Etiket arşivi: iman

İbadeti, insan vicdanı emreder

Soru :

Ayette “Ey insanlar Rabbinize ibadet ediniz.” buyruluyor. Halbuki, ibadet iman edenlere teklif edilen bir vazifedir. Burada  niçin insanlar muhatap alınmıştır?

Cevap:

Ayetin meali şöyle:

 “Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki takva mertebesine vasıl olasınız.” Bakara Sûresi, 21

Bu ayetin geçtiği Bakara Sûresinin başında Kur’anın muttakiler (takva sahipleri) için bir hidayet olduğu beyan edildikten sonra, takva sahiplerinin sıfatları şöyle sıralanıyor: Gabya inanırlar ve namazlarını dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah yolunda infak ederler.”

İbadeti, insan vicdanı emreder. Çünkü Rabbe itaat edilir. Bu ayet-i kerimede önce, “Rabbinize ibadet ediniz.” buyruluyor ve daha sonra Rab için şu sıfatlar da ekleniyor:

Sizi ve sizden öncekileri yaratan”

“Yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina kılan.”  (22. ayet)

“Gökten bir su indirip sizin için türlü meyve ve mahsullerden rızıklar çıkaran.” (22. ayet)

İnsan terbiyesinde anne ve babanın çok cüzi bir görevleri vardır. Onlar insanın hiçbir organını yahut duygusunu yapmış, terbiye etmiş değillerdir. Buna rağmen onlara itaati vicdan ve akıl emrederler. Ve aksine hareket edenler, en azından,  kınanır, ayıplanırlar.

Ayette bir kısmı sıralanan bu sonsuz nimetleri bize ihsan eden Rabbimize ibadet etmemiz gerektiğini her vicdan kabul ve tasdik eder. Bu noktayı müşriklerin vicdanları da kavramış, ancak kime ibadet edeceklerini bilememişler ve putlara tapmışlardır. Bu iki ayette müşrikler için şöyle bir uyarma vardır:

“Siz kendi yaptığınız putlara değil de, sizi ve sizden öncekileri yaratan, arzı size döşek semayı binanıza dam yapan, semadan sular indirip yerden sizin için rızıklar çıkaran Rabbinize ibadet edin.”

Bu ayette birinci muhatap, ibadet eden ancak bunu yanlış şekilde yapan müşrikler olmakla birlikte ayetteki emir bütün insanlaradır. Hitabın “Ey insanlar!” şeklinde yapılması da bunu açıkça göstermektedir.

Üstad, İşaratü’l-İ’caz adlı eserinde, ayetteki ibadet emrinin “mü’min, kâfir ve münafıkların mazi, hal ve istikbalde vücuda gelmiş veya gelecek bütün efradını” kapsadığını ifade ederek şöyle buyurur:

“…..kâmil mü’minlere göre اُعْبُدُوا ibadete devam ve sebat etmeye emirdir. Orta derecedeki mü’minlere nazaran, ibadetin arttırılmasına emirdir. Kâfirlere göre, ibadetin şartı olan iman ve tevhid ile ibadetin yapılmasına emirdir. Münafıklara nazaran, ihlasa emirdir”

Alaaddin Başar

Hayat Elden Gidiyor Kaygısı

Çocukken elinizdeki bisküvi bitmesin diye yavaş yavaş yemenizin sırrı nedir? Nedir bu, “Eskiyen ayakkabıları bir daha giyemeyeceğim” hüznü peki? Bir mahalleden başka bir mahalleye taşınırken tam yüreğinize oturan o sıkıntının manası?.. Çocukların da gençlerin de orta yaşlıların ve yaşlıların da, güneş guruba meyledip de varlıkların yavaş yavaş sahneden çekilip üstlerine karanlığın örtüsünün örtülmeye başladığı o akşam üstleri hissettiği yalnızlık, bunaltı ve ağır hüzne ne demeli?..

Tüm bu hisler insan bilincinin hayatın faniliğini, geçiciliğini derin idrakinin neticeleri. Çocuklar ve gençler ara ara bu fanilik, geçicilik hissine kapılsalar da bunu çabuk unuturlar. Gençlik gaflet demektir. Onlar için hayat sanki bitip tükenmeyecek, hep akıp gidecek bir yoldur. O zindelik, o güç kuvvet zail olmayacak gibi gelir gence.

