Etiket arşivi: hekimoğlu ismail

Hayatın efendisi olmak…

Necip Fazıl diyor ki,”Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu…

Bugünkü sosyal hayat nefse hizmet ediyor, nefse hizmet etmemizi emrediyor. Reklamlar, ürün satmak için her türlü edepsizliği yapıyor. İnsanların karnı doyuyor, gözü doymuyor. İçkili lokantalar, plajlar, televizyondaki programlar, kılık kıyafet düşkünlüğü… İnsanlar kendini Allah’a beğendirmekten vazgeçmiş, kullara beğendirmeye uğraşıyor, moda yarışına giriyor. Müslümanlar, Peygamber’in (sas) istediği gibi yaşamayıp, Avrupalı gayrimüslimler gibi yaşamaya meyledince modernizm oluyormuş.

Görülüyor ki, modernizm, dev gibi ağzını açmış kurbanlarını arıyor…

Oysa cennet ucuz değil. Cennette hastalık yok, yoksulluk yok, en güzel bahçelerden daha güzel… Bu kadar kıymetli olan yerin ücreti de fazladır.

İnsanların çoğu alışkanlıklarının kölesidir. Bu kölelerden hayır gelmez. Bunların iradesi zayıf olduğu gibi, Allah’a itaatleri de zayıftır. Girilen her bir günah, itaatsizliğin alametidir. Haramda hayır olmadığı gibi, cezası da peşin gelir. Nefis, şeytanın arkadaşıdır. Şeytan, dinin düşmanıdır. Bugün öyle bir toplumda yaşıyoruz ki, insan insanın rahmanı, insan insanın şeytanı olmuş. Allah iyilerle karşılaştırsın.

Bir şahıs şöyle diyor: “Ben Müslüman’ım. Fakat plajların, meyhanelerin, müstehcenliğin olması beni rahatsız etmiyor. Bunlara karşı değilim. Hem de hoşuma gidiyor.”

Adam Müslüman; kadeh tutan eli Müslüman değil. Adam Müslüman; kumar oynayan eli Müslüman değil. Adam Müslüman; harama bakan gözleri Müslüman değil. Adam Müslüman; haram yiyen midesi Müslüman değil. Adam Müslüman; haramı konuşan dili, Müslüman değil. Adam Müslüman; İslam’a uygun olmayan işte çalışıyor, işi Müslüman değil. (Risale-i Nur, 6. Söz’de bu mesele çok güzel anlatılmış.)

Buraya kadar anlattıklarımız, hayatın kölesi olmuş kimselerdir. Hayatın efendisi olmak için evvela tövbe edilecek. Tövbe ettiği haramlara bir daha dönmeyecek. O zaman hayatın efendisi olur. Hayatın efendisi olmak hem kolaydır hem zevklidir.

Mesela gazetelerde, radyolarda haberler çıkıyor: Yangında bir anne iki çocuğuyla yanarak öldü! Otobüs devrildi, iki tane ölü var! Uçağı kaçırdılar! Üç günlük evli kadın evden kaçtı! Ekmek bulamayan fakirler, sokaklarda yaşayan çocuklar, tiner kullananlar, vurulanlar, yaralananlar, ölenler… Böyle haberler okuyunca insan; “Büyük bir vahşet içinde yaşıyorum, bu korkunç âlemde ben ne yapacağım?” dediği anda, hemen derslerden aldığımız terbiye ile; “Mülkü sahibine teslim et. O dilediği gibi yapar, hak yerini bulur. Vücut denen bu gemide sen bir yolcusun. Allah’a inan, İslamiyet’i yaşa, dünyanı cennet et. Bu dünya başıboş değil. Her şeyi yaratan her şeyi bilir. Benim kendi vazifeme bakarım. ” der ve rahat ederiz.

Böylece hayatın efendisi oluruz…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Bir lirayla cennete gidilir mi?

İnsan, Allah’ın sanat eseridir. Bunun için Allah’ın emirlerine uygun yaşamak zorundadır. Basit bir misal verelim: Elektronik cihazların bütününün çalıştırma esasları vardır.

