Etiket arşivi: iman

Terör ve Anarşiden Kurtulmanın Reçetesi

Hemen konuya giriyorum dallandırıp budaklandırıp sözlerimi süsleye püsleye servis etmek niyetim değil. Zira kaleme dökeceğim konu ne edebi derinlik kaldırır ne de okundukça keyif verdirir.
Yeter artık yeter diyoruz ama bizlerin yeter demesi ile bitmiyor, fırtınalar sönmüyor yangınlar. Anarşiye teröre dur diyoruz bitsin istiyoruz ama durmuyor bitmiyor.

Bitmez de bitmeyecekte ama ben böyle hadiseler karşısında Rabbi Rahimime duruşumu sunuşumu takdim ediyorum. Zira bana bir fırsat bir imkan ihsan eylemiş Rabbim bu köşeden sesleniyorum sessiz dünyaya harflerin konuştuğu bu sesle..
Bir hastalık var ama bu hastalığın verdiği acı ve ağrıları konuşmak ile gündemle tutmakla bu yarayı kaşımakla bu hastalık iyileşmez iyileştirilmez ve hastalık hafiflemez şiddetini arttırır.

Peki ne yapmalı?

Bir çözüm üretilmeli bu çözüm ise hastalığın sebebi nedir hangi sebeplerden kaynaklanıyor bunları teşhis ederek iyileştirme yoluna gidilmeli.  Elbet böyle büyük bir kan kanseri gibi bir hastalığın çözümünü ben üretecek değilim fakat üreteni gördüm ondan haberdar edeceğim kamuoyuna..
Risale-i Nur’un Şualar kitabını elime aldım. Sayfa üç yüz kırk dokuzu açtım ve bir cümle okudum. Said Nursi toplumsal huzurun doktoru diyor ki; Afyon Mahkemesi Müdafasında “Bu vatanın 
ve bu milletin  hayat-ı içtimaiyesi  bu acib zamanda anarşilikten kurtulmak için  beş esas lâzım ve zarurîdir:

Hürmet,

merhamet,

haramdan çekinmek,

emniyet,

serseriliği bırakıp itaat etmektir.”
İşte çare bu kadar basit fakat gündemde tutulup üzerinde işlenen bir konu değil..
Fark ettiyseniz beş esas derken altı sayıldı. Evet beş esas İslam’ın beş temel şartıdır aslında sonra sayılan altı madde ise imanın altı rüknüdür aslında..

Şimdi sade ifadeleri sadeliğinden çıkarıp bizim anlamayacağımız fakat anladığımızı sanacağımız cümlelere dökeyim..
Türkiye Cumhuriyetinin ve bu topraklarda yaşayan insanların insanların sosyal yaşantılarının
bu şaşılacak bir çok filmlerin senaryoların çevrildiği zamanda Türkiye de meydana gelen terörizmden bu vatanı kurtarmak için İslam’ın beş temel esası imanın altı rüknü hayata geçirilmeli ve tabi olunmalı.
Bu ise Saygı ve sevgi ve karşılıklı anlayış ile, İnsanların birbirine şefkat göstermesi ile,
Allah’ın haram kıldıklarını işlememekle( faiz, zina, katl, içki, kumar, dinde olmayanı dine sokma, yalancı şahitlik, anne baba hukukunu çiğnemek, akrabayla ilişkiyi ve yardımı kesmek) İnsanların birbirlerine itimat ve güvenlerinin sağlanması ile, İşsizlik tembellik başı boşluğu bırakmak ile, mümkün olacaktır..
Ne kadar basit değil mi?
Şimdi tüccarları ve ticaretleri düşünelim. Silah satılacak mermiler üretilecek, İçkiler satılacak barlar pavyonlar iş yapacak, Bankalar faiz ile beslenecek, Medyalar açık saçıklık ile bekar gençliği insanları fuhşiyat görüntüler ile zinayı özendirecek teşvik edecek, Her türlü makyaj malzemeleri ile insanların yüzleri gözleri boyandırılacak sağlıkları tehlikeye düşürülecek, O kadar çok ilaç üretiliyor eczanelerde daha onlar tükettirilecek, Spor adı altında insanlar tarafgir olacak, lüzumsuz yere, siz şu kadar gol yediniz biz bu kadar gol attık muhabbeti ile akıllar meşgul edilecek.

Birde İslam’i kanal da da hocalar birbirlerini tekfir edecek onlara tabi olan cemaatlerde birbirlerini yiyecek biz fırka-i Naciye siz fırka-i dalle yetmiş üçün biri biziz siz değilsiniz falan filan..

En sade ve yalın dille başka nasıl yazılır bilmiyorum ama yapıcı onarıcı üretici hayırda yarışıcı ve en önemlisi İMAN ilmi ile meşgul olan bir MİLLET olmaya başlayalım İSLAM BİRLİĞİ için gayret gösterelim İnşallah tabi bu hizmeti verirken de saydığım kazanç sektörlerine vereceğiniz zararlar sebebi ile bir bedel ödeteceklerini unutmayın ..!!

Zira Bediüzzamanın dediği gibi CENNET ucuz değil, CEHENNEM dahi LÜZUMSUZ değil..

CENNET müşterilerini beklediği gibi CEHENNEM dahi müşterilerini bekler..

Şimdi sen söyle terör başka türlü nasıl biter..??
Araştırmacı – Yazar

Süleyman Yasin AKDENİZ

habermektebi.com

Biz Farklıyız

Yıllar önceydi…

Küçüktüm henüz… Ve küçücük dünyamdaki en büyük, en anlamlı kelimeydi belki de bu…

Annemin zihinlerimize, kalplerimize, günlerimize, hayatımızın her yönüne büyük bir özen ve titizlikle yerleştirdiği bu kelime;

Biz farklıyız yavrum; herkes gibi olmayız, olamayız. Müslümanız biz, özeliz. Düşünmeden yaşanılan bir hayat değil tercihimiz…”

Evimizin modeli, uyku ve uyanış saatlerimiz, oyunlarımız, masallarımız, kitaplarımız ve her yönüyle gittikçe büyüyen dünyamızla farklı olduğumuzun farkındaydık…

Televizyon hiç girmemişti evimize…

Şanslıydık… Bilgisayar, sadece işyerlerinde kullanılan bir aletti ve de…

Sabah namazıyla başlanan gün ne kadar da bereketliydi. Farklıydık biz saatlerimizle bile…

Anne ve babanın dilinden duyulan Kur’an, ne kadar da huzur dolduruyordu evin her köşesine. Ve beraber ezberlenen sûreler, Amme cüzü, Tebareke cüzü, nasıl da işliyordu kalbimize…

Sahte kahramanlar, sahte hayranlıklar, tertemiz dünyamızı bozacak gerçek dışı varlıklar yoktu hiç örneklerimizde.

Her bir sahabe, sanki evimizin bir ferdi, oyunlarda kahramanlarımız ve karakterlerimize göre örneklerimizdi.

Ne oyunlara, ne kitap okumalara doyamazdık, teknolojinin dokunamadığı dünyamızda…

El emeğimizle hazırladığımız kartlar, anne babamıza, kimi zaman sokaktaki arkadaşlarımıza sunduğumuz programlar, piyesler öylesine içtendi ki…

Farklıydık biz…

Ve hep farklı olmalıydık…

Giyinme tarzımız, konuşmalarımız, özlem ve hayallerimiz, sevgi ve korkularımızla, umutlarımız, gayretlerimiz ve heyecanlarımızla…

Ve yıllar sonra, şimdi…

Değişen zaman, değişen fikirler, gelişen teknoloji, ortam, ülke, imkânlar vs…

Ama Kur’an, ama İslam, ama Peygamber ve ama imtihan hiç değişmedi…

Biz yine farklıyız…

Ve hep farklı olmalıyız…

Bir anne olarak şimdi de bu bilinci, yavrularımızın kalplerine en güzel bir şekilde taşımalıyız.

Sözlerimizle, fikirlerimizle, amellerimizle, sevip sevmediklerimizle…

Sele kapılan, çoğunluğa uyan, ya da kolaya kaçan annelerden olmamalıyız.

Çocuklarımız daha küçücükken; ev düzenimizden, alışverişimizden, konuşmalarımızdan, giyim tarzımızdan, yaşamımızın her alanında yaptığımız hareketlerden, zoraki değil gönülden bir teslimiyetle farklı olduğumuzu anlamalılar.

Anlamayıp sordukları ve ‘başkaları yapıyor’ diye örnekledikleri kimi hareketleri de, söz olarak ‘biz farklıyız’ la anlamlandırabiliriz…

Tavırlarında, hassasiyetlerinde çelişkiye düşmeyen, boş vermeyen anne-babaların çocukları zaten bu farkı çok kolay anlayacak ve sürekli sorgulamayacak, hatta küçük de olsalar sizin olmadığınız ortamlarda dahi bu farklılığı koruyacaklardır.

Ve öyle ki; ‘biz neden onlar gibi yapmıyoruz?’ sorusu ve isteği yerine, olgun bir şahsiyet gibi; ‘onlar neden bu şekilde yapmıyorlar? Onlara da anlatalım, onlar da öğrensinler’ şeklinde, kendi yaptıklarından emin, yapmayanları da davet etme konumuna geçeceklerdir.

Daha iyi anlamak adına bir kaç örnek verirsek;

Parkta onlarca çocuğun arasında oynarken, 4-5 yaşlarında olmasına rağmen kıyafetiyle, konuşmalarıyla farklı olduğunun bilincindedir küçük Müslüman kız. Küçük olmasına rağmen, tek pantolon giymesinin kendisine yakışmadığını, üzerine uzun bir bluz (yaklaşık dizlerine kadar gelen) ya da elbise ile giymesinin daha güzel olduğunu, yazın kolsuz ve çok kısa kollu tişörtler giymemesi gerektiğini bilir. Hatta tek olmasına rağmen çoğu zaman dışarı çıkarken kendi isteğiyle başını örter.

Çocukların arasında fazlasıyla konuşulan, gündem edilen doğum günlerine karşı da, net bir tavır olarak kendilerinin asla kutlamadığını öğrenmiş ve öyle güzel kabullenmiştir ki, bir çocuk olarak heves edip o tarafa meyletmek bir yana ( o kadar cazibesine karşı) maalesef çevresindeki Müslümanlardan kutlayanlara üzülüp onların vazgeçmesi için büyüklerinin onlara da anlatmasını istemektedir.

Yine 5 yaşlarındaki küçük kız, babasıyla beraber eczaneye gittiklerinde – annesinden özel bir anlatım ve tembih almamasına rağmen- kendisine hediye edilen ruju kabul etmemiş ve açıkça ‘ben öyle şeyleri sevmem’ diyerek tavrını net bir şekilde ortaya koyabilmiştir.

 ‘Henüz küçüksün, biraz hevesini al sonra sürmezsin’ gibi kararlılık göstermeyen bir öğretim metodu ise, çocukların nasıl bir tavır takınacaklarını bilmedikleri, doğruyu değil işlerine geleni tercih edecekleri bir sonuca götürür.

 

Sadece birkaç konuda verdiğimiz bu örneklerde olsun, daha birçok konuda da çocuklar, özel bir tembih ya da zorlama olmaksızın, ailelerinin gösterdikleri ciddi hassasiyetleri bu şekilde açığa vurmuşlardır. Bunun örneklerini hem kendi çocuklarımızda, hem de bu konuda duyarlılık gösteren arkadaşlarımızın çocuklarında görmekteyiz.

