ayağa kalkıp hakkını benden almasını istiyorum.” buyurdu. Hiç kimse kalkmayınca Peygamberimiz bunu üç defa tekrarladı. Üçüncü defa söyledikten sonra Ukkaşe adındaki yaşlı sahabe ayağa kalkarak, savaş sırasında Peygamberimiz’in değneğinin sırtına değdiğini söyledi. Peygamberimiz, “Ey Ukkaşe sana kasten vurmaktan Allah’a sığınırım. Ey Bilal, Fatıma’ya git, uzun bir değnek getir.” dedi. Bilal-i Habeşi getirdiği değneği Peygamberimiz’e verince O da Ukkaşe’ye verdi. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ayağa kalktılar ve Ukkaşe’ye hakkını kendilerinden almalarını söylediler. Peygamberimiz Ukkaşe’ye, “Ey Ukkaşe! Hakkını al!” dedi. Ukkaşe, “Ey Allah’ın elçisi! Bana vurduğunda benim üzerimde elbise yoktu.” deyince Peygamberimiz sırtını açtı. Ashap ağlıyordu. Ukkaşe, Peygamberimiz’in sırtını öptü ve şöyle dedi: “Anam babam Sana feda olsun ey Allah’ın elçisi. Sana kısas yapmak ne haddime?” Peygamberimiz, “Ya hakkını alman için gerekeni yap ya da hakkını helal et.” deyince Ukkaşe, Peygamberimiz’den kendisine şefaatçi olmasını istedi ve hakkını helal etti.

Ukkaşe, “Bana vurduğunda benim üzerimde elbise yoktu.” deyince Peygamberimiz’in (asm) ona sırtını açacağını biliyordu. Sahabe hakkını aramayı, sırtını açarak kendisine kısas yapılmasını isteyen Peygamber’inden öğrendi.

Kul hakkının bu kadar önemli olmasından insanın değerini anlarız. Zaten amaç insanı korumaktır, asayişi sağlamaktır. Allah affedicidir. Kul tevbe ettiğinde bütün günahları affeder. Affedilmeyen tek günah kul hakkıdır. Kul hakkı, mizan terazisinde haksızdan alınır, haklıya verilir. İşte bu, en büyük iflastır.

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Hamala küfe yük değildir!

Yıllar önce bir hamalla karşılaştım. Sırtında ağır bir yük vardı. Alnından ter damlıyordu. Belki bir yardımım olur umuduyla yanında yürüdüm. Yükünü bir kitapçının önünde indirdi. Cebinden çıkardığı mendille terini sildi. Merdivenlerin üzerine oturdu.

Dedim ki, “Çok yoruldunuz.” “Allah’a şükür” dedi, “Elimiz ayağımız sağlam. Kimseye minnet etmeden geçimimizi temin ediyoruz.” Devam etti: “Elbiselerim terden, tozdan çamur gibi oluyor. Hanım bunları yıkarken şikâyet etmiyor. Biliyor ki hamallık yaparak, eve ekmek götürüyorum. Elhamdülillah. Huzurlu bir hayat yaşıyoruz.

Bir gün dağlık bir köyün kahvesine oturdum. Bir köylü geldi. Dedi ki, “Ben seni tanıdım. O kitapları sen mi yazdın?” Evet, dedim. “Bu kadar harfi nasıl yazdın tek tek, canın sıkılmadı mı?” diye sordu. “Sen de tarlayı sürüyorsun, ekiyorsun, biçiyorsun, buğdayı samandan ayırıyorsun; bunları yaparken canın sıkılıyor mu?” dedim. Anladım, dedi. İlave ettim: “Sevdiğimiz iş bizim için zor değildir. Eğer mümkün olsa, her insanın yaptığı işi tek tek yazsak görürüz ki Allah her iş için bir kul yaratmış. Kullar için de iş yaratmış.” O köyde çoban çobanlığından memnun, Allah’a şükrediyor. Çiftçi çiftçiliğinden memnun, Allah’a şükrediyor. Allah iş taksimi yapmış. Bu iş taksimine göre de adam yaratmış. Böylece dünyanın huzurunu temin etmiş. Elbette iş taksiminin doğru işlemesi için toplumda adaletin sağlam durması gerekir.

Bahçıvan kiraza vişne aşısı yapar. Bu demek değildir ki vişne kirazdan daha üstün. İkisi de meyvedir. İkisi de vitamin taşır. Ama o sırada vişneye ihtiyaç olmuştur. İnsanın da insana üstünlüğü yoktur. Allah her canlıya akıl vermiştir. Akıllı olmak önemli değildir. Aklını nerede kullandığın önemlidir. Her insanda yeteri kadar kabiliyet vardır. Üstünlüğümüz Allah’ın verdiği kabiliyette değil de, bizim o kabiliyeti insanlara faydalı olmak için kullanmamızdadır.

Herkese farklı imkânlar verilmiştir. İmkânlarımız farklı olduğu gibi görevlerimiz de farklıdır. Böylece birbirimize hizmet ederiz, birbirimize sahip çıkarız.