Bu esaslara göre çalıştırılmazlarsa arızalanırlar. İşte maddî âlemdeki cihazların tarifnamesi olduğu gibi manevî âlemden olan insanın da çalışma prensipleri Kur’an-ı Kerim’de yazılıdır. Kur’an-ı Kerim insanın bütün ihtiyaçlarına cevap veren bir kitaptır.

Ben acayip bir hal görüyorum. Araba sahipleri arabalarını bakıma alıyorlar fakat kendilerini bakıma almıyorlar. Maddî organlarımız acıktığı gibi manevî organlarımız da acıkır. Beyin acıktığında ilim ister, kalp acıktığında iman ve ibadet ister. Fıtrat yalan söylemez. Nasıl ki yeterli beslenmediğimizde rahatsızlanıyoruz, manevi organların da istekleri yerine getirilmezse can sıkıntısı başlar. Stres psikolojik hastalıklara, depresyona sebep olur. Tedavi olunması gerekir. İslamiyet koruyucu tıptır.

Yaratan, Rahman ve Rahim’dir. Kullarının kötü duruma düşmemesi için peygamber göndermiştir. Peygamberimiz yaşayan İslamiyet’tir. Müslümanlar için bir modeldir. O’nun hayatını öğrenip O’nun gibi yaşamaya çalışmak en büyük ibadetlerdendir.

Alışkanlıklarımızı ibadete döndüreceğiz. Ayakkabı giymek gibi basit bir işte, evvela sağ ayakkabıyı giymek sünnete uygundur diye hatırlarsak, ayakkabı giyme işi bile ibadet olur. Sünnet-i seniyye hayattır. Dünyayı cennet eder.

Sünnet-i seniyyeye ittiba etmek, Allah’ı sevmenin alametidir. Sevmek inanmakla, bilmekle olur. Allah’ı sadece sıfatlarıyla öğrenebiliriz. Marifetullah ilmin esasıdır. Bu ilim, Allah’ın emir ve yasaklarını bilerek, hakkıyla yaşamamızı sağlar.

Mesela namaz kılmak cüz’i ibadettir. Namazda okuduğumuz ayetleri yaşamak külli ibadettir. Fabrika işçileri fabrika sahibi için çalışırlar, ücretlerini ondan alırlar. Kâinat denilen bu büyük fabrikada çalışan çeşitli ırklar, dinler var. Bunların içinde kim, Allah için çalışır, Allah için görüşür, Allah için yola çıkarsa hayatı ibadete döner. Haramları terk etmek namazımıza külliyet kazandırır.

Sabah evden çıkarken neye inandığımızı biliyor olmalıyız. Bir kardeşimize rastladığımızda, “Allah selam vermemi istiyor.” deyip selam verirsek, o da mutlu olur biz de… Hem de sevap kazanmış oluruz. Otobüse bindik diyelim. Birisi ayağımıza bastı, sinirlendik. Hemen hatırlayacağız ki Allah bizden sabırlı olmamızı istiyor. O zaman öfkeye kapılmayız. Hem başımız derde girmez hem sevap kazanırız. İşte, hem günümüz güzel geçti hem Allah rızası kazandık.

İşyerimize gittik. Bir müşteri bizden mal almaya geldi. Kilosu otuz lira ama bir liralık eksik versek fark etmeyecek. Allah’ın emrini hatırladık. Bize, “Aldatmayın!” diyor. “Bir liradan ne çıkar!” demedik. O bir lira bizi cennete götürür.

Allah’ın emrine göre hareket eden Müslüman’ın her hali sevap hanesine yazılır…

Allah’ın bizden ne istediğini unutmadığımız zaman daima sevap kazanabiliriz…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Göndereni düşündün mü, dertler hediye oluyor insana…