Başkalarından farklı olduğumuzu anlatmada en çok zorlandığımız mesele ise; ciddi hassasiyetlerini kaybetmiş Müslüman kardeşlerimizdir. İslami bir yaşantısı olmayan kimselerden farklı olduğumuzu kolay bir şekilde anlatırken, kimi Müslüman ailelerin yaşam tarzlarını çocuklarımız sorgulayabilir. Bunu da yerine göre ‘yanlış yapıyorlar, uyarmalıyız, ya da bu daha iyisi, Cennet’in en üstlerini kazanmak isteyenler daha dikkatli olmalı’ şeklinde anlatabiliriz.

 ‘Biz farklıyız’ konusu sayfalarca anlatılacak, örneklendirilecek, birbirimizin hassasiyetlerinden örnek alınıp teşvik edilecek bir konu…

Kısaca özetlemeye çalışırsak; önce kendimizde, sonra da bize emanet edilen çocuklarımızda Müslüman olarak her şeyimizle farklı olduğumuz bilincini yerleştirmek, attığımız her adıma dikkat edip, gelişi güzel yaşamamak zorundayız. Ve bu zorunluluğu canı gönülden yapmalıyız.

Unutmayalım, ‘Bundan ne olur ki’ diye ihmal ettiğimiz, küçük gördüğümüz bir hassasiyet, çocuğumuzun zihninde, önemsenmeyen bir yanlış, dikkate alınmayan bir amel ve herkes gibi olabilirlik sonucuna varabilir.

Yiyip-içtiğimizden, konuşup güldüğümüze, sevip hoşlandığımızdan nefret ettiğimize, izleyip dinlediğimizden giyindiğimiz, giyindirdiğimiz elbiselere, model olarak sunduklarımızdan, seçtiğimiz kitaplara, aldığımız oyuncaklardan söylediğimiz ninnilere kadar olabildiğince dikkat etmeli, bir Müslümanın attığı her adımı bilinçli attığını yaşantımızla çocuklarımıza göstermeliyiz…

İşaret parmağındansa ayak izlerini takip etmeyi tercih eden çocuklarımız, arkamızdan gelecek ve bizi örnek edineceklerdir…

“İnanıyorsanız üstünsünüz” ayetiyle, çoğunluktan farklı olmaktan çekinmeyecek, bunun bir ayrıcalık, bir lütuf olduğunun bilinciyle hamd ederek yaşayacaklardır…

 Takva sahiplerine önder olmamız duasıyla…

Ummu Salim / muslumananneler.net

”Ben Okuma Bilmem”

Soruları kadar büyüktür insan. Büyük sorular demek engin cevapların duası, talebi demektir. Neyin duasındaysanız, nelerin talibiyseniz onlarla muhatap olur, o türlü cevaplara nail olursunuz. Fakat, ‘çünkü insanlar yıllar boyunca, hiç soru sormadan durur’ bir şarkıda söylendiği gibi.

Dağ taş soruya durur, kurt kuş soruya durur, gökle yer birlik edip bir sual olur, içimizin kuytuları soru işaretleriyle doludur ama gel gör ki insan kendi üstüne kapanır, uyuşmanın koynunu bulur. Hatta zannımca her şey bir sorudur, varolan her şey bir soruyu önümüze kondurur: Ayağımıza takılan taş, beton duvarlarda gülümseyen çiçek, bir sosyal hadise, başa gelen bir musibet, içimizden geçen bir duygu durumu, okunan bir ayet hep aynı soruyu kıyılarımıza vurur: Men rabbuke? (Rabbin kim?)

Yani ki elest bezminde sorulan soru bugün hâlâ hayatın bütün kıvrımlarında yankılanmaya, şimdi ve burada sorulmaya her an devam eder: Men rabbuke?

Bahar bahçesinde tennure giymiş ağaç soruyor: Men rabbuke?

İçindeki şuurlu yasa olan vicdanın soruyor: Men rabbuke?

Ağlayan bir çocuğun gözyaşları soruyor: Men rabbuke?

Elest bezminde ruhlara sorulan soruyu ve verilen cevabı yaşadığımız gündelik hayatın içinde sayhalandırmadıkça, hayatımızı samimi bir cevap arayışına, bir ‘ince derde’ dönüştürmedikçe Hıra Mağarası’nda Emin Muhammed’in (a.s.m) sorduğu varlık sorularının cevaplarını çözemeyeceğiz. ‘Derdin senin mürşidindir’ diye elbet boşuna dememiş Hz. Mevlana. Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) ilk olarak indirilen Alak Suresi’nin ilk beş ayetinin, Peygamber’in belki aklı erdiği ilk günden o güne ama özellikle inzivaya çekilmeye başladığı 35 yaşından vahyin indiği 40 yaşına kadar olan süreçte sorduğu hayati varlık sorularına bir cevap mahiyetinde olabileceğini hiç düşündünüz mü?

Belki bir açıdan bakıldığında Kur’ân’ın tamamını tüm mahlukat ve tüm insanlık adına sorular soran bir Peygamber’e verilen cevaplar şeklinde okuyabiliriz. Şöyle bir bakalım isterseniz:

Hz. Peygamber’in sorusu: Yaradılışı bir kitap gibi nasıl oku’yabilirim?

Vahyin cevabı: ‘İkra, bismi rabbikellezi halak’ (Yaratılışı rububiyetiyle terbiye eden Rabbinin Esma’ül-Hüsna’sı, isimleri ile oku!)

Hz. Peygamber’in sorusu: İnsan ne’den ve nasıl yaratıldı?

Vahyin cevabı: ‘Halakal insane min alak’ (O, insanı bir kan pıhtısından, alak’tan yarattı ve yaratmaya devam ediyor’¦)

Kur’an’ı, cümle varlıklar ve tüm insanlar adına temsilci olarak soru soran bir Peygamber’e verilen cevaplar manzumesi şeklinde bir usul ile baştan sona okuyabilirsiniz. Çok da ilginç sonuçlara varılacağı kesin. Bu girizgahtan sonra sadede gelelim:

Geçmişten günümüze, bilim de, felsefe de kimi zaman fıtrata yaklaşarak, kimi zaman fersah fersah uzak düşerek olayları, insanı, kainatı hatta vahyi okumaya çalışıyor, benzer sorular soruyor. Örneğin, yukarıda değindiğimiz sorunun birincisini (Hz. Peygamber’in sorusu: Yaradılışı bir kitap gibi nasıl oku’yabilirim?) bilim, ‘Doğa’nın işleyiş ve yapısı nasıl çözülebilir?’, felsefe ise, ‘Doğanın anlamı ve oluşumu cevherinde (tözünde) nedir?’ tarzında soragelmektedir. Bu soruş biçimleri bile (hatta kavramsallaştırma tarzları bile) felsefe, bilim ve ‘iman ilmi’ arasındaki farka işaret etmekte fakat asıl ayrım cevaba ulaşma ve cevabı dillendirme biçimlerinde ortaya çıkmaktadır.

Felsefe ve dünyevi bilimi oluşturan zihinler sözkonusu sorulara eşyanın kendi varlığından, görünen bağlantılarından ve kendisinde ne olduğundan hareketle çözümlemeler ortaya koymaktadır: Doğa bir olayın diğerini doğurduğu bir döngü içinde, kendi içinde parçalanabilen parçacıkların birliğinden oluşmaktadır. Ya da, ‘Kendinde şey olarak doğanın anlamlılığı tartışmalıdır, oluş başlı başına bir soru yumağıdır’ filan gibi cevaplar geliştiriliyor.

Bilim ve felsefenin en genel anlamda ortak noktası ise (mutlaka içinde farklılaşan yanlar olmakla birlikte ki Demokritos ile Pascal’ı, Einstein ile Hawking’i aynı kefeye koyamazsınız) varlığı ‘kendine işaret eden bir levha’ gibi anlamaya çalışmak şeklinde özetlenebilir. Yani levhanın hammaddesi ve diğer levhalarla bağlantılarının araştırılması biçiminde özetlenebilecek bir kavrama etkinliği.

İman ilminin usulüyle bilgiye ulaşmak, cevaplara varmak ise başka bir düşünme, kavrama ve algılama şeklini gerekli kılıyor. Bir kere, eşyaya ‘kendini gösteren bir levha gibi’ değil adı üstünde levha gibi, ‘kendinden başka bir şeyi işaret eden’ anlamlı bir harf gibi okumak niyetiyle bakmayı gerekli kılıyor. Sağlıklı bir niyet ve bakış açısıyla yaradılışa bakmak ise Vahiyle pişmiş, Esma taliminden geçmiş, her şeye Rabbin bir ismi penceresinden görmekle mümkün olabiliyor. Daha net konuşalım. Okunacak dört kitap var: Olaylar kitabı, kainat kitabı, insan kitabı ve vahiy kitabı. Bu dört kitabın oku’nması da yaradılışın oku’nması sonucunu doğuruyor. Yaradılışın okunması ise ayetin bize işaret ettiği gibi Rabbin ismi ile (buradaki ‘ism’i Esmau’l-Hüsna’dan kinayedir) mümkündür.

Yaradılan her şeye bir Esma tefekkürü ile yaklaşmazsak oku’mak sözkonusu olmaz. O halde mü’min bir zihnin ve kalbin ciddi anlamda, tıpkı Hz. Yusuf’un kuyuda ‘talim-i Esma’ yapması gibi Esma tefekkürü terbiyesinden geçmesi gereklidir. Baktığın her şeye ya bir ilâhî ismin ilk harfi ya da ilk kelimesi gözüyle bakmak gerekmektedir. İsimlerin göründüğü yer olarak varlığı oku’mak bizi Rabbin terbiyesine, o terbiye ile kendi nefsimizi terbiyeye götürmelidir ki öğrendiklerimizin ilim olduğunun sağlaması da burada gizlidir. Nefs terbiyesine dönük olmayan hiçbir öğrenme ilim değil, olsa olsa veri, data, malumat, kültür, bilgi cinsinden bir yığındır. Peki bu çerçevede yaradılışı Rabbin isimleri ile oku’maya başlamanın öncesinde ne vardır? diye sorarsak bu soru bizi başka bir ayetin kapısına iletir. Aynı zamanda meleklerin duası olan ayet şöyledir:

‘Sübhaneke la ilmelena illa maallemtena inneke entel Alimu’l Hakim’ (Sübhan olan Allah, seni tenzih ederiz ki biz bilmiyoruz, senin öğrettiklerin (talim ettiklerin) dışında, sensin Alîm ve Hakîm olan.) Meleklerin duası olan bu ayet önceki tahlillerle birlikte düşünüldüğünde bize âdeta iman ilminin, mümince bir epistemolojinin (marifet nazariyesinin) ana kodlarını, elifbasını sunmaktadır. Şöyle ki:

1-Yaratıkları aracılığıyla Yaradan’ı tenzihe yönelik olmayan hiçbir bilme eylemi ‘ilm’e (el-İlm) dönüşemez.

2-Bilme eylemine girişen, hilkati oku’maya talip olan kişi her işin başında edep ve tevazuu giyinip ‘bilmiyorum’ demenin erdemini kuşanmalıdır. ‘Ben bilmem, bilmiyorum, biz bilmiyoruz’ demeyen hiçbir kişi veya zümre bilmenin hakikatine ulaşamayacaktır.

3-‘Bilmiyorum’ demek tasavvur ve zihnimizi dünyevi kavram ve düşünme biçimlerinden arındırıp ‘ümmileşme’ye giden kapıyı açacaktır. Ancak ümmi bir zihinle (yani dünyevi kalıpların kirinden arınmış bir zihinle) yaradılış okunabilir.

