Etiket arşivi: iman

Metropolde iman etmenin zorlukları

Yeni çağların en büyük devrimi, dünyanın bu beklenmedik, bu kör edici görüngenliği.” Emile Ajar, Kral Salomon’un Bunalımı’ndan.

Askerliğine kadar hayatı İstanbul’da geçmiş bir arkadaşım vardı. Askerliğini Urfa’da yapmıştı ve her Türkiyeli gibi anılarını paylaşmayı seviyordu. Bir keresinde en çok gece nöbetlerinden korktuğunu söylemişti. İnsan gece nöbetlerinden neden korkar? A) Karanlık. B) Terör. C) Yalnızlık. D) Bölge itibariyle. B şıkkına daha fazla ihtimal verdiğimi söylemeliyim. Bu düşüncemi bir soru cümlesi olarak kendisine de açtım. Ondan olmadığını söyledi. Şaşıracaksınız, ama korktuğu kurşunlar değil, yıldızlarmış. Gece nöbetlerinde gökyüzüne bakmaya korktuğunu anlattı. Çünkü yıldızlar çok haşmetli görünüyorlarmış! Hatta şakayla karışık şöyle bir iddiası vardı: Urfa’da yıldızların dünyaya daha yakın olduğunu düşünüyordu. Kafasına düşecek gibi görünmelerinin başka açıklaması olamazdı.

Metropol çocukları güledursunlar. Ben ne demek istediğini anladığımı sanıyorum. Çünkü, bir metropolde değil, küçük bir ilçede büyüdüm. Yalancı ışıkların daha az olduğu, dolayısıyla, yıldızlarla konuşmanın daha kolay olduğu bir yerde geçti çocukluğum. Bazı yaz geceleri gözümüz semada saatlerce sohbet ettiğimizi hatırlıyorum arkadaşlarımla. Hayaller kurarak veya öyküler uydurarak.

Gökyüzü o zamanlar önemli bir meseleydi. Bir yıldızı kayarken gördüğünüzde anlatacak bir hikayeniz de olurdu. Kendinize bir yıldız seçerdiniz ve sonra da “Hangisi senin? Hangisi benim?” kavgası ederdiniz. Gündüzleri de bizden kurtulamazdı dev ekran televizyonumuz. Bu sefer de şekilden şekile giren pamuk tarlalarıyla uğraşırdık. Birisini birşeye benzetirdik, ötekini başka birşeye… Bazen bir uçak geçerdi tam da güneşin önünden. Nasıl yanmazdı o? Bulutların arasından geçerken hiç mi kanatlarına pamuk takılmazdı? Sanki Allah bu büyük sinema perdesini yerde canımız sıkılmasın diye yaratmıştı.

Bir keresinde de yağmur bulutlarından korktuğumu anımsıyorum. Ağılkapısı isimli bir köye gitmiştik. (Resmiyette daha çiçekli-böcekli bir ismi var.) Yengemlerin köyüydü ve bir tepenin dibindeydi. (Şimdi o tepeyi heyelan tehlikesinden dolayı dinamitle traşlamışlar diye duydum.) Güzel bir hava vardı ve çocuklar olarak hemen ‘tepeye ilk önce kim çıkacak’ yarışına başladık. Diğerlerini geride bıraktığımı hatırlıyorum. Tırmanırken ardını görmek mümkün değildi. Ancak zirveye çıktığınızda arkasında uzunan geniş araziyi görüyordunuz. Hırsla tırmandım. Zirveye vardığımda onunla karşılaştım.

Arazinin diğer ucundan sanki bir ordu geliyordu. Korku filmlerindeki sahneler gibiydi. Arada çakan şimşekler görünüyordu. Ve bulutlar, hızını idrak edebildiğim bir çabuklukta, koşmakta idiler. Endişeyle aşağıya indiğimi hatırlıyorum. Yolda diğer çocukları da uyardım. Hep beraber bir eve sığınana kadar azıcık yağmur yemiştik bile. Ben yağmurdan değil bulutlardan korkmuştum.

Böyle şeyler artık olmuyor. Toprakla aramızda asfalt var. Allah “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?” buyurduğunda kimsenin evinde televizyon yoktu. Yalancı ışıklar yıldızları görünmez hale getirmiyordu. Zaten metropol denilebilecek bir yer de yoktu. Şehirler büyüdü. Elektrik keşfedildi. Sonra da sokak lambaları ve reklam panoları. Şimdi son bulmayan bir aydınlığımız fakat kaybettiğimiz bir gökyüzümüz var. Apartmanları aşabilecek göz zor bulunur. Sokaklar daraldı. Binalar yükseldi. Dolayısıyla doğal ekranlar küçüldü. Göğe bakmadan büyüyen çocuklarla dolu her yer. Onlara acıyorum. Çünkü onlar asla bir buluttan korkmayacaklar ve asla yıldızlar kafalarına düşecek gibi olmayacak.

Ama haklarını yemeyelim. Artık belgesellerimiz var. Biz gidip doğayı göremesek de, tıpkı gidip dalından toplayamadığımız kirazlar gibi, paketlenmiş halde bize getirilen ‘doğa parçacıkları’ onlar. Yaşasın kapitalizmin kolaylıkları! Serengeti Aslanları’nı mahallemizin kedilerinden daha iyi tanırız. Masai Mara yaylalarını köyümüzün yaylalarından iyi biliriz. Kendi günlüklerimiz yok ama Büyük Kedilerin Günlüğü’nü bizzat biz tutmuş kadar olduk.

Üstelik belgesellere tuhaf bir güvenimiz de var. Paketlenip bize getirilen kirazlardan çeşitli nedenlerle (hormon, ilaç, GDO vs.) şüphe edebiliyoruz, ama bunların ‘sahiciliğinden’ şüphemiz yok. Halbuki geçtiğimiz yıllarda birkaç yapımcı, o belgesellerde, aslında yaşanmamış olayların küçük kurgu ve senaryo oyunlarıyla yaşanmış gibi gösterildiğini itiraf etti. Bazı sahneler doğada bile çekilmiyormuş. Tabii, iyi niyetlerle, ‘halkın ilgisini o ürünlerde tutabilmek için’ böyle yapılıyormuş. Yani belgesellerden seyrettiğimiz doğa doğal değil. Araya giren insanlar ve onların bulaşık elleri nedeniyle kirlenmiş/yönlendirilmiş durumda.

Mürşidimin ‘beşerin bulaşık eli’ ifadesini kullanmasını şimdi daha farklı bir boyutta anlıyorum. İnsan neye dokunsa, neyi taşısa, doğal kalamıyor. Kurgulayıcılığının zararlarıyla onun aslını bozuyor. (Dağların taşımaya çekindiği emanet bu muydu yoksa?) Bunu yalanla yapmazsa, vurguyla yapıyor. Edebiyatı dahi biraz böyle.

Vurgu ilginç birşeydir. Azı çoğa galip eder. Geçtiğimiz yıllarda (2015 yılı) Cüneyt Özdemir Kanal D’nin Anahaber’ini sunarken kendisine atılan bir twiti okudu: “İyi haber yok mu hiç? Neden hep kötü şeylerden bahsediyorsunuz?” Özdemir buna şöyle cevap verdi: “Biz de isteriz size iyi haberler vermeyi ama maalesef Türkiye’de durum böyle.” Lafızlar tastamam tutmayabilir ama manaca konuşulan aşağı-yukarı buydu.

Özdemir’in cevabı doğrusu benim altını çizmeye çalıştığım şeye çok uyuyor. O gün işyerime giderken oynaşan yavru kediler de görmüştüm ve şöyle bir twit attım sonra: “Kediler insanların morallerini düzeltmek için birbirleriyle şakalaşıyorlardı ama anahaberlerin bunları görmeye niyeti yoktu.” Her sabah doğan güneş, o büyük döngü ve devinim kimsenin moralini düzeltmiyorsa ve anahaberler (hem de baharın ilk günlerinde) her gün yaşanan onca güzel şey içinde yayınlayacak iyi haber bulamıyorlarsa, Allah bizim için daha ne yapmalı? Göz böylesine kötüye hassaslaşmış ve iyiye körleşmişken Allah’tan daha fazlasını beklemek doğru mu? A’raf sûresi 179 denildiği gibi: “Onların kalbleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler…”

Haberlerden izlediğimiz dünya kurgu bir dünyadır. Kötüsü seçilmiş, iyisi her nasılsa bulunamamış, Bediüzzaman’ın İkinci Söz’de dediği gibi ‘nazarında pek fena bir memlekete düşen’lerin dünyasıdır. Hodbinliğinden/ben merkezciliğinden ötürü, faydasız gördüğü her iyi şeyi boşlamış, ‘ene’si için olmayan herşeyin doğal olarak kötüye dönüştüğü/dönüştürüldüğü karamsar bir dünyadır. Zaten bencilin dünyasında herşey karamsarlık kaynağıdır. Zira hiçbirşey istediği kadar ‘ben’inin etrafında dönmez. Bencile etrafında dönmeyen herşey düşmanı görünür. Çünkü onun merkeziyetini kabul etmemekle ona ihanet etmişlerdir.

Sinema ve dizi sektörü de bundan uzak değil. Beyazperdeden öğrendiğimiz dünya da aslında elekten geçmiş bir dünya. Üstelik tastamam seküler bir elekten. Beşerin bulaşık eli yine devrede. Şöyle üç-beş tane Küçük Emrah filmi izleyin mesela. Artık nasıl olur da Allah hakkında nasıl hüsnüzan edersiniz?

Ne kötülük varsa iyilerin başına geldiği ve kötülerin kazandığı bir âlem. Namuslunun, dürüstün, şereflinin her açıdan kaybettiği, hor görüldüğü, ama namussuzun zeytinyağı gibi üstte kaldığı bir tasavvur ve tahayyül! Kur’an kıssaları bize bunu mu söylüyor? Bu algı bizi nereye götürür? Bence bunlar bizi, hiç haketmediği halde, Allah’a isyana götürür. Kendi kurgumuzun içinden ‘sanki Allah hep öyle yaratıyormuş gibi yaparak’ Allah’a isyan etmek için nedenler devşirir ve sonra da onunla isyan ederiz. Çevremde Allah’la sorunu olan çoğu insanın böylesi acıtasyon filmlere, tavırlara, sloganlara, kitaplara düşkün olduğunu görmem beni şaşırtmıyor. Çünkü gerçekler onlara gerekli isyan malzemesini vermiyor. Kurgu nedenlere ihtiyaçları var. Mükellef sofralarda rakı içip sonra da fakirlik edebiyatı yapmalılar.

İyisinin durumu bile bundan iyi değil. Hep yakışıklı, hep güzel, hep komik, hep karizmatik, hep neşeli günahkârlarla dolu bir dünya. Bakıyorsunuz, pek de imana gerek yokmuş gibi duruyor. Böyle de mutlu olunuyor demek ki. Kalpler görünmüyor ki beyazperdede. Rolünü yapıp, hem de güzel yapıp, çıkıyor rolden oyuncular. Çıktıktan sonrasını bilmiyorsunuz.