Gencin biri sırtında kamburu olan ihtiyara sorar: “Amca bu kamburu nereden aldın?” İhtiyar cevap verir: “Evladım, senin de yolunun üzerinde, ömrün varsa sen de alırsın.” Genç inanmaz buna. Kendini taşıyan bu dalın bir gün kuruyacağı ihtimali yoktur zihninde. Sanki hayat tek mevsimliktir, bahardan gayrı mevsim yoktur.

İlk darbe otuzlu yaşlarda gelir. Otuz yaş bir milat gibidir. Bu yaş, planların, arzuların, isteklerin gerçekleştirileceği bir sınır gibidir. Otuz yaş devrilince, ilk gerçek panik başlar. Hani, o aniden paniklediğimiz zamanlara benzer bir paniktir bu. Bitirilmesi gereken bir ödevin zamanının yaklaştığı, yakın bir vakitte olacak sınavın evvelinde hissedilen o kaygı, endişe, heyecan hallerine benzer bu ruh hali.

Kırklı yaşlar…

Hayatın elde avuçta durmadığı, geçip gittiği kaygısı öyle bir darbedir ki, tepetaklak eder insanı. “Hayat kısa ve daha yapacak çok şeyim var,” düşüncesi ağır bir taş gibi oturur zihnin baş köşesine. Kırkına kadar bir şekilde hülyalarla, gelecekle ilgili plan ve projelerle, düşlerle, umutlarla bu kederle yine de baş edilir.

Gerçek darbe kırklarda gelir ve sağlı sollu salvolarına girişir. Hayat nehri yavaş yavaş kurumakta, suları çekilmektedir. Zindelik, güç, kuvvet azalmaktadır. Hayat iyiden iyiye kısalmıştır artık ama yapacak işler çoktur hâlâ… Hâlâ dünyadan istenilen alınamamıştır.

Bu öyle bir kaygıdır ki, insanın içine bir kere oturdu mu bir daha asla terk etmez, ölene kadar insanın kalbini, zihnini mesken tutar. Tuttu mu bırakmaz. Yapıştı mı çıkmaz.

Bu ruh hali biraz da şuna benzer. Kayalıklara tırmanan birinin halatı koptu kopacak. Aşağısı derin bir uçurum. Yukarısı ulaşılması zor mu zor zirve. Bu insanın refleks olarak yapacağı ilk iş ne olacaktır? Elleriyle kayalıklara sıkı sıkı tutunmak.

Kayalıklarda kalakalan insan gibi, hayat elden gidiyor kaygısıyla yüreği dağlanan kişi, çareler aramaya koyulur. Bilhassa ahiret nokta-i nazarından hayatıyla ilişki kuramayan insan, elden giden dünyayla kalbinin bağını zayıflatacağına daha da yapışır dünyaya. Neler mi yapar?

Bir kendine bakma hali, kendine daha bir özen gösterme, çekidüzen verme hali başlar. Hatta bu bir takıntıya bile dönüşür. Sağlıklı yaşama furyasının bir nedeni de zannımca bu kaygıdır. Senede iki kere sağlık kontrolü yaptırır. Erkeklerde saçını başını boyatma zuhur eder. Yaşlı görünmekten nefret eder bu kaygıya kapılmış olan. Kırışıklıklar en azılı düşman gibidir. Haftanın çoğu günlerini spor salonlarında geçirmeye başlar. Kılığı kıyafetinde gençlere özenir…

Âlem-i bekaya iman olmadan…

Bazen sefahatin de çıkış noktası burası olur. Şu ana kadar çalıştım çabaladım, hayattan bir kâm alamadım, bundan sonra kendimi düşüneceğim, fikriyle dünyaya saldırır, dünyanın tüm lezzetlerini, hazlarını yutmaya uğraşır. Kimi erkekler için de kadın düşkünlüğünün, eşini aldatmanın bir nedeni de bu hayat elden gidiyor kaygısıdır.

Her insanın bu kaygıyla baş etme biçimi farklı farklıdır. Kimileri için sefahate girmekse, kimileri için geceli gündüzlü kitap okumak, çalışmaktır. Hayat elden gidiyor, şunu da yapayım bunu da yapayım, şu ülkeyi görmedim orayı da göreyim, şu sporu hiç denemedim onu de denemeliyim kaygısı sökün eder. Eldeki ömürden azalan, giden her saniye bir tehdide dönüşür. Kaçırma lüksü yoktur. Mezarın diğer taşı ufukta görünmüştür.