4– Ya bir ilâhî isimden kalkmayan ya da bir ilâhî isme varmayan her türlü bilme çabası anlamsızlığa, kaosa gömülmeye mahkumdur.

5-Kendisi gayret gösterdikten sonra öğrendiklerinin, kendisinde görünen meziyetlerin ve ilimlerin ancak Alim ve Hakim olan, Sübhan olan Rabbin bir talimi olduğunu anlamayan kişi tevhid ve iman ilmi olan marifetullahın kokusunu alamayacaktır.

Bu dört kitap bize hâl diliyle, hatta kaburga kemiklerimizi birbirine değdirircesine sıkarak sürekli, her an ‘Oku’ diyor’. Tüm kâinat bir Cebrail olmuş bizi içimizden ve dışımızdan sıkarak, ‘Oku’ diyor. Bizden dudağımızı Mağaradaki Ümmi’nin (a.s.m.) titrek dudaklarına yaklaştırıp, meleklerin tenzih diliyle söylediği gibi bir tek cümleyi söylememiz bekleniyor: ‘Ben okuma bilmem!’

Yusuf Özkan Özburun / Zafer Dergisi

Tuhaf Bir Doğu-Batı Sentezi Çabası: Kişisel Gelişim

Kişisel gelişim sektörünün dayandığı temel felsefeye bakıldığında batı paradigmasının (tanrı-evren-insan tasavvurunun) bir sonucu olarak ortaya çıktığı ve Batı düşüncesinin son yüzyıllarda içine düştüğü hümanist, sekülerist, pozitivist ve materyalist girdabın modern zamanlara mahsus bir yansıması olduğu görülür.

Öte yandan, bu tatsız ve lezzetsiz batı yemeğine kadim doğu bilgeliğinden bazı alıntıların ketçap, mayonez suretinde boca edildiği de dikkatlerden kaçmıyor.

Bizim lezzet anlayışımıza ve damak zevkimize hiç de uymayan kişisel gelişimi birkaç kelimeyle özetlemek gerekirse: modern zaman büyücülerinin göz boyayıcı dünyasının aldatıcı ışıkları altında yükselmek, zengin olmak, şöhret, kariyer, başarı, mutluluk merdivenine imaj, gösteriş, gevezelik, şarlatanlık, yalan, yapmacıklık vb. basamaklarla çıkma çabası. Derinleşme yok. Malumatfuruşluk ön planda.

İmana, dine, kalbe, ruha, manevi boyuta, seyr-i süluka, terbiyeye, nefis tezkiyesine, arınmaya, incelmeye, zerafete, yardımlaşmaya, diğergâmlığa kısaca insan olmaya sırt dönülürken nefsi azdırmaya, benlik ve enaniyeti ön plana çıkarmaya, yükselmek için her yolu mübah görmeye, ne pahasına olursa olsun kariyer yapmaya, yalana, aldatmaya pirim veriliyor.

kisisel basariHak, hakikat, iyi, doğru ve güzelin yerini ne idüğü ve nasıl olacağı tanımlanamayan başarı, motivasyon, kariyer vb. kavramlar almış durumda. Ahiret yok. Her şey bu dünyada ve sadece maddi başarıya endeksli. Doğallık, güvenilirlik, dürüstlük, kişilik, şahsiyet, ehliyet, liyakat, ilke ve benzeri kavramlar “out”. Beden dili, imaj, demagoji, görünüş, prezantasyon “in”.

Kerameti kendinden menkul kişisel gelişim dünyası zaten yanılsamalar üzerinde yükseldiği için varlığını da yanılsamalarla devam ettirmeye çalışıyor. İnsanların önce kendilerini kötü hissetmeleri sağlanıyor, ardından buradan bir sektör oluşturuluyor. Sen başarısızsın, cahilsin, gelişmemişsin, eğitilmen lazım, şu konularda sertifikan olmalı, bunları elde edersen şöyle yükselirsin, herkesin gözbebeği olursun gibi kuruntularla aldatılan yığınlar ve bu yığınların “kişisel gelişimcilerin gelişmesine” aktardığı milyarlar.

Cahil, eğitimsiz, yeteneksiz, ehliyetsiz, yetersiz olduğunuzu kabul ediverin yeter! Nasıl olsa her köşe başında size neyi nasıl yapmanız gerektiğini söyleyecek uzmanlar var ve siz hayatınızı idame ettirebilmek için bu uzmanlardan destek almak zorundasınız.

Kendisi himmete muhtaç 25-30 yaşındaki dedelerden(!) bilgelik, yaşam tecrübeleri, öğütler, nasihatler, hayatın ve insanın derinliklerine dair engin tecrübeler dinlemelisiniz ki başarılı ve mutlu olabilesiniz. Aile kurumundan bihaber (ve bazen de bekar) aile koçlarına başvurmadan aile içi iletişim kuramazsınız. Eşinizle ve çocuklarınızla nasıl geçineceğinizi sizi ve ailenizi hiç de tanımayan bu uzmanlardan öğrenmelisiniz. Yaşam koçları olmadan yaşayamazsınız. Ne yiyeceğinizi, ne içeceğinizi, nasıl giyineceğinizi, ne şekilde davranacağınızı, nasıl mutlu olacağınızı mutlaka size birilerinin söylemesi lazım. Bu “üstün insanlar” olmasa zaten siz zavallı insancıklar başarı ve mutluluk yüzü göremezsiniz!

Bu sektörün gurularına inanıp, elinizde avucunuzda ne varsa kişisel gelişiminize yatırdınız. Tüm kitaplarını okudunuz, seminerlerini kaçırmadınız, elinizde onlarca sertifikanız var artık. Sonuçta ulaşılan ne?

Mutluluk mu?
Bilakis: hayal kırıklıkları, ümitsizlikler, aşırı yüklenme sonucu ortaya çıkan sağlık sorunları, büyük hedeflerin altında ezilmeler, beceriksizliğin kabullenilmesi ve içe kapanmalar.

Başarı mı?
Ne gezer! Alınan sertifikalara rağmen içi boş, derinliği olmayan, ne yapacağını bilemeyen, kişiliksiz, gelişememiş, tatmin olamayan bireyler. Başaracağına inandırılmış olmanın ama başaramamanın getireceği sıkıntılar da cabası.

Bir insan nasıl mutlu olur, ne zaman başarılı sayılır? Dinlerin ve kadim felsefelerin yüzyıllardan beri cevap vermeye çalıştığı ve insan hayatının tamamını kuşatan bir konuda üç-beş kitap okuyup, ezberlediği klişe cümlelerle show yapan şarlatanlar birkaç seminerle sizi mutlu ve başarılı kılabilir mi?

Bereketi, haramı helali, Allah rızasını, “hayırlısı ne ise o olsun” anlayışını, başarıyı Allah’tan bilmeyi, rızayı, tevekkülü görmezden gelen bir yaklaşımla kim, nereye gidebilir?

Tüm bunların yanında bu konuda belki de en çok düşünülmesi gereken nokta: klasiklerinin önsözleri daima “başarı Allah’tandır” ifadesiyle biten bir medeniyetin mensuplarının da maalesef yine “bunun da en iyisi bizde”, “yüzyıllar öncesinde bunlar zaten bizde vardı” mantığıyla hareket etme yanlışına düşmesi.

İçinde taşıdığı batıl itikatlar, yanlış felsefi telakkiler göz ardı edilerek kişisel gelişimi İslamîleştirme, yerlileştirme ve millîleştirme çabalarına dikkat edilmeli ve böylesi konularda “ince eleyip sık dokuyan” bir yaklaşım sergilenmelidir.

Daha ziyade olumsuz yönlerine işaret ederek bir tahlil denemesi yaptığımız kişisel gelişim alanıyla ilgili şöyle bir itiraz gelebilir: peki bu alanın hiç mi olumlu yönleri yok?
Kanaatimize göre zaten seyl-i huruşan halinde kapıp götüren bir sürecin zararlı boyutlarını nazara vermek, faydalı yönlerinden istifade edelim anlayışından önce gelir. Gerekli eleştirileri yapabilenler zaten istifade edilebilecek yönlerini de görüp değerlendirebilirler.

Veli Karataş / Zafer Dergisi

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R. Â. ) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam edeceğiz fakat bu haftaki konumuz biraz kişisel.

Defalarca kim olduğumu sorup, merak edenler ve hakkımda bilgi veya fikir edinmek isteyenler için hayatımın bazı köşe taşlarını yazmaya karar verdim bu sefer. Artık bir daha soran olursa, bu yazıma atıf yapacağım. Çünkü devamlı aynı şeyleri anlatmak sıkıcı ve sorana göre yaşadıklarımı filtreleyip anlatmak yorucu.

Hem bu kitap çalışmamızda yazarın da özgeçmişinin bulunması şart. Böylelikle dinleyen, söyleyenin ruh lâbirentlerinde dolaşabilsin ve muhatabın, mütekelliminin kişiliği hakkında bir fikri olsun ve olaylara nereden baktığını bilsin. Hem böylece belki de, kitaptaki cümlelerde yazarın ne kasdettiği ve maksadı ve hangi makamda, neden böyle yazdığına isabet etme ihtimâli artsın.
Okuyanın yazara ünsiyet ve yakınlık kurabilmesi; belki ortak paydalar yakalayabilmesi; yani konuşanla dinleyen arasında bilgi aktarımından başka, duygusal aktarım ve bağ kurulabilmesi için de bu gerekli. [Burada Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R. Â. ) 27. Söz’de geçen “sohbet, muhabbet, yakınlıkta; insibağ, in’ikas, boyanma, çift yönlü aktarım olur” anlamına gelen cümlelerini hatırlamak gerekli. ]

Bununla birlikte bir de tanıdıkların senelerdir; “hayatını yazsan, bu yazılarından çok daha fazla merak ve ilgi uyandırır ve okunur” şeklinde tavsiyelerine uymaya ve doğruluğunu test etmeye karar verdim denilebilir.

Elbette burada mantıkî, duygusal, felsefî, ekonomik ve sosyâl bir sürü sebep veya bahane sayabilirim; fakat beni bu yazıya iten veya çeken asıl saik ve gaye nedir; hikmet ve illet, daî ve muktazî nedir emin değilim veya bilemiyorum. Yani yazarın niyeti karışık!

Fakat size yol göstermesi açısından şu kadarını söyleyebilirim: “Bunları niye yazdığım” sorusunun cevabından daha çok, “bunları niye okuduğunuz”un cevabı çok daha önemli. İşte benim hikâyem:

Küçükken en çok istediğim şeylerden biri evliya olmaktı! İlkokul zamanlarımda evliya olmayı çok istiyordum. Böylelikle babamın dövmelerinden ve evdeki diğer nahoş şeylerden; evliyalar gibi duvardan geçerek, havada uçarak kurtulacak; tayyı mekân yaparak, bir ânda çok güzel yerlere gidecektim! O zamanlar okuduğum evliya menkıbelerinden; benim gözümde evliya, “süpermen” gibi birşeydi! Evliya (evet haklısınız tekil olarak “veli” demem gerek) olursam, elimdeki bu muhteşem güçle fizik kanunları bana işlemeyecekti!…

21. Nisan. 1973’te Bursa’nın Yenişehir İlçesi’nde sabaha doğru doğmuşum. Şimdi buradan geçmişime baktığımda ilk hatırladığım şeylerden birisi: Babamın beni dövmek için mahallede sopayla kovalarken, benim bisikletten bile inme fırsatım olmadığı için bisikletin pedallarına var gücümle basarak kaçışımdır!