Rızkı Allah verir. Kulları arasında bölüştürür. Zenginlik verir, imtihan eder. Fakirlik verir, imtihan eder. Zenginin imtihanı şöyledir: Rabb’inin verdiği servetle, sanki servet onunmuş gibi büyüklük taslayacak mı? Servet bakımından üstün olmasının sebebinin, başkalarının işlerini görmek olduğunu anlayacak mı?

Çiftlik sahibi zengin bir adam hastalandı. Doktorlar demiş ki, kısa zamanda ölürsün. Adam evine gitmiş. Eline uzun bir değnek alıp dışarı çıkmış. Değnekle kapının önündeki ağaca vurmuş, bağırıyormuş: “Neden benimle gelmiyorsun?” Dönüp evin kapısına, penceresine vurmuş: “Neden benimle gelmiyorsunuz?” Ahıra gitmiş. Atlara vurup avazı çıktığı kadar bağırıyormuş: “Neden benimle gelmiyorsunuz?” Eve dönmüş. Kasaya vurmuş: “Neden benimle gelmiyorsun?” Tekrar dışarı koşmuş. Kendini yerden yere vurmuş. Toprağa sarılıp “Ölmek istemiyorum” diye bağırıyormuş. Dinden uzak kalınca, öleceğini de, öldükten sonra dirileceğini de unutmuştu. Servetin ve makamın hiçliğinin farkında olmadan günlerini boş geçiriyordu. Kibre kapılıyordu. Hiç ölmeyeceğim zannıyla yaşarken birdenbire düştü bayıldı. Bayılmalar birbirini takip etti. Son bayıldığında da uyanmadı. O böylece ahirete gitti; serveti, makamı, her şeyi geride kaldı.

Hiçbir zaman servete karşı değiliz. Ancak servet denize benzer. İçine almazsan yüzersin, içine alırsan boğulursun.

Nice insan vardır ki zengin olunca dersi, camiyi, hizmeti unutmuştur. Çünkü işleri ipek böceğinin iplikleri gibi onu sarmış, koza yapmıştır.

Bir adama sırf makam, servet sahibi diye hürmet gösteriliyor, bu adam sahip olduklarından dolayı üstün tutuluyorsa toplumda bozgun başlamıştır. Hürmet göstermek ve görmek için “kul” olmak yeterlidir. İlk insan yaratıldığında ona saygıyı reddeden tek varlığın ne olduğunu unutmamak gerekir. Hamalı küfe gibi görmemek gerek…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Melekler tatil yapmıyor!..

Yaz tatili geldi. Pek çok kişi izne ayrılacak, tatil yapacak. Tatile gidenlere hatırlatırım; melekler tatil yapmıyor!.. Sağ omzumuzda sevap meleği, sol omzumuzda günah meleği durmadan, saniye saniye attığımız adımları yazıyor.

Tatil için lüks yerlere gezmeye gidenler etraflarına bakabilir; en güzel yerlerde en büyük günahlar işleniyor. Bu nankörlüktür. Yani demek istiyorlar ki: “Allah’ım sen böyle güzel yerler yaratmışsın. Ben de işlediğim günahlarla buraları çirkinleştiriyorum!

Güzel yerlere gidenler dönünce anlatır, “Öyle bir yere gittik ki, cennet gibi…” Peki, ben de sana soruyorum; o cennette ne yaptın? Cennette cehenneme hazırlık mı yaptın? Beş yıldızlı bir otel… Yiyecekler, içecekler, konforlu odalar, her şey tertemiz… İsteyen yüzüyor, isteyen yatıyor, isteyen deniz kıyafetiyle geziyor… “Cennet gibi yerde” günah deryası içinde kalınıyor.

Böyle söyleyince bazıları itiraz ediyor. Gezmeyelim mi? Görmeyelim mi? Allah’ın nimetlerinden istifade etmeyelim mi?

Allah her şeyi insanlar için yaratmış. Bu yarattıklarından elbette ki en çok Müslümanlar istifade etmelidir.

Amma Müslüman’ca!..

Mesela ben şu anda basit ve sade bir köy evindeyim. Ağaçlar, çiçekler, tertemiz bir hava… Bu basit köy evinin balkonu… Helal daire keyfe kâfidir. Burada oturmayıp sahilde plaja gitsem, sol taraftaki melek başlayacak yazmaya: “Helal daireden haram daireye geçti.”

Adam diyor ki: “Bahçeden bana ne, denize girmek istiyorum!” Araban varsa biner, ıssız bir yere gider denize girersin.

Efendim, muhafazakâr oteldeyiz. Hanımlara ayrı havuz, erkeklere ayrı deniz…

Şuurlu muyuz, haramdan korkuyor muyuz? Öyleyse ilmihalde hanımlar hanımların arasında, erkekler erkeklerin arasında nasıl giyinmeli, bahsi yeniden okunabilir.