Sabır, uçurumun kenarındaki insanla ilgilidir…

Uçurumdan uzaklaşamıyor, uçurumdan düşme ihtimali de var. Sabırla orada bekleyecek; tâ ki bir el ona uzansın. Bu durumda sabretmemek felakettir. Sabır, Hızır (as) gibi yetişir, elimizden tutar. Pek çok musibetlerden bizi kurtarır. İnsan pek çok felaketlere, musibetlere uğrayacak bir yaratıktır. Öyleyse sabır ile musibetleri tesirsiz hale getireceğiz. Vücudumuz bir gemiye benzer. Hayat denilen denizde, saadet-i ebediyeye gidiyoruz. Bid’at ve inkâr dalgaları gemiyi sallıyor. Menfaat ve zevkler tayfanın iş yapmasına mani oluyor…

Ben hayatımda bela görmedim diyebilirim. Çünkü bakış açım, o hadiseyi bana bela olarak göstermiyor. “Bunu bana gönderen, Allah’tır… Bu da geçer ya Hû…” deyip rahat ediyorum. Allah çok çeşitli nimetler yaratmış ki, O’nun yarattıklarından faydalandıkça şükredelim diye. Dertleri değil, şükredecek bunca nimeti görmek lazım. Mesela şu anda belediye başkanı bana bir kilo elma gönderse bu hediyenin maddi kıymeti çok küçük fakat ben de dahil bazıları şaşırır, “Belediye başkanı, ağabeyimize hediye göndermiş!..” der. Bu misalden gerçeğe gelirsek; Allah bana okuyan göz vermiş, problem çözen beyin vermiş. Hatta ben felcim; adam yerine koymuş hastalık göndermiş. Demek ki göndereni düşündün mü, dertler de hediye oluyor insana… Çok şükür ki Allah bizi insan yaratmış. İnsanlar içinde İslamiyet’le şereflendirmiş… Ne kadar şükretsek azdır.

1939’da Erzincan depremle yıkıldı. Şehir yıkıldı. Herkes için çok büyük bir felaketti, belaydı. Amma olan olmuştu. Ne geçmiş yılları çağırabilirdik ne de gelecek yıllara hükmedebilirdik. Yorganın altından çıktık, çorapsız ayaklarımızla karların buzların üzerinde yürüdük. Su yerine kar yedik. Yemek yerine elimize geçenle yetindik.. O felaket yılı geçip gideli elli sene oldu. Unutuldu…

Asıl musibet dine gelen musibettir. Mesela harf inkılabı beni o depremden daha çok sarsmıştır! Harf inkılabının açtığı manevi yaralar unutulmadı, tedavi olmadı, devam ediyor. Çünkü Fransızcaya, İngilizceye tanınan haklar Kur’an yazısına, Arapçaya tanınmadı. Kur’an, dinimizin kitabı. Arapça Kur’an’ın dili. Yabancı diller kültürleriyle beraber geldi.

Ahlaka etik dediler; ahlak gitti. Geriye ahlaksızlık kaldı. Ahlaksız kelimesi çok ağır olduğu için, etik kelimesine sığınıp, “etik dışı” dediler. Yani ahlaksızlık yokmuş, etik dışı haller varmış.

İslamiyet, insanı beyninden ve kalbinden yakalar. Ateistler dahi İslam’ın kurtarıcı vasfını tasdik ediyorlar. Ateist olduğunu söyleyen yüksek tahsilli bir şahıs bana şunları anlattı: “Ben plajların, meyhanelerin, barların olmasını isterim. Eğer İslamiyet bunları haram saymasaydı hemen Müslüman olurdum.” Bu misalden de açıkça anlaşılıyor ki sevapla günahın, ibadetle ibadetsizliğin savaşı var. Canının istediği gibi yaşayanlar Allah’ın istediği gibi yaşamak istemiyorlar. Kötü alışkanlıklarına köle olanlar zincirlerini koparıp kurtuluşa gelemiyorlar. Ezan okunuyor: Haydi kurtuluşa… Demek ki kötü durumda olanlar var. Ezan onları kurtuluşa çağırıyor. Camiler Nuh (as)’ın gemisine benzer. Camiye gelin ki, haramların getirdiği perişaniyetten kurtulasınız. Camiye gelin ki kötü alışkanlıklardan kurtulasınız. Camiye gelin ki Müslüman olduğunuzu ilan edesiniz. Komünizm, materyalizm, modernizm gibi sosyal faaliyetler insanları camiden uzaklaştırdı. Kiliseler de boşaldı. Pek çok insan ipsiz sapsız kaldı. Asıl musibet budur… Zevklerine bağlı bir sürü insan…

İbadet etmeyen birisine sorsak; “Nasılsın?” “İyiyim.” der.