Fakat bugün düşününce tuhafıma giden bir olay var orada: Babam elinde sopa, ben bisiklette kaçarken; TV’den naklen yapılan canlı yayımın birden kesilmesi gibi birşey oldu orada ve benim yaşadığım o olayla bağlantım koptu bir ân ve bu babamdan kaçış sahnesini ve kendimi bir ân yukarıdan izler gibi oldum! Bilemiyorum yaşadığım korkudan ruhum vücudumu mu terketmeye karar verdi veya geçici şoktan dolayı bilincimin beyin arayüzüyle bağlantısı koptu veya vücudumla iletişim hatları mı kısa devre yaptı!? Yani kısa bir “aydınlanma(!)” yaşadım orada! Neyse, bu soruları burada bırakalım.

O günlerden hatırladığım canlı ve net bir görüntü de: Babamın beni dövmek için kovaladığı evimizin bahçesinde, beni yakaladığı ânda yüzünde gördüğüm o öfke ve haz karışımı ifadedir! (Bir panterin avını yakalamasında duyduğu veya birisine öfkelenenin hedefini ele geçirdiğinde duyduğu haz gibi. ) Bunu da geçelim.

Gene babamın beni dövdüğü rutin günlerden birindeyiz: Ellerim bahçedeki ceviz ağacına bağlı ve ben iplerden kurtulmaya çalşıyorum! Siz burada yokken, biraz önce babam beni hortum gibi şimdi hatırlayamadığım birşeyle dövmüş, fakat bunun kifayetsiz olduğunu düşünmüş olacak ki; kaçmamam için beni ellerimden ağaca bağlamış ve bahçeden çok daha uygun (odun, sopa gibi) birşey arıyordu! Bu olayı da burada keserek, devamını sizin hayâl gücünüze bırakıyorum!

Babamın beni dövdüğü zamanlarda kendi kendime sorduğum sorulardan biri: Evlâtlık alınıp alınmadığım olmuştur. Şimdi düşünüyorum da; sanki bu kurguda “üvey evlât” rolünde olursam, taşlar yerli yerine oturacak, olanlar bir mânâ kazanacakmış gibi; ne komik!

Burada annemden hiç bahsetmediğimi farkettim şimdi. Okuldan (ilkokuldan) eve döndüğümde annemi sedirin üzerinde her yeri dövülmekten morarmış, ağlarken bulduğum o günü hiç unutmuyorum!

Başka bir seferinde bir akşam babamın evdeki bakır sürahiyi annemin alnına indirdiğini, annemim hastaneye kaldırılıp, alnına dikiş atıldığını hayâl meyâl hatırlıyorum! (Yeri değil belki ama sürahi, bakır olmayabilir. ) Gene başka birgün, annemi boğmaya çalışırken, elinden dedemin kurtardığını hatırlıyorum!

Diğer birgün eve geldiğimde babamın dinî kitaplarımı bahçede yakmış olduğunu hatırlıyorum. Bir konuşmasında, Peygamberimiz hakkında (S. Â. V. ) terbiyesizce ettiği birkaç iftirayı da!

Hafızamda kalan şeylerden bazıları da: Babamın beni elinde kıvrandırarak ağzımı çakmakla yakmaya çalıştığı; başka bir gün de kiremitle sırtımı keseleyip(!) banyo yaptırdığı bir görüntü.

Annemin kaçıncı evden kaçışı ve bizi terkedişiydi hatırlamıyorum. Fakat biz 3 kardeşten en küçük kardeşim olan kızkardeşimin henüz kundakta olduğu zamanlardaki kaçışından sonra bir daha hiç dönmedi. Sonra boşandılar, sonraki yıllar annem başkasıyla evlendi.

Evden o son gidişinde anneme yazdığım bir mektubu hatırlıyorum şimdi. Mektupta babamı evdeki fare zehiriyle zehirlemeyi düşündüğümü yazmıştım! Bir çocuğun babası hakkında böyle düşünmesi ne kadar korkunç bir şey! Fakat bundan daha korkuncu oldu: Annemden gelen mektup babamın eline geçti! Gelen mektupta “babanı zehirleme, beni yaptırdı derler” anlamında birşeyler yazıyordu! Tabii o günden sonra babamın şiddet katsayısının arttığını söylemem sizin zekânıza hakaret olur!

Dedemin (babamın babası) kaç defa babamı polise şikâyet edip; bir de babamın karakoldan döndüğü günlerden birinde her yeri kanlar içinde eve geldiğini hatırlıyorum!

Sonra dedemin emekli maaşından çaldığım parayla akşam üzeri çarşıda lokantada tas kebap yiyişim; dedemin hırsızlığımı farkedip, beni babamın müşfik kollarına teslim edişini hatırlıyorum!

Başka? Babamın tabancasının elimde taşıyamayacak kadar ağır olduğunu, sahibi olduğu meyhanede bana sosis verişini, onu değişik cezaevlerine annemle ziyarete gidişimi hatırlıyorum. Bir keresinde evin bahçesinde bir kedinin arka ayağını nacakla kestiğini; zavallı hayvanın, derisinin tuttuğu ayağını sürükleyerek can havliyle kaçtığını hatırlıyorum! Gene bahçeden eve girmiş bir kediyi sıkıştırıp, değnekle vurarak, top gibi duvarlara savurduğu geldi şimdi aklıma!

Sonra, faturaları ödemeyemediğimizden dolayı evdeki elektrik, suyun kesik olduğunu; sokak çeşmesinde bulaşık yıkadığımızı; aynı çayı sabah akşam içine su koyup, kaynatıp, içtiğimi; çaya ekmek bandırıp dedemle yediğimi hatırlıyorum.

Babamın mahalledeki evlerin önündeki yığınlardan odun – kömür çaldığını; pazarcı veya köylülerin kaldırım kenarındaki çuvallarından soğan, biber çaldığını hatırlıyorum. Benim o çuvallara para sıkıştırdığımı; içki şişesine doldurttuğu yağla yaptığı yemeği, akşam karanlığından istifade yemeyip, kardeşimin yemesi için yiyor gibi yaptığımı hatırlıyorum. Bir de o zamanlardan; çarşı camiindeki yaşlı Yusuf amcaya, haram yakacakla ısınmanın zararı ve ne yapabileceğim hakkında sorduğum sorular var aklımda.

Babamın karşısında yemek yiyemeyip, hepsinin boğazıma takıldığını; eve geldiği birgün dövmek için üzerime sıçrarken, yalınayak pencereden dışarı atladığımı; bazı zamanlar böyle evden kaçıp, sokaklarda dolaştığımı; akşamın karanlığında ışık yanan evlerden gelen çatal – kaşık, çay karıştırma sesleri, çocuk seslerini hatırlıyorum! Benim ıssız ve karanlık, giremediğim o evle; o akşamlarda yalınayak ve yalnız yaşadığım bu durum; yani çok zıt bir arka plân oluşturuyordu mahalledeki bu dekor!

Birgün babamın beni çarşıda yakalayışı ve arkasında sakladığı sopayla ayaklarıma vurdukça vurduğu ve benim bir süre ayaklarımın üzerine basamayışım geldi aklıma. Bugün yaşadığım o dehşet ve ayaklarımdaki o acı geçti, hafızamda daha derinlerde bıraktığı uzun süreli acı da geçti; fakat insanlar hakkında edindiğim bu ilk izlenim ve tecrübenin etkisi uzun süre geçmedi!

Bugün bile hayret edip, te’vil ve anlamakta zorlandığım şey; babamın vurduğu o sopalar değil, artık onu kabullendim; fakat güpegündüz çarşı ortasında, kahvehânelerin bahçesinde, dükkânlarının önünde oturan veya yoldan geçen onca amca, dede, insanın birisi bile kalkıpta “Ne yapıyorsun sen, bu kadar ufak çocuk, böyle dövülür mü!? İnsan savaşta esir aldığı düşmana böyle davranmaz!” demedi! Babamın elini tutmayı bırak, bu sözü bile demedi! Bilemiyorum belki sadece kalben buğz etmekle yetinmişlerdir! (Şikâyet mi ediyorum, isyan mı ediyorum, itirazım mı var? Hayır, bu sadece sitem!)

Elhasıl insanları tanımam ve haklarında ailem üzerinden, bilhassa babam üzerinden edindiğim bu ilk izlenim ve deneyimler hiçte iyi değildi. O zamanlar genelde insanların keskin tarafı denk geldi bana.

Gene hiç yeri değil belki ama: İnsan acı çekerken ve vücuduna darbeler alırken varoluşunu ve varolduğunu çok daha derinden ve net hissediyor! Düşünsenize dişimiz ağrımasa varlığını bile farketmiyor, hissetmiyoruz! Varoluşumuzu veya herhangi bir uzvumuzun varlığını; acı veya ağrı verirken daha net hissediyoruz!

Ya da bilmiyorum belki varlığın varlığını, yokluğundan çok daha fazla hissediyoruzdur da; devamlı hissettiğimiz bu hisse ülfet veya beynimizin elbiselerimiz veya oturduğumuz sandalyenin vücudumuza temas ederken yaptığı basınç ve etkiyi filtrelemesi, şuurumuzdan gizlemesi ve farketmememiz gibi veya akvaryumdaki balıkların her yönden eşit basınçlı suyun etkisinde oldukları için suyun varlığını farketmemeleri (yani suyun zıttını, dolayısıyle suyu ve suyun içinde olduklarını farketmemeleri) gibi; biz de varoluşumuzu, varlığımızın varlığını (böyle devamlı hissetmekten kaynaklanan bir sebeple) hissedemiyor olabiliriz.

Yani şuurumuz istikrar ve devamlılıklara değil, belki bu devamlılıktaki kesinti ve istisnalara dikkat ediyor olabilir. Beynimiz sadece farklı olana yönelip, bunu kodlama ve hafızaya kaydetmeyi daha ekonomik buluyor olabilir. Her neyse, konumuz bu değil; daha doğrusu sadece bu değil; konumuz çok.

Ne zaman bu yaşadıklarımı hatırlasam veya insanların kötülük ve duyarsızlığıyla ilgili bir benzerini haberlerde seyretsem; Bakara Suresi’nde meleklerin “insan”ın halife olarak seçilip, atanmasını taaccüble karşılayıp, hikmetini anlayamamalarını hatırlarım. Bir de Yusuf Âleyhisselâm’ın kardeşlerini, bir de Habil – Kabil’i. Bu sahnelerin Kur’ân’a girmesini ayrıca mânidar bulurum.

Bilmiyorum ki babamı mı daha çok suçlamalı veya kızmalı veya acımalıyım; yoksa babamı buna sevkeden şeytana mı daha çok hınç duymalıyım!? Şeytan gerçekten insanın apaçık düşmanı! Bu ortaklıkta hisse payları nedir acaba? Hem belki eğer varsa; babamdaki genetik, psikolojik veya nörâl, beyinsel, hormonâl eksiklik – bozukluk – hastalıklara da hisse ayırmam gerekebilir. Acaba bunlar içinde babamın iradesini ortadan kaldıran veya iradesini yanlış davranışa meylettiren; meyilden öte zorlayıp, düşüren faktörler var mıdır? Ahiretteki terazi ve mizanın; insanın ruh ve amellerinin analiz ve haritasını ânında çıkarıp, görüntüleyen tomografi, emar nevinden özelliği de var bence.

Elhasıl öyle şeyler yaşadım ki, Yeşilçam Filmleri’nde bu kadar olmaz diyebilirim. Yani bunları televizyonda seyretsem; “bu kadar saçmalık ve dram olmaz; ne biçim senaryo, ne biçim kurgu bu; hiç inandırıcı değil!” deyip, kanal değiştiririm! Fakat bence “hayat”, kurgu’dan çok daha inandırıcı ve kendini izlettiriyor; yani kanal değiştirmek pek mümkün olmuyor!

Zaten Dünya Sahnesinde herkes kendi hayatının başrolünde oynuyor ve değişik Salonlar, değişik Senaryolarda “baba, oğul, eş, öğrenci, işçi, vatandaş” gibi bir sürü Rollere giriyoruz. Yani “hayat” ile “kurgu” ve “oyun” arasında öyle sanıldığı gibi, büyük bir fark ve uçurum yok.

Yazılı – yazısız Toplumsal Sözleşme ve Sözlü – sözsüz Anlaşmalarla kendi aile, iş, devlet, kurum Sahnelerimizi kuruyor ve nesilden nesile aktarılan Senaryoları oynuyor, Davranış Motiflerini sergiliyoruz. Bu tür sosyâl anlaşma / sözleşmeler neticesinde; mes’elâ “falan para birimi şu değerde” diyoruz ve alışverişte kullanıyoruz; halbuki o kâğıt parçasının zâtî / madenî bir değeri yok. Tıpkı çocukların oynadığı oyunlarda, ellerindeki değersiz oyun kâğıtlarına oyun içinde bir önem ve değer atfedilmesi gibi.

Burada hayat’ın kurgu ve oyundan tek farkı: Oyuncu sayısının çokluğu ve sahnenin büyüklüğü ve oyuna hiç ara verilmemesi, ayrıca belli sınırlar içerisinde doğaçlamaya müsaâde edilmesi. Bunun sonucu olarak; hayatın da kurgu’nun bir çeşidi olduğunu farketmiyor, farketsekte unutuyoruz.

Biri Bizi Gözetliyor programındaki yarışmacıların, belli bir süre sonra kendilerini izleyen kameraları ve buradan yapılan 24 saat canlı yayımı unutması gibi; biz de meleklerin yaptığı Çekimi ve üzerimize yönelen Gizli Kameraları görmüyor; görsek bile unutuyoruz!

Yalnızken “yalnız” olduğumuzu zannediyor; kimse görmüyor sanıyoruz! (“Yalnız” kelimesini tarihte ilk kim bulmuş ve kullanmış ve dilimize nereden gelmiş acaba? Anlamı: “Yanımda hiç kimse yok” mu demek, yoksa “insan cinsinden kimse yok” mu demek?!) Neyse, bu konuyu da burada açık uçlu bırakalım.

Bazen evden diğer şehirlerdeki yakın akrabalar veya anneme kaçıyordum; otobüslere, biletsiz, muavine yakalanmadan, arka kapıdan binerek. Burada da akrabamın kocasının (enişte), daha evlerinin kapısından girerken, eşinin duymayacağı şekilde “1 – 2 gün kalırsın, sonra gidersin” demesi aklımda. Bazı akrabalarımın evlerine hiç sokmaması veya karnımı doyurduktan sonra göndermesi; son otobüsü kaçırdığımızdan, dedemle bir gece kahvehanenin birinde yatışımız; başka bir zaman, benim, eve alınmadığım apartmanın merdiveninde uyuyuşum aklımda veya akrabalarımın bazen beni otogara götürüp, gerisin geriye otobüse bindirdikleri. (“Akraba” kelimesi ile “akrep” kelimesi arasında etimolojik veya semantik bir kök akrabalık bağı var mıdır acaba!?) Ben akrabamın bahçesinde oynarken; akrabamın gelen misafirine benim için “geliyor, kalıyor ama çok yemek yiyor” şeklinde serzenişleri aklımda. Bunun üzerine, benim komşu veya tanıdıkların verdiği harçlıklarımdan, o eve şeker vs. zerzavat alışım.

Kişisel tarihimde filmi biraz daha geriye sarıp, tâ ilkokul öncesi döneme gidersek; orada da bir kaç tirajikomik hâdise göze çarpar. Mes’elâ o günlerde, bir motosıkletlinin bana çarpması ve benim beyin kanaması geçirip, hastanede ameliyat olmam var. Sonra çarpan adamdan şikâyetçi bile olunmayıp, karşılığında bilmem kaç lira “kan parası” ismi verilen birşeyi amcamın alıp, harcaması var. Sonra hastanede doktorların beynimi incelemek için annemden izin istemesi var! Yok yok çok zeki olduğum veya beynimde süper zekâ izleri gördükleri için değil; stajyer doktorlara ders vermek için! (Yok, annem izin vermemiş. )

Neyse ilkokul zamanlarımda, o çok istediğim “süper evliya” olamayacağımı anladıktan sonra; “falcılık, cinler, büyü ve beyin gücü, nazar, telepati, hipnotizma” gibi şeylere merak sardım. Şehrin kütüphanesine gidip, beyin dalgalarımı nasıl güçlendirip, yönlendirebileceğimi araştırmaya başladım. Bu konuda eşya ve mahalledeki arkadaşlarım üzerinde yaptığım denemeler de başarısızlıkla sonuçlanınca; bunu “teknoloji” yoluyla başarmaya karar verdim.

Bulutlardaki elektrik yüklerini bir yerlerden okumuştum. Şimdiki amacım parmaklarıma takacağım yüzükler ve sırtıma bağlayacağım aküyle bulutları kendime çekmek; bulutlar bana gelmeyeceğine göre benim bulutlara yükselip, süpermen olmayı başarmaktı! Tabi teknik ve parasal koşullar nedeniyle bu projem de başarısız olmuştu! Daha sonraki yıllarda bunu başaramadığıma sevineceğim hiç aklıma gelmezdi! Çünkü başarsaydım bulutlara yükselmek yerine, bulutlardan bana yıldırım çarpıyormuş meğer! (Demek “olan”dan başka, “olmayan”da da hayır varmış. )

Diğer başarısız olduğum “zamanda yolculuk, uzay gemisi yapıp, uzaylılarla irtibata geçme, dünya dönerken ayaklarımı yerden kaldırıp, başka bir noktaya tekrar inmek” gibi projelerimden hiç bahsetmeyeceğim.

Suda nefes alma aleti yapma çalışmalarımdan önce mi sonra mıydı bilmiyorum bir ara “robot” olmaya merak salmıştım. Artık yürürken, konuşurken, etrafıma bakarken tüm davranış ve edâlarımı kesik kesik, robotmuşum gibi yapıyordum! Biliyordum ki eğer robot olmayı başarabilirsem hiçbir şeye üzülmeyecek ve acı çekmeyecektim! Tamam sevinç ve mutluluk gibi duygu ve hazlar da olmayacaktı hayatımda ama olsun, bu bedeli ödemeye hazırdım. Sun’î deri kaplamamın altındaki metâl alaşımlı dokuma babamın sopaları etki etmeyecekti ya, bu yeterdi bana!

Annemin son defa evden kaçtığı o yıl ilkokul 5’i bitiriyor, orta 1’e başlayacaktım galiba, orta 1’de devamsızlıktan kaldım. Sonra o sene Bursa’da Çocuk Esirgeme Kurumu Yetiştirme Yurtlarına verildik 3 kardeş. Ben burada ortaokula tekrar başladım.

Burada da dinî kitap (Risale-i Nur) okumam, dinî – irticaî ayinlere (aslı “sohbet”) gitmem ve namaz kılmam sorun olmuştu. 2 – 3 kişi olan bize bir kâğıt imzalattı müdür; bize gereken ikaz / ihtar / uyarıyı yaptığını belgelemek için. Sonra bizi yurttan atmak veya başka yurda sürgünle korkutma gibi tehditler geldi… Elhasıl gizli gizli kitap okumalar, sohbetlere gitmeler, gizlice namaz kılmalar gibi enstantaneler var yurttaki hikâyemde.

Banyo haftada bir gün olduğu ve o gün de birkaç saat sıcak su verildiği için, soğuk su banyolarımı; hele soğuk suyu kafama boşaltırken kafama demir çubuklarla vuruluyormuş hissini unutmuyorum! Ya yağ – reçel veya peynir – zeytin olarak çıkan sabah kahvaltıları; yemek kaşığını dolduracak kadar verilen 5 – 10 zeytin, işaret parmağından biraz büyükçe verilen peynirler geldi şimdi aklıma. Sol görüşlü yurttaki bazı öğretmenlerin bizi küçük düşürmeye çalışmaları, bizi alaya almaları, psikolojik baskılar var hayatımın bu sahnesinde. Bir de yaşayanlardan ümidi kesip; ölülerden, türbelerden medet arayışım!…

Yemek yediğimiz yemekhânede sandalyeme dökülen yemeği silmek için sandalyeyi kapıp, mutfağa götürüşüm üzerine, nöbetçi olan öğretmenin: “Aptal olduğun buradan belli; insan bez getirir de siler sandalyeyi; sen koskoca sandalyeyi almış mutfağa silmeye götürüyorsun” diye kalabalık içinde beni utandırmaya çalışması geldi aklıma. Cevap olarak şöyle demiştim: “Hocam mutfağa git bezi getir, sil, mutfağa bezi götür gene sandalyene geri dön, otur; 2 gidiş 2 geliş. Ben bunun yerine sandalyeyi mutfağa götürüp, silip, getiriyorum ki 1 gidiş 1 geliş; zaman ve emekten % 50 tasarruf. ” O zaman öyle demiştim ama bilmiyorum ki sandalyeyi mutfağa götürürken böyle mi düşünmüştüm!?

Gene bir başka gün aynı yemekhânede yemek yerken, orada yemek yiyen 100 küsur çocuğa baktım, sonra ağır çekimle izledim onları. Bazısı ekmeği ağzıyla koparıyor, bazısının ağzında marul var dişleriyle onu çiğniyor, kimi de çatalına taktığı bir eti ağzına götürüp, onu dişliyor gördüm! Ağır çekimle izlediğim bu film karesinde insanlar ve ben çok câni ve absürd bir tablo çiziyorduk! Yaşamak için başka canlıları öldürüyor, yiyor, sonra tuvalete gidiyor, ıkınıyor; dışarıda vatan-millet-sakarya edebiyatları yapıyorduk! Akşam hanımla evde, çay bardağının masada bıraktığı izle ilgili tartışıyor veya biraz önce tuvalette rahatlıyor; sonra takım elbise-kravatla, birilerine konferans veya ders veriyor; daha ulvî mes’eleleri tartışıyorduk! Hayatın değişik zamanlarında yaptığımız bu davranışları, girdiğimiz bu durumları üstüste koyunca veya hızlıca oynatınca; bu hayat sinemasında yaptığımız çoğu şey bana tutarsız ve zıt, saçma ve çelişkili görünüyordu!

Hele “ölüm” ve herşeyi terkedeceğimizi bilmek! Ölüm, yaşanılan herşeyi saçma veya anlamsız kılıyordu! Matematikteki sıfır gibi, çarptığı herşeyi yutuyordu! Hayatın, ölümü de kapsayacak şekilde tutarlı bir açıklaması olmalıydı! Yani “hayat” da, rü’yalarımız gibi; ta’bir, te’vil, tefsir ve yoruma muhtaç!…

Bilmesine biliyordum ama bildiğimi bilmiyordum, yani çok sonradan farkedip, anladım ki: Anlam; Allah’tı! Anlamın kendisi; daha doğrusu anlamın anlamı; yani anlama bile manâ ve vücud kazandıran ve onu sabit ve sarsılmaz yapan Allah’tı! (C. C. )

Dışarıda, pencereden, değişik yönlere koşuşturan, işe yetişmeye veya yağmurdan kaçmaya çalışan insanlara bakarken; bu tabloda bir gariplik olduğunu için için hissediyordum; bu kadar insan nereye, niçin gidiyordu!? Hepsi de aslında hayatın genel akışı içerisinde aynı yöne gitmiyor muydu! Şu ânda mekânsal olarak farklı yer ve yönlere gitseler de, zamanın hepsini aynı ve tek yöne götürdüğünü biliyordum!