Âlem-i bekaya olan iman olmadan, tüm bu uğraşıların hayat elden gidiyor kaygısını giderebildiğini görmedim hiç. Her saniye azalan bir ömür. Ne yapsan eksik, ne yapsan olmuyor.

Mustafa Ulusoy / Zafer Dergisi

Ahirete Gidip Gelen Var Mı?

Giden Gelmez Gelen Gider

Bu hakikat dersi üzerinde bazıların demagoji yaptıklarını ve “Ahirete gidip gelen var mı ki?” diyerek ahiretin varlığı konusunda kafa karıştırdıklarını görüyoruz.

Bilindiği gibi “ahir”; “sonraki, sonra gelen” demektir. Ahiret, bu dünya hayatının son bulmasından, kıyametin kopmasından, dağların uçuşup denizlerin yanmasından.. sonra başlayacak yeni bir dönemin ismidir. Oradan buraya gelinmesi için bu yıkılan düzenin yeniden inşası gerekir. Bunun insan takatinin çok ötelerinde olduğunu soru sahibi de çok iyi bilmekte ve inanmadığı bu davayı, insanların zihinlerini bulandırmak için kasıtlı olarak ileri sürmektedir.

Eğer insanın ahiretten dünyaya yeniden dönmeye gücü yetseydi, bu gücünü bu dünyada, henüz sağ iken ve iradesi elindeyken kullanırdı. Meselâ,  genç ise ihtiyarlamazdı. İhtiyar ise gençliğe geri dönerdi.

Çocukluk, gençlik, ihtiyarlık dönemlerinden birisine geçildi mi artık geriye dönülemiyor. Bu yolculuk insan iradesinin dışında cereyan ediyor. İhtiyarlıktan sonra, kabir, mahşer ve mîzan safhaları gelecek; bunlara da insan ister istemez uğrayacaktır. Kaldı ki, zaten ölümle insanın cüzi iradesi bir bakıma son buluyor, her şey İlâhî irade ile gerçekleşiyor. İnsan ahirete gittikten sonra, ne dünyaya dönmeyi irade edebilir, ne de buna gücü yeter. Bu açık bir gerçektir. Ancak, söylediğimiz gibi bu gerçeği bilerek saptırmaya çalışıyorlar.

İman, gayb için söz konusudur. Ahiret de görünmediğinden gayba girer. İmanla küfür arasında bir tercih hakkına sahip olan insan, bu tercihini yanlış kullanarak ahirete iman etmeyebilir, ama ahiretin olmadığını iddia edemez. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği gibi:

“Nefsü’l-emirde nefiy ispat edilmez. Çünkü ihata lâzımdır..” (Lem’alar, 17. Lem’a)

“Hususi bir yere bakmayan ve iman hakikatleri gibi umum kâinata bakan nefiyler,  inkârlar, zâtında muhâl olmamak şartıyla, ispat edilmez” diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasî kabul etmişler.” (Asa-yı Mûsâ, Yedinci Mesele)

Mesela birisi, “Falan evde buzdolabı yok.” diye iddiada bulunsa, o evin tamamının gezip görmesi sonunda buzdolabına rastlamadığı taktirde bu nefiy, yani bu inkârı ispat edilmiş olur. Aynı şahıs, “Falan şehirde buzdolabı yok.” diye dava etse, bu iddiasını ancak o şehrin tamamını gezip, dolaşıp olmadığını göstererek ispatlayabilir. O şehrin her yerinde buzdolabı olmadığını göstermedikçe bu iddiasını ispat edemez. Yani, bir şeyin olmadığının iddia edildiği bir davada, alan ve zaman ne kadar büyürse, bu iddianın ispatı o kadar zor olur.

Ahiret de, bu dünyadan sonraki menzil olduğuna göre, “Ahiret yoktur.” denilebilmesi için, kıyamet ve ötesine gidilecek ve ahiretin olmadığı görülüp tekrar dünyaya dönülecektir ki bu inkâr ispat edilebilsin.

Prof. Dr. Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

Bilim’in Deterministik Evreninde Rabbimiz ne iş yapar!?

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî B/ilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Eğer Bilim’in bu, türlü mekanizma ve sebep, tesadüf ve zorunluluklarla kendi kendine işleyen kâinat tasavvurunu kabul edersek; yani illiyet ve nedenselliğin hâkim olduğu; herşeyin varlık ve devam ve çalışma sebebi, diğer sebep ve mekanizmalarla nedensellenip, açıklanabildiği ve nasıllanıp, tasvir edilebildiği böyle bir evrende Rabbimiz ne yapar!?