İpek böceğinin kaynar sudan haberi yok, kozasını örüyor…

İpek böceği, hayatı boyunca mezarını yapmaya uğraşıyor…

Hekimoğlu İsmail / Zaman

Kocana Yar Mısın?

Genç, kapalı bir hanım, dört beş yaşlarındaki kızının elinden tutmuş bana geldi, diyor ki;

İbni Teymiye’yi okumuş. Tarikata, şeyhe, rabıtaya karşı çıkıyor. Buna ne dersiniz?

Hanım, imam hatip lisesi mezunuymuş. Kitap okumayı ve dinî hizmette bulunmayı çok severmiş. Fakat…

Evet, fakat kocası da başka bir kadınla yaşamaya başlamış. Ne yapmalıymış?

Dedim ki: “Bak kızım, o kadın senden daha bilgili, daha çok ibadet eden, daha çok evine bağlı biri değil. Peki, hiç düşündün mü, kocan neden seni terk etti de, o kadınla yaşamaya başladı?

Genç hanım gözyaşlarını silerken, “Ben de bunu anlayamıyorum ya!” dedi.

Anlamayacak ne var? O kadın kocana daha iyi yâr oldu da ondan… Sen kendi hayatını yaşıyorsun. Kendini bekâr veya dul mu sanıyorsun? En önemlisi, sen evinle, çocuğunla evlendin; o kadın ise kocanla evlendi.

İbni Teymiye’yi, hacıyı, hocayı yine anlarsın. Evvela kocanı anlamaya çalış!..

Salon, misafir odası, günlük oda, yatak odası, mutfak… Bunların her biri bakıma muhtaç!

Peki ya kocan?

Odadan odaya geç, koltukların tozunu al, kapıyı bacayı sil, halıları süpür… Buzdolabına koş. Dünden kalanlar, akşama pişecekler derken enine boyuna bir keşif başlar.

Ya kocanı ne kadar keşfettin?

Mutfağa gidince orada kaybol. Bir de çocuğu ilave ederseniz, artık koca devrede yok!.. Hele hele kırk yaşını aşmışsa, o kadın yalnız evini ve çocuklarını bilir. Kocası umurunda değil.

Dikişten yemeğe kadar her şeyi anlayan hanımlar, evliliğin sırrını anlayamıyor…

Elinden iş gelmeyen hanımlarsa, kocasının gönlünü almasını bildiği için, kocası da onun noksanlarına göz yumuyor. Becerikli hanımlar da yakınıyor, “Elinden iş gelmeyenler şen şakrak, bizim talih suya düşmüş!.. Böyle hayat mı olur!

Elli yaşına gelmiş pek çok dindar kimsenin karısından ayrılmaya veya ikinci bir evlilik yapmaya kalkıştığına şahit oldum, “Benim kadın eviyle, çocuğuyla evli kardeşim, benimle evli değil. Ben de kendime eş bulayım” diyor adam. Çünkü erkek yemeği, yatacak yeri bulabilir fakat eş, yâr bulamaz; hele dindar ise…

Dünyanın çeşitli yörelerinde ak saçlı eşlerin kol kola yürüdüklerini gördüm. Bizde de adam bir âlemde, kadın başka âlemde… Evliliğin esasında yardımlaşma ve nezaket vardır.

Bende hangi yanlışı buluyorsun? Seninle daha iyi anlaşmak için ne yapabilirim?” soruları yuvayı kurtarabilir. Fakat gurur mani oluyor.

Son olarak şunu söyleyeyim ki; kocasını memnun eden kadın, onu kendine bağlar.