Bugün bile, bazı geceler, herkes uykudayken, kendimi; evin duvarlarına şüpheyle dokunup, “acaba rü’yada olabilir miyim!? Burada gerçekliğin dokusu acaba ne kadar zayıf!?” derken yakalıyorum! Hayır konuyu Matrix’e getirmiyorum veya size bir Matrix’ten uyanış hikâyesi de anlatmayacağım. Ama bazen hayatın uyanmak istediğim bir rü’ya olmasını çok istediğim zamanlar oldu!

Rü’yada rüyada olduğumuzu farkettiğimizde, nasıl rü’yadaki olayların etkisi kalkıyor üzerimizden ve nasıl rü’yadaki dekor ve olaylara ve fizikî kurallara etki edip, değistirebiliyoruz; yani “rü’yada olduğumuzu bilmenin etkisi”, rü’yanın yapı ve dokusunu çökertiyor! Acaba bu dünya hayatımızda da gerçekliğin dokusu, bu rü’yalarımızda olduğu gibi zayıf olabilir mi? Yani rü’yada olduğumuzu farketmemiz, rü’yanın yapısını çökertip, dokusunu bozduğu gibi; bu dünya hayatının da künhüne varmamız (mes’elâ bu hayatın da bir rü’ya çeşidi olduğunu farkedip, bilincine varmamız); buradaki gerçekliğe ve fizikî doku ve kurallara da müdahale etmemizi sağlayabilir mi?

Diğer ifadeyle: Rü’yadaki gerçekliği çökertme veya rü’yadan uyanmayıp, devam etmeye karar vermemiz; yani rü’yayı yönetmek için sadece rü’yada olduğumuzun farkına varmamız yeterli! Yani rü’yaya müdahale için herhangi bir “kuvvet ve enerji” gerekmiyor; sadece rü’yada olduğumuzun “bilgisi” yetiyor buna! Bunun gibi; dünya hayatımızdaki fizikî kural ve realiteleri de, “kuvvet” kullanmadan; sadece bir “bilgi ve bilinç ve inanç değişikliği”yle değiştirmek mümkün mü acaba? Yani içinde bulunduğumuz mevcut gerçekliğin doku ve yapısını değiştirmek; “kuvvet ve teknoloji” mes’elesi mi, yoksa sadece bir “bilgi ve bilinç” mes”elesi mi?… Veya “rü’ya”nın işleyiş ve mahiyeti ile “dünya hayatı”nın çok mu farklı kurallara tâbi? Yani yanlış bir analoji ve benzetme mi bu “rü’ya – dünya hayatı” kıyası?

Her neyse emin olduğum birşey varsa; kabirden kalkış – diriliş hâdisemiz; Matrix’ten, yani bir program, kurgu ve rü’yadan uyanmamız gibi olacak! Hâni rü’yada yaparken saçma veya sıradışı ve olağanüstü gelmeyen biri sürü şeyin, uyandığımızda öyle olduğunu farketmemiz gibi olacak; kabirden uyandığımızda dünyadaki gaflet ve ülfet uykusunda yaşadığımız ve gördüğümüz çoğu şey!

Veya rü’yadayken öldü gördüğümüz sevdiğimiz birisinin, uyandığımızda ölmeyip, yaşadığını görürüz ve seviniriz ya; aynen onun gibi ahirette de, bu dünyada öldü gördüklerimizin aslında ölmeyip, yaşadıklarını göreceğiz! Yani onlar geçmişimizde değil, geleceğimizdeler; bizi bekliyorlar! Bu konuyu da burada bırakalım.

Bazı geceler elime, bir yabancının eline bakıyormuş gibi bakıp, tedirgin olurdum! Veya “insanlardaki görünüş, yani deri ambalajına aldanmamak lâzım; içleri kan – irin, sinir, et, dışkı, gaz vs. dolu” diyerek; onları sevme, hattâ aşık olup, şehvet duymanın hiçte mantıkî ve rasyonel bir davranış olmadığını düşünürdüm.

Öyle ya; karşıma derisiz, kan – sinir lif ve damarlarıyla birisi çıksa; nasıl tiksinir veya ürker ve korkar, hattâ kaçarım; o hâlde kendimden de tiksinmem ve kaçmam gerektiği; aksi hâlde üstümdeki deri ve ambalaj ve görünüşe aldandığımı veya bu gerçeği unutup, en derinlerime iterek, kendi gerçeğimle yüzleşmekten korktuğumu itiraf etmem gerektiğini düşünürdüm.

Belki de herşey; tüm kanun, yasa, töre, âdet; aldığımız unvan, etiket; kazandığımız sıfat, uyduğumuz muaşeret kuralları ve davranış kalıplarıyla herşey; nesilden nesile aktarılıp, doğduğumuzdan itibaren öğretilen, tüm insanların ortaklaşa inandığı bir yalan; birlikte oynadığı bir senaryoydu!

Belki sadece uyurken ara verdiğimiz, aslında doğduğumuzdan beri 7/24 saat oynadığımız için rol yaptığımızı bile unutup, o rolle özdeşleştiğimiz; yani artık o oynadığımız karakter olduğumuz için; bir kurgu ve senaryonun içinde bile olduğumuzu unutmuş; bu sebepten herşeyi çok ciddiye alıyor, olması gerekenden çok daha fazla değer veriyorduk! Sonrada “o toprak senin, bu toprak benim; sen şusun, ben buyum” diye savaşıyorduk! Hakikâtte; öleceğimiz için hiçbirisi bizim değil ve biz kazanmadığımız için hiçbirşey bizim değildi! (Acaba Cennet’te de tapu – kadastro, parselâsyon ve vatan mefhumları var mı?)

Bu sorular da neydi, ne oluyordu bana!? Yoksa dünyaya gönderilen her insana (hayata uyum ve entegre olmasını sağlamak için) yüklenen “ana işletim sistem yazılımı” bana yüklenirken elektrikler kesilmişte, sıfır beyinle mi dünyaya gelmiştim!? Yoksa deliriyor muydum veya “delilik” ile “deha” arasındaki o belirsiz ve ince, flû ve bulanık çizgide dengemi bulmaya veya hangi tarafta olmaya mı karar vermeye çalşıyordum!?

Belki de deliler bizden daha akıllıydı; hiç değilse onlar akıllıyız numarası yapmıyorlardı! Zihin dışında herhangi bir varlığı olmayan, yani hariçte herhangi bir nesneye tekabül etmeyen “normâl – anormâl” gibi kavram ve ayrım ve isimler üretmiyor; bu tür sun’î kavram / ayrımları eşyaya giydirmiyorlardı! Bir yalana inanarak; kendi sanal gerçeklik hapishanelerini inşa etmiyorlardı! Düşünceyi; dil ve lisan hapishanesine kilitleyip, mantık kurallarıyla zincirlemiyorlardı! Bu soruları da burada bırakıp, yolumuza devam edelim.

Orta 3’te okurken bir gece telefonla babamın tüfekle vurularak öldürüldüğü haberini aldım, ertesi gün doğru İznik’e gittim. Jandarma tükenmez kalemle çizdiği resimde tüfek saçmalarının nerelere isabet ettiğini gösteriyor ve babamın düşmanı olup olmadığını soruyordu.

Burada hatırımda kalan; cenazesini bir minibüs içerisinde akrabalarımla İznik’ten Yenişehir’e getirirken, menteşesiz tabutun kapağını düşmemesi için bana tutturmaları ve yolda bazen kayıp, açılan kapağın arasından tabut içerisindeki kefenli cesedi ve göğüs tarafında kurumuş kan lekelerini gördüğümdü! Bu tabutta yatanın babam olduğuna inanamıyordum! Azrail Âleyhisselâm’ın babamdan çok daha güçlü olduğunu, o gün aynelyakîn görmüştüm!

Yurttan çıktıktan sonraki yıllarım da pek parlak geçmedi, yurttan ayrılıp, hayata tutunmaya çalıştığım o yıllar, periyodik olarak senede 2 – 3 defa, intihar etmeyi düşündüğüm yıllardı!

20 – 30 civarı iş değiştirmiş veya işten çıkartılmıştım; istikrarsızlıkta bir istikrar vardı bende! Alacağımı alamadan işten çıkartıldığım ve 2 – 3 ay iş bulamadığım ekonomik kriz zamanlarında, belediye parklarında bomboş otururken; “Halkın vergileriyle yapılmış bu parkta senin oturmaya hakkın yok! Toplumun sırtında kesilmesi gereken bir ursun sen!” diye kendimi dünyada ne kendisine ve ne de başkasına faydası olmayan, bilâkis zararı olan bir yük olarak görüyordum. Bir iş’te çalışmanın, kişilikle bu kadar bağlantısı olduğunu bilmiyordum! Bu aralar inşaatta amelelik bile yaptım, daha doğrusu yapmaya çalıştım.

Sonra “Delta Force Stratejik Plânlama&Tanıtım&Ar-Ge” isminde şahıs firması kurdum. Zaten “pazarlama, emlâk, reklâm, ajans, tanıtım” gibi hizmet sektöründe sermaye de gerekmiyor; daha doğrusu bu işlerde asıl sermaye “müşteri portföyü”.

Bu işimde proje olarak: Her sektörden tek bir firmayla (hastahane, pastahane, lokanta, matbaa, kırtasiye, ofis mobilyası, ev mobilyası, otobüs seyahat firması gibi) olmak üzere ortalama 100 küsur firmayla senelik indirim anlaşması yapacak. Sonra basacağım aileye özel Delta Force Card’la ortalama 25 bin aileye bu kartı ücret mukabilinde satmayı ve senelik anlaşma yaptığım firmalardan da aylık 10 milyon lira almayı plânlıyordum. Sonuçta 25 bin aile ortalama 4 kişi olduğuna göre; yani 100 bin kişiyi o sektörde sadece o tek firmaya yönlendirecek; böylece firmanın da çok ucuza reklâm –pazarlamasını yapmış olacaktım.

Daha sonra bu 25 bin aileye broşür dağıtma; bunlara edeceğim telefonlarla (oturduğum yerden) kısa zamanda ürün – pazar – anket araştırmaları yapma; deneme veya reklâm – tanıtım amaçlı promosyonlar verme; üye firmalarla ortaklaşa tam sayfa reklâmlar vererek firma başına reklâm mâliyetlerini azaltma; ortaklaşa çeşitli organizasyonlar düzenleme gibi plânlarım da vardı.

Ayrıca karta bulacağım sponsor veya alacağım reklâmlarla kartın zaten çok cüz’î olan basım mâliyetini de çıkartmış olacaktım. İlerleyen zamanla birlikte bu 100 bin kişi ve üye firmalar üzerinden kendi pazarlama – tanıtımımı ve marka – imaj çalışmamı yapmış; artık buradan bağımsız milletvekili adayı olup, kapağı meclise atmayı; sonra başbakan olmayı plânlıyordum! (Aklıma Zübük filmi geldi, nedense!)

