Etiket arşivi: insan

Dört Dörtlük İnsan Nasıl Olunur?

Hemen bu başlığı görünce zannedilmesin ki elimizde sihirli bir formül var. Hayal kırıklığına uğratmak istemem ama kesinlikle öyle bir formül yok elimizde. Ama bu başlığı atarken amacım bazı kadim bilgileri sizlerle paylaşmak.

Eskiler, dört dörtlük insan derken 4 unsurun ve 4 karşımın bir kişide dengeli dağılmasını kastediyorlardı. Bu 4 unsura anasırı erba derlerdi. Bunlar; hava, su, toprak ve ateştir. 4 Karışım yani hılt ise; kan, sevda, sarı safra ve balgam idi. Bunlar kadim bilgilerdir. İşte bu 4 unsur ve 4 karışım bir insanda dengeli bir biçimde dağıldı mı o kişiye 4*4 insan denirdi.

Tabi kendine göre bir takım ölçü aletleri ve birimleri vardı. Örneğin; bir insanda toprak unsuru ve sevda karışımı çaprazlama olarak ağırlıkta ise o kişide hafif melankolik hal söz konusudur. Veyahut ateş unsuru ve kan karışımı baskın ise bu kişinin öfkeli olma hali söz konusudur. Tabi bütün bunlar belirli bir dönemde geliştirilmiş insanı anlama tanıma şemalarıdır. Bu bilgilerin bir çoğu bugün unutulmuş dahası günümüz modern biliminin dışında tutulmuştur.

Oysa ki psikolojinin kendisi bizatihi problemli bir alandır. Çünkü özellikle Amerika da psikolojinin bir bilim olup olmadığı son yıllarda oldukça tartışmalı bir konu halini almıştır. Zaten pratik hayatta insan sorunlarına çözüm üretemediği sürece insanlar zaten alternatif yollara yönelerek psikolojinin işlevselliğini düşürmeye başlamışlardır.

Tekrar kadim bilgilere dönecek olursak; belli bir dönemde oluşturulmuş şemalar, donuk olarak her dönemde aynen kalamaz. Bu ilerleme ve değişme fikrine aykırıdır zaten. Kadim dönemde dünya evrenin merkezinde, insan ise; bu dünyanın merkezinde bir konum alarak evreninde merkezinde idi. Lakin modern bilim dünyayı güneş sisteminin herhangi bir parçası yaparak insanı da o parçanın da içinde küçük bir birim olarak ele almaktadır. Doğaya, dünyaya, evrene ve de insana bakış böyle radikal bir biçimde değişmiştir. Her değişim ardında bir bilgi paradigması oluşturduğuna göre ise, bu bilgi türü de modern insan kavramını oluşturmuştur.

Buna bir örnek teşkil edecek bir biçimde; kadim dönemde doğa; değiştirilmesi gereken bir şey değil, anlanması gereken bir şey olduğundan doğayı değiştirme/dönüştürme fikride söz konusu değildi. Ama ne zaman ki doğa; anlanması gereken bir şey değilde, değiştirilmesi/dönüştürülmesi gereken bir şey halini almıştır; işte o zaman doğaya müdahele ile başlayan sonra çevre felaketleri denilen sonuçlar ile yüz yüze gelmişizdir. Bakış açısındaki bu değişimden insan da nasibini almıştır. İnsan anlaşılması gereken bir varlık değil, sürekli değişmesi ve dönüşmesi gereken bir canlı halini almıştır.

Kişisel gelişim seminerleri/eğitimleri bunun sonucunda ortaya çıkmış akımlardan birisidir. Değişme fikri günümüzde o kadar alıcısı olan ve ön plana çıkmış bir kavram ki; değişerek sürekli ilerleneceği fikri artık insanların zihinlerine kazınmıştır. Dolaysıyla evrim teorisinin de desteğiyle insan birilerinin amaçları doğrultusunda sürekli evrim geçiren bir varlık daha doğru ifadeyle canlı haline gelmiştir. Bunlar bazılarına çok spekülatif gelebilir ama özellikle tüketim kültüründe insanın tüketebilmesi için bu fikri alt yapının hazır olması gerekir. Başta da dediğimiz gibi her değişim bir bilgi paradigmasına dayanır. Önemli olan bu bilgiyi kim, nasıl ve niçin üretiyor, sorusuna cevap verebilmektir.

            Oysa ki değişim, insanı; insan olma sürecinden uzaklaştırmamalıdır. Bugün ki anlamda değişim; insanı, insan olma sürecinden maalesef uzaklaştırmıştır. Kadim dönemde insan bilginin nesnesi değil bilakis öznesi konumunda idi. Oysa şu an insan, bilginin nesnesi konumundadır.

            Yani bilgi amaç, insan ise; bu amacın tam göbeğindeki değişime ve dönüşüme muhtaç nesne konumundadır. Bu fikri arka plan siyasi ve uluslararası arenada; demokrasi kılığında insanları medenileştirme projeleri çerçevesinde; ırakta, Afganistanda, Filistinde bomba olarak yansımaktadır. Çünkü modern bilimin kurucusu Batı dünyası için batı dışı toplumları kendi amaçları doğrultusunda kendi ürettikleri bilgiler ışığında, değiştirilmeye/dönüştürülmeye/ehlileştirilmeye muhtaç nesnelerdir evet nesnedir, insan değildir artık. Söylediklerim çok karmaşık gibi gözükse de aslında temel fikir; insanın nasılda özne olmaktan çıkıp, nesneleştiğinin fikri arka planına vurgu yapmaktır.

            İnsan bir kere doğadaki herhangi bir nesne gibi ele alındıktan sonra, onun Yaratılmışların en şereflisi olma konumu elinden alınmış oluyor. Şimdi sormak lazım hangi insan daha insan ya da daha hür; bilginin konusu, nesnesi olmuş olan insan mı yoksa Yaratılmışların en şereflisi olan insan mı? Kararı akıllarınıza ve vicdanlarınıza bırakıyorum.

Aykut Karahan

cocukaile.net

Kendini Kötü mü Hissediyorsun?

Kendini Kötü mü Hissediyorsun?

 

İnsan on sekiz bin alemin gelip geçtiği ve ziyâret ettiği ve kesiştiği bir kavşak noktası hükmündedir. Bu âlemler ise bir biri ile farklıdır. Bu fark sebebi iledir ki insanın bir ânı bir ânını, bir düşüncesi bir düşüncesini, bir hayâli bir hayâlini.. tutmamaktadır.

 

Bizim alâkadar olduğumuz ve ilgilendiğimiz her şey ise bu alemlerden birisine gitmektedir. Bir nevi biz o şeyle alakadar olarak o şeyi alemimize alıyoruz ve ona muvafık olan otobüs gelene dek durakta beklemeye davet ediyoruz. Yani bir nevi bilet kesip, davetiye gönderiyoruz.

 

Malumdur ki yolcusu olmayan durakta otobüs durmaz. O halde bizlerin hangi otobüse göre yolcu alacağımıza dikkat etmeliyiz. Bitki hücresinde var olan hücre duvarı nasıl seçici geçirgenlik hâsiyetini gösteriyorsa, bizler de şuur duvarı ile seçici geçirgenlik göstermeliyiz. Şâyet şuursuzluk gösterip her gelene “geç!” deyip terminale çevirirsek dimağımızı/kafamızı tarumar olamamak elden gelmez. Bir nevi terminâl gibi olan insan hayatında her hâdise her düşünce her hayâl ve düşünce insanı tesiri altına almaktadır.

 

Her şeyin bir sistemi bir işlevselliği vardır. Yerinde kullanılmazsa hem işlevine göre kullanılmamış hemde yapmak istediğimiz ğayemize ulaşamayız. Mesela diş macunu göze sürülmez, acı biber tatlının içine koyulmaz.

 

O hâlde On Sekiz Bin Âlem kadar trafiği olan bu kesişme noktası ve kavşağı olan insan doğru şeylerle alakadar olmalıdır. Doğru şeyle alakâdar olmak bir şeyi işlevselliğine göre kullanmaktır. Bulaşık makinasında çamaşır, çamaşır makinasında bulaşık yıkanmaz. Yıkamayı denerse hem makine hemde yıkamak istediklerimiz zarar gördüğünü göreceğiz.

 

Şâyet bizler de doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişilerle beraber olmazsak yanlış yaparız. Yer ve zaman doğru ama kişiler yanlış olursa yaptığımız doğru değil yanlış olur. Bir şeyin doğru olabilmesi ise tüm şartların doğru olmasından geçmektedir.

 

Bu şartlar yerine gelmemişse şâyet, kendimizi kötü hissederiz. Kendimizi kötü hissediyorsak doğru şeylerle meşgul olmuyoruz demektir.

 

Bunu neticesinde ise insanda kabz ve bast hâleti insanda tezahür eder. Bu hâletleri bizler alemimize aldığımız şeye göre değişmektedir. Tabir-i aherle her şeyi kendimiz yapıyoruz sonra meyvesinden şikayet ediyoruz. “Emn ü ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf u reca müvâzenesinde, sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri, celâl ve cemâl tecellisinden intibah ehline gelmesi; ehl-i hakikatça medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.” [1]

 

     o hâlde bizler “celâl ve cemâl tecellisi” [2] ni kendimiz seçiyoruz. Celâlî isimlerin insanda tecelli etmesi ile insanda daralmalar ve bunalımlar ve bir nevi adem alemlerinin keşif kolları öncü birliklerinin eserleri görünmektedir ki psikolojij bozukluklar bunlardan kaynaklanmaktadır. Kahhar, müntakim, celal.. gibi isimlerin tecelli etmesidir. Yani bu isimlerin müşterileri gelmiş otobüsünü beklemektedir. Bu hâlin meşhur neticesi Agresifliktir.

 

Cemâlî isimlerin tecellisi ile insanda neşe, keyif her şeyden mutluluk duyma gibi hâller insanda görülmektedir. Âdeta eline taş alsa onda bile mutlu olacak neşelenecek bir şey bulabiliyor. Cemil, vedud, şefik.. gibi isimler insanda tecelli etmektedir. Bu hâlin meşhur neticesi relakstır.

 

            “Dimağda meratib var: tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, izan, iltizam, itikad”[3] olmak üzere insan zihninin mertebeleri vardır. Şayet doğru şeylerle meşgul olmuyorsa bu birimleri birbiri ile karıştırır ve bloke olur. işlevselliğini yitirir. işlevini kaybeden birimlerde ise iş yapılamaz hâl’e gelir ve o dimağ/zihin/insan çöker. Elindeki silahını kendisine çevirir.

 

  Hülasa-i Kelam: kendini kötü hissediyorsan, doğru şeylerle meşgul olmuyorsun demektir.

 

Rabbim Doğru Şeylerle Meşgul Olan kimselerden eylesin bizleri inşeallah.

 

     Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] / 2 Kastamonu Lahikası ( 8 )

[3] Sözler ( 706 )

 

 

www.NurNet.Org

Varoluşa Dair: İnsan ve İblis

Gecenin bir vaktiydi. İnsanların neredeyse tamamına yakını uykudaydı. Bazı evlerin pencerelerinde televizyon ışığının yansımaları farkediliyordu. İzlemeye ve dertleşmeye aşina olduğum Ay’ın olmadığı bir geceydi. Gökyüzü tamamen kararmış, rüzgârda salındıklarını, seslerinden anladığım ağaçlar, neredeyse görünmez olmuşlardı. Derin bir sessizlik hakimdi her tarafta, ölüm sessizliği gibi… Bu sessizliğin ve karanlığın ortasında ânsızın, insanların sanki bekledikleri tek şeyin ölüm olduğunu hissettim. Bir otobüs durağındaki yolcular bir bankta otursalarda, bir o tarafa bir bu tarafa gezinip dursalarda, tümünün beklediği tek şeyin onları alıp götürecek otobüs olması gibi, insanların şu hayatın içerisinde beklediği tek gerçekti ölüm.

Ahireti düşünmediğiniz, imanî olmayan bir tarzda baktığınız zaman, eşyalar ve olaylar bir bir silinip gidiyor, geriye ölümün gerçekliğinden başka hiç bir şey kalmıyordu. Oysa ölüm hariç herşey, gerçek gibi yaşanıyor, gerçeğin ta kendisi olan ölüm ise unutuluyordu. Uyuyordu insanlar; ölü gibi… Uyumayanlar ise televizyon seyrediyordu; ölüm yokmuş gibi… Ölümün kardeşi olan uykuya, ölüm hiç düşünülmeden yatılıyordu çoğunlukla. Ve hiç düşünülmeden uykudan kalkılıyor; gündelik hayat gerçeğin, sonsuzluğun, bekanın ta kendisi olarak yaşanıyordu. Ölümün yaşandığı evlerde bile, taziye için gelenlerin arasında, ölümü unutmak ve unutturmak istenircesine, ölüm hariç herşey konuşuluyor; ölünün en yakınları hariç mezardaki vücut soğumadan hisler soğumuş, herşey olağan akışına girmiş oluyordu. Çok değil elli yıl sonra, şu an gerçeğin peşine düşebilecek zihin olgunluğuna sahip insanların tamamına yakınının soluğu kesilmiş, üzerlerine toprak örtülmüş olacaktı. Duracaktı nefesler, damarlarda akan kan da duracaktı.

Gecenin karanlığında karşımda duran bir büyük mezardı; başında ağaçların salındığı büyük bir mezar! Nefesimi kesen, kanımı donduran bir gerçekti bu! Nasıl oluyor da bu koskoca gerçek görülmeyecek derecede hissizleşilebiliyordu? Ölümün gerçekliğini inkâr edebilen hiç kimseye rastlamamıştım bugüne kadar, rastlamak da imkânsızdı. Gerçekti ölüm! Ama yaşanan gerçek ile asıl gerçek örtüşemiyor; yalancı gerçekler, asıl gerçekleri örtüyor, alıp götürüyordu. İşte tam bu halde iken, ikinci bir gerçeği yeniden hatırladım:

İblis!

Uyuyordu insanlar! Hisler dumura uğramış, uyuşturulmuş gibi hissizleşilmişti. İblis ise, bu gafleti kalınlaştıracak her türlü hileye başvuruyor, her türlü dikkat dağıtma tekniğini büyük bir ustalıkla kullanıyordu. Üstüne üstlük, yalnız da değildi, insanlardan dostlar edinmişti kendine. Gaflet kalınlaşıyor, uykular derinleşiyor ve fırsattan istifade, şeytan “malı götürüyordu.” Dünya hayatının içerisinde başımıza gelen olaylarda kaybedilenlerin büyük bir kısmını zamanla yerine koymak mümkün iken, bu hayat sayfası kapandıktan sonra İblis’in götürdüklerini yerine koymak, hiç de mümkün olmayacaktı. Çünkü İblis, zamanı götürüyordu. Gerçeğe yönelmiş duyguları törpülüyordu. Ve Mahkeme-i Kübradan bakıldığı zaman, giden bir günün fiyatı, acaba neydi, ne ile telafi edilebilirdi?

İblis’in varlığını iliklerime kadar titreyerek fark ettiğim gecenin ertesinde, başımı gökyüzüne çevirdiğim zaman yaşadığım dehşetin zıddına yıldızlarla süslenmiş şirin bir gök kubbe ile karşılaştım. Bu güzelim gök kubbenin altında, bin bir nimet ile kuşatılmış yeryüzünde en nazenin olan ve en haysiyetli noktada durması gereken insanın, insanlığın haline baktığım zaman bir kere daha ürpermekten kendimi alamadım. En seçkin varlık olabilecek bir donanımla, kendisini binbir ikram ile donatarak yaratan Zât’ın yeryüzündeki temsilcisi; O’nun katında ise tüm varlıkların şerefli bir elçisi olabilsin diye yaratılmıştı insan. Bu azametli, şirin gök kubbe ve içindekiler; bu ikramlarla bir sofraya dönüştürülmüş yeryüzü yalnızca onun için, bakıp muhatap olup şükredebilsin diye yaratılmıştı. Oysa insan bu aslî vazifesi hariç her şeyle meşgul oluyordu. Varoluş gerçeğini ve ubudiyeti unutan insan, yeryüzünde kendini, kendi neslini helâk etmek için düşmanı olduğunu fark edemediği İblis’e yardımcı olmaktan ise bir an olsun geri kalmıyordu…

Başımı nereye çevirsem kan vardı, didişme vardı, uyuşma vardı. “Kanı yerde kalmayacak!” diyenlerin ayaklarının altı kandı ve ellerinden kan damlıyordu. “Çok uyanık olmamız şimdi elzemdir” diyenler ve insan kitlelerini peşlerinden sürükleyenler ne yazık ki, en derin uykuda olanlardı. ‘Haberler’ zihinleri, kalpleri talan eden, zulme yandaşlık ettiren savaşlarla, kanla, kinle doluydu. Ama işaretlerle, gerçek ve büyük haberlerle dolu şu âlemin ve bu âlem ortasında bir âlem, bir haberci, bir temsilci olma yolunda yürümesi gereken insanın varoluşuna dair gerçeklerden, hiçbir haber yoktu. Zihinler paraya, mala mülke boğulmuştu. Oysa insan, paranın beş para etmediği; malın, mülkün geridekilerin kavgasından başka bir fayda sağlamadığı bir sona doğru gitmekdeydi.

En güzel hisler, kalpler, makamların mevkilerin ardında, arasında törpüleniyor, zulümlere bulaşıyordu. Gerçekte tüm bu onurlu(!) makamlar, şatafatlar, kokuşmakta olan bir cîfe ve üzeri örtülen bir çukurla sonlanıyordu. Fâni güzeller ve fâni güzellikler, gözleri kamaştırıyor, hayatın anlamı bunlarla tarif ediliyordu. Oysa kalpleri yaralayan, dağıtan ve zihinleri uyuşturan bir güzellik, gerçekte ne kadar güzel olabilirdi? Hem bastığı yerlere dönmeyecek bir ayak, tuttuğu şeylerin çamuruna inkılâp etmeyecek bir el, akmayacak bir göz, dağılmayacak bir yüz yoktu. Bu akan kanların, uyuşan zihinlerin, dağıldıktan sonra kinle dolarak toparlanmış kalplerin, firavunlaşan ‘ene’lerin, gerçeğe değil, hakka değil hevâya tabi olmaların, isyana yönelmiş vicdanların, unutulan hayatî gerçeklerin, bu unutmuş, unutulmuş hayatların.. yaşanan tüm bu manevî karanlığın, bu zulümlerin arkasında ise yine bir tek isim vardı: İblis!..

Lanetler olası iblis ne istiyordu insandan?! Ve, bu kâinatın her tarafında izini özünü okuduğum rahmet ve şefkât bu dehşetli kıyıma nasıl müsaade ediyordu? Bu azâmetli Kudret bir çırpıda yok etmek istediğim İblis’i neden ve niçin helâk etmiyordu?

İblis öncelikle mü’mine düşman olmakla birlikte, gerçekte tüm insan neslinin karşısındaydı. Sadece inanan ve inancının gereğini yaşayanların değil, inanmayanların da, inancının gereğini yaşamayanların da yakasını bırakmıyordu. İnsan neslinin karşısındaydı İblis. İster iki sarhoş kavga etsin, ister iki kavim savaşmış olsun, ister iki nesil, ister iki ülke.. Onun üzüldüğünü düşünemiyordum? Büyük ihtimalle ellerini ovuşturarak başardığı işin zevkini çıkarıyordu. Yaptıklarının dehşetli sonuçlarına bakılırsa, hırsla sarıldığı bu işin sonunda, insan nesli tamamen helâk olmadan tatmin olması pek mümkün değil gibi görünüyordu. Acaba yeryüzünde onun uğursuzluğunu tatmamış, onun şerrinden nasibini almamış bir tek insan var mıydı?

Kendi helâkini insanın varlığına bağlayan İblis’in, Âdem yaratılmadan önce yeri rahattı. Âdem’in yaratılmasıyla fena bir imtihan başına çökmüştü. Kendisi gibi mahluk olan birine secde etmesi istenmişti ondan. Gerçi emreden herhangi biri değildi, kendisini de Yaratandı. Ama İblis, bu emri kibrine yediremeyerek secde etmemiş, Âdem’e secde emrinde isyana düşmüş ve insan neslini kendine düşman ilân etmişti. Ve bu isyanını Âdem’in önünde eğilmeye layık biri olmamasıyla açıklamıştı:

“Ben hiç balçıktan yarattığın birine secde eder miyim?”1

“Ben ondan hayırlıyım.”2

Önünde eğilmesi gereken asıl şeyin kendisini Yaratan’ın emri olduğunu, secde etmesi istenen şeyin ise sadece bir perde olduğunu fark edememişti. Ya da, fark etmiş ama kibrine yenik düşmüştü. Bu isyanı sonrasında mühlet isteyen İblis, bu mühleti kendiyle yüzleşip nerede hata ettiğini sorgulamak için değil de, kendisini yoktan var eden ve ikram eden Rab’bini yalancı çıkarmak için kullanmaya girişmişti. Âdem’i yaratmakla kendisine haksızlık yaptığına inandığı Allah’ın bu adaletsizliğini(!) gözler önüne sermek istiyordu. Oysa kendisi de biliyordu ki, O’nun verdiği sözler arasında yalan olamazdı. Bu nedenle O’ndan mühlet sözü aldıktan sonra, verdiği sözden geri dönmeyeceğini bildiği için, gizlediği niyetini hemen açığa vurmuştu:

“Beni saptırmana yemin ederim ki, onları sana ulaştıracak olan yolunun üzerine oturacağım. Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım.. Ve, sen onların çoğunu kendine şükreder bulamayacaksın”3

İçinde sakladığı bu iddiasını hemen gerçeklemeye koyulmuştu.

Hz. Âdem ile Havva’nın, cennetten indirilmelerine sebep olan hilesi, ilk desisesi, ilk plânıydı, başarmıştı da…4

Bu ilk plânında, Âdem ile Havva’ya verilmiş olan beka hislerini, sonsuz yaşama yönelik duygularını kullanmış, bu hisleri bir maddeye, bir yasak ağaca yönelterek bekâyı, sonsuzluğu onun verebileceğini Âdem ile Havva’nın zihinlerine sokuşturmuştu.5

Böylece onları neredeyse bâki lezzetlerden etmişti. Bu hile bundan sonra İblis’in en geçerli, en gözde hilesi olacaktı. Reklamını yaptığı her şeyi, sanki ona ulaşıldığı zaman mutlak, gölgesiz lezzetlere ulaşılmışçasına tatmin olunacakmış gibi sunuyor; sonsuzluk, sanki onun yanı başındaymışçasına insanları yanına çağırıyordu. İnsanda ise bu çağrıya karşılık verecek sonsuzluğa, bekâya aşık hisler zaten vardı. Ve insan aldanıyordu. Aldanarak o metanın peşine düşenler ise, ne yazık ki, aldandığını fark ettiğinde iş işten neredeyse geçmiş oluyordu. Büyük zamanlar harcanmış, hisler, duygular, gerçek anlamda hiç bir değeri olmayan metanın peşinde törpülenmiş, tüketilmiş oluyordu.6

Yaşanan hayal kırıklıkları beraberinde ümitleri de alıp götürüyordu… İnsan ise, neyi istediğinin ve neyi istemediğinin tam olarak farkında değildi. Oldukça karışık bir zeminde karışık bir zihin iklimindeydi. Uyanık bir vicdan sahibiydi ve vicdan, insana ‘doğru olandan’, ‘gerçekten’ başka bir şeyi söylemiyordu. Bununla birlikte uyutucu bir ‘nefis’ de verilmişti insana.7

Nefis, uzağı algılamasını imkânsız kılacak ölçüde yakını önemseyen bir mizaçta yaratılmıştı. Şu haliyle İblis’in, geçici, fâni olan şeyleri bâki, sonsuz gibi sunmasına en açık, bu çağrılara kanmaya insandaki yetilerin en uygun, en yatkın olanıydı. Diğer açıdan, benlik sahibi bir varlık olarak insan, sahiplenmeye ve sahiplendiğini bırakmamaya oldukça meyilliydi. Gerçekte kâinat yaratıldığı ândan bu yana benlik sahiplerinin bizzat kendilerinin yaratmış oldukları, böylece gerçek anlamda sahiplenme hakları bulunan bir tek fiil, bir tek şey yoktu. Zaten yaratılmakta olanı veya yaratılmış olanı sahipleniyordu insanın benliği. Yaratanı fark ettiği zaman bu sahiplenişinden vazgeçmesi gerekirken, ‘ene’ sahiplenmeyi bırakmıyordu. Çünkü İblis fitliyordu onu: “Sen yaptın! Sen olmasaydın olmayacaktı bu iş.. Demek ki, bu işin gerçek sahibi sensin!”

Oysa bir tek tohumun çatlayıp filiz verebilmesinde bile, şu tarifinden aciz kaldığımız nihayetsiz âlemde, nihayetsiz ve mükemmel dengelerin ortasında, harikulade bir intizamın ve gizemin hüküm sürdüğü tohumdaki hayatın açılmaya hazır halde beklemesine kadar geçen süreçte insanın neredeyse hiç bir payı yoktu. Sadece suyu toprağın üzerine serpiştirmekle, veya tohumu toprağa atmakla tüm bu intizamın neticesi olan tohumun filizlenmesinin gerçek sahibi nasıl olabilirdi? Bu sahiplenmeye gerçekten nasıl inanabilirdi? Bu inanç, İblis’in uyutucu, uyuşturucu efsunlu bir büyüsünden başka neyle açıklanabilirdi? Bu uyutucu efsunların ortasında daralan bakış açılarına ve azalan görme mesafesine karşılık duygularının, hislerinin, arzularının ucu açıktı. Yeteneklerinin açılımına bir son konulmamıştı. Bu sanal sonsuzluğun ortasında kendi aklının ışığı ile aydınlatabildiği alan oldukça sınırlıydı. Aklın çıkarımlarıyla ve hislerinin tahrikiyle, bu hayatın içinde yol almaya çalışan insanın hâli, gecenin karanlığında virajlı bir yolda, kısır bir far yardımıyla hızla giden ve hızlanmasının sonu olmayan bir aracın içerisinde bulunmak gibi tehlikeli bir yolculuk haliydi. Aklın çıkarımlarıyla ve inançların getirdiği kabullerle, kendisini kuşatan o zifirî karanlık, alacakaranlık bir atmosfere bürünüyordu. Bu alaca karanlık atmosfer gidişi daha da tehlikeli bir duruma sokuyordu. Zifirî karanlıkta sıkıntılara düşen ve biraz olsun frene dokunma ihtiyacı hisseden insan, alaca karanlıkta bu fren duygusunu tahrik eden sıkıntıları da hissedemez hale geliyordu.

Cennet ve cehennem akla geldiği zaman İblis; “sen zaten mü’minsin” diyordu. “İbadet, ubudiyet şarttır” dendiği zaman ise; “daha mühlet çok” diyordu. Hem zaten “Allah yeterince affedici” idi! Zat’ı Akdes ise; “sakın İblis sizi Allah’a güvendirmekle aldatmasın”8 diyerek dikkatleri İblis’in ikinci tip hilesine, yani sağdan yanaşma riskine çekiyordu. İblisin inanan insanlar açısından belki de en can alıcı vuruşlar yaptığı yer, bu alaca karanlık atmosferin oluşumunu sağlayan kabullerdi. İnancını sorgulamadan ona sırtını yaslayan insanın sırtı, İblis tarafından oldukça kolay hilelerle yere getiriliyordu. Üstüne üstlük insanın bulunduğu zemin hayır ile şerrin, doğru ile yanlışın karışımıyla oluşturulmuştu. Eğer daha önce bir zihin egzersizi yaşanmamışsa, ilk bakışta doğru ile yanlışı, hak ile batılı birbirinden ayırt etmek neredeyse imkânsızdı. Özellikle bu içerisinde bulunduğumuz zamanda hak ile batıl, doğru ile yanlış neredeyse tamamen yer değiştirmişti.

Zekât vermek enayilikti artık, faiz ise mecburen(!) helâldi. Hırsızlık ganimetti, işini bilenin işiydi. “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” diyen peygamberin ümmetinden bir güruh, “Acıma! Acınacak duruma düşersin” gibi bir deyim üretmişti. Yardımın ve feragâtın en temel prensiplerinden biri olması gereken İslâm’ın bu asırdaki temsilcileri, artık kendilerini ‘yükselmek için tepelemek’ mecburiyetinde hissediyordu. ‘Doğru’ itibar görmüyordu artık. ‘Yalan’ ise, meşru addediliyordu. İnsanın, bu yer değiştiren gerçeklerle sanrıları, yalanları; doğrularla yanlışları, birbirinden ayırt edebilmesi için; yani gerçekleri tam olarak fark edebilmesi için, aklını, vicdanının ve vahyin ışığında kullanması gerekiyordu. Zaman sınırlıydı.. (Düşünülmeden geçirilen zamanın ise yokluktan hiçbir farkı yoktu… İblis’in bu dehşetli kıyımından yakayı kurtarmak için bu yattığımız ölümcül uykulardan uyanmamız gerekiyordu.. Uyanmak ve düşünmek, neyin ortasında olduğumuzu…

1 Bkz. İsra Suresi Ayet 61-62

2 Bkz. A’raf Suresi Ayet 14-17

3 Bkz. A’raf Suresi Ayet 16,17

4 Bkz. Bakara Suresi Ayet 34-36,

5 Bkz. A’raf Suresi Ayet 19-22

6 Bkz. Nur Suresi Ayet 39

7 Bkz. Haşr Suresi Ayet 19

8 Bkz. Lokman Suresi Ayet 33

Salih Özaytürk / Zafer Dergisi

İnsan, Sahibini Bulması İçin Kendini Okumalı

Kâinatın hülâsası ve şuurlu meyvesi ve en büyük mucizesi olan insan, gafletten kurtulup Allah’ına inanması için en yakınında olan kendi vücuduna bakmalı. Peygamberimiz (a.s.m.) hadisi şerifinde meâlen buyurmuş ki; “ Men arefe nefsehu fe kad arefe Rabbehu” (Kendini nefsini tanıyan, Allah’ını tanır). Hava atmak için aynanın karşısına çıkıp bakmak değil. Belki, Allah’ın hakiki Kudretini tanımak için, kendi yapılışını anlamak için, eşsiz bir mucize olan kendi yaradılışına bakmalıdır. Tefekküre dalıp incelemek için aynanın karşısında vücudun dış kısmını inceledikten sonra, iç yaradılışı ile ilgili bazı kitaplar okuyup incelemesi lazım ki,   kendisi nasıl bir varlık olduğunu anlamış olsun.

