Etiket arşivi: kuran

Risale-i Nur Talebeleri Sabırlı Olur

İnsan olmak hasabiyle hemen hemen imtihansız günümüz geçmiyor. İslami hizmette bulunanların, özelliklede bizim gibi Risale-i Nur okuyanların ne zaman neyle imtihan olacağımız belli değil.

Her an bir musibetli ve sıkıntılı hal ile karşılaşabiliriz.

Aldığımız dersler gereği sabır ve şükürle yolumuza devam etmeliyiz.

Avea İletişimin avukatı başka bir dosya ile beni karıştırıp, icraya vermiş. Bu sıkıntıyı atlatmak isterken, Rotterdam’da başörtüsü yasağı sebebiyle okumak zorunda kalan kızımın okulu, öğrenci belgesini Adalet Bakanlığına göndermeyi unutmuş. Bir yarı yıl kaybetmesine sebep oldu. Bilmiyoruz bu islamafobiden mi kaynaklanıyor.

Sizin anlayacağınız, hizmeti Kuran’iyede olanlar sürekli imtihan içindeler. Ama ben biliyorum ki nur talebeleri sabırlıdır. Yılmadan, vazgeçmeden vazifelerine devam ederler.

Ben bu haldeyken gittiğim bir mahalli derste şu satırları okudu kardeşin birisi:

Hulusi’nin bir gailesi var, diye hissediyorum. Merak etmesin; Risale-i Nur’un şakirdlerine inayet ve rahmet, nezaret ve himayet ederler. Dünyanın meşakkatleri madem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde şükür ile, metanetle mukabele edilmek gerektir. Hem o, hem sizler bütün dualarıma ve kazançlarımda benimle berabersiniz.” (Kastamonu Lahikası. s.12) cümleleri ile kendime geldim.

Sabah namazı Ulucami’de kılıp dershaneye gittim. Orada da şu satırlarla beynimden vurulmuşa döndüm.

“Ey Nurcular! Allah’ın sizlere ihsan ettiği ezeli lûtfana karşı secde-i şükrandan başınızı kaldırmayınız! Gecenin soğuğuna aldırmayınız! Sizlere lûtfunu hiçbir hususda esirgemeyen Rabb-ı Rahime, gecenin bu mübarek saatlerinde kalkarak vazife-i şükrü eda ediniz.Ve bazıların düştüğü, istkbali düşünmek derdiyle maişeti sarsan hadiseler karşısında titremeyiniz, korkmayınız! Nur’un kutsi kerâmât ve imdadını müşahede ediniz! Dünya fanidir. Binler sene yaşamak olsa, bâki olan hayat-ı uhreviyenin yanında hiç ender hiç mesabesindedir. Fakat fani olmakla beraber, bâki hayatın bâki meyvelerini ve verimli ve bereketli olan nur tohumlarını ekiniz! Zira”Eken biçer.”Atalarımızdan kalma mübarek bir sözdür.”(Tarihçe-i Hayat s. 432)

Uyarıcı ikazlar ardarda geliyordu. Gevşemeye fırsat vermiyordu. Çünki Nur talebelerinin vazifesi kudsidir. İstihdam ediliyorlar.

M.Ali Birand kanser ameliyatı olunca bir yazı kale almıştı.”Neden Ben” başlığını taşıyan yazıda sanki kadere teslim olmuş gibiydi. Bir tenis şampiyonunu örnek veriyordu.

İnsanlar başarılı olduklarında ve nimetler içinde yüzdüklerinde çok azı şükredebiliyor. Aslında menfi ibadet olan hastalık veya musibetlerle imtihan olduğumuzda da Allah’ı daha çok çok anmalı , O’na sığınmalı değil miyiz?

Üstad Hazretleri, yaşadıklarını mutlaka ahiret ile ilişkilendirir. Gerek hapiste gerek hapsin dışında uğradığı haksızlıkların mutlaka bize veya başkalarına bir fayda sağladığını düşünür. Ebedi hayat olan ahireti kazanmak için çekilecek acılara razıdır. Bunun için fani dünyada çekilen sıkıntı, eza ve cefaların adı ve lafı mı olur?

Bu haksızlıkları yapan adamlar eğer aldanmışlarsa bilmeyerek sana zulmediyorlar. Onlar hiddete layık değiller. Bilerek kin ve garazla, inkârcılık adına incitiyorlar ve ve işkence yapıyorlarsa yine Allah’a havale eder. Onların, ölümün idamı ebedisiyle kabrin hapsi münferidiyle daimi sıkıntı ve azap çekeceklerini biliyor ve rahatlıyordu.

Aynen onun gibi bizde zulüm ve haksızlığa uğradığımızda da “Elhamdülillah” diyebilmeliyiz.

Ahireti dikkate almaz isek, dünya çekilmez hale geliyor. Uğradığımız haksızlıkların şiddeti ve öfkesi ancak ahiret inancıyla yatışıyor.

Ayrıca insan birilerini affedebildiği ölçüde stresten kurtuluyor, rahata eriyor. Zaten haksızlığı yapan tövbe edip helalleşmezse cezasını Cehennemde ebediyyen çekecek.

Soğuğa hiç aldırış etmeden; hem namaz için cemaate (özellikle sabah namazına) hem de Nur Sohbetlerine Bismillah”Ya Rabbi tesirini sen halk et” diyeyek evden çıkmalıyız.

Göreceksiniz, maddi bazı sıkıntılarınız olsada ahiret için çok büyük kazançlar elde edeceksiniz, İnşaallah..

Erdoğan AKDEMİR

nurdergi.com

Arapların Risale-i Nur’a Hayranlıkları

Geçen sene ilk kez tanıştılar Nurlarla. “Nedir bu kitaplar?” dediklerinde“Kur’an-ı Kerim’in tefsiridir” dedik.

Arapların Kur’an’a olan düşkünlükleri malum… Kaldırım taşlarında minikler babalarına, amcalarına Kur’an ezberi dinletirler. Okullarda her sene en az bir cüz ezber yaptırılır. En ufak müşküllerinin cevabını Kur’an’da ararlar. Kur’an’ın tefsiri deyince hemen ilgilerini çekmişti Risale-i Nur fakat zamanla durum değişti.

Önce Risale-i Nur’a bakış açılarının artık ilk duydukları gibi sadece Kur’an’ın tefsiri noktasında olmadığını ve kainata bakışlarının dahi bir tuhaf olduğunu söylüyordu her birisi… Esasında değişen bir şey yoktu elbette. Yine Risale-i Nur Kur’an tefsiri ve yine kainat eski kainattı. Fakat Kur’an’ın alıştıkları gibi tefsiri değildi bu kez okudukları.

Börtü böcek daha önce söylemediklerini söylüyordu sanki. Denizin dalgası bir yerlerden müjde getirmenin heyecanı ile kendini taşa vuruyordu… Hani dili olsa da konuşsa deriz ya, artık kainat dile gelmişti, konuşuyordu. Hatta bir mektup gibiydi. Sanki:“Oku beni! Aradığını, özlemini çektiğini öğreneceksin, O bende saklı!” diye sessiz çığlıklar atıyordu.

Bunlar benim değil, Risale-i Nur’la geçen sene tanışan Suriyeli, Yemenli, Suudi kardeşlerimin kelamları. İlk günlerde bana “Said Nursi kim?”diye sormuşlardı. Onlara kendi dillerince Üstadımızın kim olduğunu anlatan bir yazı hazırlayana kadar bulmuşlardı bile. Ertesi gün heyecanla “Şam’a da gelmiş!” diye haber veriyorlardı bana.

Kurban bayramıydı… Hem bayramlaşma hem tanışma günü olsun dedik. Türk kardeşlerimiz ile Arap kardeşlerimizin tanıştığı o gün hakikaten bayram olmuştu bizler için. Onların gözlerindeki hayran bakışları unutmak mümkün değil. Suriyeli bir teyze bir an mahzunlaşarak şöyle fısıldamıştı kulağıma:

“Siz çok iyisiniz. Keşke biz de böyle olabilsek.”

“Siz de bizimlesiniz, beraberiz…” dedik. Gözleri yaşardı.

Suudi Arabistan’da hanımlar araba kullanamaz. Bu sebeple ulaşım ciddi bir sıkıntıdır bizler için. Suriyeli bir kardeşimizi derse getirirken ihtiyar babası:

“Madem onlar Risale-i Nur için ev açmışlar. Ben de seni herşeye rağmen götürürüm”demişti. Duyunca çok duygulanmıştık.

 

Dersanemizi dersaneleri biliyorlar şimdi. Dilleri döndüğünce “We are going dırsane” diyorlar. Zaman zaman manileri çıkıp derse gelemedikleri vakit bir sonraki hafta “Bu kitapları çok özledim”diyerek hasretlerini dile getiriyorlar.

 

Şimdi onların deyimiyle “dırsanemiz”de birlikte bulaşık yıkıyor, birlikte ders yapıyoruz.

Bazen birden duruveriyor ders yapan kardeş. Gözü takılıyor dersanemizin güzel halısına ve düşünüyor bir an…

Sonra:

“Said Nursi ne kadar akıllı bir insanmış. Siyah fare ile beyaz fareyi nasıl gece ile gündüze misal vermiş… Subhanallah!” diyerek Sekizinci Sözü tefekküre dalıyorlar topluca. Onları uzaktan izlemek ise bizim için ayrı bir tefekkür oluyor.

 

Dersimiz bitip ayrılık vakti gelince ise Risale-i Nur’la tanıştıkları için ne kadar mutlu ve nasipli olduklarını vazgeçmeden her hafta paylaşıyorlar bizimle… Ve vazgeçmeden her hafta dualarla vedalaşıyorlar.

Ne büyük bir saadet!

Dünyada bundan daha keyifli bir şey var mı ola?

Ayşenur KAHVECİ-Risale Haber

Kur’an okumayı Musikîyle öğreniyorlar

Henüz 14 yaşındayken Bolu’dan İstanbul’a dini eğitimini tamamlamak için gelen 78 yaşındaki Dr. Mehmet Ali Sarı, beklenmedik bir şekilde konservatuar eğitimi alırken bulur kendini. Dini eğitimini müzik bilgisiyle harmanlayan Sarı, şimdilerde musikî ile Kuran-ı Kerim tilaveti öğretiyor. Kötü okunan ezanlarla ilgiliyse, “Ezanlar uzatılmadan güzel okunmalı.” diyor.

Bir yanda Kur’an-ı Kerim, bir yanda rast, segâh, neva ya da uşşak gibi Türk müziği makamlarıyla alınmış notlar… Tahtada porte üzerine çizilmiş notalar var bu sınıfta. Ama biz ne konservatuardayız ne de ilahiyatta! Pendik Haseki Dini Yüksek Eğitim Merkezi’nde bir sınıf burası. Yani imam, müezzin ve Kur’an kursu öğretmenlerine musiki makamlarıyla Kur’an-ı Kerim kıraatinin öğretildiği yer.

Dersi verense, döneminin ünlü musikişinasları Nevzat Atlığ, Şefik Gürmeriç, Süheyla Altmışdört, Naime Batanay gibi isimlerden konservatuarda müzik eğitimi almış Dr. Mehmet Ali Sarı. Adına pek çoğumuz aşina olmasak da aslında Enderun teravihlerinde duyduğumuz isimlerden. Onu özel kılansa Kur’an-ı Kerim hocası ve hafız olmasının yanı sıra engin bir musiki bilgisine ve pratiğine sahip olması ve bu bilgileri Kuran-ı Kerim tilâveti ile harmanlaması. 78 yaşında olan üstadın ardından bu tarz eğitimin verilip verilemeyeceği de meçhul ne yazık ki. Bu yüzden ailesinden, çok sevdiği köyünden ve kuzularından henüz 14 yaşında ayrılarak, gözleri yaşlı geldiği İstanbul Beyoğlu’na iyi ki yolu düşmüş diyoruz onu dinledikçe…

Bolu’nun Seben ilçesinin Tepe Köyü’nde doğan Sarı, Bolu’da hafızlık eğitimini tamamladıktan sonra hocaları aracılığıyla getirilir İstanbul’a. Maksat; Süleymaniye, Fatih, Eminönü gibi selâtin camilere bağlı yerlerde ilmini tamamlaması, aynı zamanda İstanbul usulü Kur’an okuma eğitimi almasıdır. Ancak tek tek kapısını çaldığı camilerin imamları, kalacak yeri olmadığı için eğitim veremeyeceklerini ifade ederler.

Yapacak bir şey yoktur artık. Geceyi otelde geçirip geri dönmektir niyet. Ama onu İstanbul’a getiren hocaları çok üzülse de Sarı, içten içe sevinmiştir bu duruma. İlk kez gördüğü ve ürkek bakışlarla izlediği dalgalı mavi denizi değil, köyünün kırlarındaki rengârenk çiçekleri koklayabilecektir tekrar çünkü. İstanbul’un büyüklüğünden ürken yüreği köyünde huzur bulacaktır yeniden.

Hayatı Pera’da şekilleniyor

Sirkeci’de kaldığı otele, dönemin İstanbul vaizlerinden Galip Gürses’in gelmesiyle değişir her şey. Gürses, Sarı’yla birlikte gelen iki arkadaşına bakar ve Sarı’yı işaret ederek, “Bunun yeri hazır.” der. Arkasına takar ve Beyoğlu’nda bulunan Ağa Camii’ye yerleştirir genç hafızı. Böylece Beyoğlu’nda, bir zamanlardaki adıyla “Pera” da şekillenir onun hayatı.

Sarı, İstanbul radyosu, Kristal, Küçükçiftlik ve Tepebaşı Gazinoları gibi büyük müzik mekânları ve İstanbul’un gece hayatını şekillendiren saz evlerinin yakınındaki camidedir artık. Zamanın meşhur bestekâr, hanende ve sazendeleri Sadettin Kaynak, Selahaddin Pınar, Mustafa Nafiz Irmak, Sabite Tur, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Perihan Altındağ, Safiye Ayla gibi birçok ünlü sanatçı da Beyoğlu sakinlerindendirler. “Kemal Batanay, Sadettin Kaynak, Kemal Gürses, Sadettin Heper, gibi isimler zaman zaman Ağa Camii’ne uğrayarak hocam Rahmi Efendiyle çay kahve içerler, şen şakrak kahkahalarla şakalaşırlar, sohbet ederlerdi.” diyor üstad Sarı. Haliyle sohbet çoğunlukla musiki üzerine olur.

O dönemler, İmam Hatip okulu öğrencisi olan genç hafız da, onlara çay kahve hizmeti yaparken, bu muhabbetleri kenarından bucağından dinler ve sanatçıların bu tatlı sohbetlerinin konusu olan musiki, sâri bir virüs gibi ona da bulaşır.

Sıkça camiye namaza gelen Kemal Batanay’ı kestirmiştir gözüne. Ondan rica eder, kendisine musiki dersleri vermesini. Batanay da memnuniyetle kabul eder. Caminin yakınında oturan Batanay, Kadıköy’e taşındıktan sonra da derslere ara vermeden devam eder musıki öğrencisi Sarı. İmam-Hatipten mezun olup, Yüksek İslam Enstitüsüne başladığı sırada Kemal Batanay’ın eşi tamburî Naime Batanay’ın “Konservatur eğitimi de almalısın.” nasihati üzerine, İstanbul Belediye Konservatuarı’na başvurur ve açılan sınavı kazanır. Yüksek İslam Enstitüsü’nün dersleri 15:30 da biter, 16:00’da konservatuar dersleri başlar. Yarım saatlik arada Fındıklı’dan, Osmanbey’e geçerek iki kurumdaki derslere, aksatmaksızın devam eder. Konservatuarda görevli çok değerli hocalardan teorik dersler alır, klasik eserler meşk eder.

Ezanlar muhtasar, müfit olmalı

İşte o dönemlerde Sarı’nın temelini attığı din ve müzik bilgileri şimdilerde çok farklı çıkıyor karşımıza. Kendi tabiriyle din görevlilerine seslerini gütmeyi öğretiyor. “Bu kurslara kadar onları sesleri güdüyordu, şimdiyse onlar seslerini yönlendiriyorlar” diyor.

Güzel okunmayan ezanlardan duyduğu rahatsızlığı ise şöyle ifade ediyor: “Dinimizin sesli, periyodik daveti olan ezan benim derdimdir. Sesi güzel olandan da, olmayandan da rahatsızlık duyuyorum. Güzel olmayan ses zaten dinletmiyor kendini. Güzel sesi olan da sesine güvenip uzattıkça uzatıyor ezanı. Hâlbuki ezan ilâm içindir. Dev hoparlörlerden duyuruyoruz zaten vaktin girdiğini. Uzatmaya hiç gerek yok. Ayda bir kere okunsa tamam, neredeyse ikişer saat arayla günde 5 kere okunuyor zaten. Ezan muhtasar, müfit, yani çok uzatılmaksızın güzel olmalı.”

İlahiyat fakültelerinde de eğitimi verilmeli

Dr. Mehmet Ali Sarı’nın bu alanda verdiği eğitimin ilahiyat fakültelerinde de verilmesi için, öğretim elemanının hafız olarak iyi bir hocadan talim dersi alması, Arapça bilmesi ve musiki alt yapısına sahip olması gerekiyor.

Elbette ki Sarı’nın yetiştirdiği birçok talebesi var. Ancak bu talebelerin aynı eğitimi verebilmeleri için daha epey mesafe almaları gerekiyor. Bu sebeple Sarı, görevini bıraktığında ne yazık ki bu eğitimi onun ölçüsünde verebilecek kimselerin varlığından şimdilik söz edilemiyor. Dileriz ki Sarı’nın ardından da bu nitelikteki eğitim devam eder ve Kuran-ı Kerim her yönüyle en üst düzeyde okunur.

Ayetlere giydirilen nağmeler Kur’an’a layık olmalı

Mehmet Ali Sarı melodilerin tilâvet geleneğinin önüne geçmemesi üzerinde de önemle duruyor: “Kuran-ı Kerim’in okunmasını düzenleyen tecvit kuralları var. Bu kurallara riayet ederek nağmeler giydirilmeli lafızlara. Yani tecvid esasları önde, ses arkada olmalı. Ve melodi motifleri Kuran’a layık olmalı. Şarkı ve gazel motifleri Kuran’da kullanılmamalı” diyor.

Hafızların sesleri güzel ama kullanmayı bilmiyorlar

Hafızların birçoğunun sesi çok güzel ama ses hakkında bilgileri yok. Bir ayeti okurken hangi perdeyi kullanıyor, başladığı akord ne, nerede karar veriyor, bunlardan habersizler. Musıki eserlerinde, örneğin Yahya Kemal’in ya da bir başka şairin şiiri nasıl özenle besteleniyorsa, Allah’ın sözlerini de seslendirirken gerekli itina gösterilmeli. Bakıyorsunuz, şairin sözünün seslendirilmesi bir usul dâhilinde oluyor. Alt seslerden başlıyor, üst seslere yükseliyor ve tekrar alt seslere dönülerek eser bitiriliyor. Allah’ın sözlerinin seslendirilmesinde ise ses nereye giderse eyvallah diyoruz. Bunun da mutlaka bir düzeni olması gerekir. Burada bu disiplinin eğitimini veriyor, meşkini yapıyoruz.

Esra Keskin Demir / Zaman Gazetesi

Üstad’ın Dilinden Kur’an Dinleyişi (Şiir)

İstanbul’daki Bayezid Camisine gitmiştim
Oradaki hafızlardan Kur’anı dinlemiştim

Camide bulunan hafız ayetler okuyordu
Okuduğu bir ayette Kur’an şöyle diyordu:

“Muhakkak ki her bir nefis ölümü tadıcıdır”
Bu ayet çok doğru amma insana çok acıdır

Çünkü burda belirtiyor beşerin fenasını
Ve yaşayan zihayatın hepsinin vefatını

Bu söz kulağıma girip ta kalbime yerleşti
Gaflet uykusunu deldi ve paramparça etti

Camiden dışarı çıkıp birkaç gün öyle gezdim
Başımda duman var gibi kendimde öyle sezdim

Aynada saçıma baktım gördüm beyaz kılları
Sanki “Dikkat et” diyorlar uyarıyor kulları

İşte o beyaz kılların bariz ihtarlarıyla
Gençliğim elden gidiyor bütün yoğu varıyla

Âşık olduğum bu dünya sönmeye yüz tutuyor
Onu çok sevdiğim halde “Uğurlar olsun” diyor

Demek ki bütün zihayat ilk evvela ölecek
Ve sonra dar-i bekada cümlesi dirilecek

Bu halet-i ruhiyeyle baktım vaziyetime
Medar-i ezvakım olan sevdiğim gençliğime

Zevklerin kaynağı olan parlak hayat gidiyor
Zahiri dehşetli ölüm gelmek için bekliyor

Kendimi avutmak için sosyal hayata baktım
Güya nefsime teselli arayıp bulacaktım

Gördüğüm iltifatların hiç olmadı faydası
Gelebilecekleri yer en son kabir kapısı

Anladım ki bütün bunlar geçici sersemliktir
Hiç biri teselli vermez tamamı o anlıktır

Yine tam uyanmak için gittim ayni camiye
O hafızların ağzından Kur’anı dinlemeye

Şimdi o semavi dersten aldım Kur’an müjdesi
Bu “Mü’minleri müjdele” Ayet-i Kerimesi

Kur’andan aldığım feyzle teselli bulmuş oldum
Hakka yüz bin şükür olsun dermanımı da buldum

Hakiki zulmet içinde sönmeyen nuru buldum
Hakiki dehşet içinde bitmez teselli buldum

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Kur’an ve Güzellik Felsefesi

Hepimizin bildiği Akif’in dörtlüğü vardır, toplumun Kur’an anlayışını eleştiren , ironik ötesi bir cümle:

Ya açar bakarız Nazm-ı celilin yaprağına
Ya okur geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okumak ne de fal bakmak için

Koca bir kitabı mezarla özdeşleştirince bizim içimiz mezarlığa döndü, o mezarlıkta hatırlanan kitap olunca biz mezarlık olduk. Kur’an’a onun bütün dini ve sanatsal öğeleri ile bakan adam kimdir , kim olsun Bediüzzaman. Bu bir melankolik cümle değil, ben hergün bir iki cüz okurum, bugün yine bir cüz okudum yürüyerek, Kur’an-ı Azimüşşan’daki estetik kaynaklı yorumlar ve ayetlere ve kelimelere bakıyorum ve işaretliyorum.

Kur’an’ın Sanat ve Estetik Düzeni diye bir kitap düşünüyorum, Bediüzzaman ve Kur’an ve estetik ve sanat felsefesi kitaplarından edindiğim bilgi ile. Bizim hocalarımız, Kur’an’ı bir ibadet kitabı olarak anlattılar. Onun sanat düzeni üzerinde bir vaaz dinlemedim hayat boyu, ne zaman Estetik ve Sanat okudum, Bediüzzaman’a baktım, bir okyanusa düşmüş küçük bir uçan canlı gibi, garkoldum, sonra Kur’an okurken Bediüzzaman’ın Kur’an daki bütün estetik ve güzellik ve sanat kaynaklı kelimeleri kullandığını gördüm. Şimdi onları işaretliyorum, Allah nasip ederse bu yapılmayan şeyi düşünüyorum değil yapmaya başladım.

Kur’an da hüsün, Ahsen, Tahsin, Muhsin, Hüsna ve bu kelimenin iştikakı olan çok sayıda ayet var. Estetik tarihinde olmadık bir şekilde Allah’ı Zülcelal davranışlardan eylemlerden, durumlardan, yaratıklardan, kozmik görüntülerden daha çok şeyden bahsederken bahsi güzellikle bağlantılı anlatıyor. “Ve hüvellezi halekessemavatı vel ardi fi sitteti eyyam ve kane arşühü alel mai liyeblüveküm ahsene amele ve lein kulte inneküm mebusüne minbadilmevti leyekulünellezine keferu in haza illa sihrün mübin” 221/7 Meali “Hem O’dur ki gökleri ve yeri altı günde yarattı. Bundan önce ise Arş’ı su üstünde idi . Bu kainatı yaratması sizden hanginizin daha güzel iş yapacağını ortaya koymak içindir.” Ayetin içinden bir kısmını aldık. Koca kainat bizim “ahsene amelen” güzel değil daha güzel işler yapmamız için. Kelime iş üzerinde odaklanmış, iş içine ibadet de girer bütün diğer dünyevi faaliyetler de, en güzel camii şerifi kim kapmış Sinan, o güzel camii yapmakla Allah’ın kainatı yaratma nedenine en güzel mukabele etmiş olur. Şimdi biz ulemamız ve hocalarımız buradaki ahsene amelen sözünü sınırlamışız hayata açmamışız Kur’an diyince de özellikle ulemamız hep cami, mescid, ibadet ve cennet cehennem akla gelmiş. Müslümanı ve Kur’an dini camiye hapsetmişiz, o da bizi dünyaya hapsetmiş.

Bir başka ayet de güzel kelimesi değişik bir perspektiften kullanılmış. “Nahnü nekussü aleyke ahsenel el kasasi bima evheyna ileyke Hazal Kur’an’a ve in künte min kablihi leminelgafiline” (234/3) “Biz Kur’an’ı sana vahyetmekle geçmiş ümmetlerin bir takım haberlerini en güzel şekilde beyan ediyoruz. Şu bir gerçek ki daha önce senin bundan hiç haberin yoktu” Kur’an bir tarih kitabı değildir, ama Kur’an geçmiş ümmetlerin olaylarını insanlara ders olsun diye anlatır, onlara bakıp o hareketleri tekrar etmesinden diye. İnsanlık tarihi tarihi bir şehamet ve azamet göstergesi olarak göstermiş, ne kadar çok insan öldürüp, ne kadar çok coğrafyaya hükmetmiş ise garetkir hükümdarları tarihin üst başına asmış beşer tarihi, Attila, Timur, Cengiz ve başkaları gibi. Bediüzzaman Kur’an’ın bahsettiği olaylar için bir kelime kullanır, modern eleştiri de bunu kullanır, nukleos occurance, yani çekirdek vaka. Allah Yusuf ve Yunus ve diğer peygamberlerin hayatının çekirdeği yani onun üstüne kurduğu hayatının temel vakasını almış ve onu açarak bir ağaca çevirmiş. Bir balık yutma olayı, bir kadının Hz Yusuf’a musallat olması. Şimdi Allah Yunus ve Yusuf (a.s) hayatlarının en güzel kısmını yani en faydalı ve etkili mesaj olan yönlerini almış, burada Allah en ideal yeri ve noktayı bulması noktasında “en güzel şekilde” sıfatını kullanmış, burada güzelden doğan kelimeye daha değişik bir alan koymuş, sadece Peygamber olayları içinde anlatılması için seçilen olaylar Allah’ın bizim için olayları nasıl seçip ayıkladığını gösteriyor, bakıyor ve bize en gerekli yeri anlatıyor. Ne kadar her konuda ideali bulan bir anlatıcı Allah ı Zülcelal. Kur’an da anlatılan olayların idealliği bir harika çalışma olur.

Ve caüala kamisihi bidemin kezibin kalebelsevveletleküm engüsüküm ermen ve sabrün cemilün vallahül müstaeanu ala matesifun”(236/18) “Onlar Yusuf’un gömleğine sahte kan bulaştırarak getirmişlerdi. Babaları Yakup “hayır dedi nefisleriniz sizi aldatmış, bu işe sevketmiş. Artık bana düşen ümitvar olarak güzelce sabretmektir. Ne diyeyim sizin bu anlattıklarınız karşısında Allah’tan başka yardım edebilecek hiç kimse olamaz.” Burada güzel kelimesi yerine cemil kelimesini kullanmış, Cemil, cemal, kemal ve azamet Kur’an’ın da estetiğin de temel üç çekirdek kelimesidir. Onların ayrıntısı uzun sürer. Allah burada feryatsız, şikayetsiz, soğukkanlı ve mütevekkil bir şekilde belayı karşılamayı güzel sabır olarak ifade ediyor. Burada Kur’an’daki kelimelerin başka bir güzel kelimesine geçtiğini görüyoruz.

Kur’an’ın davranışlara dönük yorum düzeni hep güzel kelimesinin iştikaklarından, benzerlerinden doğan kelimelerle ifade edilmiş. “Kalu inneke la ente Yusuf’u kale ene Yusuf’u ve haza ehi kadmennellahu aleyna innehu men yetteki ve yesbir feinnellaha layüziu ecrel muhsinin”(245/90) Bir kısmı, “Allah da böyle güzel hareket edenlerin mükafatını asla zayi etmez” Burada hüsn kelimesinden doğan ve Kur’an’da çok tekrar edilen hatta Muhsinler diye bir taifenin tavsif edildiği kelime . Muhsin, “Sözlükte iyilik eden, iyi davranan, iyi ameller işleyen ve yaptığını iyi yapan kimse” demektir. Kur’an’a göre bir insanın Muhsin niteliği kazanabilmesi için mümin Müslüman (Maide) Müttaki (Ali İmran, Zariyat, Mürselat) Salih ameller işleyen (Tevbe) Hayar ve hasenat sahibi (ahyar)(Hud) İnancında , özünde , sözünde ahlakında,söz, fiil ve davranışlarında dosdoğru, müstakim, sabırlı(Hud , Yusuf) ve İhlaslı olması gerektir. Kur’an da Muhsinler şöyle tanıtılmıştır. “Bunlar hikmetli kitabın ayetleridir. Muhsinler için yol gösterici ve tahmettir. Muhsinler namazlarını dosdoğru kılan, zekatlarını veren ve ahirete yakinen iman eden kimselerdir. Onlar Rableri tarafından gösterilen doğru yol üzerindedirler ve onlar kurtuluşa eren kimselerdir.” (Lokman 31/2-5)

Kur’an’da Muhsin insan çok övülmüştür. Allah Muhsinleri sever (Bakara) Kim Muhsin olarak yüzünü, özünü Allah’a teslim eden ve Allah’ı birleyen olarak İbrahim’in dinine uyan insandan daha güzel kim olabilir (Nisa) Kim Muhsin olarak yüzünü özünü Allah’a teslim ederse onun mükafatı Rabbi’nin yanındadır. (Kur’an Kavramları Sözlüğü , 176) Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. (Bakara) Ayetleri bu gerçeğin ifadesidir. Şimdi Allah’ın kitabında sanat ve estetik ve dini , dünyevi nitelikli işlerin tamamını güzel yapan insanın Allah yanında itibarı ne kadar büyük. Demek Allah da güzellik üzerine kurmuş yorum dünyasını, insanlar da . Batı sadece sanat eserinin güzel nitelikleri üzerin sanat felsefesini kurmuş ama bizim doğu yorumcuları Kur’an gibi çok yüce bir estetik ve güzel talebe olan kitabın estetik yorumlarını yapmamış bu kadar güzel kelimesinden doğan yorumları görememezlik etmiş, Kur’an dan sanata açılan Kur’an ve Güzellik ve Sanat felsefesi yapmamış, hem Romaya Atina’ya kıblelimizi çevirmiş onların kuru sanat ve güzellik felsefelerine kaselisliğini yapmışız. Fethi Benislama Kur’an’ın çağın mantığına uygun yorumu olmadığı için geri kaldığımızı söyler. Bediüzzaman bunu hisseden tek adamdır, bugün hala ülkemizde bu büyük kitap klasik maziden gelen bir yorum düzeni ile anlatılır .

Muhsin yaptığı her işi güzelce yapan demek, bunlar din içinde bir özel taife. Ve Allah işlerini böyle en güzel şekilde yapan insanların ücretini zayi etmez, yeter ki o işini güzel şekilde yapsın, demek çirkin işler ücretsiz işlerdir, ayrıca azab verici işlerdir. Burada güzel kelimesi daha değişik bir şekilde kullanıldı.

Ahsene külle şeyin haleke, (Secde 32/7) Allah her şeyi en güzel şekilde yarattı. Kur’an’ın estetik düzeni üzerine en can alıcı kelimeyi seçmiş Bediüzzaman. Benim gibi bir gariban gibi bakmaz elbette O. İzahını alıyorum buraya.

“İkinci Nokta:
âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki:

Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakiki bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zâhiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle:

Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış. Ve güz mevsiminin haşin tahribâtı, hazin firâk perdeleri arkasında, tecelliyât-ı Celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhâfaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nâzenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nâzenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, vebâ gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemâsız kalan birçok istidad çekirdekleri, zâhiri çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güyâ umum inkılâblar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur.

Fakat insan, hem zâhirperest, hem hodgâm olduğundan, zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhâkeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki, eşyanın insana âit gàyesi bir ise, Sâniinin esmâsına âit binlerdir. Meselâ, kudret-i Fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkkî eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zâhiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder. Meselâ, “kar”ı pek bâridâne ve tatsız telâkkî ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gàyeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.

Hem insan, hodgâmlık ve zâhirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhâkeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilâf-ı edeb zanneder. Meselâ, âlet-i tenâsül-i insan, insan nazarında bahsi hacâletâverdir. Fakat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir. Yoksa, hilkate, san’ata ve gàyât-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacâlet ona hiç temas etmez.

İşte, menba-ı edeb olan Kur’ân-ı Hakîmin bâzı tâbirâtı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasıl ki bize görünen çirkin mahlûkların ve hâdiselerin zâhirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli san’at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar; ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar; ve pek çok zâhirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitâbet-i kudsiyedir(18 Söz)

Bediüzzaman her şeyin güzel olduğuna bir yol bulmuş, kimi dolaylı kimi direk güzellikler diyerek güzeliği bütün kainata, kozmik ve insani faaliyetlere ulaşan bir derinlikte izah etmiştir. Estetik tarihinde Bediüzzaman’ın bu güzel tasnifi yok, onlar, yüzyıllarca çirkini nereye koyacağını düşünmüş durmuşlardır. Şeytana hep çirkin diyen batı düşüncesi ve ilahıyatı ve bizim tasavvuf düşüncemize karşı Bediüzzaman “Şeytanın icadında cüzi şerler ile beraber pek çok makasıd-ı Hayriye–i külliye vardır” demiş demonik güzelliği saf güzellikten daha mükemmel göstermiştir. Çünkü saf güzellik Allah’a hastır, bir çiçek ve bir kelebek, ama insanın güzelliği çirkinle mücadeleden sonra olduğu için bir iradi tutum vardır. Bu büyük bütün okyanusların birleştiği bir mana ummanından bir nebze. Bediüzzaman bir talebesine “Siz kime hizmet ettiğinizi biliyorsunuz” demiş. Evet öyle ….

Prof. Dr. Himmet Uç