Etiket arşivi: kutlu doğum

Mevlit Kandili 02 Ocak 2015. Mevlit Kandilinde Nasıl İbadet Edilir?

Bütün kandil gecelerinde yapılabilecek ve yapılması gereken önemli bir takım afv ü mağfirete nail olma, ecr ü sevap kazanma, manevî terakki kaydetme, bela ve musibetlerden kurtulma ve rıza–i İlâhiye ulaşma vesileleri vardır ki, bunlardan bazılarını maddeler hâlinde kısaca ve toplu olarak yeniden hatırlamakta yarar var:

1. Kur’ân-ı Kerim okunmalı; okuyanlar dinlenmeli; uygun mekânlarda Kur’ân ziyafetleri verilmeli; Kelamullah’a olan sevgi, saygı ve bağlılık duyguları yenilenmeli, kuvvetlendirilmeli.

2. Peygamber Efendimiz (sas)’e salât ü selâmlar getirilmeli; O’nun şefaatini ümit edip, ümmetinden olma şuuru tazelenmeli.

3. Kaza, nafile namazlar kılınmalı; varsa o geceye ait nakledilen namazlar, onlar da ayrıca kılınabilir; kandil gecesi, özü itibariyle ibadet ve ibadette ihsan şuuruyla ihya edilmeli.

4. Tefekkürde bulunulmalı; “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, Allah’ın benden istekleri nelerdir?” gibi konular başta olmak üzere, hayatî meselelerde derin düşüncelere girmeli.

5. Geçmişin muhasebe ve murakabesi yapılmalı; şimdinin ve geleceğin plân ve programı çizilmeli.

6. Günahlara samimi olarak tövbe ve istiğfar edilmeli; idrak edilen geceyi son fırsat bilerek nedamet ve inabede (günahları terk etme) bulunulmalı.

7. Bol bol zikir, evrad ü ezkarda bulunulmalı.

8. Mü’minlerle helalleşilmeli; onlarla irtibatımız cihetinden rızaları alınmalı.

9. Küs ve dargın olanlar barıştırılmalı; gönüller alınmalı; kederli yüzler güldürülmeli.

10. Kişi, kendine ve diğer Mü’min kardeşlerine, hattâ isim zikrederek dualar etmeli.

11. Üzerimizde hakları olanlar aranıp sorulmalı; vefa ve kadirşinaslık ahlâkı yerine getirilmeli.

12. Yoksul, kimsesiz, öksüz, yetim, hasta, sakat, yaşlı olanlar ziyaret edilip; sevgi, şefkat, hürmet, hediye ve sadakalarla mutlu edilmeli.

13. O gece ile ilgili âyetler, hadîsler ve bunların yorumları ilgili kitaplardan ferden veya cemaaten okunmalı.

14. Dini toplantılar, paneller ve sohbetler düzenlenmeli; va’z ü nasihat dinlenmeli; şiirler okunmalı; ilâhî ve ezgilerle gönüllerde ayrı bir dalgalanma oluşturmalı.

15. Kandil gecesinin akşam, yatsı ve sabah namazları cemaatle ve camilerde kılınmalı.

16. Sahabe, ulema ve evliya türbeleri ziyaret edilmeli; hoşnutlukları alınmalı; ve manevî iklimlerinde vesilelikleriyle Hakk’a niyazda bulunulmalı.

17. Vefat etmiş yakınlarımızın, dostlarımızın ve büyüklerimizin kabirleri ziyaret edilmeli; iman kardeşliğine ait sadakati yerine getirilmeli.

18. Hayattaki manevî büyüklerimizin, üstadlarımızın, anne ve babamızın, dostlarımızın ve diğer yakınlarımızın kandilleri bizzat giderek veya telefon, faks yahut e–mail çekerek tebrik edilmeli; duaları istenmeli.

19. Bu kandil gecelerinin gündüzlerinde mümkün olduğunca oruç tutulmalı.

NOT: “Mübarek gecelerin ihyası ile ilgili hususi bir ibadet mevcut değildir. Namaz, tilavet-i Kur’ân, dua gibi bütün ibadet çeşitleri ile gece ihya edilebilir… Mübarek gecelerde kılınan bazı hususi namazlar sünnette mevcut değildir; muteber bir rivayete de istinad etmezler. Bu, “O gecelerde namaz kılmak mekruhtur” anlamına gelmez. Teheccüd ve nafile namazları teşvik eden rivayetler çoktur. Bunların mübarek gecelerde yapılması elbette daha faziletlidir.” (Canan, Kütüb–ü Sitte, 3/289).

Kandil gecelerine ait olduğu kaydedilen namazları da ayrıca kılmakta bir beis yoktur; sevaptan hâli-uzak değildir.

Selam ve dua ile…

Kaynak: Sorularla İslamiyet

Ruh Üflendi Kainata..

Big bang’dan sonra 10.000.000.000 senesi civarıydı. Bugünkünden daha küçük, ama daha hızlı ve hareketliydi kâinat. Büyüyor, serpiliyor, genişliyor, bir hedefe doğru aceleyle koşuyordu. Yuvasından henüz çıkmış genç kuşlar gibi uçuşan yıldızlar, ışıl ışıl kandillerini yakmış dev filolar misâli birbiriyle yarışan galaksiler… Hepsi o kadar. Güzel, muhteşem, muazzam bir kâinat. “Fakat birşeyler eksik” derken, Yerel Galaksi Kümesi içinde, tıpkı yüz bin milyon kardeşi gibi uzun saçlarını savura savura dönüp duran bir galaksi güzeli, bir yıldıza hâmile kaldı. Görünüşte diğerleri gibi, fakat istikbâli farklı bir yıldızdı bu.

B.B.S. 10.000.000.000 yılında birgün, Samanyolu nurtopu gibi bir güneş doğurdu. Güneşle beraber bir dizi gezegen ve içinde bir de mavi dünya doğdu. Minik ve mavi yavru, doğar doğmaz özel bir ilgiye mazhar oldu. İlk andan itibaren çehresi şekilden şekle girmeye başladı. Jeolojik takvim milyarları birer saat gibi sayarken, onun üzerinde denizler yaratıldı, kıt’alar kaydırıldı, dağlar dikildi, nehirler ve vadiler açıldı. Görünmez bir Sanatkârın elinde şekilden şekle giren dünyanın simasında hatlar ve kıvrımlar belirmeye başladı. Sonra kayalar ufalandı, yeryüzüne toprak serpildi. Etrafına kat kat koruyucu bir atmosfer geçirildi. Ve mavi dünya, milyarlarca sene boyunca bir beşik gibi hazırlandı.

Sonra da hayale gelmeyen şeyler geçti dünyanın başından. Yerden hayat fışkırdı! Hiçten, yoktan, görünmezden ortaya çıkan canlılar birbiri ardınca beliriverdi. Yine de birşeyler eksikti. En sonunda insan manzarayı tamamlar gibi oldu. Çünkü etrafında olup bitenlere bir anlam verebilen sadece o vardı. Bütün bu hazırlıklar birisi için yapılmışsa, bu ancak insan olabilirdi. Nitekim binlerce sene boyunca yüz binlerce muallim, insanlara etrafındaki varlıkları anlattı ve mânâlarını öğretti. Ama gün geldi, insanlık bütün öğrendiklerini unuttu. Ve kâinat, milyarlarca yıl erişmek için çabaladığı şeyi bulduğu anda yeniden kaybetti.

Sonraki yüzyıllar boyunca güneş ve yıldızlar hergün doğdu, fakat gören bir göz göremeden battı. Çiçeklerde, dağlarda, denizlerde nakış nakış Esma dokundu; ama okuyan nerede? Kuşlar yine cıvıldaştı, kuzular yine meledi, hiçbiri tesbihatını eksik etmedi; ama işiten kim? Yüzyıllar geçtikçe karanlık da bastırdıkça bastırdı. Canlı canlı nişan tâlimlerine hedef yapılan develerin, babasının eteğindeki tozları minik elleriyle temizlemeye çalışırken kendisini toprak altında bulan diri kız çocuklarının feryatları eklendi hazin çığlıklara. Asırlar boyunca her gece ve her gün, melekler yeryüzünden Arşa dualar taşıdı. Gökler ve yer, gözü yaşlı Hazret-i Âdem’in Cennet kapısındaki sözlerine hep beraber âmin dedi: ‘Çabuk gel evlât, gel de bizi felâketlerden kurtar!’  Garibiz, gel! Yetimiz, gel! Mazlumuz, gel! Yeter artık; biz bunun için yaratılmadık. Gel de niçin yaratıldığımızı göster!