Hekimoğlu İsmail

Zübeyir Ağabey’in müdafaasından uhuvvet dersi…

Muhterem Fethullah Hocaefendi, 14. Şua’da yer alan Zübeyir Gündüzalp Ağabey’in müdafaası için diyor ki;

Zübeyir Ağabey’in müdafaasını ne zaman okusam gözyaşlarımı tutamam. Her okuyuşumda samimi, yürekten ve söylediği her kelimeyi mürekkep yerine kanıyla yazmaya hazır haliyle Zübeyir Ağabey gelir gözlerimin önüne… İman onun gönlünde öyle bir kora dönüşmüştü ki, hapishaneleri lüks otel köşelerine tercih ediyordu…

Zübeyir Ağabey’in müdafaasında en çok dikkatimi çeken cümlelerden biri şudur: “Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenupta, birimiz şimalde, birimiz ahirette, birimiz dünyada olsak; biz yine birbirimizle beraberiz!..

Bu beraberlik hizmette, ibadette, ilimde (Risale-i Nur okumakta) beraberiz, demektir. Bu cümleyle, uhuvvet meselesini düşünmeye başladım…

Uhuvvet, iki kişiyle başlar. Cemaatlere, milletlere, devletlere kadar uzanır. Uhuvvet dostluktur, arkadaşlıktır, yardımlaşmadır. Bu birlik, beraberlik iki türlü olur. Biri ruhen beraberlik, diğeri hizmette beraberlik. Mesela Bediüzzaman Daru’l Beka’ya intikal etti amma dualarımızda onunla beraberiz. Risale-i Nur’u okuyarak beraberiz, O’nun prensiplerini okuyarak, yaşayarak beraberiz.

İmanımızın yakılmaya çalışıldığı günlerde hapislik vardı, sürgün vardı, ölüm tehdidi vardı; bunların hiçbiri iman hakikatlerine çalışmamıza mani olamadı. Amma parada, malda, makamda uhuvveti bozanlar oldu, oluyor… Mesela kıskançlık duygusu uhuvveti zedeler. Böyle ortamlardan kendimi çekmişimdir. Kıskançlık fıtri bir duygudur. Fakat 6. Söz’de anlatıldığı gibi, maddi ve manevi organlarımızı Allah’a satacağız. Yani maddi-manevi organlarımızın bütününü Allah’ın emrettiği gibi çalıştıracağız. Allah için işleyip, Allah için çalışıp, Allah için görüşünce fıtri duyguların bize tahakkümü ortadan kalkar…

Mesela manevi organlardan kıskançlık duygusu Allah’a nasıl satılır?

Eskiden, televizyonum yoktu. Haberleri radyodan dinliyordum. Bir gün radyoda Çetin Altan bir konuşma yaptı. Hintli Beydaba’dan, sonra filozoflardan misaller verdi. Onu kıskandım, gıpta ettim; “Ben de böyle olmalıyım, bu bilgilere sahip olmalıyım.” dedim. Kütüphanemi çeşitli kitaplarla doldurdum, okudum…

Uhuvvet meselesinde diğer bir husus da, bir tarafı yaparken diğer tarafı yıkmamaktır. Yani iki grup arasında ihtilaf çıkmışsa, biz de tarafımızı belli ederiz amma diğer tarafı kırmadan…

Mesela Rusya’da dinsizler var diye Allah orayı helak etmedi, ıslah ediyor. Demek ki bizim de adetullahı beşer planında yaşarken, herhangi bir kötülüğünü gördüğümüz insanı silip atmak değil de onun hidayetine çalışmak gibi bir mecburiyetimiz var…

Çevremdeki bazı insanlarla aramızda anlaşmazlıklar oldu. Tartışma esnasında bir arkadaş bana hakaret etti. O sıra onunla irtibatımı kestim. Olayın üzerinden aylar geçti. Bir gün ona dedim ki; “Senin çok arkadaşın var, bir de benim gibi kötü bir arkadaşın olsun.” Böylece aradaki buzlar eridi. Eriyen buzlardan akan sular toprağı yeşertti. Metot belli: Bir insanda on huy olsa, dokuzu kötü, biri iyi olsa o insana karşı çıkamayız.

Meselelerimizi ariflere danışmak lazım… “Arifler çok uzak.” diyorlar. Arifler uzak değil… Kendi ördüğü kozanın içinden çıkamayan yine insanın kendisi…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi