Etiket arşivi: insan

Marifet…

Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış;

Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış…

Necip Fazıl

İçinde yaşadığımız galaksi: Samanyolu.

Samanyolu Galaksisi’nde 300 milyar yıldız olduğu tahmin ediliyor. Kâinatta Samanyolu gibi 300-500 milyar galaksi olduğu düşünülüyor.

Bu nasıl bir büyüklük, nasıl bir tecelli?

Bu büyüklükleri Yaratan, kim bilir ne kadar büyük?

Dünya, uzayda bir saatte 108.000 kilometre hızla uçuyor. Güneş ve Güneş Sistemi de uçuyor. Samanyolu Galaksisi uçuyor. Kâinattaki bütün galaksiler uçuyor. Gökler uçuyor…

Çarpışma yok… Kaos yok…

Bütün kâinatta dakik bir düzen… Dakik bir işleyiş…

Kâinat saatini böyle dakik kuran kim, çalıştıran kim?

Güneş Sistemi’nde Güneş merkezde…

Çevresinde diğer gezegenler… Merkür, Jüpiter, Neptün, Üranüs, Plüton ve diğerleri…

Güneş, bütün gezegenleri kendine doğru çekerken, diğer gezegenler büyük bir süratle Güneş’ten uzaklaşmak ister gibiler.

Yine Merkezkaç Kuvvet ile Merkezcil Kuvvet arasında hassas bir denge kurulmuş.

Bu hassas dengeyi kuran kim?

Atomlar…

Merkezde proton ve nötron, yani atom çekirdeği. Yörüngede elektronlar…

Atom çekirdeğinde çok büyük bir çekim kuvveti var. Atom çekirdeği, elektronları kendine yapıştırma amacı taşıyor sanki… Buna “Merkezcil Kuvvet” deniyor.

Elektronlar ise çok büyük bir hızla çekirdek etrafında dönüyorlar. Süratle atomdan kopmaya çalışır gibiler… Buna da “Merkezkaç Kuvvet” deniyor.

Her iki kuvveti dengeleyen, elektronları çekirdek etrafında dengede tutan kim?

İnsan…

İnsanın yaratılış hamuru toprak ve elementler…

İnsan, tek bir hücreden başlayıp, milyarlarca hücreyle ilerleyen bir sanat şaheseri…

İnsan, biyolojik olarak mükemmel sistemlerle donatılmış.

Kas sistemi, iskelet sistemi, sinir sistemi, dolaşım sistemi, damar sistemi, lenf sistemi…

İnsan, anatomik ve fizyolojik açılardan mükemmel…

İnsanın bir de kalp, duygu ve ruh boyutları var ki, onları yazmaya kitaplar yetmez…

İnsanı madde ve mânâ yönüyle bir sanat şaheseri olarak yaratan kim, yaşatan kim?

Toprağı insana dönüştüren Sanatkâr kim?

İnsanı konuşturan, düşündüren, gördüren, işittiren, terbiye eden kim?

Dünya…

Toprak ve denizlerle kaplı…

Çevresinde atmosfer…

Atmosfer, hiçbir göktaşına geçiş izni vermiyor. Bütün göktaşları atmosferde yanıyor, yeryüzüne ulaşamıyor…

Denizler ve atmosfer, dünyanın sıcaklığını belli bir aralıkta tutuyor. Atmosferdeki oksijen, azot ve karbondioksit oranları, yeryüzünde hayatın devam etmesine imkân tanıyor.

Toprağın katmanları, yerkürenin merkezindeki lavların dışarı çıkmasına izin vermiyor.

Dünyayı böyle hassas denge ve denklemlerle ayarlayan kim?

Güneş, tıpkı bir avize gibi… Ay, kandil misal… Işıl ışıl yıldızlar… İnsanın emrine âmâde…

Dünya, denizler ve atmosfer, insana hizmetkâr…

Bitkiler, hayvanlar, madenler, insana boyun eğdirilmiş.

Yağmur, kar…

Dünyanın eğimi, gece ve gündüz, dört mevsim… İnsan için, insana hizmet ediyor.

Casiye Suresi’nin 13. ayetine bakalım:

“Göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsini O kendi tarafından bir lütuf olarak sizin hizmetinize verdi. Tefekkür eden bir topluluk için bunda nice âyetler vardır.”

Koca kâinat, Allah’tan gelen bir emir olmasa, insana hizmet eder miydi?

Koca kâinat insan için yaratılmış.

İnsan ne için yaratılmış?

Üstad Bediüzzaman cevaplasın:

“Kat’iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.

Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur.”

N. Kağan Çetin – Nuraniyyat

İbadeti, insan vicdanı emreder

Soru :

Ayette “Ey insanlar Rabbinize ibadet ediniz.” buyruluyor. Halbuki, ibadet iman edenlere teklif edilen bir vazifedir. Burada  niçin insanlar muhatap alınmıştır?

Cevap:

Ayetin meali şöyle:

 “Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki takva mertebesine vasıl olasınız.” Bakara Sûresi, 21

Bu ayetin geçtiği Bakara Sûresinin başında Kur’anın muttakiler (takva sahipleri) için bir hidayet olduğu beyan edildikten sonra, takva sahiplerinin sıfatları şöyle sıralanıyor: Gabya inanırlar ve namazlarını dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah yolunda infak ederler.”

İbadeti, insan vicdanı emreder. Çünkü Rabbe itaat edilir. Bu ayet-i kerimede önce, “Rabbinize ibadet ediniz.” buyruluyor ve daha sonra Rab için şu sıfatlar da ekleniyor:

Sizi ve sizden öncekileri yaratan”

“Yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina kılan.”  (22. ayet)

“Gökten bir su indirip sizin için türlü meyve ve mahsullerden rızıklar çıkaran.” (22. ayet)

İnsan terbiyesinde anne ve babanın çok cüzi bir görevleri vardır. Onlar insanın hiçbir organını yahut duygusunu yapmış, terbiye etmiş değillerdir. Buna rağmen onlara itaati vicdan ve akıl emrederler. Ve aksine hareket edenler, en azından,  kınanır, ayıplanırlar.

Ayette bir kısmı sıralanan bu sonsuz nimetleri bize ihsan eden Rabbimize ibadet etmemiz gerektiğini her vicdan kabul ve tasdik eder. Bu noktayı müşriklerin vicdanları da kavramış, ancak kime ibadet edeceklerini bilememişler ve putlara tapmışlardır. Bu iki ayette müşrikler için şöyle bir uyarma vardır:

“Siz kendi yaptığınız putlara değil de, sizi ve sizden öncekileri yaratan, arzı size döşek semayı binanıza dam yapan, semadan sular indirip yerden sizin için rızıklar çıkaran Rabbinize ibadet edin.”

Bu ayette birinci muhatap, ibadet eden ancak bunu yanlış şekilde yapan müşrikler olmakla birlikte ayetteki emir bütün insanlaradır. Hitabın “Ey insanlar!” şeklinde yapılması da bunu açıkça göstermektedir.

Üstad, İşaratü’l-İ’caz adlı eserinde, ayetteki ibadet emrinin “mü’min, kâfir ve münafıkların mazi, hal ve istikbalde vücuda gelmiş veya gelecek bütün efradını” kapsadığını ifade ederek şöyle buyurur:

“…..kâmil mü’minlere göre اُعْبُدُوا ibadete devam ve sebat etmeye emirdir. Orta derecedeki mü’minlere nazaran, ibadetin arttırılmasına emirdir. Kâfirlere göre, ibadetin şartı olan iman ve tevhid ile ibadetin yapılmasına emirdir. Münafıklara nazaran, ihlasa emirdir”

Alaaddin Başar

İnsanın Tuhaf Halleri

Bazı insanlar kâinattaki akıl almaz derecede haşmetli ve azametli faaliyetleri akıllarına sığıştıramadığından inkâr yoluna girerler. Bazıları da faydasını bilemediği varlıkları, yahut hikmetini kavrayamadığı hadiseleri Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olmasına bir mana veremezler ve İlahi takdire karşı itiraz yolunu tutarlar. Bazı insanlar da sanki bütün varlıklar onlara hizmet etmeye mecbur imişler gibi tuhaf bir ruh haline bürünürler.

İnsanoğlunun bu ve benzeri bütün yanlış telakkilerini Üstat Bediüzzaman Hazretleri “enaniyet-i neviyye” olarak değerlendirir ve haddini tecavüz eden bu kişileri şöyle ikaz eder:

“Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef’âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır.” (Mesnevî-i Nuriye)

Enaniyet-i neviyyenin bazen enaniyet-i milliye ile karıştırıldığı oluyor. Enaniyet-i milliye, kendi ırkını diğerlerinden üstün görmek, yani ırkçılık yapmaktır. Enaniyet-i neviye ise, insan nevinin diğer varlık türleri, özellikle de hayvan türleri üzerinde bir üstünlük taslaması ve onları aşağılamasıdır. Bunun en açık göstergesi de insanın birisine haraket edeceği zaman ona ‘hayvan!’ diye hitap etmesidir.

Bu enaniyetin temelinde insanın ahsen-i takvimde yaratılmış olmasının yanlış değerlendirilmesi yatıyor.

“İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi.” (Şuâlar)

Meyve bir yönüyle ağacın diğer bütün kısımlarından kıymetlidir ve onların tamamı buna hizmet ederler. Diğer yönüyle meyve, ağacın en muhtaç cüzüdür. Kökten yaprağa ve çiçeğe kadar ağacın bütün birimlerine muhtaçtır. Onların yardımıyla meydana gelir ve hayatını devam ettirir.

Bu noktada meyveye iki önemli görev düşüyor. Birisi, kendisini en kıymetli ve şerefli olarak yaratan Rabbine şükretmek. Diğeri, ağacın her şeyine muhtaç olduğunu unutmayarak diğer varlıklara karşı büyüklenme afetinden uzak durmak.

İnsan da kâinatın meyvesi ve arzın halifesidir. Henüz kendisi ortalarda yokken, kâinat ağacı, her şeyiyle, onun istifadesine en uygun şekilde yaratılmış; dünyaya geldiğinde her şeyi kendisine hizmet eder bulmuştur. Bu büyük nimete karşı insanın kâinat çapında bir şükür borcu vardır ve bunu yerine getirmekle yükümlüdür.

Gel gör ki, kendini beğenen ve kulluğunu unutan gafil insanlar bu ulvi görevi yerine getirmekten kaçarlar. Aynaya bakan kişinin sadece kendini görmesi gibi, böyle insanlar da sadece kendilerine bakar, nefislerinin tatmini için çalışır ve yalnız menfaatlerinin peşinde koşarlar. Başka şeylere yukarıdan bakar, onları tefekküre değer bulmazlar.

Yâsîn Sûresinde hayvanların zelil kılındıkları ve onlara boyun eğdirildiği haber verilirken, bunun insanın menfaati için olduğuna özellikle dikkat çekilir.

İnsanı aziz yapan, akılla şereflendiren, kalbini imanla nurlandıran ancak Allah’tır. Hayvanlara akıl vermeyen ve onları insana hizmet ettiren de O’dur.

“Biz, o hayvanları kendilerine boyun eğdirdik. Onlardan bir kısmı binekleridir, bir kısmını da yerler.” (Yâsin Sûresi, 72)

Bu izzet ve zillet tecellilerinin bir örneğini kendi bedenimizde de görmüyor muyuz? Baş, gövdenin en üstünde yerini alırken, ayaklar en aşağıda görev yaparlar. Başın aziz olması gibi, ayakların zelil olmaları da İlâhî takdir iledir. Başa düşen görev, bu ihsana karşı şükürle mukabele etmek ve ayakları hakir görmemektir. Zira, ayaklar olmasa, insan da bir taş gibi yerinde sabit kalır ve hiçbir yere gidemez.

İşte başı gövdeye üstün kılan Allah, insanı da arza halife kılmış, cansız varlıklardan bitkilere ve hayvanlara kadar yeryüzündeki her şeyi onun hizmetine vermiştir. Bu büyük ihsanı gurur ve kibre dönüştürmek insan için en büyük bir nankörlük ve yine en azim bir zarardır. Zira, onu şükürden ve kulluktan uzaklaştırır; bu yanlış yoldan dönmediği taktirde onu insanlıktan düşürüp hayvanlardan da aşağı bir derekeye indirir.

“Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.” (A’raf Sûresi, 179)

Bazı kesimlerden şu yollu sözler işitiyoruz: “Nur Talebeleri, derslerinde çiçekten böcekten söz ediyorlar…”

İşte bu sözün altında da “nevin enaniyeti” yatmaktadır. Bu adamlar kendi kısır değerlendirmeleriyle hayvanları hakir görebilirler; ama Allah onları hakir görmemiş, bütün organlarını büyük bir hikmetle yaratmış, en mükemmel şekilde tanzim etmiş ve o mahlûklarıyla kâinat arasındaki ince ilişkileri en ileri bir rahmetle tesis etmiştir.

Bir çiçeği de aynı ihtimamla yaratmıştır.

Her şey gibi çiçekler ve böcekler de Allah’ı hamd ile tesbih etmektedirler. İnsanın onlardan üstünlüğü, bu tesbih ve ibadet görevini çok daha ileri derecede yerine getirebilecek bir istidatta (yetenekte) yaratılmış olmasındadır. Bu büyük sermayeyi yanlış yolda kullanan inançsız insanların, o varlıklara karşı büyüklenmeye hakları yoktur. Zira, ayetin haber verdiği gibi onlar hayvandan daha aşağı bir noktaya düşmüşlerdir.

Kaldı ki, Allah kelâmında ‘İnsan Sûresi’ olduğu gibi, “Bakara Sûresi, Nahl Sûresi, Ankebut Suresi…” de yer almaktadır. Tıpkı, kâinat kitabında insanla birlikte bu hayvan türlerinin de yer almış olmaları gibi.

Prof. Dr. Alaaddin Başar – Zafer Dergisi

İnsandan İnsana Fark Var

Öteki var olmadığında ben yokum.

Gözüm karşımda bir nesne arıyor, insan dünyaya düşmekle bir ilişki arıyor.

Tutunacak bir dal, uçurum aşağı kayıp düşmemek için bir tutamak.

İlişki konuşmak demektir.

Bebek gözleriyle konuşur, varlığının annenin gözlerinde yansımasını ister. İnsan iletişimi çok katmanlı bir yapı, duyguları iletmeye ve saklamaya yarar, yalan söylemeye yarar, gönül okşamaya ve kırmaya yarar.

 

Ötekiyle doğru bir iletişime girme arzumuz onunla hemhal olabilmekle mümkündür ancak, onun var olma biçimine, dünya görüşüne nüfuz edebilmem ve onunla ortak bir anlam oluşturabilmem için onun dilini bilmeli, o dilden konuşabilmeliyim.

Kendi kavramsal çatımı ona dayatmak yerine onun dilinde hünerli olmalıyım ki kendi arzu, tarafgirlik ve önermelerimi bir kenara bırakarak bir konuşma başlatabileyim.

Kendimi bir bilmeme noktasına yerleştirerek başlamalıyım işe.

Önce dinlemeyi öğrenmeliyim, her şeye hemen tepki vermek zorunda değilim.

Bu ilk sessizlik bizi pek çok esaretten azat eder. Muhatabımı bütün insanlığı ve o insanlığın bütün karmaşıklığı içinde algılayabilmemledir ki onunla karşılıklı bir ilişki için ilk adımı atmış olurum.

Derdim onun dünyasına girmek, onunla olmak, ikimizin de ‘ötekilerden biri’ olduğunu kabullenmek.

Her birimiz bir başkasına ötekiyiz.

Mavi gezegende her birimiz ötekine bağlı ve bağımlıyız.

Bu yüzden insanlığımızın en derin katmanlarında sevgi ve sevebilme yeteneği yatar.

Bir toplum evladını seven anne babalarla serpilip gelişir. Sevgiyi vermekle sevebilmeyi öğretir anne baba, sevmenin mümkün olabildiğini öğretir.

İnsan daima yakınlık arayan bir varlık.

İnsan ruhunun bugün yaşadığı büyük kriz sevebilme yeteneğimizin törpülenmesinde yatıyor. Dünyaya baktığımızda bir düşmanlar ordusu görüyor, masum tabiatı dahi ehlileştirmezsek canavarlaşacağını varsayıyoruz.

 

Beni doyuracak değil, yankılayacak bir muhatap

 

Freud için insan, dürtülerini doyurmak için nesneler arayan iç kuvvetlerin tesirindeydi. Her insan dürtülerini, özellikle de cinsel dürtüsünü doyuracak bir nesneyi elde etmenin peşindeydi.

Bugün insanın haz değil ilişki arayan bir varlık olduğunu tartışıyor psikanaliz.

Duyulmak, hissedildiğini hissetmek isteyen bir varlık.

Beni doyuracak bir muhatap değil beni yankılayacak bir muhatap arıyorum.

Ben bir özneyim ve özne arıyorum, nesne değil.

Onunla ilişkimde onu yutmak, ele geçirmek, kendime benzetmek derdinde değilim. Onu kendi tam varlığıyla, benden bütünüyle farklı olmasıyla konuşmaya değer buluyorum.

Birbirimizden farklı olsak da kendi öznelliklerimizi koruyarak, iki ayrı varlık olarak birbirimizle konuşabiliriz. Kendimi ötekinde yok ederek veya onu kendi benliğimin sömürgesi kılarak değil onu tanıyarak, onun farklılık ve biricikliğini tanıyarak çıkıyorum yola.

 

Muhatabım benim yansıtmalarımdan ibaret değil, benim ihtiyaçlarımı giderecek bir nesne hiç değil, onunla buluşmaya giderken ondan olmasını istediğim gibi olmasını değil kendi biriciklik ve saygınlığı içinde kendisi gibi olmasını dileyebilirim ancak.

Onda kutladığım şey, bana benzerliği değil, tam aksine benden farklılığı ve başkalığıdır. Onun iç dünyasını tam manasıyla bilemem ancak onu bilmeyi ve anlamayı deneyebilirim.

 

Farklılığı değerli bulmak

 

Ötekini anlamakla ötekinin ötekiliğini giderme isteği arasında çok kısa bir mesafe var.

Öteki kendisi olarak kalmak istediğinde, kendi farklılığını korumaya yeltendiğinde egemen akıl hemen onu düşman hanesine yazabilir.

Burada dikkat etmemiz gereken bir husus daha var:

Onu sadece farklı olarak görmek, onu sadece farkından ibaret saymak da insan olarak ortak maceramızı, birbirimize benzeşmemizi ve aramızdaki insani ilişkiyi de gözden kaçırmamıza yol açabilir. Bu tarz bir ötekileştirme, özellikle farklı olan ‘yabancı’ olarak kurgulandığında, sosyal nefret ve ırkçılığa sebebiyet verebilir.

Karşımda aynılaştıramayacağım bir öteki var, ne ki bu aramızda bir bağ olmadığı anlamına gelmiyor; bir bağımız var ve bu bağ ne ötekini istila etmemi ne de yutmamı iktiza ediyor. Onun başkalığını değerli bulmakla kendim de daha gerçek oluyorum.

O da benim gibi bir insan ama kendine mahsus bir hayatı ve arzuları var.

 

Tanıma ve sorumluluk el ele gider

 

Öteki için sorumluluk hissetmek onun kendi öznelliğini kabul etmenin ve kendine mahsus haklarının olmasının ötesinde, onun da incinebileceğini kabullenmek demektir.

Sorumluluk, ötekinin yaralarında benim bir günahım varsa bunu fark etmek ve kabullenmekle kendisini gösterir.

Öteki için duyduğum sorumlulukla kendimi de etik bir özne olarak kurmuş olurum.

O halde başkasını o istemediği halde benim gibi düşünmeye ve yaşamaya davet ettiğimde onun üzerinde etik şiddet uyguluyorum demektir.

Onu olduğundan başka bir şey olmaya zorlamam etik şiddetin ta kendisidir.

Onu asla tam olarak bilemeyeceğim ama zihnimin ona yakıştırdıklarına karşı da direneceğim. Tanımak, ötekinin başkalığına tahammül etmek ve onu aynılaştırmamaya çalışmaktır.

 

Şükür ki insandan insana fark var.

Şükür ki insandan insana yol da var.

Prof. Dr. Kemal Sayar / Zafer Dergisi

Dimağda taakkul mertebesi

Dimağın üçüncü mertebesi taakkuldür.

Bîtaraf (tarafsız) olma taakkul mertebesinde doğar. Düşüncelerin hayal ve tasvir aşamasından çıkıp akledilerek değerlendirildiği aşamadır. Bu mertebede akıl, taakkulden önceki hayal ve tasvirleri eline alıp inceleyerek, tedkik ve tahkik etmeye başlar. Daha da somut bir veri haline dönüştürür. Taakkul, tasavvurda oluşan verileri süzerek ve eleyerek bir karara varır. Bu mertebe tarafsız olarak devam eden bir aşamadır. Taakkul mertebesinde akıl buraya gelen malûmatları tartmaya ve de akletmeye başlar. Bu fikrin olur, ya da olmazlarının makuliyetini arar. Taakkul, fikrî bir seyerân ve aklî bir cevelandır. Ayrıca insan bazan tahayyülü taakkul ile iltibas eder. Çünkü taakkul bir hüküm değil, dimağın bir mertebesidir ve taakkulde insan bîtaraftır. Bediüzzaman Hazretleri de “Bu cüz’î aklınızla hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz.”1 der.

Taakkul, akıl terazisi ile tartmak, ölçmek, biçmek ve bir şeyin mahiyetini anlamaya çalışmaktır. Ölçmek, muhakeme etmek, değerlendirme yapmak bu mertebenin vazifesidir. Akıl, taakkul mertebesinde bir denetleyici gibi meseleyi net bir biçimde ortaya koymaya çalışır. İnsan taakkul mertebesinde düşündüğü ve aklettiği şeylerde “bitaraf” olması gerekir, ta ki taraftarlıkla hakîkati taharriden uzaklaşmasın. Tarafsızlık ancak taakkul mertebesinde gözükür. Bir meseleyi aklen idrak etmiş olmak, hemen tasdik, iz an ve itikadı gerektirmez. Çünkü taakkul, tahayyül ve tasavvurdaki birikimleri süzmeye, tartmaya ve elemeye çalışır. Dimağ bu mertebede bir terazi gibi tarafsız olarak kendisine gelen malûmatları tartmaya çalışır. Daha sonra tasdik edilecek olan fikirlerin şekillenmesine çalışılır. Safsata ve bîbehre hallerden tecerrüt edilerek bitaraf konumuna geçen dimağ ne kadar makul malûmat varsa toplamaya ve toparlamaya çalışır.

Risâle-i Nur’da Hutbe-i Şamiye eserinde akıl ile ilgili mühim noktalara temas edilmiştir. Şöyle ki: “Hem âyat-ı Kur’âniye başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder, “Aklına bak” der. “Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki bu hakikati bilesin” diyor. Meselâ, bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz.” “Biliniz” ve “Bil” hakikatine dikkat et. “Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun? Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar? Ey insanlar, ibret alınız! Geçmiş kurunlardan ibret alıp gelecek mânevî belâlardan kurtulmaya çalışınız” mânâsında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen, çok âyetlerde, beşeri, aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.”2

Demek ki taakkul etmek Rabbimizin âyetlerle bizlere gösterdiği bir hakîkattir. Çünkü insan hedef ve maksadına taakkul ile ulaşır. Bediüzzaman Hazretleri “hayâlinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden”3 diyerek avamda taakkulün mahiyetine işaret etmiştir. Ayrıca “fikren taakkul edebiliriz”4 diyerek de taakkulün fikirle yapıldığını ifade etmiş olur. Ancak “Biçare vesveseli adam, bazan tahayyülü taakkul ile iltibas eder.”5 Dimağ “taakkulde bîtaraf”tır.6 Yani hakîkate ulaşmak için dimağ bu mertebede tarafsız konumundadır.

İnşâallah konuya devam edelim…

Dipnot:

1- Muhakemat, 2013, s. 107.
2- Eski Said Dönemi Eserleri (Hutbe-i Şamiye), 2013, s. 329, 330.
3- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 210.
4- Eski Said Dönemi Eserleri (Nutuk), 2013, s. 184.
5- Sözler, 2013, s. 439.
6- Sözler, 2013, s. 1148.