Tabii tahmin ettiğiniz gibi; bu proje de gerçekleşmedi, daha doğrusu ölü doğdu. Projenin ilk ayağı olan firmalarla senelik indirim anlaşması yapma kısmı olmadı; diğer ayağı olan 25 bin aileye indirim kartı basma ve dağıtma işi de gerçekleşmedi. Arkamda güçlü ve tanınmış bir firma ve sermaye de olmadığı için kimseye güven vermiyordum. Görüştüğüm firmalar 25 bin ailenin listesini görmeden indirim anlaşması yapmak veya anlaşma yapsalar bile aylık ödemelere şimdiden başlamak istemiyorlardı. Aileler de indirim anlaşması yapılan firmalar henüz ortada olmadığından kart parasını vermeye yanaşmıyorlardı! Elhasıl kendini besleyen kısır döngünün ticaretteki örneği gibiydim! Sonraki aşama olan; karta sponsor ve reklâm bulmaya teşebbüs bile edememiştim.

Elhasıl sermayesiz 2 – 3 ay sürdürebildim bu işi, firmalara bile (belediye halk otobüsüne binecek kadar bile param olmadığı için) yürüyerek gidiyordum. Zaten 2 – 3 aydır ev kiramı da veremiyor, faturaları ödeyemiyordum. Ev dediysem; kerpiçten yapılmış duvarları olan; çatısından yağmur giren, tespih böceği düşen; şofben ve sobası olmayan; küçük bir avlunun ayırdığı 2 odası olan; zaten yol geçeceği için yıkılacak; yani bırak ailenin bekârın bile yaşaması uygun olmayan müstakil, eski bir evdi. Zaten bu evi bulduğumda kiralıkta değildi; sahibini bulup, cüz’î bir fiyata kiralamaya ikna etmiştim kendisini.

O günlerde ehliyetimi rehin bırakarak, haftalık veresiye alışveriş yaptığım bakkaldan bile birkaç sene sonra borcumu ödeyip, ehliyetimi geri alabildim. O günlerden birinde, alabildiğim 3 – 5 patatesin yarısını akşam yemiş, kalan yarısını da sabah yemek için ayırmıştım. Menülerim genelde yoğurtlu makarna oluyordu. Hele evin avlusunun bahçesinde yıkadığım tek çay bardağımın elimden kayıp, yere düşmesi sırasında kalbimdeki korku ve heyecanı hiç unutmuyorum! Çünkü kırılırsa, başka bardak ve alacak param yoktu!

İşte cüz’î kirasını bile ödeyemediğim, tek odasını ancak kullanabildiğim bu evden; tek çekyatımı, küçük kitap dolabımı, küçük tüpümü ve tenceremi yükleyerek kaçıyordum. Hem de yağmur çiseleyen gri birgünde, açık kasa bir kamyonetle; yani hava, kamyonet, ıslanan eşyalar; yani sahnedeki dekor bile trajediyi arttırmak için sanki özel olarak ayarlanmıştı! Sanki hayatımda bütün bu başıma gelenler beni bir yerlere götürmek için özel olarak seçilip, tasarlanmıştı! Şifreyi kırıp, kodu çözebilirsem; bana gelen bu mesajı öğrenmiş olacaktım.

Yetiştirme Yurdu zamanlarına tekrar dönüyoruz: Yurda verildikten sonra bende vesvese ve takıntı ve evhamlar başladı. Fıkıh öğrenmeden tasavvufa daldığım ve evliyaları kendime rol model / örnek aldığım için, kendimi onlar gibi olmaya zorluyor. Başaramayınca veya bundan bıkkınlık ve nefret gelince; burulmuş yayın serbest kalması gibi, herşeyi bırakıyordum!

Örneğin “nasıl bir büyüğünün yanında ayağını uzatamıyor ve lâkayt davranışlarda bulunamıyorsun, o hâlde Allahu Teâlâ’nın seni izlediği her yerde ayaklarını uzatamazsın, kimse yokmuş gibi davranamazsın” diyordum kendi kendime. Ayak uzatmayı ve diğer beşerî davranışlarda bulunmayı, büyük bir cürüm ve günah ve utanmazlık olarak görüyordum. “Onun gördüğünü bile bile bunları yapıyorsan; ya aslında inanmıyorsun sen veya görmesine ehemmiyet vermiyorsun! Bu nasıl iman!? Bu nasıl haya!?” diye kendi kendimi suçluyor, hatta nefret ediyordum! Halbuki bilmiyordum ki ayak uzatmak haram ve günah değilmiş! Meğer aciz ve zaif insana, böyle bir ruhsat ve izin verilmiş!

Ya o mezhep veya şu içtihad hatalıysa diye 4 mezhebe birden uymaya çalışıyordum. Saatlerce banyo yapıyor, defalarca abdest alıyor, kıldığım namazları olmadı – bozuldu deyip, tekrar kılıyor; tuvaletlerde 1 – 2 top tuvalet kâğıdı harcıyordum! Bazen kıldığım 2 rek’ât namaz, taş taşımaktan çok daha yorucu ve eziyetli geliyordu bana; bitse de rahatlasam, tekrar abdest almak veya tekrar kılmak zorunda kalmasam diyordum! Yani namazı kılarken değil, bitirince mutlu oluyordum!

Namaz dışındaki zamanlarımda da; kullandığım diş veya ayakkabı fırçasının hangi kıldan yapıldığı; ayakkabı boyası, diş macunu, bulaşık deterjanının biyokimyevî yapısı ve içinde alkol nev’inden necis maddeler bulunup bulunmadığı; yemeklerde margarin kullanılıp kullanılmadığı gibi soru ve şüphelerle boğuşuyordum!

Elhasıl “ya hep ya hiç” karakterli bir sarkaç gibi bir uçtan diğer uca savruluyor; bir türlü vasat ve denge noktasında sükûnet ve itmi’nan, sekine ve huzur denilen duyguları yaşayamıyordum! Belâ en çok sevenlere gelirmiş ya; fakirlik ve sıkıntı ve acı çekmediğim bir günüm olursa; artık Rabbimin beni bıraktığı, “ne hâlin varsa gör” dediğini zannederek, kendimden şüpheleniyordum! Elhasıl ne kendimden ve ne de Rabbimden emin olamıyordum!

Sanki mutlu ve huzurlu olmak yanlıştı; hep ağlamalı, hep sıkıntı ve acı çekmeliydim ben! 60 küsur senelik hayatın 12 sene büluğ öncesini çıkarsak, kalan 40 senenin de 13 senesinin uykuda geçtiğini hesaplarsak; 20 – 25 küsur senenin her günü işkence altında geçse, ebedî ahiret hayatına göre bunun ne önemi vardı! Hem zaten dünya müslümanın cehennemi, kâfirin cenneti değil miydi!?

Bende yanlış giden, yanlış çalışan birşeyler vardı! Hayır tüm insanlar yanlış yöne gidiyor da, bir tek ben doğru yöne araba sürüyor olamazdım! Demek yola ters yönden giren bendim! Rabbimiz bize İslâmiyet’i, insan dünyada ve ahirette nasıl mutlu ve huzurlu olur, nasıl saâdete erişir onu göstermek için göndermişti; yaşamayı işkenceye çevirmek için değil! Evet, yanlış bendeydi! Demek içimde arızalanmış bir donanım veya bozulup, silinmiş bir yazılım vardı ki; ibrelerim eğri çalışıyor, göstergelerim doğru göstermiyordu!

Buradaki en önemli yanlışım: Aciz ve zayıf, eksik ve kusurlu olduğumu unutmuş olmam; üstelik kendimi kutup ve gavs olacak kapasite ve kabiliyette görecek kadar kibirli olmamdı! Sevmek ve ısınmak isteyip ama kendimi uzaydan gelmiş bir yabancı gibi hissettiğim bu dünyada; o alelade, ortalama insanlardan birisi olmak istemeyişimdi! Elhasıl kusur ve problemin bende olduğunu itiraf edip, doktora gitmem çok sonra oldu; burada da “obsesif kompulsif” olduğumu öğrendim! (Ne olduğuna internetten bakarsınız. )

Bir yerlerden okumuştum: Kişi babasını nasıl görüyorsa, Rabbini de öyle zannedermiş! Rabbim’e karşı duyduğum korku ve güvensizlik ve “O da beni sevmeyip, terkeder veya cezalandırırsa!” endişesi; belki anne – babam ve diğer insanlardan kalmış manevî bir mirastı bana!

Diğer yandan; kendime ve sevmediğim diğer insanlara karşı İslâmiyet’i bir sopa olarak görüyor; kendimi ve herkesi İslâmî açıdan eleştiriyor ve kınıyor; kendimle birlikte herkese kızıyordum! Sevmediğim, hatta nefret ettiğim insanların İslâmî eksik ve yanlışlarına bakarak, onları acımasızca eleştiriyor, kafamda sopalıyordum! Halbuki onlara uzak ve soğuk olmama İslâmî bir kılıf ve mazeret üreterek; güya bu tutum ve davranışlarıma meşruiyet ve ulvîyet kazandırıyordum! Güya İslâmî ve ulvî hissiyat / hassasiyetlerimden dolayı insanlardan uzak duruyordum; halbuki insanlara duyduğum şahsî kin ve öfkemi böyle tatmin ediyor; yüzleşmekten korktuğum bu gerçeği kendimden böyle saklıyor ve rasyonalize ediyordum! Bu konuyu da burada bırakalım.

Geceleri uykumda, yani irade ve kontrolümün zayıf olduğu zamanlarda; cinler de rahatsız etmeye başlamıştı beni! Yarı uykulu yarı uykusuz, yarı bilinçli durumlarda rü’yalarıma müdahale ediyorlar ve uyanmak istediğimde de gözlerimi açtırmıyor; “karabasan” gibi yataktan kalkmama müsaade etmiyorlardı!

Zorla uyutup, gösterdikleri bir rü’yada yattığım odaya bir sürü koltuk taşıtıyorlardı ama koltuklar döner koltuk olduğu için ayaklarıma çarpıyordu taşırken. Bu esnada rü’yadayken dedim ki “Zaten rü’yadayım, dünyadaki gibi yavaş taşımama gerek yok bu koltukları; ruh hızıyla taşıyayım bari. ” Böyle dedim ve hızlıca taşımaya başladım koltukları. Demez olaydım! Sanki rü’yadaki fizik yasalarını ihlâl etmiş ve kurallara karşı gelmişim gibi; rü’yamdaki tüm dekor ve içindeki eşyalar zangır zangır titremeye ve oynamaya başladı! Çok korktum, bırak gözümü açıp, uyanmak ve dudaklarımı kıpırdatıp Ayetelkürsi okumak; Bismillâh dememe bile müsaade etmiyorlardı!

Vücudumun içerisine 5 – 10 tane cinnin girip, işgal ettiğini hissediyordum! Üzerimde uyku ve ağırlık yapıp, ruh veya irademin vücud üzerindeki kontrolünü bloke ediyorlardı! Gözlerimi açıp, uyanmayı başarıpta; okuyup, ellerime üfleyerek, vücudumu mesh ettiğimde ise; hepsi göğüs ve ayak ucumdan dışarı kaçıyordu! Hayır gördüğüm bir şey yoktu, sadece vücudumda hissediyordum onları. İçim ürperip, tüylerim diken diken oluyor ve gözlerimden yaş gelecek kadar rahatlıyor ve hafifliyordum. Şiddetli uyuma isteği ve gözlerimdeki kapanma baskısı da kalkıyordu. Bunun gibi, bazı geceler, kanın damarlarda cevelân ve deveranı gibi; içimde dolaştıklarını hissediyordum!

Şiddetli uyku bastırıp, yatağa yatınca hemen uyuduğum bazı geceler, kulağımın dibinde şiddetli patlama ve şimşek çakmalarıyla beni korkutup, uyandırıyor, yatağımdan sıçratıyorlardı! Bazı rü’yalarımda sevdiğim insan suretinde geliyorlar, tam yanıma yaklaştıklarında suretleri değişip, korkunç bir suret alıyorlardı! Bir keresinde zorla gözümü açmayı başardığım bir rü’yada, gözlerimdeki katrandan sert kabukların kırıldığını fakat hareket ettiremediğim vücudumun bu sert katranla kaplı olduğunu görmüştüm bir ân! (O gece, yatsıyı kılmadan yattığım bir geceydi. )

Artık, “ulan!” dedim kendi kendime; “gündüz insanlarla, akşam cinlerle uğraş; ne kardeşim bu ya; hep mücadele hep mücadele!… ”

Burada onların en büyük silâhı ve bizim en zayıf noktamızın; onlara karşı duyduğumuz “korku” ve bunun getirdiği “karşı koymama iradesizlik ve kararsızlığı” olduğunu anladıktan sonra işler kolaylaşıp, çözülmeye başladı.

Hem “Lâ havle velâ kuvvete…” sırrını hazmetmeden ve uçurumdan düşen bir insanın çaresizliği içerisinde Allahu Teâlâ’ya sığınmaktan başka bir alternatif olmadığını idrak etmeden; O’na mecbur ve mahkûm olup, tek kurtarabilecek Zât’ın O olduğuna şahid olmadan; elhasıl O’na güvenmeden ve dayanmadan; yatakta değil Ayetelkürsi, Felâk, Nas’ı okumak; Kur’ân’ı hatmetsen faydası yok veya çok az!

Cin demişken; yurttan anneme izinli geldiğim birgün, üvey babam (“üvey baba” deyince aklıma Kemalettin TUĞCU geldi nedense!) parasını kaybetmiş veya çaldırmış; evde şimşek ve gökgürültüleri vardı yani. Ben yorganın içine sinmiş ve uyuyormuş gibi yapıyordum! “Yarın cinci hocaya gideceğim, kim çaldıysa karnı şişecek!” diye ortaya tehditler savuruyordu! Ulan böyle evhamlı, vesveseli insanın yanında böyle denir mi! Daha böyle der demez, dikkatim karnıma yöneldi! Karnımda kasılma ve guruldamalar hissediyor; elimle karnımın şişip şişmediğini yokluyordum! (Uzun zaman sonra öğrendim ki parasını, habersizce annesi almış. )

Üvey baba deyince, aklıma öz babam geldi şimdi. Onun pazarda sattığı balıklardan kazandığı parayı kaybetmesi geldi. Sabah ayıldığında parayı sen çaldın diye beni bir güzel dövüp, küfrede küfrede evden çıkıp, gitmişti. Sonra ben babamın ceket, pantalonlarını karıştırarak, astarının içinde bulmuştum parayı. “Zaten dayağı peşin peşin yedik” dedim, vermedim o parayı.

Neyse uzatmayayım; birkaç cinci hocaya gittim kimi “su cini var sende” dedi muska yazdı; tabii muskada ne yazdığını görmek için içini açtığımı tahmin edersiniz! Galiba altalta 19 adet besmele ve Ashab-ı Kehf’ten bazı isimler yazıyordu. Başka cinci hoca “sende 3 tane sarışın hıristiyan cin var, hep seninle dolaşıyor, seni bırakmıyorlar” dedi. Sonraları birkaç tane de psikiyatri doktoruna gittim, onlar da “obsesif kompulsif” teşhisi koydular! Sizin anlayacağınız, her iki tarafla irtibatı koparmamaya ve 2 yönden tedavi olmaya çalışıyordum!

Bir keresinde doktorun verdiği bir ilâçtan sonra afedersiniz çevreme öküz gibi bakmaya başlamıştım! Artık olayları çok açılı, yukarıdan 5 kamerayla izleyemiyor; baktığım ağaçtan 20 anlam çıkaramıyor; önümden sür’âtle geçen otomobillerin herbirisinin plâkalarındaki rakamları yanyana toplayıp karesini alamıyordum! (Zaten araba plâkalarıyla ilgili bu işlemi eskiden de yapamazdım!) Sizin anlayacağınız, etrafıma bön bön bakıyordum. Ben de “ulan demek normâl insanlar çevrelerine böyle bakıyorlarmış” dedim ve o ilâcı bırakıp, normâl insan olmaktan vazgeçtim!

İşyerindeki arkadaşım da işin dalgasındaydı: “Oğlum bizim gibi avam insanlar nezle olur, grip olur; senin gibi havaslar ise ‘obsesif kumpulsif mi’ ismini bile telâffuz edemediğim hastalıklara yakalanırlar” diye benle dalga geçiyordu!

Elhasıl hayatımın uzun bir devresi, ailevî ve ekonomik ve psikolojik problemlerden başka; itikadî ve fikrî buhran ve bunalımlarla uğraşmakla geçti. Örneğin: Kendimin bir çeşit rü’yada olmadığına delil arama ve ikna etme çabaları ve bulamayışım! Öyle ya, eğer bir çeşit rü’yadaysam; rü’yadan uyanmadan, rü’yada olup olmadığımı nasıl ispatlayabilirdim ki!? Sonuçta lehte, aleyhte bulacağım her delil, bu rü’ya içerisinden olma ihtimâli vardı!… Tahayyül-ü şirk ve tasavvur-u küfr’ü, tasdik-i küfürle iltibas etmelerim… Amelin evlâsını ararken, harama düşmelerim gibi…

Anne-baba ve akraba üzerinden dış dünya ve insanlar hakkında edindiğim bu ilk izlenim ve deneyimlerden sonra; “anne-babam böyleyse, diğer insanlar ne yapmasın!?” diyerek; insanlardan kaçışım ve onları sev(e)memem, bazen nefret edişim!… Aslında hiç yardım etme niyeti taşımayan, otomatik güleryüzle, yapmacık “nasılsın” demelerinin; bana küfrediyorlarmış gibi hissettirmesi!… Tüm devamsızlık haklarımı kullanarak, okuldan devamlı eve veya cami köşeleri, avluları veya çay bahçeleri ve kitapçılara kaçışım!… Sanki kitapları uyuşturucu niyetine kullanıp; sanki birşeylerden kaçar ve unutmak ister gibi, buralarda saatlerce kitap okuyuşlarım… Kitap okumak için gittiğim Din Görevlileri Derneği’nde yaşlı bir amcanın bana “buraya 18 yaşından küçükler giremez” demesi geldi şimdi aklıma…

Ankara Üniversitesi’nin 2 yıllık İnşaat Meslek Yüksekokulunu kazanmam ama maddî – manevî sebeplerden birkaç ay okuyup, kaydımı dondurmam ve sonra sildirmem; sonra Hacettepe’nin 2 yıllığını kazanmam ama hiç gitmemem. En sonunda Anadolu Üniversitesi’nin 4 yıllık İşletme Lisans Bölümü’nü bitirmem.

Sonra askere giderken kısa dönem askerliği değil de yedek subaylığı tercih etmem (buradan aldığım maaşla, evlilik paramı biriktirecektim) ama kısa dönem askerlik çıkması ve buna sevinmem.

Yurtta kaldığım zamanlarda Piramit veya Bermuda Şeytan Üçgeni’nin ufak bir model ve prototipini yapıp, buna sanayi cereyanıyla yatay elektrik akımı verip, ortaya çıkan dikey magnetik alanla dipolarizasyon meydana getirme, böylelikle modelin içindeki sineği ışınlama projelerime falan ise hiç girmeyeceğim!…

Limonun tadı mı “ekşi”, yoksa tat olarak “ekşi” bizde tanımlı ve kodlu da; limon sadece o tanım ve kodu mu aktive ediyor? Yani tüm tatlar ve kokular, renkler ve şekiller dışımızda değil; içimizde mi!? Dışarıdaki eşyanın tüm fonksiyonu, bu içimizdeki program ve kodları uyarmak ve canlandırmak mı sadece!?… Dışarıda gördüğüm ve hayranlıkla seyrettiğim bu manzara, sadece bir doğa manzarası mı; yoksa bu doğa aynasında hakikâtte kendi yansımamı mı seyrediyor ve hayran oluyorum!? Dışarıda gördüklerim, aslında kendi içimde gördüklerim veya benden dışa yansıyan şeyler mi!?… Madde’nin hareket hızı; fazını belirliyor? Mahiyet ve hüviyetini de belirliyor mu, nasıl?… Gibi problemlerimden ise başka zaman bahsederim.

Burada yazdıklarım hayalî olay ve kahramanlar değil, bizzat yaşadıklarım; belki yanlış ifadeler kullanmış olabilirim ama hiç mübalâğa ve abartma yapmadım; hattâ bunların çok azını paylaşabiliyorum sizinle. Yani yazdıklarım var, yazamadıklarım var; sonra unuttuklarım var, bir de unutmak istediklerim var…

Kitap okumak veya ders çalışmak için sık sık ve devamlı olarak gittiğim Bursa Ulucami civarındaki Kozahan Çay Bahçesi’nde gelecekte eşim olacak kişiyi gördüğümde; kulağıma dışarıdan ve gaibten fısıldanan “Bu kişiyle evlenmek için dua et, duan kabul olacak” sözünü ve o kişiyle evlenip, çoluk çocuğa karışmamı ve bugüne kadar ki maceralarımı belki başka zaman anlatırım. (Ha ambulâns geldi mi, aşağıda mı? Şimdi geliyorum! 🙂

Ama şunu belirtmeden geçemeyeceğim: Evlenmek, hele çocuk sahibi olmak hiç rasyonel ve mantıklı gelmiyordu bana! Hâlen de geldiğini söyleyemem. Çünkü insanın dünyada sevdiklerinin sayısını arttırması, onların elemleriyle acı çekme riskini de arttırıyor! Kendi acılarımda zorlanırken, bir de başkalarının yükünü omzuma almak, böyle bir riske girmek hiçte akıl kârı gelmiyor bana! Ama bu aşamada mantıklı olmayı bıraktım; hormon ve güdülerime ve duygularıma; yani “fıtrat” programlarıma uymaya karar verdim. Zaten “sevgi, muhabbet, yardımseverlik, fedakârlık, anne-babalık, şehidlik” gibi çoğu ahlâkî davranış ve tutum, değer ve sabitelerin mantıkî taban veya pragmatik temeli yok ve olmaz ve belki de olmamasıdır, bunları değerli ve önemli kılan…

Bu yazının final sahnesi ve sonuç cümleleri yok. Daha doğrusu sonucu ben de bilmiyorum! Finâl sahnesi olmayan bir yazının size faydası olur mu? Bunu da bilmiyorum, sanırım bunun cevabı sizde.

Benimle benzer sıkıntı ve tecrübeler yaşamış başkalarına da bir faydası olur kanaâtiyle; bu yazının detaylı ve genişletilmiş, bugüne kadar gelen güncel versiyonunu belki ileride www.metabilgi.org siteme eklerim.

Başlığı belki “Sınırlar” veya “Aklın Limitleri” olur; belki de “Gerçeğin Yapısı” veya “Gerçek’in Dokusu” gibi birşey, bilmiyorum. Çünkü film bitmedi, macera devam ediyor!

Ayhan Küflüoğlu / Risale Haber