Eğer Bilimsellik Felsefesi’ne bağımlı, Bilimsel Kriter ve Yöntemlerine bağlı kalarak, herşeyi sebeplerle determine edip, açıklayıp, çözdüğümüze inanıyorsak; yani varlık ve çalışma ve devamında hiçbir cihette Rabbimiz’e ihtiyaç duymayan bu kurgusal evrende, Rabbimiz neyin nedeni ve faili olmaktadır!? Rabbimiz bu işleyişin neresindedir!?

Bilim’in iddia ettiği gibi; gerçekten, herşeyi başka nedenlere dayayarak nedensellediğimize ve nasıl işlediğini tasvir ederek açıkladığımıza inanıyorsak; böyle bir evren Rabbimiz’e hangi konuda muhtaçtır veya muhtaç mıdır acaba!?

Peki böyle bir evrende “iman”a nasıl yer açacağız!? Bilim’in kalınlaştırdığı madde’yi nasıl şeffaflaştırıp, arkasını göreceğiz; varlığın perdesini aralayıp, Rabbimiz’e nasıl delil bulacağız!?

Kütle kazanımı Higgs’e; yerçekimi kütleye; yağmur, suyun buharlaşması çeşitli “full otomatik(!)” çevrim / döngülere; bitkilerin rızıklanması, fotosentez gibi “otomatik mekanizma / sistemlere”; yaşam ve türler, evrim – elenme – adaptasyon – mutasyon gibi “yarı otomatik(!)” sistemlere; olmadı “tesadüf, tabiat, uzun zaman”a; elhasıl herşeyi başka nedenlere verince Allahû Teâlâ’ya neyi vereceğiz!?

Şu sebeplerle elma, bu mekanizmalarla yağmur, şu kütleyle yerçekimi, bu organlarla süt oluyorsa; bunları Rabbimiz’in yaptığı ve yarattığını nasıl ispat edeceğiz!? Bunların Allah’ın in’âm ve ni’meti olduğuna kendimizi nasıl inandıracağız!? Ve daha önemlisi: Bu inancımızı, “bilgi” düzlemine nasıl taşıyacağız!?

Rabbimiz bu kâinat makinasını ve yasalarını kurmuş; herşey bu mekanizma ve kurallar gereği, sebep – sonuç çarklarıyla otomatik bir makina, hatta bir bilgisayar gibi kendi kendine işliyor”dan fazla verecek bir cevabımız var mı!? Bu cevabın yanlış olmasını geçtik; faraza doğru kabul etsek; bunun doğruluğuna herhangi bir delil – gözlemimiz var mı!? Yani bu sözümüz kâinatta karşılığı olan “bilgi’ temelli” bir söz mü, yoksa geçmiş atalarımızdan öğrendiğimiz “inanç’ temelli” bir ezberi mi tekrarlıyoruz sadece!?

Elhasıl Bilim’in kurgulayıp, bizi de inandırmaya çalıştığı Evren Modeli’nde Rabbimiz’e (güya) ihtiyaç kalmamakta; Bilimsellik Felsefesi’nin bu hayalî evreninde, O’na iman ve itikad için de kâinatta herhangi bir delil ve gerekçe kalmamakta!

Gökteki tek büyük Güneş ve bunun ısı – ışık gibi özellik ve sıfatlarını red ve inkâr edenin, yerdeki her Güneş akis ve yansımasını ayrı bir Güneş kabul etmek ve öyle de itikad etmek zorunda kalması ve bunun delil – ispatına çalışması gibi; isim ve sıfatlarıyla tek büyük Allah’ın varlığını veya var olması gerektiğini kabul etmeyen Bilim’in; Allah’ın kâinattaki her tecelli ve yansıma, fiil ve eserini yerdeki o eşyadan, o maddenin kendi tabiat ve özelliğinden, bazı sebeplerin biraraya gelmesinin zarurî ve doğal bir sonucu olarak kabul etmek zorunda kalmasıyla neticeleniyor durum!

Yani sadece Allah’a ait olabilecek ve olan ilâhî özellik, isim ve sıfatlar; sadece Rabbimiz’in sebep olup, yapabileceği ve yaptığı fiil, icraatlar ve sonuçları olan eserler; türlü “madde, kuvvet, sebep, mekanizma, sistem, tesadüf ve uzun zaman”a; elhasıl mahlûkata dağıtılarak; yani eşyaya (hatta kâinatın herbir zerresine) ilâhî özellik ve sıfatlar verilerek, bu vehimle eşya ilâhlaştırılır! Bu vehim sonucu; Rabbimiz’in terkip ve icadı, ni’met ve ihsanı olan “elma”; Bilim’in yatay sebep – sonuç kurgularıyla; aslında tohum, su, hava, güneş, toprağın biraraya geldiklerinde olması gereken otomatik ve doğal bir netice olarak sunulur!

Bilimsellik Sihri’nin zihnimizi manüple ederek, algılarımızla oynayarak hayâlimize çizdiği bu ilüzyon; bu sahte ve kurgusal kâinat tasvirleriyle, evren; “Allahû Teâlâ’nın varlık ve icraatını gösteren hiçbir delil ve sebep olmayan; Allah varsa ve olsa bile ancak kâinatın başlangıcında mekanizmayı yaratmak ve kurmak için ‘İlk Sebep’ olarak ufak bir rolü olan, (fakat Paralel / Sonsuz / Çoklu, Açılır – Kapanır Evrenler gibi hipotez / senaryolar ispatlanırsa, ‘İlk Sebep Tanrısı’ gibi ek bir sebebe de gerek kalmayacak olan!); elhasıl Bilim’in ışığı herşeyin neden ve nasılını açıklayıp, cehalet boşluk ve loşluklarını kapattıkça; Allah’a inanmak için herhangi bir zorunluluk ve ihtiyaç kalmayacak” bir hâle dönüşür!

Bilimsel Bilim’e göre; zaten “tüm dinler, insanların sebebini ve neden – nasılını bil(e)mediği şeylerin veya ölüm, fırtına, deprem gibi korktuğu olayların neticesi olarak veya mutlu olma, ahlâklı olma, aşkın olana inanma gibi ihtiyaç / arzuları gibi sosyopsikolojik ihtiyaçlardan doğmuş ve mevcut iktidarlar tarafından iktidarı güçlendirme ve uğrunda ölecek kutsal şeyleri olan savaşçı askerler bulma sebebiyle geliştirilmiş!… Bilim doğadaki olayların, yağmurun vs. sebebini buldukça, bütün bunların Tanrı’nın işi olmayıp, doğal sebeplerle olduğu bir bir meydana çıkmış!… Böylece Bilim’in herşeyin sebep – mekanizmasını çözmesiyle; Yer, Gök Tanrıları, Yağmur, Deprem Tanrıları gibi tanrılar elenerek; dinler Tek Tanrılı inançlara evrilmişler!… Neyseki Bilim kâinattaki bu işleyişlerin ilâhî değil, doğal ve tabiî ve olağan olduğunu, bunların tanrıların işi ve mu’cizesi olmadığını göstermiş! Zaten ‘iman’, insanoğlunun sebebini bil(e)mediği olay / olguları, Tanrı’ya vermesinden doğuyor, yani cehaletten kaynaklanıyormuş! Bilim cehalet dağlarını aşıp, herşeyin sebebini buldukça (yani hiçbirşeyin İlâhî değil, tabiî ve tesadüfî sebep ve etkileşimlerle olduğunu gösterdikçe), herhangi birşeyi doğaüstü bir güce vermeye ihtiyaç ve zaruret kalmamış! Zaten iman’, “bilgi’nin konusu olmayıp, cehaletten beslenen bir duruma karşılık gelmekteymiş!… Bilim geliştikçe, dinin alanı daralacak; Tanrı’ya kâinatta en fazla ‘İlk Sebep’ olma rolü verilecekmiş!… Gerçi ‘var, yok; yokta var olmadığından’ (ki bunun anlamı: Madde veya özü ezelî ve ebedî, sonsuz olup, yaratılmamış olduğu için; varlığın herhangi bir yaratıcı sebebe ihtiyacı yok demektir!); ayrıca bazı bilimadamlarının ‘Paralel / Sonsuz Evrenler’ gibi senaryolarına göre, muharrik “İlk Sebep Tanrısı”na inanmak için de mantıkî bir gerekçe ve ihtiyaç yokmuş!…”