Sonra, beldelerden bir mutlu beldede, gecelerden bir mutlu gecede dualara cevap geldi. Âlemlerin Rabbinden, Âlemlere Rahmet geldi. Yerel Galaksi Kümesinin kuşlarından Samanyolunun merkezine 30 bin ışık yılı uzaktaki bir yıldıza 150 milyon kilometre mesafedeki bir mavi gezegenin üzerinde, Mekke sokaklarından birindeki bir mütevazi evde Muhammed Aleyhisselâm doğdu. B.B.S. 15.000.000.000 yılında kâinata ruh üflendi. O gelince herşey yerli yerine oturmaya başladı. Bir elindeki kitabın sayfasını çevirdi, bir kâinat kitabının. Okudu ve okuttu: ‘Yedi gök ve yer ve içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir varlık yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin.’

Bir elinde güneşi, diğer elinde mehtabı tuttu: ‘Güneşi bir ışık, ayı bir nur yapan, vaktinizi ve hesabınızı bilesiniz diye ona menziller takdir eden Odur. Allah bütün bunları hak ve hikmetle yarattı. O, bilgi sahibi olanlar için âyetlerini işte böyle açıklar.’

Gökyüzünü gösterdi: ‘Gecenin karanlığını yarıp sabahı çıkaran da Odur.’ Bir daha gösterdi: ‘Karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye yıldızları sizin için var eden de Odur.’

Bulutları işaret etti: ‘Gökgürültüsü hamd ederek, melekler de Allah korkusuyla Onu tesbih eder.’

Yağmuru gösterdi: ‘Gökten size bir su indiren Odur. O suda sizin için hem bir içecek vardır, hem de ağaç ve otlar yeşerir; siz de hayvanlarınızı otlatırsınız.’

Sonra başka bir yeri işaret etti: ‘İçindeki taze balıklardan yiyesiniz ve süs eşyalarını çıkarıp takınasınız diye denizleri sizin hizmetinize veren de Odur.’

Sonra dünyayı gösterdi: ‘Yeryüzü sizi sarsmasın diye dağları O dikti; yolunuzu bulasınız diye nehirler ve yollar, daha nice alâmetler yarattı.’

İnsanlara ellerini uzatmış ağaçları ve yüzlerine gülümseyen çiçekleri gösterdi: ‘Daneleri ve çekirdekleri çatlatan şüphesiz Allah’tır. O ölüden diriyi çıkarır; diriden ölüyü çıkaran da Odur.’

Kuşları, kuzuları, böcekleri, balıkları tek tek gözler önüne serdi: ‘Yeryüzünde hareket eden hiçbir hayvan, havada kanat çırpan hiçbir kuş yoktur ki sizin gibi birer topluluk olmasın. Sonra onların hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.’

İnsanlığa göklerle beraber kendi simasını gösterdi: ‘Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da yine Onun âyetlerindendir.’

Sonra, nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen ve bütün sevdiklerinden ebediyen ayrılıp yokluğa karışmak üzere olan insana en büyük müjdeyi verdi: ‘Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye kadirdir.’

Sonra da, dâvetine koşup gelen asırları ve kıt’aları ‘Ümmetim’ deyip bağrına bastı. Hepsini arkasında topladı ve ciğerlerinden kopup gelen bir feryatla onlar için Âlemlerin Rabbine yalvardı: ‘Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdad etsin. El-aman, el-aman! Bizi azap ateşinden ve Cehennemden kurtar!’

Artık kâinat garip değil. Dünyada yetim ağlayışları, mazlum hıçkırışları işitilmiyor. Çünkü tenlere can, canlara canan geldi. Hepsi sahibini buldu, hepsi ruhunu buldu, hepsi de ‘Muhammedim’ diye kucağına atılacak bir sevgili buldu. Bu güneş onun doğuşunu gördü. Bu yıldızlar onun başı üzerinde dolaştı. Bu dünya ona beşiklik etti. Ama o güneşin ve o yıldızların altında, o mavi dünyanın üzerinde, hepsinden daha talihli biri var. O benim. Çünkü ben onun ümmetiyim. Sıkıntıya düştüğümde, bilirim ki ona pek ağır gelir. Hastalandığımda o yanı başımda, derdimde o benimledir. O benimle üzülür, benimle sevinir. Selâm gönderdiğimde selâmımı alır. Duasına âmin dediğimde o beni bilir. Çünkü ben onun ümmetiyim.

Her peygamberin bir duası vardı; o duasını benim için sakladı. Eğer mahşerde bütün ümmeti kurtulup da tek ben sıkıntıda kalacak olsam, bilirim ki o beni elimden tutup kurtarmadıkça Cennete adım atmaz, Havuzdan bir yudum içmez. Çünkü boğazından geçmez. Çünkü ben onun ümmetiyim.

Onun ümmeti olana herşey dost olur. Çünkü herşey onun dostu ve müştakıdır. Onun dostlarıyla dolu bir dünya, onun ümmetine bir cennet olur. İşte güvercinler, işte örümcekler: Hani dedeleri Hirâ Mağarasında onu beklemişlerdi. Ne zaman bir güvercine yem versem, bir Peygamber dostuna ikramda bulunmanın hazzını yaşarım. Ne zaman bir örümcek bulsam evimde, bir Peygamber yadigârını bana misafir gönderene hamd ederim. ‘Böyle dostluğun firakı yok, hep visaldir.’ Nerede olsam, ondan ne hâtıra bulsam, bilirim ki o benimledir.

Onu gören güneşe ve yüzündeki tebessümüne merhaba! Onun parmak izini taşıyan aya ve nuruna merhaba! Sabaha ve ışığına, geceye ve âyetlerine merhaba! Gökkubbeye ve ışıl ışıl kandillerine merhaba! Onu bağrında büyüten dünyaya ve içindekilere merhaba! Meleklere merhaba, cinlere merhaba! Onun ümmetinden bir vücudun parçası olabilmek için ellerini uzatıp bana meyvelerini sunan ağaçlara merhaba! Benim için süslenen çiçeklere merhaba! Dalgalarıyla ona selâm gönderdiğim denizlere merhaba! Cıvıldaşan kuşlara ve gürleyen göklere merhaba! Onu bekleyen güvercine, örümceğe ve torunlarına merhaba! Ayağı altında konuşan dağlara ve avucunun içinde tesbih eden taşlara merhaba! Milyonlar dillerle bana Rabbimi tanıtan bütün varlıklara tek tek ve hep beraber merhaba! Hayata merhaba, ölüme merhaba, haşre merhaba! Âyetü’l Kübrâ’ya ve seyyahına merhaba!

Biz dostuz ve kardeşiz. Münkirlerin dünyasındaki yabancılıklar ve düşmanlıklar yok bizim dünyamızda. Çünkü O geldi ve bizi Allah’ın kulluğunda birleştirdi. Onunla mesut olan asra merhaba! O asır semâsında doğan yıldızlara merhaba! O yıldızlarla yolunu bulanlara merhaba! Ve şimdi başlarımızın üzerinde yeniden yükselen Saadet Asrının güneşine merhaba! Hoş geldin, uğurlu geldin, nurlarınla, lem’alarınla, şualarınla geldin. Yirminci yüzyılın fetret geceleri artık bizi ürkütmüyor. Ol taze güneş ülkeye serptikçe ışıklar, Hep şâd olacak, şevk bulacak kalbi kırıklar.

Ümit Şimşek / Zafer Dergisi

Din Samimiyettir!

Bu seneki Kutludoğum etkinliklerinin konusu, Hz. Peygamber’in bir hadisi şerifinin serlevhası: ‘Din nasihattir‘.

Bu hadisi şerifte ‘nasihat‘, samimi, dürüst ve hayırhah olmak anlamındadır. Nasihat etmek deyimindeki ‘nasihat’ de aynı kelimedir. Kişi ancak samimi duygularla iyiliğini ve hayrını istediği kimseye nasihat eder, yol gösterir, içten duygularının gereğini söyler.

Hadisi şerifin anlamı şöyle:

Hz. Peygamber, ‘din samimi olmaktır (üç kez) buyurdu. Kimler için, diye sordular. Allah için, O’nun Kitabı için, Peygamberi için, müslümanların yöneticileri için ve umumu için‘ buyurdular (Müslim).

İfade samimiyetin dindeki yerine vurgu yapar. Tıpkı ‘Hac Arafat’tır’ hadisinde olduğu gibi.

Önce bu etkinliklerle ilgili birkaç kelam edelim.

Biz bütün yaptıklarımızı amaç ya da araç olarak yaparız. Araçlar amaca götürmek içindir. Günün birinde araçlar amaç olarak görülmeye başlanırsa kıl dönmesi gibi hastalıklı bir durum ortaya çıkar. Hedef sapması olur.

Kutludoğum etkinlikleri de bir araçtır, bir ibadet yani bir amaç değildir. İnsanımıza Hz. Peygamber’i tanıtmak, sevdirmek ve onu örnek edinmelerini sağlamak için keşfedilmiş bir bahanedir. Eğer anneler günü, babalar günü kutlamaları gibi gelip geçici bir etkinlik, bir eğlence olarak görülürse amaç haline gelir ve mecrasından çıkarılmış olur. Ya da genç kızlara müzikal şovlar yaptırılırsa Peygamberi Türkçe şölenlerine getirmekten farkı kalmaz.

Keza bu kutlamalar bir ibadetmiş gibi görülür ve bu etkinliklere katılmak bizatihi kendisi sevap bir eylemdir diye sanılırsa o zaman da yine mecrasından çıkar, hatta zararlı bir bidat olur.

Ama yüce bir hedef için araç olarak görüldükten sonra bunlarda bir sakınca bulunmadığı gibi sayısız faydaları da vardır.

Mevlit okumaları da tıpkı bunun gibidir. Peygamber sevgisini gönüllere nakşetme gibi sahih bir araç olarak görülür ve öyle uygulanırsa işe yarayabilir, ibadet sanılırsa bidat olur, günaha girilir. Kazanç aracı olarak görülürse dini duygular dünyaya alet edilmiş olur.

Şunu da ekleyelim: İbadetler de iki çeşittir; Birincisi ve asıl olanı dünyevi bir faydası için değil de salt Allah’a ibadet olarak yapılan eylemler. Namaz, oruç ve hac gibi. İkincisi, aslında dünyevi bir fayda için yapılan ama sahih bir niyet ve Allah rızası eklenmekle ibadete dönüşen eylemler. Muhtaçlara yardım etmek, ya da helalinden geçinebilmek için çalışmak ve para kazanmak gibi. İşte bu tür etkinlikler de bizatihi ibadet olmasalar bile böyle iyi bir niyetle ibadete dönüşebilir ve sevap alma vesilesi olabilirler.

Allah için ya da hadiste diğer sayılanlar için samimi olmanın ne anlama geldiğine geçmeden önce bu vesile ile bir iki tespitimi arz etmek istiyorum:

Hz. Peygamber’in müminler için bir üsve-i hasene, yani güzel bir numune olduğunu herkes duymuştur. Bugün buna rol model diyorlar. Ama sanırım bu onu karşılamaz. Terimin aslını korumak gerekir. Çünkü terimler hep doğdukları dünyanın kültü sızıntılarını taşırlar. Rol model kavramını ilk kez Yahudi bir Amerikalı sosyolog olan Robert K. Merton (ö. 2003) kullanmış imiş. Sosyolojide tabi ki bir anlam ifade eder.

Hz. Peygamber’in ‘üsve-i hasene‘ olmasının anlamı şudur: Hal ve harekâtınızda onu örnek almalısınız ve ne kadar müslüman kaldığınızı anlayabilmek, bunu sınayabilmek için zaman zaman kendinizi o örneğe vurmalısınız. Nerede durduğunuzu görebilmek için dönüp ona bakmalısınız. Çünkü müslümanların bile pek çoğu zamanla kendi anlayışlarını ve davranışlarını yegâne hakikat, ya da yegâne İslam zannedebilir. İşte kendi zanlarını onun hayatına vurması ve tabir caiz ise zaman zaman sünnet ayarlarına geri dönmesi gerekir. İşte onun güzel numune olmasının bir anlamı da budur.

Bu durum aynı zamanda çok önemli bir noktaya daha işaret eder ki o da şudur:

Mademki o müminlerin biricik örneğidir, o halde örnek alacakları şey, onun hal ve harekâtından başka nesi olabilir? Yemesi içmesi, kısaca yaşama biçimi. Sünnet denen şey de budur. O halde Kuranı Kerim onu örnek almamızı emredecek ve biz Kuranı Kerim’i anlamak için sünnete gerek olmadığını söyleyeceğiz. Dini makul açısından bu durum tam bir absürttür.

Prof. Dr. Faruk Beşer

Hoş Geldin, Ya Hatem-ül Enbiya!

İnsanlığın kurtuluşu için gönderilen en son ve en büyük peygamber, Hatemü’l Enbiya Hz. Muhammed (s.a.v.) 571 yılında kameri aylardan rebiü’l-evvel ayının 12. gecesi doğmuştur. Bu mübarek geceye “Mevlit Kandili” denir. 20 Nisan 2014 Pazarı Pazartesi gününe bağlayan gece, mevlit kandilidir.

Cenab-i Allah (cc) Kur’an’ı Kerimde şöyle buyurur:  “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” 1 “Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resulünü hidayet ve hak din ile gönderen o’dur. Buna şahit olarak Allah yeter. Muhammed Allah’ın Resulüdür.”2 “De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınız bağışlasın.” 3

Bediüzzaman Hazretleri, O’ Reisü’l Enbiya ve evliya için şöyle buyurmuş: “Cenab-i Allah (cc) bilerek ve hikmetle tasarruf ediyor.”madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zişuur ve zifikir ve konuşması bilenlerle konuşacak. Madem zifikirle konuşacak; elbette zişuur içinde en cemiyetli ve şuuru külli olan neviyle konuşacaktır. Madem insan neviyle konuşacak; elbette insanlar içinde kabil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak… “Ben, şu kâinat Hâlıkının mebusuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek. İşte, parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamere bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız, beni tasdik için yanıma geliyor, şahadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız, iki üç adama ancak kâfi geldiği halde, işte iki yüz, üç yüz adamı tok ediyor.” 4

İşte, İnsanlığın akıl ve kalbinde yer alan “Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” sorularının cevaplarını çözecek ve kâinatın sahibini ilan ve ispat edecek bir zat lazımdır. O’ zat ancak Muhammed (a.s.m.) gibi bir zat olacak ki sadece insanlar üzerinde değil; belki cansız varlıklar üzerinde de yansıması tezahür edecek.

Hz. Muhammed (a.s.m.) parmağı ile ay’ı ikiye bölmesi,  hayvan ve ağaçların O’nu tasdik etmesi, parmaklarında beş musluklu bir çeşme gibi suyun akıttırması değişmez bir ilahi adet iken, O’ habibi için değiştirmiş, O’nu önceki nebiler gibi bir kavme, bir bölgeye veya bir kıta’ya nebi olarak göndermemiş,  bütün kavim ve kıtalara, hatta bütün insanlara rahmet için göndermiştir. O’ Resuldür, O’ Hatemül Enbiyadır. O’ Seyidül Enbiya ve Evliyadır. O’ bütün varlıkların mebusudur. Çünkü sahibul miraçtır. Bütün âlemi geride bırakıp Kab-i Kavseyne yükselen, Cenab-i Zülcelâlın cemalini gören, bütün âlemin tehiyelerini mebusluk sıfatıyla, hikmetlerle dolu adeta dört zarfı selam yerine Allah’a takdim edendir.

İşte, Mebusluk şanına yakışır o beyan-ı mübarek: “Ettahiyatu, Elmubarekatu, Essalâvatu, Ettayyibatu” dur. Bütün tahiyyeler, bütün mübarekler, bütün salâvat ve dualar ve bütün kelimat-i Tayyibe Allah’a mahsustur. 5

Ettahiyyatu: Bütün zihayatların insan, cin, melek ve hayvanların yaptıkları ibadetleri sana takdim ediyorum.

Elmübarekatu: Bütün tohumların, çekirdeklerin kudretinle toprak altından çıkıp lisan-i halleri ile yaptıkları duaları sana takdim ediyorum.

Essalavatu: Bütün zişuurların insan, cin ve meleklerin yaptıkları makul dualarını sana takdim ediyorum.

Ettayyibatu: Bütün temiz ruhların enbiya, evliya, şüheda, Salihlerin, meleklerin yaptıkları ibadetleri sana takdim ediyorum.

Cenab-i Hak, lisan-ı hikmetle: O’ Hatemü’l Enbiyaya amirane “selam” etmiş,  melekler de bu Müşahedeye “ Allah’tan başka ilah yok, Muhammed O’nun Resulüdür” diyerek şahadet etmişler, işte peygamberimizin mebusluk payesi böylece ispat ve ilan edilmiş, risalet mertebesine yükselen ve Haktan halka o görevle gelen efendimiz, insanlara ve cinlere İlahi emir ve talimi ulaştırmaya memur kılınmıştır. Hoş geldin, Ya Hatemü’l -Enbiya!..

Ya Rabbi!  Sevgili Peygamberimizin insanlık için getirdiği güzellikleri hayatımızda tatbik etmeyi nasip et, Mevlit kandili’nin bütün İslam âlemine ve insanların huzuruna vesile olmasını rahmetinden niyaz ediyorum.

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR
17.04.2014

www.NurNet.org

KAYNAK

1- Enbiya, 1

2-Fetih süresi, 28,29,

3-Ali-İmran,31

4-Mektubat 19. Mektup

O’ Nur (asm) Âlemlere Onurdur!

“Onur,” kısa olarak kişisel değer ve şeref olarak değerlendirilebilir. Bu şeref ve kıymetin insanlık tarihinde eşref-i mahlûkat olan Peygamberimize (asm) ve dolayısıyla insanlığa mahsustur. Çünkü İnsan yaratılış itibariyle “onur”lu bir varlıktır. Yaratılışların en saygını da insandır.

Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye’de:”Eğer o âlem-i kebîr, bir şecere (ağaç) tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur…” demiştir.

Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (asm) onur hakkında şöyle demiş: “ Onur,” hakikati söylemektir.  Nefreti basmaktır, hürriyet umurunda çaba göstermektir, başkalarını kendine eşit görmektir, başkasının da hakkını müdafaa edebilmektir, büyüklere hürmet etmektir, insanlarla iyi münasebetleri devam etmek ve ettirmektir, kibirli olmamak ve mağrurane dolaşmaktır.”

Allah (cc) bir hadis-i kutside buyurur ki: “Ben gizli bir hazine idim; görmek, görünmek ve bilinmek istedim; âlemi yarattım”  Yarattığı on sekiz bin âlem içerisinde en kıymettarı şüphesiz insandır. Hadis-i kutside söz edilen gizli sırları keşfederek manalarını çözen varlık elbette şuur, akıl ve fikir sahibi olan insandır. İşte bu muhteşem kapalı âlemler, sırlar ve hazineler insanla değer kazanıyor.

Cenab-i Allah (cc) insana verdiği akıl ve şuur ile kapalı hazinelerini bildirmiştir. İnsan,  sirat-i müstakim üzere hareket ettiği müddetçe hem dünyası hem de ahireti mamur olur. Maalesef, bugün dünya üzerinde çıkan kargaşa ve anlaşmazlıkların çoğu sırat-i müstakimden ayrılarak bencillik ve sömürgeciliği hedef seçen güçlü insanlar zayıfı ezmeye çalışmaktadır.

Bediüzzaman,  konu ile alakalı şöyle diyor: “ben tok olayım başkası açlıktan ölse banana”  burada faiz kurumlarının insanlığa verdiği zarar üzerinde durmaktadır. Yani, “sen çalış, ben yiyeyim” prensibi ağır bastığı için, halkı kine, hasede, çatışmaya sevk ediyor, dolayısıyla insanlar arasına da fitne, fesat, dengesizlik, bozgunculuk ve çatışma giderek artıyor. Aslında bugün dünyada her ne kadar bilimsel ve teknolojik anlamda bir ilerleme görünüyorsa da; Ne yazık ki, insanın onurunu muhafaza ve yüceltmeye yönelik ilerleme ve çaba pek görünmüyor. Eğer bir memlekette aç insan varsa, vatandaş arasında ayrımcılık, ötekileştirme, menfi milliyetçilik ve ırkçılık varsa, hor görme ve işkence varsa, binlerce insan öldürülüyorsa, bu toplumun eksikliğidir, rahatsız olan “onur”, toplumun onurudur.

Bugün açık saçık yarı çıplak kızlar, erkeklerle parklarda, sokaklarda ve caddelerde sabahlara kadar başıboş, rezalet içinde dolaşıyorlarsa, çöplük ve cami avlularına bebekler terk ediliyorsa,  bu da  toplumun eksikliği ve onurudur… Bugün kendi mahallesinde ve sokağında insanlar soyuluyorsa, çocuğunu okula tek başına gönderemiyorsa, bir memleketin hapishaneleri gençlerle doluysa, bu da toplumun eksikliği ve onurudur. Velhasıl, dünyada menfaat için katledilen insanlar, dökülen kanlar, şiddet, işkence, adaletsizlik ve zulüm varsa,  bu da insanlığın ve toplumun eksikliği ve onurudur.

Tarih boyunca İnsanlık kendi ürettiği beladan, neme lazımdan dolayı çok zarar görmüş, hatasının neticesinde de bitkin ve baygın bir hale düşmüştür, çıkış yolları aranıyorsa da, ne yazık ki ektiği tohumun filizleri başına dolanmış, kıvırdıkça boğazını sıkıyor, kendi tuzağından kurtulamıyor. Kurtuluş çaresi yok mu? Var. İşte, Fahr-i âlem efendimiz (asm) bin dört yüz sene önce “Veda hutbesi”nde insanlık âlemine verdiği mesaj!  Şöyle ki:  İnsanların canları, malları, ırzları, iffet taşıyan değerleri ve insanlık onuru dokunulmaz olduğunu, İnsanın yaşama ve mülkiyet hakkı ile manevi kişiliği ayni ölçüde ve güvence altına alınarak kişilik onuruna dokunulmaz, demiştir. İşte reçete, işte insan hürriyetti, işte “onur”…

Cenabı Allah’ın yarattığı en mükemmel ve onurlu varlık elbette insandır. İnsanlar da bazen temel ölçütlerde sapma göstererek onursuz bir davranış sergileyebilir. Bu davranışıyla da yadırgayabilir. Yoksa insanlar ırk, renk, maddi durum, soy-sop gibi ölçülere göre değerlendirilemez. Peygamberimiz (asm)’in yanında siyahı da beyazı da değerli ve onurludur.

Eshab-i kiram döneminde, Sad bin Vakkas ile Selmani Farisi arasında küçük bir kırgınlık yaşandı. Herkes kendi atalarını saymaya başladı, Sıra Selmani Farisi’ye gelmiş, Selman: “Benim İslam döneminde hiçbir atam olmadı, ben İslamoğlu Selman’ım” dedi. Bunu işiten Hz. Ömer, “ben de İslamoğlu Ömer’im. Herkes bilsin ki ben Selman’ın kardeşiyim,” demiş. İşte başkalarını kendine eşit görmek, kibirli olmamak, insanlarla iyi münasebet kurmak”  iki cihan serverı Hazreti Muhammed (a.s.m.)’in tarif ettiği “onur” bu olsa gerek.

Ya Rabbi! İnsanlık onurunun yücelmesi ve korunmasını, salah ve selamete kavuşmasını senden niyaz ediyoruz. Amin….

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

16.04.2014

www.NurNet.org