Sırlar Dünyası, Kalp Gözü, bilmem nesi… Onların da bundan farkı yoktu. Anahaber bülteninde ‘sahte dilenciler’ haberi yapan STV, Sırlar Dünyası’nda Hz. Hızır çıkan dilenci hikayesi anlatıyordu. Cebimizdeki bozuk parayı versek mi, vermesek mi? Yine iyiler hep aptal ve kötüler hep akıllı. Kurtulmak için de mutlaka rüyana birilerinin gelmesi veya bir evliyanın seni 5. Boyut’tan ziyaret etmesi gerekiyordu. Kurgu bir dünya, dünyanın kendisinden değil, insanların elinden okunmuş bir dünya. Bu dünya fıtratın ayarlarını bozuyor.

Şimdi Bediüzzaman’ın Yeni Said döneminde gazete okumayı bırakmasını daha zengin anlıyorum. Sırf bir siyaseti terk değil bence onun ardındaki sır. Kendisine dayatılan kurgu dünyanın terkidir. Beşerin bulaşık eliyle kendisine sunulan, kötüsü seçilmiş, iyisi konulmamış medyayı reddediyor Bediüzzaman Said Nursi. Cüneyt Özdemirlere direniyor ve artık kainatı bizzat kendisi okumaya mesai harcıyor. Tıpkı emredildiği gibi. Çünkü Allah vahyinde “Belgeselden doğaya bakın!” dememiş, “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?” demiş. “Gazetelerden malumat edinin!” dememiş, “Hiç düşünmez misiniz?” demiş.

“Gazete gibi okumayın!” derken de kastettiği böyle birşey olabilir mi Bediüzzaman’ın? Kimbilir… Ama nihayetinde doğru bir evren ve varlık algısı doğru bir imanın başlangıcıdır. Eşyayı olduğu gibi görmeyen, Allah hakkında olmadık yalanlar söyleyebilir, inanabilir. Bu yüzden belki de Haşir Risalesi‘nin sûretlerinde (ve hatta Bediüzzaman’ın bütün hikayelerinde) iki yolcudan iyi olan, kötü olanın önce ‘varlık algısını’ düzeltmeye çalışır.

Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.

Ahmet AY – risalehaber.com

Tefekkür ve Muazzam Bir Hakikat

İnsanın sürur ve saadetine vesile olan muhabbetteki ve sevgideki saadetler, ulviyetler yalnız ve yalnız marifet ve muhabbet-i ilahiyenin kalplerdeki tecellisi ile tahakkuk eder.

Evet; insan, gurub zamanı ufuklardan aşıp giden güneşi tefekkür etmesindeki zevk, neşe ve sefanın yerini ne tutabilir ki fezanın, engin dağların, kamerin hal ve ahvallerine, ağaçların, çınarların, çiçeklerin letafet ve renklerine insan nazar ettikçe, acaba imanı inkişaf etmez mi? Diye akla geliyor. Elbette ki eder.

Evet; çiçeklerin, menekşelerin hal ve ahvallerini gözden geçiren ve tefekkür eden mütefekkirlerin ve ariflerin zevk ve sefasını düşününüz.

Şu engin, zengin ve o kadar da parlak yıldızlarla yaldızlanmış, süslenmiş ve tezyin edilmiş asumana bakınız ve düşününüz. Acaba imanımız tezayüd etmeyecek mi?

O güneş yedi rengi ile, ziyasıyla cihanı ihata ederek, nurlandırarak hükmü altına almasına bir bakınız ve düşününüz. Cenab-ı Hakk’ın (c.c.) varlığına, birliğine, cemaline, azamet ve kudretine nasıl şehadet ediyorlar? Kulak veriniz ve dinleyiniz.

Bu kainat bütünüyle Allahu Teala Hazretlerinin kudretinin, ilminin ve iradesinin hariçteki tecellisidir. Evet insan bu tecellileri tefekkür edip düşününce marifet ve muhabbet deryalarına dalıyor hayreti artarak “Allahü ekber, Allahü ekber” demeden kendini alamıyor. Ancak o hayret ve heybet ateşini bu kelime-i tekbir söndürebiliyor. Bu ise bir hakikati hatırlatıyor. O da “Kalpler ancak Allah’ı zikirle mutmain olur.”, şereflenir, izzetlenir ve ulviyet kesbeder.  

Bu tefekkür ve düşünceler masnudan saniye, mahluktan halıka, ubudiyetten mabudiyete pencereler açar ve insana şunu söyletir. Aman Yarabbi, sen nasıl bir Zat-ı Kibriya ve Ezel ve Ebed sultanısın ki; Vacibu’l- Vücudsun, şerikin, mislin ve nazirin yoktur. Madem sen varsın her şey var. Mesela, sen olmasan ne dünya, ne ahiret, ne cennet ve ne de cehennem olmazdı.

Bütün varlık ve mükevvenat senin varlığının, izzet ve azametinin, şefkat ve rahmetinin tecellisi ve tezahürüdür.  

Bu hakikati tefekkür ve tezekkür eden bir zatın Sen’in şanına yakışır kulluk ve ubudiyeti ifa etmesi hem vicdani ve hem de dini bir mükellefiyettir.

Bir sanatkar sanatında temaşa ve tefekkür edildiği gibi, bu kainat ve alem; yıldızları, güneşi, dağları, ovaları, bağları, hayvanatı ve nebatatı ile beraber var olmaları senin varlığına, sonsuz kudret, hikmet ve azametine şehadet eylediği gibi, gelenlerin sabit olmayıp gitmeleri ve başkalarının  onların yerine ikame edilip nöbeti devralmalarında da Sen’in ezeliyetine ve ebediyetine ayrıca bir delalet ve şehadettir.

Zerrattan seyyarata, mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna kadar bütün mahlukat lisan-ı hal ve kalleri ile Sen’i tesbih ediyorlar, Sen’i tahmid ediyorlar, tazim ediyorlar ve kendilerine mahsus hal ve etvarlarıyla kulluk ve ubudiyetlerini ifa ediyorlar. Bu kevni hakikat O’nun tercüme-i Ezeliyesi olan Kur’an-ı Hakim’de “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı tanıyıp tesbih etmesin” hakikati ile taçlandırılıyor. Demek ki; hem kevni ayetler, hem de kelami ayetler aynı hakikati terennüm ediyor. Kainat bir mülk ve bütün mahlukat bir nevi memluk, Ayrıca; Kainat bütünü ile bir mescid ve bütün mahlukat da birer sacid olarak malikine ve mabuduna devamlı zikir ve ubudiyetlerini her an ve zaman takdim ediyorlar. Bu sahife, ehl-i tefekkür ve tezekkür için devamlı müşahede edilmektedir.

Mesela; İnsan, o dağlarda ve derelerde, o bağlarda  ve bahçelerde, çiçek ve menekşelerde fikren tefekkür ederken; O çiçeklerin ve menekşelerin seher vaktindeki hal ve etvarları o insanların gönüllerine sürur ve saadet veriyor ve kalplerine huzur bahşediyor.

Ayrıca; bütün bu masnuatın halifesi ve mümessili olan insanların o seher vaktinde okudukları ezanlar da buna ayrıca bir güzellik katıyor ve onların tesbihat ve tahiyyatlarını kadi-ül hacata tevdi ve ilan ediyor. Bu da ayrı bir tefekkür boyutu olarak insanın dikkatini celb ve cezbediyor.

Ya o ucu bucağı görülmeyen derin deryalar içindeki çeşit çeşit, büyüklü küçüklü, rengarenk yüzen balıkları düşünüp onların halıkı keriminin azamet ve kibriyasını tefekkür etmek acaba ne büyük bir bahtiyarlıktır. Ya o semavata kadar çıkmış ve uruc etmiş o muhteşem dağların kendine has lisanları ile Allah’ın azamet ve kibriyasını ilan makamında temsil etmeleri, acaba o mütefekkirlerin imanlarını nurlandırıp tezayüd ettirmez mi ?

Evet o al ve yeşil çimenlerle bezenmiş ve süslenmiş olan sath-ı arzı temaşa ve seyreden ariflerin ve mütefekkirlerin zevk ve sefasının kıymet ve bahası olur mu?

Bu tefekkür ve tezekkür aleminin güzelliği ve bereketi ne biter ve ne de tükenir. Evet o tefekkürdeki aşk ve şevkin, saadet ve safa’nın neş’e ve sürurun lezzetleri ve keyifleri de bitmez tükenmez bir hazinedir.

Bu sırra binaen “bir saat tefekkür bir gece nafile ibadetten”, başka bir hadiste de “bir saat tefekkür altı sene nafile ibadetten”, diğer bir hadisi şerifte de “altmış yıl nafile ibadetten”, bir başka hadisi şerifte de “yetmiş beş yıl nafile ibadetten” daha bereketli ve hayırlıdır, buyuruluyor. Hadisi şerifleri ile Peygamber Efendimiz (ASM) tefekkür ibadetinin ehemmiyet ve azametini ümmetine emretmektedir.

Dolayısı ile bu nokta-i nazardan bakıldığında bir ağaç bir hazinedir, bir hayvan ayrı bir hazinedir, hele hele insan bu tefekkür âleminin ve hazinesinin en mükemmeli, en zengini ve en azametlisidir.

Bütün bu tefekkürden ve tezekkürden hâsıl olan saadetler, sürurlar, safalar, neş’eler ve keyifler; yalnız imandadır ve imanın bir meyvesi olan muhabbettedir.

Şairler ve edipler, bu güzelliklere meftun ve meclub olup nice nice şiirler yazmışlar. Edipler bu güzellikleri anlatarak aşk ve şevklerini tatmin etmek için kasideler derç etmişlerdir.

İşte bu güzellik ve kemalat bu manadaki ehli tefekkürü ve tezekkürü aşk-ı mecaziden aşkı hakikiye teveccüh ettirerek,  bir ehli hakikate şunu ifade ettirmiştir. “Sen yürü ki Leyla, ben Mevla’yı buldum.”

Bu mütefekkirlerin bazıları ariflerdir. Marifet tablolarını seyrederek tefekkür âleminde yüzerler. Bazıları da yukarıda zikredildiği gibi âşıklardır. Mükevvenatın tezyinatına meclub ve meftun olarak kendi mesleklerince hayretlerini arz ederler. Bazıları da şairlerdir. Âlemin güzelliği kendi şiirlerini ve sanatlarını süsleyip onlardan medet alırlar, nur alırlar.

Dolayısı ile her meslek ve meşreb sahibi bu güzellik ve hakikatlerden ala meratibihim istifade ve istifaze ederek, kendilerine has özellik ve güzellikleri ile tefekkürü keyiflendirerek ehli idrake ve şuura bu hakikatleri arz ederler.

Bu ehli tefekkür ve tezekkür, âlemi fikren gezerken ve  o güzellikleri tasavvur ederken kah seradan süreyyaya, kah asumandan yerlere fikren konup kalkarken zevk ve sürur içinde şöyle terennüm ederler.

“Kâh çıkarım gökyüzüne, seyreylerim âlemi;
Kâh inerim yeryüzüne, seyreyler âlem beni.”

demekle, bu hakikati nazara verip gafil insanlara Allah’ı hatırlatıyorlar.

Evet güzel bir gönüle, hakikatli bir vicdana, doğru bir fikre ve neş’eli bir tefekküre malik olmak, bütün dünyanın hazinelerine, definelerine ve servetlerine sahip olmaktan daha değerli ve daha hayırlı bir nimet ve devlettir.

Netice olarak; kâinatın bu derin, engin ve zengin tefekkür manzarasına ibretle fikretle bakıp, düşünen ve tefekkür eden insanın imanı nasıl inkişaf etmesin?

 Mehmed Kırkıncı

İnsanlar imani konularda nasıl aldanıyorlar?

İlk insan Adem (as)dan beri insanlık, birbirine zıt iki yolda yürüye gelmiştir. Bu, kıyamete kadar da böyle devam edecektir.

Bu yollardan biri, iman ve hidayet yolu; diğeri de küfür ve dalalet yoludur.

İnsaf ve vicdan ışığında bakıldığında, bütün güzelliklerin, hayır ve kemalatın, huzur ve saadetin iman yolunda; çirkinlik, şer, tahrip ve hakka tecavüzlerin de küfür yolunda olduğu açık bir şekilde görülecektir.

Dış dünyadaki bu kutuplaşma ve zıtlaşma, insanın iç dünyasında da cereyan etmekte, duygular ve hisler arasında çatışma şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kalp, akıl, vicdan insanı iman yoluna sevk ederken, nefis, his, heva ve vehim de inkar yoluna iterler.

İnsanın iç dünyası bu zıtların çarpışmalarına her zaman sahne olur. Bunlardan hangisi ağırlık kazanırsa, insan o cephede yerini alır, o yolda yürümeye başlar.

Bu alanda, insanı küfre sevk eden, fikri sapıklığa (dalalete) düşüren sebeplerin mühimleri üzerinde duracağız.

1 — Cehalet

Geçmişte ve günümüzde insanların küfre girmesine sebep olan saiklerin başında Cehil gelir. Feza araştırmaları yapan insan da eğer Allah’a inanmıyorsa, inanmamasındaki birinci sebep Cehalettir.

Burada kastedilen cehalet, eşyanın var oluşundaki niçin ve neden’i muhakeme eksikliği, yani basit ve sathi düşünmedir.

Cehaletin bir sebebi de, taassup ve taklittir. Geçmiş Peygamberler, kavimlerini imana ve tevhide davet ederken, karşılarına çıkan en büyük engel, bu olmuştur. Onlar, kavimlerinin taassubu ve atalarının sapık inançlarına körü körüne bağlılıkları ile ciddi mücadele vermişlerdir.

Kuran’da da bu husus üzerinde önemle durulur ve yanlışlığı vurgulanır.

Amr Bin As’a, bir gün: “Sen akıllı bir adamsın, İslamiyet’i kabulde gecikmene ne sebep oldu?” diye sorulmuştu. Amr Bin As’ın cevabı düşündürücü ve konumuza ışık tutucudur:

“Biz, bizden önceki kuşaktan yaşlı-tecrübeli, bize hakim bir toplulukla bir arada bulunuyorduk. Onlar karşılıklı dağlar arasındaki bir dağ yolunu tutup gittiler. Biz de oraya çıkıncaya kadar onlara uyduk. Onlar Peygamberi (asm) inkar ettiler. Onlarla birlikte biz de inkar ettik. O zaman yaptığımız iş üzerinde hiç düşünmedik. Sadece onları taklit ettik. Onlar ölüp gidince, işler bize kaldı. Kendimiz düşünüp karar vermek zorunda kaldık. Peygamberin (asm) işine bizzat bakıp doğruluğunu anlayınca, İslamiyet sevgisi kalbimize düştü…”

Günümüzde de durum değişmiş değildir. Çağdaş inkarcılar da, kendilerine büyük tanıdıkları, üstat kabul ettikleri şahısların ilkelerine, doktrinlerine, ideolojik fikirlerine, taassupla bağlı, körü körüne sadıktırlar.

2 — Kibir ve Gurur

İnsanların iman yoluna girmelerine mani olan ikinci husus, kibir’dir. Şeytanın Hak’tan sapmasına ve rahmetten kovulmasına, bu duygu sebep olmuştur.

Kibir, büyüklenme ve kendini yüksek görme hissidir. Kibir duygusunun asıl yeri, Allah hesabına, bütün kafir ve inkarcılara karşı üstün olmak, imanın izzetini korumak uğrunda hiç kimseye baş eğmemektir. Fakat düşüncesizlik ve gaflet yüzünden bu duygu insanı yoldan çıkarır, Allah’a ve Resulüne isyan bayrağını açtırır. Nitekim Nemrut’un ve Firavun’un kibri, onları, Allah’a karşı üstünlük taslamaya sevk ederken; Ebu Cehil’in kibri de kendisini Hz. Peygamber’e karşı üstün görmeye sevk etmiştir.

3 — Duygu yanılmaları ve yanlış değerlendirmeler (İnhiraf)

İnsanı küfre atan mühim bir sebep de, inhiraf denen duyguların yanılmasıdır. Tıpkı suyun içindeki bir cismi kırılmış gibi yanlış görme, hükmü ona göre verme ve o hüküm üzerinde fikir yürütmedir.

Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade eder:

“İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazen batıl eline gelir, hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken, ihtiyarsız dalalet başına düşer, hakikat zannederek kafasına giydiriyor.”

Kişiyi inkarcılığa sürükleyen inhirafın pek çok sebepleri vardır. Mühimlerinden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:

a) Maddi meselelerle devamlı meşguliyet, insanı maneviyattan uzaklaştırır. İman hakikatlerine karşı insanı anlayışsız hale getirir.

b) Allah Teala’yı yarattığı varlıklara (mahlukata) kıyas etmek de, mühim bir yanılma ve inkar sebebidir. Allah kainatın yaratıcısıdır. Her şey O’nun mahlukudur. Usta, eserine benzemeyeceği gibi Kainatın yaratıcısı da kainata benzemeyecektir.

c) İmani meselelerin yüceliği sebebiyle, aklın onların mahiyetini tamamen kavrayamayacağını düşünmemek… Bir şeyin varlığını bilmek başka, mahiyetini bilmek başkadır. Kainatta varlığını bildiğimiz halde, mahiyetlerini bilemediğimiz o kadar çok şey var ki… Mahiyetini kavrayamayışımız, o şeylerin varlığını inkar etmeyi nasıl gerektirmiyorsa Allah Teala’nın, meleklerin, Cennet ve Cehennem’in mahiyetlerini bilmememiz de onları inkar etmeyi gerektirmez.

d) Kafirlerin sayıca çokluğu, onların bazı imani meselelerin inkarında birleşmeleri de insanı dalalete atan sebeplerden biridir. Halbuki, kıymet ve ehemmiyet, sayı çokluğunda değildir. Nitekim, hayvanlar, sayıca büyük bir çoğunluğa sahipken, insan bütün hayvan türleri üstünde hakim olmuştur.

e) Maneviyatta ihtisas sahibi kimselere müracaat etmemek… Bir ilmin münakaşa konusu olmuş bir meselesinde, o ilmi bilmeyen kimselerin, başka bir ilimde ne kadar büyük ve kudretli de olsalar, sözleri geçerli değildir. Mesela, büyük bir mühendisin, bir hastalığını teşhis ve tedavisinde bir Tıp öğrencisi kadar sözü geçmez. Aynı şey manevi meselelerde de geçerlidir. Madde ile çok meşgul olduğundan maneviyattan uzaklaşmış, aklı gözüne inmiş, manevi meseleleri idraki daralmış kimselerin manevi meselelerdeki inkarları geçerli olamaz. Başta Peygamberimiz olarak umum 124 bin Peygamber ve asırlarca yetişmiş büyük alimler imani meselelerde ihtisas sahibidirler. O meselelerde onların sözleri dinlenir.

4 — Günahlara müptela olmak

İşlenen her bir günah, insanın kalp ve ruhunda yaralar açar, iman nurunu karartmaya başlar, insan günahta ısrar ettikçe kalbi, siyahlaşıp katılaşarak iman nurunu bütünüyle kaybedecek dereceye gelir. Bu bakımdan her günah içinde küfre gidecek bir yol vardır.

İşlenen günahların lekeleri tövbe ile hemen silinmezse, kalbi tamamen kaplayıp insanı küfre kadar götürebilir.

Bu konular muhtelif risalelerde yer almaktadır. Yukarıda ele alınan konular On Beşinci Sözün Zeylinde yer almaktadır. Oradan bir kısım alıntıları aşağıda yer almaktadır. 

Şeytan döndü, dedi: “Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllerine Kur’ân’ı ve Muhammed’i inkâr ettirdim.”

Elcevap:

Evvelâ: Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadar denilebilir.

Saniyen: Hem tebeî ve sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhal birşey mümkün görünebilir.

Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı ay zannetmiş, “Ayı gördüm” demiş. İşte, muhaldir ki, hilâl o beyaz kıl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için, o muhali mümkün telâkki etmiş.

Salisen: Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır.

Adem-i kabul bir lâkaytlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.

Amma inkâr ise, o adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur.

O halde, senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Hem, ey Şeytan, bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inat ve muğâlata ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle, çok muhâlâtı intaç eden inkâr ve küfrü, o bedbaht, insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun.

Mehmet Dikmen – sorularlarisale.com

Kader ve Cüz’î İradenin İmanın Hudutlarını Çizmesi

İnsan, nefs-i emmaresi cihetiyle, kemâl ve cemâliyle iftihar etmek, kusurlarına ve cinayetlerine ise bahaneler aramak yahut bunları başkasına yüklemek ister. İnsanın kendisindeki güzellikleri ve üstün vasıfları O Cemil-i Zülkemâl’in bir ihsanı olarak bilmemesi ve bunlarla iftihar etmesi gurura yol açar. Gururun ise çok dereceleri vardır. Kendi emsâline karşı gururlanmakla bir âlime karşı gururlanmak bir olmadığı gibi, bir müçtehide karşı gururlanmakla bir sahâbeye karşı gururlanmak da bir değildir. İşte bu gurur damarı, Ebû Cehil’de Peygamber Efendimize (s.a.v.) karşı gurura saparak imandan mahrum olma noktasına varmış, Firavun ve Nemrut gibiler ise daha ileri giderek Sultan-ı Ezel ve Ebed’e karşı gururlanmaya, ilâhlık iddiasında bulunmaya kadar götürmüştür. İşte gurur, sonunda insanı küfre, inançsızlığa kadar götürebileceği için kader insanın karşısına çıkmakta, bütün meziyet ve güzelliklerin ancak Allah-u Azimüşşân’ın lütuf ve ihsanları olduğunu bildirmekle O’nu gurur âfetinden kurtarmaktadır. Akl-ı selim sahibi her mü’min bu noktada şöyle düşünmektedir:

Arıyı bal yapabilecek, ipek böceğini de ipek dokuyabilecek istidatda yaratan Hâlık-ı Hakîm, insanı da hayırlı işler yapabilecek fıtratta halketmiştir. Dolayısıyla, insanda görülen bütün iyilik ve güzellikler Cenâb-ı Hakk’ın insana o istidadı lütfetmesinin neticesidir. O hâlde, arı balıyla, ipek böceği de ipeği ile iftihar edemeyeceği gibi, insan da kendi kemâliyle gururlanamaz.

Böyle düşünen bir mü’min hem gururdan kurtulur, hem de güzelliklerine bir güzellik daha katmış olur. Evet, insan işlediği güzel amellerle iftihar edemez ve gururlanamaz. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Sana gelen iyilikler Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.”5

Bediüzzaman Hazretleri de bu hakikatı şöyle ifade eder:

“Hasenatı isteyen, iktiza eden Rahmet-i İlâhiyye ve icad eden Kudret-i Rabbaniyye’dir. Sual ve cevap, dâi ve sebep ikisi de Hakk’tandır.”6

Bu hakikati bir misâl ile açıklayalım:

Cenâb-ı Hak, nar elde etmemizin yolunu nar ağacı yetiştirmek şeklinde takdir etmiştir. Burada nar ağacı sual, nar ise cevap makamındadır; ikisini de yaratan Hak Teâlâ Hazretleridir. Aynı şekilde, O Hakîm-i Ezelî bizlere Kur’ân-ı Kerîm’inde bir takım ibâdetleri yapmamızı emretmiş ve o ibâdetlere de çeşitli sevap meyveleri takmıştır. Namaz kılmak ve Kur’an okumak da Allah’tan onlarını sevabını vermek de Allah’tandır. Burada ibâdet sual sevabı ise cevap makamında olup, ikisi de Hakk’tandır.

Yukarıda, kendi kemâliyle gururlanan insanın, yaptığı fenalıklara da sahip çıkmamaya meylettiğinden bahsetmiştik. Hata ve kusurlara sahip çıkmamak, çocuklarda dahi görülen bir haldir. Bir çocuk, işlediği suçtan sıkılır, onu inkâr etmek yahut başkasına yüklemek ister. Hâlbuki aklı başında olan bir insan, kusurunu kabul edecek, ondan kurtulmak için gayret göstererek tevbe ile O Rabb-ı Rahîm’inin dergâhına iltica edecektir. Kusurunu bilmek fazilettir. Kusurunu kabul eden onu telafi eder. Eğer kusurunu kabul etmeme hastalığı bir insanda ilerledikçe sonunda onu, işlediği günahların mesuliyetini kadere yükleme, sapıklığına düşürür. Bu ise Allah’a iftira etmektir ve insanı küfre götürür.

Hatasını kabul eden bir mü’mini, Allah’a şerik koşmanın dışında, işlediği büyük günahlar iman dairesinden çıkarmaz. Lâkin Cenâb-ı Hak murad etmeseydi ben bu günahı işlemezdim; bana bu günahı kader işletti dediği takdirde küfüre girer. İşte insanı bu uçuruma düşmekten kurtarmak için, cüz’î ihtiyârî karşısına çıkar. İnsan bu cüz’î ihtiyârî ile günahlarını kendi arzusuyla işlediğini, kaderin onu zorlamadığını kabul etmekle küfre düşmekten kurtularak iman dairesinde kalır. Gafletten uyandığında tevbe kapısına yönelir.

İşte, kader ve cüz’î ihtiyârî birer hudut olup, sonunda insanı küfre kadar götüren iki yolu kapamış oluyorlar.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

5. Nisa, 4/79
6. Sözler.

Ahir Zamanda Mücahide Olmak

Çok değerli mücahide kardeşlerim.. Mücahide dememe şaştınız mı yoksa? Benim için İslam’ı kabul eden ben Müslümanlardanım diyen bütün kadınlar içlerinde çıkmayı bekleyen o cihat ruhunu saklayanlardır..

İman etmek öyle basit bir şey mi? La ilahe illallah davası uğruna nice kutlu insanlar şehit olmadı mı? Hem siz sadece cihat savaş meydanlarında silahla yapılır mı zannediyorsunuz?..

Ahir zamanı bir savaş meydanı olarak görelim. Etrafta dinimizle , kutsal kitabımızla , anamızdan babamızdan üstün tuttuğumuz Peygamberimizle(sav) savaşan insanlar yok mu?.. Hani bazen deriz ya ; keşke asrı saadette yaşasaydık Uhud da Bedir de düşman ile bilek bileğe savaşsaydık diye.. O zamanlara gitmene gerek yok kardeşim düşmanlar kıyamete kadar var. HAK ile BATIL savaşı devam ediyor. Peki nefislerimize sormamız gerekmiyor mu sen bu savaşın hangi tarafındasın? diye.. Tuhafınıza gitmesin çünkü bazen bilerek bazen bilmeyerek karşı taraftan taraf olabiliyoruz maalesef..
Kaçımız MODA denilen cehennem odası uğruna hakiki tesettürü kurban ettik bir düşünün.. Allah cc. kadının evde oturmasını cihat kabul ederken şeytana uyup kendimizi sokaklara atmadık mı.. Marka takıntılarımız yüzünden Deccalin bir özelliği olan İSRAFI düstur edinmedik mi.. Aman ayıp olmasın diye o elmas eli namahreme uzatmadık mı.. Namazı eğlenceye , müziği kur’an okumaya , tv izlemeyi zikire tercih etmedik mi?..
Vuruyorum sana ey nefsim! duyuyor musun? bakıyorum da hiç üstüne alınır değilsin!

Sana diyorum sana! Bak bu tarafa.. HAKİKAT TOKADINI yüzüne bir bir çarpıyorum.. Ama biliyorum seni , dünyaya sevdalısın! Ahiret umurunda değil , mesele ölüm , kabir , hesap , ahiret deyince arkana bakmadan kaçıyorsun.. Ne zor dimi senin için namahreme gözükmemek? Tabi biliyorum ; her cemal ve kemal sahibi güzelliğini görmek ve göstermek ister. Ama şunu bil ey nefsim! Sen o cemalini haramlardan saklamadıkça cennette CEMAL’i hayalinde bile göremezsin.. İlahi! Sanki cennete gitsem seni götürmeyeceğim?Yapışmışsın Dünyaya bırakmıyorsun. Dünya tuzlu su gibi ey nefsim!  içtikçe susuzluğun daha da artacak , doymayacaksın , yorulacaksın , bir lezzet alsan bin elem çekeceksin bunu bile bile hala İNAT ediyorsun!.. Rabbime koşacağım ayağıma çelmeyi takıyorsun..

Az önce Rabbine gitmek isteyen ama nefsin arzularını bastırmaya çalışan bir insanın nefsi ile SAVAŞ’ını okudunuz.. Sizce bu da cihat değil midir? Burnunun ucunu göstermeye haya eden bayan kardeşlerim mücahide değil de nedirler?..
”En büyük cihat nefse karşı yapılandır..” buyurmuş Yaveri Ekrem (sav)..
Hanım kardeşim bu sözüm kendi nefsim ile sanadır. Senin cihadın ; Evinde oturmak , çocuklarına ninni söylemek , eşinle iyi geçinmek , Allah için ilim öğrenmek , tesettüre riayet etmek ve farz ibadetlerini yapmandır.. Allah bu şartlarda sana cennetine hangi kapıdan istersen girme GARANTİSİ veriyor..
Ahh bir bilsen ne kadar değerlisin.. Değerli bir Mücevher gibisin.. Hassas , narin , korunmaya muhtaç , nazenin bir çiçek gibi.. O yüzden din düşmanları hep kadınlar üzerine oynuyor. Tesettüre moda denilen illeti sokup seni ”hem dinime uyarım , hem de nefsimin istediğini, yaparım” saçmalığına sürüklüyor! UYANALIM ARTIK!..
Bir kadın öğrenirse çocuğuna da öğretir!
Bir Hadice bir Fatıma , Zeynep yetiştirir
Bir Hacer , tam teslim bir İsmail büyütür..
Bunu biliyorlar kardeşlerim , işte bundan ÇOK KORKUYORLAR..
Sen Mücahidesin! İslam hanım efendisisin.. Ayağının altında cennet , başının üstünde AYET taşıyorsun.. Senin yerin cennette Hz. Meryem , Hz. Asiye ile hasbıhal etmektir.. Ahirette akranlarını bu mübarek hanımların yanında gördüğün de iç çekmeyecek misin? Herkes 6. kattan Cemalullah’ı seyrederken sen mahrum kalmaya dayanabilecek misin?  Herkes Resulullahın (sav) elinden Kevser suyu içerken sen uzaktan izlesen çok koymaz mı insana?..Cehennem çok büyük bir ceza ama en büyük ceza bu RAHMET deryasından nasiplenememek değil midir aslında..
Eğer simdi dualar düştüyse diline , vicdanında bir sızı hissettiysen okuyunca, senden benden neden MÜCAHİDE olmasın.. Şimdiye kadar nefsini dinledin şimdiden sonra o seni dinlesin! Savaş et nefsinle , cihat et! İnanıyorum , yapabilirsin!..Uhud da Bedir de değildin ama bak ahir zaman meydanındasın. Tavırların , mümine duruşun , vakur  , dininden taviz vermeyen yönünle safını gösterebilirsin..
Senin kalen İMANIN , kalkanın ÖRTÜN , cihadın ise İLMİN olsun.. Sen farklısın dostum çok farklı! Sen değişirsen dünya değişir. Bir nesil senin imanınla yeşerir ve yetişir..
Senin saçların bir şiire konu olamayacak kadar değerli
Mahremin, haram sofralarda konu olamayacak kadar mukaddes..
Senin Ruhun dünyaya meyletmeyecek kadar yüce ,Sanki  ötelere kanat çırpan bir kuş..
Sen ki , heveslerini gül kokulu bir çeyiz sandığında cennete saklamışsın,
İndir dünyayı sırtından, hadi durma Rahman’a koş..
Son sözü Kur’an-ı Kerime bırakıp , mücahide olmayı bekleyen ruhunuzu Allah’a emanet ediyorum..
  • ”İster erkek ister kadın olsun, benim yolumda çaba gösterenlerden kimsenin çabasını boşa çıkarmayacağım..” (Al-i İmran ,195)
  • ”Davamız uğrunda CİHAT EDENLERİ bize varan yollara yönlendiririz..”(Ankebut, 69)
  • ”Erkek veya kadın , kim mü’min olarak iyi amel işlerse biz ona hoş ve huzurlu bir hayat yaşatırız ve yine böylelerini yapageldikleri en güzel şey ne ise ona göre ödüllendireceğiz..” (Nahl,97)
  • ”Allah’ın rahmeti, iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlara muhakkak ki pek yakındır..” (Araf,56)

Burcu Ercivan – Risale Ajans