Evren gözlem – araştırmalarından elde edilen ham gözlem verileri ve ölçüm bilgileri bu tasavvura göre işlenip, bu inanca göre yeniden kurgulanarak “Bilim”, “Bilimsel Bilgi” ve “Bilimsel İfade”lere dönüştürülür. Ateist ve materyalist inanca göre kurgulanmış bu Bilimsel İfade ve Tasvir, nedenselleme ve açıklamaların defalarca telkin ve tekrarıyla; bu tür açık – gizli mesajların bizi programlaması, bu gizli bilinçaltı komutların efsun ve hipnozu sonucu; en dindar ve âlim bir müslüman bile olsak çevremize Bilim’in bu ateist mantık ve nazarıyla bakıyoruz! Veya inancımızı büsbütün kaybetmemek için, kâinata tümden gözümüzü kapatıyoruz! Bilimsellik Kriterlerine göre kurgulanmış bu tür “virüslü mesajlar”ın bizi hasta ettiğini farkedecek antivirüs programları bile geliştirmemişiz ki; sıra aşı ve tedaviye gelsin! Elhasıl imanımızı muhafaza edebilmek için kâinata gözümüzü kapatmaktan başka çare bulamıyoruz! Koskoca kâinatın tefekkür ve araştırma, tanım ve ta’rifini; küfür ve şirk, nifak ve inkârı rasyonalize ve ispat etmeye çalışan Bilim’e ve onun Bilimsellik Felsefesi’ne bırakmışız!

Elhasıl Bilim ve Bilimsel Yöntemi’nin episte – onto kritiğini yaptığımızda, kendisinin de bir metafiziği ve buna bağlı olarak bir teolojisi olduğu görülüyor. Yani “bilim” de bir itikad ve inanç sahibi! Varlık ve hâdiselere nereden bakıp, nasıl değerlendireceğini belirleyen bir metafiziği; hatta “madde–enerji, uzay–zaman, çekim, kuvvet, tesadüf–zorunluluk, tabiât, atom, hareket, uzun zaman, evrim, içgüdü” gibi şeylere sonsuz bir kudret ve ilâhî sıfatlar yükleyen çoktanrılı (politeist) bir “ilâhiyyatı” var!

Bilimsellik İnancının dayandığı bu metafiziğe göre dizayn edilerek, yazılması gereken her Bilimsel Makale ve Yayın, her Bilimsel İfade ve Teori; “Allahû Teâlâ’nın olmadığı, olsa bile eşyanın; varlık ve devamında, faâliyet ve hareketinde, neden ve sonuçlarında O’na ihtiyaç ve zaruret duymadan işlediği; çünkü herşeyin türlü sebep ve mekanizma, kuvvet ve kurallarla failsiz ve öznesiz olarak, yani kendi kendine ve kendi tabiatından kaynaklanan özelliklerle bu sonuçlara ulaşabileceği ve ulaştığı” hurafesi doğruymuş gibi; bu batıl inançları gözlenmiş ve ölçüm – deneylerle de ispatlanmış kesin bir bilgiymiş gibi üretilip, yazılmak zorunda!

Bilimsellik Kriterlerine göre yazılmış cümlelerde saklı ve gizli, bu altmesajlarla; “eşyanın varlık ve devam ve faâliyetinde Allahû Teâlâ’ya mantıkî ve ampirik olarak herhangi bir ihtiyaç ve zorunluluk yok! O hâlde niye inanıyorsun, delilin nedir!? Bilim’in bu kadar bilimsel açıklamalarına ve doğruluğuna karine ve delil teşkil eden bu kadar teknolojik başarılarına rağmen; kâinatta hangi karanlık ve açıklanamayan nokta, neden – nasılı keşfedilmemiş ne buldun ki, o boşluğu doldurmak ve nedensellemek için Allah inancına ihtiyaç hissettin!? Öyle konuşma ve yazılarında ‘tanrı, kader, yaratma’ gibi kelimeler kullanman bilimsel olmadığı gibi; doğru da değil!” gibi soru ve vehim, vesveseler (bilinç ve kulağımızın duyamayacağı kadar fısıltıyla, direkt bilinçaltımıza ise yüksek desibelde!) üflenir. Bilimsel Bilim Şırıngasıyla (bilincin antivirüs programlarında filtrelenmeden) direkt bilinçaltımıza gönderilen bu Yanlış Bilgi Virüsleri (program ve trojan, truva atları); zihnimizde tekrar ve telkinle çalıştıkça, bizi programlar ve kodlar!

Bilim Felsefesi’nin şekillendirdiği Bilimsel Yöntem ve Kriterleri ve bunların hangi dünya görüşünden kaynaklandığını gösteren Bilimsellik İtikad ve hurafelerinden bahsederken, burada kavram ve kafa karışıklığını önlemek için; “bilim” (science) ile “bilgi” (ilim, data – information – knowledge) ayrımını yapmamız gerekiyor. Önümüzdeki hafta buradan devam edelim.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 31.Mart.2016

Ruh Ağrısı

“Bizi doğru yola ilet!” cümlesiyle her dua edişimde, “Allahım, beni ‘duruş’ sahibi yap!” manasını da murad etmişim gibi gelir. ‘Sırat-ı müstakim’ ifadesi, orada istenilen istikamet, bence an’ların değil, duruşun temsilidir. Nasıl tarif etsem? İstikamet salt ‘doğruluk’ değil, ‘dengeli bir doğruluk’ gibi. Denge ise pratiktir. Sınanmadır. Sanki orada dilediğim; imanın gereği olan istikametli duruşu hayatın her anında gösterebilmektir. Rüzgarda yaprak olmamaktır. Kararsız kalmamaktır. Zaten gerek hadislerde, gerek ayetlerde bu kararsızlık/ikiyüzlülük hali münafık ahlakına bağlanır. Bakara sûresinde der mesela: “Kimi insanlar var ki; ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık’ derler, ama aslında inanmamışlardır.”

Ayetteki ‘ve ma hûm bi mu’minîn’ ifadesine dikkat çekmek isterim. Burada ‘müminlerden değiller’ diyor aslında. Meallerde ‘iman edenlerden değiller’ diye diye de çeviriyorlar. Fakat ben ‘müminlerden değiller’ olarak anlamakla ve oradan aleyhissalatu vesselamın; “Mümin, elinden ve dilinden başkasının emin olduğu kimsedir…” hadisine kapı bulmakla başka şeyler de anlıyorum. Çünkü sünnetin sahibi Kur’an’ın ilk müfessiridir.

Söyleyenin değeri, sözün değerini arttırır. Her kelam, sahibinden iz taşır. Kelam sahibinin sonsuzluğu, dolayısıyla kelamın sonsuzluğu, payıma düşen manaları aramakta beni daha cesaretli ve ümitli kılıyor. Her cesaret bir tür ümittir. Ondan beslenir. Bütün zamanlarla konuşanın, elbette bütün zamanlara söyleyecek sözü var. İnsanlıkla konuşanın bütün insanlara. “Ümidinizi kesmeyin!” diye kendisi emrediyor kelam-ı mübarekinde. Emri hem karşıkonulmaz, hem canımın istediği, hem de muhtaç olduğum olduğu için başım gözüm üstüne.

Mesela düşünüyorum: İnsanların elinden ve dilinden emin olduğu kimse, aynı zamanda ‘duruş sahibi kimse’ değil midir? Böyle bir insanın, kendisiyle girilecek herhangi bir etkileşimde tavırları kestirilebilir. Çerçevesi bellidir çünkü. Çerçevesi ahlakıdır, şânıdır, eyleyişidir. Ahlak da bir duruş sayılmaz mı?

“Allahın ahlakıyla ahlaklanınız…” hadisine de böyle anlarım biraz. Allahın ahlakı esmasıdır. Yaratışında gözettiği nizamıdır. Açı yaratmışsa, doyurur. Vaad etmişse tutar. Hayır yapana karşılığını verir. Ahlakıyla ahlaklanmak, hâşâ, Allaha benzemeye çalışmak değil, Allahın esmasına daha fazla mazhariyet için çalışmaktır. Esmaya uyumlu hareket etmek demektir, esmayı omuzlamak değil. “Ahlak, Allah’a nisbet edilmez”  diyenlere de meramımı böyle anlatırım. Yani duruş kavramı çerçevesinde. Ahlakı duruşa yaklaştırarak.

Yalnız burada şunu da belirtmeliyim: Bu duruş tektipçilik olarak algılanmamalı. Mümin, müminlik vasfıyla bir çerçeveye sahip olmalıdır, bu doğru; ama Allah, Ömer (r.a.) fıtratıyla Ebu Bekir (r.a.) fıtratını bir yaratmamıştır. Ömerîler belki evvelemirde daha celalî, Ebu Bekirler ise daha cemalî olabilirler. Farklı isimlere farklı derecede ayna olabilirler. Fakat yine de o fıtratlarının renkliliği içinde bir ‘duruşa/istikamete’ sahiptirler.

Öyle ki; bir Asr-ı Saadet hatırası dinlediğinde—ismini söylemeseler de—tavrından, o sahabinin hangisi olduğunu tahmin edebilirsin. “Kılıcını alıp münafığın üzerine yürüdü” dendiğinde “Bu kesin şu veya şu efendimdir!” dersin mesela. Cömertlikle ilgili birşey olduğunda “Filanca filancadır belki” dersin. Bunlar hep duruş sahibi olmaktan. Ashabı yıldızlar gibi yapan bu. Tektipçilik değil bu. Allah, tektipçi değildir. Varlıkta ‘farklılığa yüklenmiş zenginlik’ buna delildir.

İlk Lemaat’ta okuduğumda farketmiştim bunu. Yani İslam’ın bizi istikamet/duruş sahibi yaptığını. Halbuki bin kere okumuştum Fatiha’yı daha önce. Anglikan kilisesine cevap sadedinde diyordu ki Bediüzzaman: Der ikincisinde: ‘ (Hz. Muhammed) Fikir ve hayata ne vermiş?’ Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet…

Tesadüflerin tevafuka dönüşmesi. Biliyorum bunu. İmanımın gölgesi üzerime düşmeden önce herşey havada asılı idi sanki. Sonra imanla hepsini birbirine bağladım. (İman bir intisaptır.) Herşey anlamlandı sanki onunla. Hepsinin bir nedeni ve bir sonucu olmaya başladı. Taşlar yerine oturunca huzur da buluyor insan. Kararsızlık, bildiğin huzursuzluk. Kâinatı açıklamaya yeter bilginiz varsa, hayatı da yaşamaya değer buluyorsunuz. Bizzat şahidiyim.

O zaman münafıkane bir kalbin/aklın çektiği azabı da anlıyorsunuz. Hiçbir şeyden emin olamıyor. Diliyle söylediğini kalbi yalanlıyor, kalbinin söylediğini dili. Bazen aralarında iki dakika bulunan iki cümlesi birbirinin zıttı oluyor. Bağlanacağı tek şey kalıyor geriye, menfaat. Menfaatin ise tasarrufu bir acayip. Bir öyle, bir böyle. Peşinde koşanı da o hale getiriyor. Eğilip bükülmekten her yanınız ağrıyor. Yahut Çehov’un bir öyküsünde dediği gibi: “Göğsü, adaleleri ağrımıştı, ama bütün bunlar ruh ağrısı yanında hiçti. Bu ağrı içindeyken yaşamı iğrenç görüyordu.

Bakara sûresindeki mezkur ayetin devamında diyor ki: “Bunlar, Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatıyorlar, farkında değiller. Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır.”

Yıllar önce birisi de bana “Her zaman doğruyu söylersen, ‘Daha önce ne demiştim?’ diye düşünmek zorunda kalmazsın” demişti. Şimdi, anlayabildin mi onlardaki hastalık nedir ve bu hastalık neden sürekli artmaktadır? Menfaatin ekseninde ‘duruş’undan vazgeçmeye başlarsan, yani bir öyle bir böyle olursan, en nihayet öyle birşey olursun ki; halin bataklıkta çırpınana benzer. Her çırpınış daha çok batmanı sağlar sadece. Geçmişinin içinden çıkamazsın. Geçmiş, geçtikçe azap olur. Hastalığın çoğalır. Tevillerin artar. Hüsnüzan azalır sana. Elîm azap da budur.

Buradan “Cesaretin membaı imandır” cümlesine de bir delil çıkıyor. İnsan, ancak inandığı şeyleri yaparsa, bihakkın yapmaya ve yaptıklarının arkasında durmaya cesaret edebilir. Üzerine gidilince sözünden çabucak dönenleri iyi tanı arkadaşım. Anla ki; onlar söylediklerine kendileri de inanmıyorlar.

Bu arada, al sana Bediüzzaman’dan bir istikamette kalma formülü: Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır. Ve yine al sana onun gençlikte bir faydası: Eğer istikamet, iffet, takva beraber olmazsa, çok tehlikeleri var; taşkınlıklarıyla saadet-i ebediyesini ve hayat-ı uhreviyesini zedeler. Belki hayat-ı dünyeviyesini de berbat eder. Belki de hüner ahlaksızca sıradışı olmakta değil, istikametlice sıradan kalmakta.

Ahmet Ay

cocukaile.net