İnsana sormak lazım. Acaba seni bir hücreden başlatıp, 80-100 trilyon hücreye kadar çoğaltan  şuursuz, sağır, kör, tabiat mı?  Yoksa uzaktan kumandalı yaratma gücüne sahip Yüce Kudret Sahibi bir Allah mı? O Allah ki, insan vücuduna kalın, ince, eğri, büğrü vaziyetler verirken bile son derece mükemmel bir hikmet ve maslahat takip etmiş. İnsanları öyle mu’cize vari (insanı âciz bırakan) bir şekilde yaratmış ki. Vücudumuzu seyrederken şöyle demek lazım değil mi? Aman Allah’ım! Ne kudret varmış Sende. Ruhumuz kâinatı seyretmesi için, vücudumuzun tam tepesine yakın bir yerde, etten iki göz yapmışsın, zedelenmemeleri için de onları çukurlarda yerleştirmişsin. Şayet alnımızın tepesinde konulsaydılar halimiz ne olurdu? Gözlerimizin kapakları olmasa idi halimiz ne olurdu? Gözlerimizin Optik ayarını de yapmış. Çünkü gözlerimiz o optik sayesinde saniyede 23 refleks yapıp bütün renkleri karıştırmadan, sağdakini sağda, soldakini de solda görüyor.  Ayrıca  incecik damarlarla gözlerimizi bağlamış ki, herhangi bir şeyi görmek için başımızı hiç çevirmeden gözlerimizi o yana bu yana  çevirebiliyoruz. Işık, güneş olmasa idi göz niye yarayacaktı, ses olmasa idi kulak niye yarayacaktı, koku olmasa idi burun niye yarayacaktı. Bunun tersini düşünmek lazım. Göz olmasa idi ışık niye yarayacak, kulak olmasa idi ses niye yarayacak, burun olmasa idi koku niye yarayacaktı

Zavallı keçi her şeyi ya beyaz veya siyah görürken, biz bütün renkleri birden görüyoruz. Hem de tek bir şeyi  görmek için vücudumuz binlerce işlem yapıyor. Alnımızdan gelen terlerin göze girmemesi için tam gözün üstünde Allah’ımız kaşlar koymuş, zararlı herhangi bir şeyin girmemesi için, gözlere otomatik çalışan kapaklar koymuş, hatta ve hatta insanı süslemek için ve karşıdan gelen sinekleri korkutmak için kapakların uçlarına kirpikler koymuş. Gözü rahatsız edecek herhangi bir madde göze girdiğinde, biz herhangi bir düğmeye basmadan, o zararlı maddelerin % 95 ini eritebilecek özellikte, göz yaşı denilen sıvıya etki vermiş. Şanı Yüce Mevla’mız! göz reflekslerimizi öyle ayarlamışsın ki, ihtiyaç olmadığı için uzaktaki şeyleri görmediğimiz gibi, karşımızda duran arkadaşımızın içindeki olumsuz şeyleri dahi çok şükür ki göremiyoruz. Yoksa, eğer görse idik çok rahatsız olurduk değil mi?  Bize gözü, bir başkası değil, ancak gözü ve gözümüzün gördüklerini gören Allah verebilir ve vermiş.

Evet tekrar ediyorum, gözün değerini, görme ihtiyacını bilip gören biri bize göz vermiştir. Bu işleri ancak ve ancak uzaktan kumanda ile ölü hücrelerden bütün canlıları ve minimal denilen en ufağından ta maksimaline kadar, (En büyüğüne kadar) yani, her şeyi Allah yaratabilir. O gören, birer et parçası olan gözümüzü, görebilir bir vaziyette bizim faydamız için yarattı. Ortalığı ışıklandırabilecek güneşi 1.300.000 defa dünyamızdan büyük olarak yarattı. Hiçbir yere dayatıp bağlamadan güneşi ortalıkta gezdirebilen, Kudreti sonsuz ve Şanı Yüce bir Allah’tan başkası kim olabilir?

Bu saydıklarımı yüzde kaçımız düşünebiliyoruz ki Allah’ımıza şükredelim. Kur’an’ı tefsir edenler,  kulak gözden daha kıymetlidir demişler. Çünkü Allah Kur’anı Kerim’de onları sayarken, kulağı gözden önce zikrediyor. Kulak vasıtası ile beyne giden sesin kıymeti o kadar büyük ki,  Kur’an’ı Kerim’i dinlemek farz. Gençler kulağın kıymetini bilemezler. Yaşlılar ise onun kıymetini çok iyi bilirler. Çünkü onlar bir kelimeyi işitmek için karşısındakine bir kaç defa hı, hı, efendim, ha ne dedin derken, hem karşısındakini rahatsız ederler, hem de kendileri rahatsız olurlar. Bu sebeptendir ki onlar kulağın kıymetini daha iyi bilirler.

Çünkü onlarsız ne Kur’an-ı Kerim’i, ne İlâhi, ne Ezan, ne bülbül sesini, ne de çok sevdiğin annenin, babanın veya evlatlarının o tatlı seslerini işitip lezzet alabilirsin. Kulaklarımızın da frekanslarını Allah öyle ayarlamış ki, bir kilometre uzaktaki maksimum sesler bizi rahatsız etmediği gibi, karşımızdaki arkadaşımızın karnındaki minimum sesleri de şükür ki işitmiyoruz, işitsek çok rahatsız olacağız. Kulağımızın arka tarafına, yerleştirilen bir çeşit sıvıdan bizim hiç haberimiz yok, meğer ki o olmasaymış sağa veya sola yığılıp kalacakmışız. Göz ve kulaklarımız çok kıymetli azalarımız oldukları için, Allah onları ikişer adet vermiş. Allah göstermesin, herhangi bir sebeple birini kaybetsek, diğeri ile idare edebiliriz.

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org

Kâinat Kitabı Kimi Anlatıyor?

            Elinize bir kitap geçtiğinde onu yazarının kim olduğunu ve kitabın konusunu merak edersiniz. Kitabın yazarını gösteren bir isim yoksa kitabın konusundan, yazılış tarzından, yazıldığı zamandan ve bunun gibi şeylerden yazarının kim olduğunu anlayabilirsiniz.

Her yazarın da bir amacı vardır, bunun için kitap yazar. Kimisi ünlü olmak para kazanmak için, kimisi de içinden geldiği için yazabilir. Kendi bildiklerini, deneyimlerini aktarmak için de yazanlar olur. Her yazarın amacı kendine göredir.

            Kâinat kitabın yazarı; bu kitabın her bir harfini, noktasını, kelimesini, cümlesini ve satırını acaba niçin yazmıştır? Kendini tanıttırmak, mükemmelliğini bildirmek, kendi güzelliğini göstermek ve kendini okuyucularına sevdirmek için yazmış olabilir mi? Küçük büyük her bir varlık, aslında kendine özel dilleriyle O’nun mükemmeliğini ve güzelliğini en mükemmel bir tarzda anlatıyor ve sevdiriyor olabilir mi?

*bu kitab-ı kebirin müellifini (ŞUALAR,7.Şua)

*bu kitab-ı kebîr-i kâinatın Nakkaş-ı Ezelîsi, bu kâinatla ve bu kâinatın herbir sayfasıyla ve herbir satırıyla, hattâ harfleri ve noktalarıyla kendini tanıttırmak ve kemâlâtını bildirmek ve cemâlini göstermek ve kendisini sevdirmek için, en cüz’îden en küllîye kadar herbir mevcudun müteaddit lisanlarıyla cemâl-i kemâlini ve kemâl-i cemâlini tanıttırıyor ve sevdiriyor. (LEMALAR,30.Lema)

         Bir kitabın anlamı bilinmezse hiçbir değeri olmaz. Böyle her bir harfinde binler anlam gizlenmiş olan bir kitabı, her sınıf insan kendi bilgi, yetenek ve gayreti ölçüsünde anlayabilecektir. Yoksa o kitabın anlamı, yalnızca kendi anladığından ibaret değildir.

*Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve cemâlini ve hakâik-ı esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitâbın mânâsı bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus, böyle herbir harfi binler mânâyı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitâbı yazan, elbette onu bildirecektir, her tâifenin istidadına göre, bir kısmını anlattıracaktır.  (SÖZLER,31.Söz)

O kitabın incelenmesi ve özelliklerinin araştırılması gösterir ki;  taşıdığı mükemmel sanatlar ve geniş anlamlar yönüyle o kitap maddi değerinden yüz kat daha fazla önemlidir. Çünki bu kitap, kendinden ziyade yazarının varlığını ve birliğini anlatmak için yazılmıştır. İnsan da kâinat kitabının bir parçasıdır ki ona bakan, bu evrenin sanatkârını ve yazarını bulabilir. Kâinat kitabının hangi parçasına baksan onda o kitabın yazarını görürsün.

*o kitab-ı kainatın müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade katibinin vücudunu ve vahdetini ispat eder (LEMALAR,30.Lema)

*rabbimizi bize tarif eden üç büyük külli muarrif var. birisi şu kitab-ı kainattır (SÖZLER,19.Söz, MEKTUBAT,19.Mektup)

Kâinat kitabı; bu kitabın yazarına ait ulûhiyet ve mabudiyetin gösterilmesi için böyle cisimleşmiş bir tarzda yazılmıştır. Bu yüzden her sayfası bir kitap kadar, her satırı bir sayfa kadar geniş manalar ifade eder. Evrendeki yaratılma ile ilgili olayların her bir kelimesi, harfi, hatta noktası birer mucizedir. Onların her biri; yaratıcısının gücünü gösteren delillerdir. Evreni, anlamlı nakışlarlarla süslenmiş büyük bir mescide çevirirler. Bu mescidin her bir köşesinde her bir grup; kendilerini yaratan, ibadete layık O varlığa karşı, kendilerine ait özel bir tarzla, ibadet içindedirler.

*ulûhiyet ve mâbudiyetin tezahürü için bu kâinatı öyle bir mücessem kitab-ı Samedânî ki, her sayfası bir kitap kadar ve her satırı bir sayfa kadar mânâları ifade eder ve öyle cismânî bir Kur’ân-ı Sübhânî ki, herbir âyet-i tekvîniyesi ve herbir kelimesi, hattâ herbir noktası, herbir harfi birer mucize hükmündedir ve öyle muhteşem ve içi hadsiz âyâtla ve mânidar nakışlarla tezyin edilmiş ve mescid-i Rahmânîdir ki, herbir köşesinde bir tâife, bir nevi ibadet-i fıtriye ile iştigal eder bir şekilde halk eden bir Allah, bir Mâbud-u Bilhak, (ŞUALAR,11.Şua)

         Kâinat kitabının satırları, kelimeleri ve harflerinin bir ve tek yazar tarafından yazıldığını kabul eden kişi, makul ve kolay bir yoldadır. Ancak, o yazıları, harfleri tabiata ve sebeplere dağıtan kişiler ise; imkânsız bir yola sapmış ve çıkmaz bir sokağa girmişlerdir. Bir tek canlı harfin bastırılması için, bütün evrenin bastırılıp tab edilmesi için gerekli malzemelere ihtiyaç vardır. Bu insandaki idrak yeteneğinin kabul etmeyeceği bir hurafedir.

*şu kitab-ı kâinatta yazılı satırlar, kelimeler ve harflerin bir Vahid-i Ehadin kalem-i kudretiyle yazılmış olduğu cihete hükmeden adam, pek rahat ve kolay ve mâkul bir yola sülûk etmiş olur. Fakat, o yazıları, o harfleri tabiata ve esbaba isnad eden herifler, imtina ve muhalin en suubetli ve çıkmaz bir yoluna zehab etmiş olurlar. Çünkü, bu yola zehab edenler için tek bir zîhayatın tab’ ve bastırılması için ekser kâinatın tab’ına lâzım olan teçhizat lâzımdır. Bu ise, vehmin kabul edemediği bir hurafedir. (M.NURİYE, Lemalar)

         Bu kâinatta çeşitli şekillerde yazılmış her bir kelime; kendini o şekliyle gösterse de pek çok başka özellikleri bakımından, taşıdığı anlamlar açısından, hem tek başına hem de bütün harflarla birlikte sanatkârını gösterir, O’nun sahip olduğu üstün özelliklerini yansıtır. Ve her bir harf taşıdığı özellikler, şekiller ve süslemeleri bakımından adeta sanatkârını övgüyle anlatan bir kasideye benzer. Ahmaklığı herkes tarafından bilinen bir adam dahi böyle bir sanatkârı inkâr edemez.

*kitab-ı kâinatta mücessem olarak yazılan herbir kelime, kendi miktarınca kendini gösterirse de, pek çok cihetlerden münferiden ve müçtemian Sâniini gösterir, esmâsını izhar eder. Ve kendi evsafıyla, eşkâliyle, nakışlarıyla, âdeta Sâniini medih için yazılmış bir kasidedir. Buna binaen, meşhur Hebenneka gibi ahmaklaşan bir adam dahi Sâni-i Zülcelâlin inkârına gitmemek gerektir. (M.NURİYE, Lemalar)

         Bu kâinat kitabı öyle bir yazılmıştır ki bir kısmı diğer kısmına muhtaç şekilde tanzim edilmiştir. Maddiyat dünyası; yaratıcının nimetlerinin ışığını gösterebilmek için güneşe muhtaç tarzda yaratılmışlardır.

*bu kitab-ı âlemin de bir kısmı, diğer bir kısmını izah ediyor. Meselâ, maddiyat âlemi Cenab-ı Hakkın envar-ı nimetini cezb etmek için hakikî bir ihtiyaçla şemse muhtaç olduğu gibi (M.NURİYE, Zeylül Habbe)

         Evrene bakış açınız çok önemlidir. Sanatkârının nurani güzelliğini görüp de bu gözle bakamazsanız, evren herkesin ağladığı bir matem evine döner. Gözünüzde herşey birbirine yabancı ve düşman olur. Cansız varlıklar birer cenaze suretinde algılanır. Hayvanlar ve insanlar; sanki yetimler gibi ayrılık ve yokoluş korkusuyla ağlayıp sızlamaya başlarlar. Kâinat; gösterdiği hareket, değişim ve bütün çeşitliliği ve süslemeleriyle onların gözünde tesadüflerin oyuncağına döner. Özellikle insanlar hayvanlardan daha aşağıya düşer.

        Evrene iman nuruyla bakan kimse; onun bir ağlama evi değil, zikir ve şükür mescidi olduğunu görür. Birbirinin düşmanı zannedilen varlıklar; dost ve kardeş olurlar. Bütün cenazeler ve ölü gibi olan cansız varlıklar; dostluk ve ahbablık içinde yaşayan varlıklara dönerler. Ve yaratıcılarını, kendi dilleriyle anlatan, konuşan birer görevli memura benzerler.

*Evet, o zatın nuranî güzelliğiyle kâinata bakılmazsa, kâinat bir mâtem-i umumî içinde görünecekti. Bütün mevcudat birbirine karşı ecnebî ve düşman durumunda bulunacaktı. Cemâdat, birer cenaze suretini gösterecekti. Hayvan ve insanlar, eytam gibi zeval ve firakın korkusundan vâveylâlara düşeceklerdi. Ve kâinata, harekâtıyla, tenevvüüyle ve tagayyüratıyla, nukuşuyla tesadüfe bağlı bir oyuncak nazarıyla bakılacaktı. Bilhassa insanlar, hayvanlardan daha aşağı, zelil ve hakir olacaklardı.

İşte, o zatın telkin ettiği İmân nazarıyla kâinata bakılmadığı takdirde, kâinat böyle korkunç, zulümatlı bir şekilde görünecekti. Fakat o mürşid-i kâmilin gözüyle ve İmân gözlüğüyle bakılırsa, her taraf nurlu, ziyadar, canlı, hayatlı, sevimli, sevgili bir vaziyette arz-ı dîdâr edecektir.

Evet, kâinat İmân nuruyla mâtem-i umumî yeri olmaktan çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur. Birbirine düşman telâkki edilen mevcudat, birbirine ahbap ve kardeş olmuşlardır. Cenaze ve ölü şeklini gösteren cemâdat, ünsiyetli birer hayattar ve lisan-ı haliyle Hâlıkının âyâtını nâtık birer musahhar memuru şekline giriyorlar. Ağlayan, müteşekkî ve eytam kıyafetinde görünen insan, ibadetinde zâkir, Halıkına şâkir sıfatını takınıyor. Ve kâinatın harekât, tenevvüat, tagayyürat ve nukuşu abesiyetten kurtuluyor. Rabbânî mektuplar, âyat-ı tekviniyeye sayfalar, esmâ-i İlâhiyeye aynalar suretine inkılâp ederler. (M.NURİYE, Reşhalar)

*Öyle bir Allah ki, vücub-u vücud ve vahdetine, şu kitab-ı kebir denilen âlem, bütün yazıları ve fasıllarıyla, sayfalarıyla, satırlarıyla, cümleleriyle, harfleriyle şehadet ettiği gibi; şu insan-ı kebir denilen kâinat da, bütün âzâsıyla, cevahiriyle, hüceyratıyla, zerratıyla, evsafıyla, ahvaliyle delâlet eder (M.NURİYE, Katre)

*Evet, meselâ, herbir kelimesi bir kitabı ve herbir harfi bir satırı içerisinde tutan bir kitabın, kâtipsiz vücudu mümkün değildir. Kâinat kitabı da Nakkaş-ı Ezelînin vücub-u vücuduna bağlıdır. Sarhoş olmayanlar, ancak Nakkaş-ı Ezelîye İmân etmekle kitab-ı kâinata şahit olabilirler.

Ve keza, pek çok san’at harikalarına ve nakış ve ziynetlerin garaibine müştemil olan bir binanın bâni ve sânisiz vücudu mümkün olmadığı gibi, bu âlemin vücudu da Sâniin vücuduna tâbidir. Dalâlet sarhoşluğuyla sarhoş olmayanlar, onu bunsuz tasdik edemezler. (M.NURİYE, Lasiyyemalar)

Dr.Selçuk Eskiçubuk

 www.NurNet.org