Velhasılı…

Uçağa binmek zevkli, gökte uçmak güzel, meşrubat ve yemekler şahane. Buraya kadar iyi…

Fakat nereye gidiyoruz? Önemli olan bu…

Ben dünyayı dolaşmış bir insanım. Yabancı ülkelerin imtihanı da ağır diye düşünürdüm. Şimdi Türkiye’de pek çok yerde insan kendini yabancı ülkede gibi hissediyor.

Hem tatil deyince aklımıza niye lüks oteller geliyor? Mesela bu tatilde imkânı olan Kudüs’e gidebilir. Keşke hasta olmasam da ben de gidebilsem o mübarek yerlere. Üç gün, beş gün, bir hafta kalıp gezebilsem. Mescid-i Aksa’yı ziyaret edebilsem…

Tatilde üzerimizde nefsin hâkimiyeti olmamalı… Tebdil-i mekânda ferahlık vardır amma helal dairede olursa… Yoksa sonunda ferahlık değil, maddi-manevi karanlık vardır…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Hayatı neden acılaştırmak gerekir?

Gençlerle yaptığımız bir sohbette onlara dedim ki; Muhyiddin Şekûr’un, Su Üstüne Yazı Yazmak isimli kitabında şöyle bir hikâye bulunuyor:

“Çok zengin ve mağrur bir kral bir gün atının üzerinde hiç aldırışsız arşınlarken, kralın atının önüne başında kavuğu ile bir derviş çıkar. Kral hiddetle kılıcını çeker, yoluna çıkmaya kimin cesaret edebildiğine şaşırmıştır. “Sen kim oluyorsun da benim yolumu kesiyorsun!” diye bağırır. Derviş yavaşça başını kaldırır ve kral böylece, kılıcı hâlâ elinde, ölümün yüzünü görür. Aslında yolunu kesen kişi derviş değil, kralın ruhunu almaya gelen ölüm meleği Azrail (as) imiş.

Gelenin kim olduğunu anlayan kral, “Ne olur birkaç dakika olsun zaman ver de, bazı işlerimi tamamlayayım.” diye yalvarır. Melek, tek kelime konuşmadan kralın yüzüne bakar ve başını “hayır” manasında yavaşça kaldırır. Artık kral için vade dolmuştur. Krala yeryüzünde bir başka nefes daha verilmez…”

İnsanlar dünyaya neden gönderilmiş?

Bu sorunun doğru cevabını bulamayanlar ölüp de melekler ona, “Hayatını neyle tükettin?” diye sorunca, “Eyvah!” diyecekler; “Biz neye çalıştık, sorular nereden çıktı!?.

Bu sebepten Peygamberimiz buyurmuş ki; “Hayatı acılaştıran ölümü sık sık hatırlayınız.” Bunu söyleyince diyorlar ki; “Herkes hayattan keyif ve lezzet almanın peşinde. Hayatı neden acılaştırmak gerekir?

Hayatı acılaştırmayan insan, canının istediği gibi yaşar. Podyumdaki manken gibi giyinir, sahnede yürür gibi gezer tozar, kelebekler gibi dans eder. Bu insan ölümü hatırlayınca hayatı acılaşır, “Böyle gitmez!” der. Çünkü insan ne kadar zevke düşüp hevasına uyarsa uysun, iman bir nokta gibi onun kalbinde yaşar. Bu sebepten Üstad Bediüzzaman buyurmuş ki; “Ey zevk ve lezzete müptela insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle aynel yakîn bildim ki, hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır.

75 yaşına gelen bir insan belki pek çok eğlenceler görmüştür, ziyafetlere katılmıştır, pek çok lezzetler tatmıştır. Fakat Üstad, dönüp arkasına baktığında imandan aldığı lezzetin 75 senedir görüp tattığı her türlü zevkin fevkinde olduğunu itiraf ediyor.

Kendi hayatımdan örnek vereyim:

1953’te kendimi yetiştirmeye çalışıyordum. Bir arkadaşa rastladım. Bana, “İki kız var. Gelir misin, birlikte takılalım.” dedi. “Öğlen ezanı okunuyor, camiye gideceğim.” dedim. Yıllar sonra arkadaşım, hadiseyi bana anlatıyor; o zaman kızlarla gezmeye gitmiş ama benim cevabımdan da etkilenmiş. “Allah Allah, demek camiye gitmeyi gaye edinenler de var.” demiş. Sonra aklı başına gelmiş. Ona dedim ki, “İşlenmediği takdirde insanın insan olmasını engelleyen, gelişmesini, büyümesini, hürriyetini durduran, donduran tek bir günah var mıdır?

Arkadaş, başını önüne eğdi…

Hayatını meyhaneye adayan arkadaşlarım da oldu, zengin olup keyif, konfor, lüks içinde yaşayan arkadaşlarım da… Rahatı kaçmasın diye ölümü hatırlamak bile istemiyor. Bana da hiç uğramıyor. Herhalde ölümü hatırlatırım da, huzurunu kaçırırım diye korkuyor. Ölünce evi, barkı, arabası, serveti hepsi bitecek.

Kabir kapısı kapanmıyor ve kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal, her ferdin en mühim meselesidir…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi