Etiket arşivi: insan

“Dindar flört”

Dünyevîleşme, önce meşrûlaştırma ile başlayan bir süreçtir.

Kişinin temel dinamikleri, vicdanı insanı tutarken zamanla heva ve arzulara giydirilen kılıflar, meşrûlaştırma operasyonları yavaş yavaş vicdanları rahatlatmakta medenileşen (!) ve güya çağdaşlaşan dünyada normalleşmeler başlamakta ve dindar kesim de, bu sürece hemence ayak uydurmaktadır. Tahrip kolay olduğundan, nefis ve haz eksenli hayatlara insan kolayca uyum sağlamakta ve ehl-i dünya ile pek derin bir mesafe olan aralık kolayca kapanıvermektedir. Zira zındıkların bütün mesaisi bunun üzerinedir. 

İşte bu önemli tahribatın bir nev’îde dindar gençler arasındaki flört meselesidir. Geçenlerde üniversitenin bahçesinde yürürken kendi aralarında konuşan genç kızların konuşmalarına kulak kabarttım. Aralarında geçen konuşmalardan birisi çok dikkatimi çekti. Genç kız diğer arkadaşına şunu söylüyordu. “ …….falan kişi bana, ‘evlenme teklifimi kabul etmeyecektin de o halde kelâm notlarını bana neden verdin’ dedi”. Güler misin, ağlar mısın? (!)

İşte o zaman dindar gençlerin arasındaki bu flört meselelerini kaleme almak gerektiğini düşündüm.

Kavram olarak dindarlığın bizatihi kendisi meşrûlaştırmada kullanılmakta ve şeytan tarafından bu kavramların içerisinde haramlar yaşatılmak suretiyle, algılarda oynamalar ve tahribatlar gerçekleştirilmektedir. Bu da vizyon açısından çok tehlikeli ve kirletici durumlara sebep olmaktadır.

Flört meselesi genelde dindar olan gençler tarafından evlilik öncesi tanımaya dönük ara dönem olarak algılanırken, ehl-i dünya gençler açısından ise gönül eğlendirmek, vakit geçirmek olarak algılamaktadır.

Flört eden dindar kız ve erkekler genelde işlemekte oldukları haram olan bu beraberlikleri güya ilerideki yapacakları evliliğin ilk adımı olarak değerlendirmektedir. Birbirlerini tanıyarak uyumlu olup olmayacaklarını tesbit ederek yol yakınken dönmek gibi bir düşünce ile hareket etmektedirler. Lâkin harama atılan küçücük bir adım zaten yolun çok ilerlemesi anlamına geliyor, fakat farkında olamamaktadırlar.

Evet, şeytan insanları harama sevk ederken dindar olanlara yaklaşım biçimi sağdan olup fısıltı şeklinde vicdan seslerini bastırarak, iç frenlerini yıkmak suretiyle olmaktadır. Neticede çok iyi niyetle (!) başlayan bu beraberlikler maalesef hayalleri süsleyen evlilik gibi bir neticeyle de sonlanmıyor. Çünkü, flört aşaması zaten birbirlerini tanımak kılıfına gizlenmiş kusurları saklamak ve sun’î maskelerle dolaşmak anlamına geliyor. Birbirlerine kendilerini sevdirmek ve beğendirmek duygusunun tavan yaptığı bu dönemde bütün bütün kişiliğin kusurları gizlenir ve herkes iyi taraflarını ortaya çıkararak kendini karşısındakine beğendirmeye çalışır. İşte ta baştan yalanla ve kamuflajla başlayan bu süreç daha evlilik gerçekleşmeden veya gerçekleşse bile ilerleyen süreçte patlak verecektir.

Gençler olması gerekenle, olan arasındaki farkı ayırt edemediklerinden veya vicdanlarını nefislerin hevasıyla bastırmalarının kolay yolu bu şekilde inanmak olduğundan, dindarlık kavramına olan güvenleri ile pek çok yanlışa girebilmektedirler.

Kendilerini kandırdıkları en önemli nokta, belki de yanlışa açılan kapı işte bu şeytanî noktadır. Çok dindar dürüst ve güvenilir bir kişi diyerek “dindarlık” profilinde olması gerekenle, olanı, iltibas edip nefsin ve şeytanın kandırmasıyla karşısındakine hemen güvenivermektedirler. Özellikle de dindar kızlar bu konuda yanlışa adım atmakta daha müsaittirler.

Evet bir kişinin temiz, dürüst, dindar olması, dinin emir ve yasaklarının muhatabı olmaktan onu çıkarmıyor. Ya da şöyle düşünelim Allah’ın haram kıldığını işleyen, hatta bunu mubah gören kişi ne kadar dindardır. Bu nokta, üzerinde düşünülmesi ve bir mihenk olması gereken bir noktadır.

İşte bütün bunların neticesinde şöyle bir sonuca ulaşmak mümkündür. Dindar olsun olmasın pek çok genç kız ve erkeklerin birinci gündemi karşı cinsle olan münasebettir. Bu bir gerçektir. Bu yüzden bu dönem için “delikanlılık”, “ delilikten bir şube” his ve heveslerin galeyanda olduğu dönem” denir. İşte ebeveynler bu gerçeği gözden kaçırmadan onlarla muhatap olmaları gerekir. Aslında daha küçük yaştan itibaren onlara öğretilmesi gereken en önemli eğitim “özdenetim” adı altında hazlarını ötelemeyi bilmeyi öğretmektir.

Risale-i Nur’da, “akibeti görmeyen kör hissiyat” diye teşhis edilen bu hissi mağlûp edecek eğitimler vermek, gençlik dönemindeki bu tür haramlara girme noktasında en önemli fren görevi görecektir. Yoksa bu hisleri yok sayarak, görmemezlikten gelerek gençlerle muhatap olmak bütün yanlışı onlara yüklemek kolaycılık olacaktır.

Bu dönemdeki bir gencin en önemli freni, vicdanla beraber aklı takviye yani ilimle meşguliyet, kalbi tasfiye yani ibadetle meşguliyet ve ulvî gayelerle ve hedeflerle meşgul etmek, meşgul olmak suretiyle, hazlarını ertelemeyi, mağlûp etmeyi öğretecek bir disiplindir.

Bunun temeli de hiç şüphesiz daha çocukluk yıllarında atılacaktır. Zaten çocuk eğitimi denen şey çocuğa davranış öğretmekten ziyade duyarlılık ve irade kazandırmaktır. Birçok ebeveyn güya çocuklarını gözü dışarıda kalmasın diye onun bütün isteklerini yerine getirmenin doğru olacağını düşünürler. Oysa çocuk her istediğine hemen ulaşmaya alışırsa haz ötelemeyi beceremez. Hazza teslim olmak ise iradeyi zayıflaştırır. Her istediğine hemen ulaşan, bir bedel ödemeden kavuşan, beklemeyi, sabrı ve istemeyi bilmeden isteklerine ulaşan çocuklar yavaş yavaş bencilleşmeye sonra narsistleşmeye sonra da ahlâkî erdemlerini yitirmeye başlayacaktır.

Hasılı; bu tür çok güçlü olan hisler elbette yok sayılarak yok olmayacaktır. Risale-i Nur’un öğrettiği bir metot olan haramların ve günahların içindeki acil elemi ve iman ve güzel işlerin içindeki acil lezzeti ispat etmek suretiyle bu beşinci hisler inşallah mağlûp edilebilecektir.

Konuya inşallah haftaya devam edeceğiz.

Yasemin YAŞAR

Dimağın ikinci mertebesi tasavvurdur!

Dimağın ikinci mertebesi tasavvurdur.

Tasavvur; bir şeyi zihinde şekillendirme, tasarlama ve suretler biçmedir. İnsan dimağda önce hayal ettiği şeylere suretler biçmeye başlar. Mânâlar kalbden hayale ma’kes bulunca hayalde suretler giyerler. Bu hayal ve düşünceler suretleri giyerek birer resim gibi şekillenmeye başlar. Bu resmedilen suretlere tasavvur diyebiliriz. Bu suretler bizim ilgi alanımıza ve gördüğümüz şeylere göre değişir ve şekil alabilir. Ancak bu hâl de mantıkça bir hükmü ifade etmez. İnsan bu hâlden istifade de edemez. Bu mertebede dimağda bîbehre (nasipsiz, mahrum) olma hâli vuku bulur. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Mânâlar kalpten çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler; oradan suretleri giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebep tahtında, bir nev’î suretleri nesç eder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır; hangi mana geçse, ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder.”1  dediği nokta tam da bu tasavvur mertebesi olmalıdır.

Tasavvur bir şeyi zihinde şekillendirmek, tasarlamak ve tersim etmektir. Yani hayal edilen tabloların biraz daha müşahhas olarak işlenmiş ve şekillenmiş aşamasıdır. Kalbten gelen soyut mânâlar, hayal ve tasavvur aşamasında resmedilip şekillenir. Böylece ilk şeklî tasavvurât merhalesi başlamış oluyor. Çünkü insanda “gayr-ı mazbut (kayıt altına alınamaz) olan tasavvurât ve efkâr”2 vardır.

Dimağın tasavvur mertebesine geçen fikir bu mertebede bir takım kesme, biçme ve giydirmelere maruz kalır. Bu mertebenin neticesinde ise insan nasipsizdir. Daha doğrusu bu tasavvur aşamasında netlik yoktur. Bu sebeple dimağ bu aşamada bu hâlden nasiplenemez. Bu sırdan dolayıdır ki beşerin nihayeti olmayan ve kâinatı ihâta eden tasavvurâtı vardır. Onun için tasavvurât kayıt altına alınamaz bir konumdadır. Böylece tasavvurât-ı insaniye gayr-ı mütenâhi bir hâlde insanın dimağında vuku bulur. Ayrıca “Çok defa lisân, insanın tasavvurâtından incelerini tabirden âciz olduğu gibi, kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez.”3 Bazen de insan hilâf-ı hakîkat tasavvurât-ı bâtılaya giriftar olur. Bu hâl insan için hatarlı bir yol ve durumdur.

Bediüzzaman Hazretleri Muhakemât eserinde tasavvurdaki şekillenmeleri şöyle ifade eder: “Tesirat-ı hariciyeden kalbin bir kısım ihtisasatı ihtizaza gelmekle müyulât (meyiller) tevellüt eder. Ondan hevaî (başıboş) mânâlar, bir derece aklın nazarına ilişmekle, aklı kendine müteveccih eder. Sonra o buhar hâlindeki mânâ, bir kısmı tekâsüf etmekle (yoğunlaşmakla), temayülât ve tasavvurâtın bir kısmı muallâk kalıp, bir kısım dahi takattur (damla damla) ettiğinden, akıl ona rağbet gösterir. Sonra, mayi (sıvı) hâlindeki kısımdan bir kısım tasallüp (katılaşma) ve tahassul (hasıl olma) ettiğinden, akıl onu kelâm içine alıyor. Sonra, o mütesallibden (katılaşmış, sertleşmişten) bir resm-i mahsus ile temessül ve tecelli ettiğinden, akıl, onun kametine göre bir kelâm-ı mahsus ile onu gösterir.”4 Böylece insanda “hissiyat iltihaba başlamakla, âmal (emeller) ve müyulât dahi heyecana gelip, birden o amaller üst kattaki hayalin tabanını deler. İmdat istediklerinden, o hazinetü’l-hayalde safbeste-i hareket ve mahbubun mehasinini ellerinde tutmuş veyahut onun mehasinini hatıra getirmekle tasvir eden, başkasının mehasini ile işba olunmuş olan hayalât ise o amalin imdadına koşarlar. Beraber hücum edip, hayalden lisana kadar inme”ye5 başlarlar. Böylece hayalden tasavvura mânâların intikal aşamalarını Bediüzzaman Hazretleri veciz bir şekilde izah etmiş olur.

Hem “Bazı maâni-i muallâka6 vardır ki, bir şekl-i muayyenesi7 ve bir vatan-ı husûsiyesi yoktur. Müfettiş gibi her bir daireye girer. Bazı kendine husûsî bir lâfız takıyor. Bu muallâkatın bir kısmı ise, harfîye ve hevâîye gibidir. Başka kelime onu derununa çeker.”8 Konuya devam edeceğiz inşâallah…

Dipnot:

1- Sözler, 2013, s. 434
2- Muhakemât, 2013, s. 186.
3- İşârâtü’l-İ’câz, 2013, s. 73.
4- Muhakemât, 2013, s. 135.
5- Muhakemât, 2013, s. 136.
6-Tam olarak anlaşılmamış, yerine oturmamış manalar.
7- Kesin olarak belirli olan şekil.
8- Muhakemât, 2013, s. 140-41.

Abdülbakî ÇİMİÇ

Dimağda iz’an mertebesi…

Dimağda iz’an mertebesi…

 

Dimağın beşinci mertebesi iz’andır.

İz’an; akıl ve kalbin bir şeyin doğruluğu hakkında mutabık olmasıdır. O mutabakatı akıl kabul eder, kalb de o kabulü tasdik eder. Bu mertebede kişi yanlıştan kaçmaya ve doğru olanı yapmaya çalışır. Bu hâl “akıl fakültesinde değil, kalb ve gönül dünyasında gerçekleşir ve “iz’an” kelimesiyle ifade edilir. Kalben gönülden benimseme, iman etme, kabul anlamına gelen iz’an; mücerret bilgiden ziyade hissî algılamayla veya duygularla işlenmiş bilgiyle ortaya çıkar. İz’anın oluşmasında bilgiden ziyade duygular ve sezgiler ön plândadır. Gönülden his ağırlıklı bir kabul ve benimseme olan imanın yeri, bu yüzden akıl değil, kalbdir.”1

Dimağın iz’an mertebesinde imtisal (emre uyma, itâat etme) hâleti vuku bulur. İz’an; basîret, anlayış ve teslim olup itâat etmek mânâlarına geliyor. Bir şeyin hakikatine, hakkaniyetine ve doğruluğuna kalp ve akıl ile beraber karar vermek bu makamda meydana gelir. Bazen kalb bilir akıl bilemez, bazen de akıl bilir kalp karar veremez. İz’an da ise hem akıl, hem de kalb şuur ve idrak içerisindedir. İz’an akla kalbden aktarılan efkâra kalbten destek alınmasıdır, böylece iz’an sür’atli bir intikal hâlidir. Kalb bütünlüğünün ve kalbin destek verdiği sürecin başıdır. Tasdikde niyet, iz’anda ise bu niyete meyletmek vardır. İz’an meyil şeklinde kendini gösterir. Dimağdaki fikir bu mertebede artık o kişi için bir anlayıştır. Bu fikre o kişi artık sahip çıkar, benimser ve de tasdik eder. Zihin ile hariç arasında bir nev’i muamele olan iz’an ise, iki taraf ortasında bir münasebet-i tamme gibidir ki, nefsin inkıyadını lüzumlu kılar. Bu noktadan dolayı denilebilir ki; “İman, mantıkî tasdikten terekküb eder.” “Hem iz’anın mahkûm-u aleyhi yani (hakkında hükme varılan bir şeyi) tasavvur etmesi lüzumlu bir iştir.”2 Böylece iz’an vicdânî bir yakînidir. Öyleyse “İlimde iz’an-ı kalb olmazsa cehildir.”3 Tasdik ve iz’an bir mizana tâbidirler. Bundan dolayıdır ki tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür tasdik ve iz’an değiller.

Bu hakikate binâen “iman hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam, hem teslim, hem mânevî imtisaldir.”4 Neticede hakka iz’an ve hakikati tasdikte ittifak esastır. Teshir-i akıl ve iz’an biaynilyakîn bir hükümdür. “Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.”5 “Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki, her bir şeyle Rabbini bulabilir.”6

Hads-i kalbînin ve iz’ân-ı aklînin pek çok menbaları vardır. İz’an-ı yakînî bürhan-ı kat’înin talebine muhtaçtır. Çünkü ”tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür; tasdik-i aklîden, iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar.”7 “Zira îmân, tasdîkle beraber hem iz’ândır, iz’ân ile beraber teslîm ve iltizâmdır.”8 “Bil ey kardeş! Sen her şeyi Cenâb-ı Hak’tan bildiğin ve ona göre iz’an ve yakîn getirdiğin zaman, elbette lâzım gelir ki; onun verdiği sürurlu olsun, zararlı olsun bütün hallere razı olasın.”9 Amma mü’mine-i arife olan nefis ise, her şeyi iman ve iz’an ile isbatlı olarak Allah’a verir.10 “Kâinatın gidişatında teemmül eden bir kimse, hadsî bir iz’an ile; fâiliyet ve te’sir, latif ve nuranîlerin ve maddeden mücerredlerin şe’ni olduğunu bilecek… Fakat infial, kabiliyet ve teessür ise, maddî ve kesif ve cismanî şeylerin işi olduğuna yakîn hasıl edecektir.”11

Dipnot:

1- http://hikmet.net/tag/taakkul/

2- Talikat’tan bazı parçalar

3- Mektubat (Hakikat Çekirdekleri), 2013, s. 798.

4- Eski Said Dönemi Eserleri, 2013, s. 631.

5- Şuâlar, 2013, s. 172.

6- Şuâlar, 2013, s. 255.

7 -Nurun İlk Kapısı, 2000, s. 129.

8- Eski Said Dönemi Eserleri, 2013, s. 769.

9 -Mesnevî-i Nuriye (Trc: Abdülkadir), Şule.

10- Mesnevî-i Nuriye (Trc: Abdülkadir), Şemme.

11- Mesnevî-i Nuriye (Trc: Abdülkadir), Habbe-    nin Zeylinin Zeyli.

 

Abdülbakî ÇİMİÇ

Dimağda tasdik mertebesi

Dimağda tasdik mertebesi

Dimağın üçüncü mertebesi taakkuldür.

Bîtaraf (tarafsız) olma taakkul mertebesinde doğar. Düşüncelerin hayal ve tasvir aşamasından çıkıp akledilerek değerlendirildiği aşamadır. Bu mertebede akıl, taakkulden önceki hayal ve tasvirleri eline alıp inceleyerek, tedkik ve tahkik etmeye başlar. Daha da somut bir veri haline dönüştürür. Taakkul, tasavvurda oluşan verileri süzerek ve eleyerek bir karara varır. Bu mertebe tarafsız olarak devam eden bir aşamadır. Taakkul mertebesinde akıl buraya gelen malûmatları tartmaya ve de akletmeye başlar. Bu fikrin olur, ya da olmazlarının makuliyetini arar. Taakkul, fikrî bir seyerân ve aklî bir cevelandır. Ayrıca insan bazan tahayyülü taakkul ile iltibas eder. Çünkü taakkul bir hüküm değil, dimağın bir mertebesidir ve taakkulde insan bîtaraftır. Bediüzzaman Hazretleri de “Bu cüz’î aklınızla hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz.”1 der.

Taakkul, akıl terazisi ile tartmak, ölçmek, biçmek ve bir şeyin mahiyetini anlamaya çalışmaktır. Ölçmek, muhakeme etmek, değerlendirme yapmak bu mertebenin vazifesidir. Akıl, taakkul mertebesinde bir denetleyici gibi meseleyi net bir biçimde ortaya koymaya çalışır. İnsan taakkul mertebesinde düşündüğü ve aklettiği şeylerde “bitaraf” olması gerekir, ta ki taraftarlıkla hakîkati taharriden uzaklaşmasın. Tarafsızlık ancak taakkul mertebesinde gözükür. Bir meseleyi aklen idrak etmiş olmak, hemen tasdik, iz an ve itikadı gerektirmez. Çünkü taakkul, tahayyül ve tasavvurdaki birikimleri süzmeye, tartmaya ve elemeye çalışır. Dimağ bu mertebede bir terazi gibi tarafsız olarak kendisine gelen malûmatları tartmaya çalışır. Daha sonra tasdik edilecek olan fikirlerin şekillenmesine çalışılır. Safsata ve bîbehre hallerden tecerrüt edilerek bitaraf konumuna geçen dimağ ne kadar makul malûmat varsa toplamaya ve toparlamaya çalışır.

Risâle-i Nur’da Hutbe-i Şamiye eserinde akıl ile ilgili mühim noktalara temas edilmiştir. Şöyle ki: “Hem âyat-ı Kur’âniye başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder, “Aklına bak” der. “Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki bu hakikati bilesin” diyor. Meselâ, bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz.” “Biliniz” ve “Bil” hakikatine dikkat et. “Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun? Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar? Ey insanlar, ibret alınız! Geçmiş kurunlardan ibret alıp gelecek mânevî belâlardan kurtulmaya çalışınız” mânâsında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen, çok âyetlerde, beşeri, aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.”2

Demek ki taakkul etmek Rabbimizin âyetlerle bizlere gösterdiği bir hakîkattir. Çünkü insan hedef ve maksadına taakkul ile ulaşır. Bediüzzaman Hazretleri “hayâlinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden”3 diyerek avamda taakkulün mahiyetine işaret etmiştir. Ayrıca “fikren taakkul edebiliriz”4 diyerek de taakkulün fikirle yapıldığını ifade etmiş olur. Ancak “Biçare vesveseli adam, bazan tahayyülü taakkul ile iltibas eder.”5 Dimağ “taakkulde bîtaraf”tır.6 Yani hakîkate ulaşmak için dimağ bu mertebede tarafsız konumundadır.

İnşâallah konuya devam edelim…

Dipnot:

1- Muhakemat, 2013, s. 107.
2- Eski Said Dönemi Eserleri (Hutbe-i Şamiye), 2013, s. 329, 330.
3- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 210.
4- Eski Said Dönemi Eserleri (Nutuk), 2013, s. 184.
5- Sözler, 2013, s. 439.
6- Sözler, 2013, s. 1148.

Abdülbakî ÇİMİÇ

Dimağda tahayyül mertebesi…

“Ziya-i kalbsiz olmaz nur-i fikir münevver.”1

Bu sırdan dolayıdır ki dimağ kalbe bağlı çalışır. Çünkü “kalp, bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada”2 yürür. Bir lâtife-i rabbaniye olan kalbin makes-i efkârı dimağdır. İnsanın hislerinin mazharı vicdan, fikirlerinin ma’kesi ise dimağdır. Her ikisi de lâtife-i Rabbaniye olan kalbin birer şubesi konumundadır. Kalbten dimağa ma’kes bulan efkâr dimağda mertebelerden geçer. Dimağdaki mertebeler ise şöyledir: Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam, itikad. Bu mertebelerin her birisinde farklı bir hâlet oluşur ki, bunun en zirvesi ve makbûlü itikad dediğimiz son mertebedir. İşte buna ehl-i imân için salâbet-i îmâniye diyoruz.

Dimağda önce tahayyül vukû’ bulur. Safsata (hezeyan, uydurma, boş, temelsiz söz) burada başlar ve doğar. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Dinsiz felsefe hakîkatsiz bir safsatadır.”3 dediği nokta tam da burası olmalıdır. Hayâl etmek, bir şeyi önce hazîne-i hayâlde canlandırmaktır. İnsan önce hayâl ederek düşünmeye başlar. Tahayyül, düşüncenin ilk aşaması ve mukaddimesidir. Zihin aşamasındaki birinci aşama, tahayyüldür. Zihin arzularını gerçekleştirmek için önce hayâl eder. Eğer hayâl hakîkate mavafık olmazsa bu hâletten ‘safsata’ hâsıl olur. Hayâl etmek bir hüküm değildir. Bu sebeple hayâlimizdekilerden me’sul değiliz.

İnsan öncelikli olarak hayâl eder. Sonra bu hayâllere suret vermeye başlar, yani tasavvur mertebesine geçer. Hayâlde efkârın hakîkati görülmez. Zihinden hayâller, perdeli ve suretler şeklinde gelir geçer. Bu hayâl ve düşünceler çeşitli suretleri giyer ve dokur. Bir fikir dimağa yansıdığında akıl onu hemen kabul etmez. Önce hayâlin elinde tutar. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Size söylediğim sözler hayâlin elinde kalsın; mihenge vurunuz.”4 dediği nokta tam da bu noktadır. İşte bu hayâl mertebesinde safsata hâsıl olur. Çünkü “mantıkça, tahayyül hüküm değildir.”5 Ancak insan bu mertebede aldanabilir. Şeytanın önce kalbe attığı çirkin sözlerini kalbin reddetmesiyle birlikte hayâle yansıttığından hükümsüz bir tahayyülü hakîkat tevehhüm eder.6

Tahayyül mertebesinde şöyle bir hâl daha vukû’ bulur. ”Mânâlar kalpten çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayâle girerler; oradan suretleri giyerler. Hayâl ise, her vakit bir sebep tahtında, bir nevi suretleri nesç eder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır; hangi mânâ geçse, ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer mânâlar, münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise, giymek yoktur; fakat, temas var. Vesveseli adam teması, telebbüsle iltibas eder. “Eyvah,” der. “Kalbim ne kadar bozulmuş.”7 diyerek evhama kapılır. “Bîçare vesveseli adam, bazen tahayyülü, taakkul ile iltibas eder. Yani, hayâle gelen bir şüpheyi, akla girmiş bir şüphe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder.”8 Halbuki, “hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden ve iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler, cüz-i ihtiyârîyeyi pek dinlemiyorlar, teklif-i dinî altına çok giremiyorlar”.9 “Hem, tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasıl ki tasdik ve iz’an değiller; öyle de, şüphe ve tereddüt sayılmazlar.”10

Özellikle vesveseli adam “Bazı tahayyülî halâtı, taakkulî hâlât ile iltibas eder. Hayâle gelen şüpheyi, akla gelen bir şüphe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder. Bazan, tevehhüm ettiği şüpheyi, şek zanneder. Bazan, tasavvur ettiği şüpheyi, bir tasdik-i aklî zanneder. Bazan, bir emr-i küfrîde, tefekkürü, hilâf-ı imân zanneder… Halbuki; tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür; tasdik-i aklîden, iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, şüphe ve tereddüt değildirler. Lâkin tekerrür edip istikrar peyda etseler, bazan bir nev’î şüphe-i hakîkî onlarda tevellüd eder.”11

“Küfrü hayâl etmek küfür olmadığı gibi, dalâleti tasavvur etmek de dalâlet değildir. Zira tahayyül ve tasavvur, aklen tasdik, kalben iz’an etmekten farklıdırlar. Bu yüzden şüphe ve tereddüte düşmeye gerek yoktur. Kalbe uğrayıp geçen vesveselere aldırış edilmemelidir. Ayrıca bir delilden kaynaklanmayan ihtimaller de safsatanın ötesine geçemez. Bu bakımdan, araştırma safhasında, objektiflik adına yanlışlara düşmemek, yanlıştan hareketle yanlış muhakemede bulunmamak kaydıyla, bazı tahayyül ve tasavvurlar itikada zarar vermez. Ancak lüzumsuz yere yapılan tekrarlar, o tahayyülü müstakar hâle getirebilir, bu da bazı şüphelerin doğmasına sebep olabilir. Zira aklı tasdik eden kalbtir. Kalbte zayıflık olursa, safsatalar bile tasdik edilebilir.”12

İnşâallah konuya devam edelim…

Dipnotlar:

1- Sözler, 2013, s. 1148.
2- Sözler, 2013, s. 804.
3- Sözler, 2013, s. 217.
4- Eski Said Dönemi Eserleri, 2013, s. 230.
5- Sözler, 2013, s. 434.
6- Sözler, 2013, s. 434.
7- Sözler, 2013, s. 434.
8- Sözler, 2013, s. 439.
9- Sözler, 2013, s. 439.
10 -Sözler, 2013, s. 439.
11- Nurun İlk Kapısı, 2000, s.129.
12- Y. Alan- Dimağdaki İlim Mertebeleri.