Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

Tebdil-i Mekan

Tebdil-i mekan (yer değiştirme) nasıl olur? İnsanın yaşadığı ülkeyi, şehri, ilçeyi, köyü, mahalleyi, oturduğu evi değiştirmesiyle olur.  Seyahat edenler devamlı tebdil-i mekan yapmaktadırlar. İnsan diğer canlılardan farklı olarak düşünen, iradesi ile doğruyu yanlıştan ayıran, hareketli ve gezen bir varlık olarak yaratılmıştır. Kainat insanın emrine sunulmuş¸ insan da merak sâiki ile dopdolu yaratılmıştır. İnsan muhteşem bir saray  güzelliğindeki  kainatta merakını gidermek için okuyarak, gezerek, tebdil-i mekan yaparak kendini eşref-i mahlukat olma yolunda geliştirir ve değiştirir.

İnsan hayatın her alanında değişimin faydaları çok fazladır. Bu değişim bazen gerçekten tebdil-i mekanla yani mekanı değiştirmek suretiyle, bazen de ortam değişikliği, arkadaş değişikliği, iş ve makam değişikliği şeklinde olabilmektedir. İnsan hayatında değişikliklere karar verir veya vermez. Bu kişinin tercihidir. İnsan dünyada tercihlerini yaşar.

Tebdil-i mekanda ferahlık vardır…

İnsan için tebdil-i  mekanda ferahlık var mıdır? Bu söz insanların bulunduğu ortamdan rahatsız olduğu zamanlarda ya da daha iyi ortamların hedeflendiği durumlarda kullanılmaktadır.

İnsan, sürekli yaşamak zorunda kaldığı mekanda kimi zaman bunalır. Bundan dolayı insan yer değiştirince ferahlar, tekrar yaşama sevinci bulabilir. Ferahlığı, huzuru yalnız mekan değiştirme şartına bağlamak eksik olur. Burada insanın olaylar karşısında tavrı ve inancı da  önemlidir. Gittiği her yerde kendisine sunulan imkan ve fırsatları değerlendirdiğinde, inancını davasını daha iyi ifade ettiğinde, yaşadığında, kendi hayat tarzını yaşayan insanlarla yeni dostluklar kurduğunda insan tebdil-i mekanda ferahlığı yaşar. İnsan geniş, ferah mekanlarda yaşasa bile imkan ve fırsatları değerlendirmezse, dostluklar kuramazsa hayat ona zindan olur.

Her mekan değişikliği, insana sunulan bir imkan ve fırsattır. Yeni mekanda hayata, yeniden  başlıyor gibi bir özellik  ve güzellik verilirse, yeni dostlar kazanılır ve insanın önüne yeni ufuklar açılabilir. İnsanın kendini yenileme imkanı doğar, kötü alışkanlıklarını iyileriyle değiştirme fırsatını yakalar.

İnsan sürekli yaşamak zorunda olduğu ortamda bazen sıkılır. Ortamı değiştirmek isteyebilir.

O zaman tebdil-i mekanda ferahlık olabilir.

Yeni bir yer, yeni bir mekan, yeni bir muhit insan hayatında değişik, güzel duygulara kapı açan bir dönemi de beraber getirebilir.

Şartlar benim tebdil-i mekan yapmama sebep oldu. Yeni tebdil-i mekanım Küçükçekmece.

Küçükçekmece, Osmanlı döneminde, Çekme-i Küçük (Küçük-Çekme) adını alan kasaba olarak, camiler, medreseler, hanlar, hamamlar ve çeşmeleriyle önemli bir konaklama yeri olmuştur.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Yeşilköy nahiyesinin bir köyü statüsünde bulunan Küçükçekmece, 1956 yılında nahiye merkezi oldu. 1981’de Avcılar, Halkalı, Sefaköy Belediyeleri’ni bünyesine alan Küçükçekmece, yeni bir belediye şube müdürlüğü olarak İstanbul Belediyesi’ne bağlandı. Küçükçekmece İlçesi 04.07.1987 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 3392 Sayılı Kanunla 21 mahalle olmak üzere, Bakırköy ilçesinden ayrılarak kurulmuş bir ilçedir. 

Bayramlarda kendisini ilk ziyaret ettiğimiz Şen abla ve çocuklarının, bacanağımın, baldızımın Küçükçekmece’de ikamet etmeleri, mahallenin sakinliği ve sessizliği yeni mekanımıza kısa sürede alışmamıza sebep oluyordu.

Burada Şen ablanın cömertliğinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Şen abla yemek yapmaktan ve yaptığı yemekleri ikram etmekten zevk alan, mutlu olan vefakar bir şahsiyettir. Efendimiz (sav) “Cennette öyle güzel köşkler vardır ki, bunlar, yumuşak, tatlı konuşan, yemek yediren ve herkes uyurken namaz kılanlar içindir.” Hz. Ali  (ra) “Dostlara yedirdiğim bir ekmek, fakirlere verdiğim beş ekmekten daha kıymetlidir. demektedirler. Şen abla sanki bu mübarek sözleri hayatına ölçü yapmıştır. Yemek yapmaktan ve ikram etmekten zevk alan Şen abla aile efratlarını ve  bizi leziz yemeklerini ikram etmek için davet etti. Davetine icabet edemedim. İnşallah en kısa zamanda kendilerini ziyaret edeceğim.

İnsan,  akrabalarını, dostlarını ziyaret etmek, ilim öğrenmek, yeni yerler görmek,  davasını  başkalarına anlatmak için de  seyahat ederek tebdil-i mekan yapar.

İmam Şâfiî¸ divanındaki şu dizeleriyle tebdil-i mekan etmenin en önemli yollarından biri olan seyahate çıkmanın önemini veciz bir biçimde anlatmaktadır.
“Akıl sahipleri için bir yerde oturup kalmakta rahat yoktur. O halde odunu ocağını bırak da gurbete çık. Yolculuk et¸ ayrıldığın bazı şeylere karşılık yeni ve güzel şeyler bulursun. Yorul¸ çünkü hayatın tadı çekilen yorgunluktadır. Ben durgun suların bozulduğunu bilirim. Ama su akarsa temiz ve güzel olur. Aslan bile inini terk ederse avlanır. Ok yayından ayrılmadan hedefini bulabilir mi hiç? Güneş hareketsiz dursaydı yörüngesinde¸ insanlar bıkardı ondan! Yerinde¸ yatağında duran altın topraktan farksızdır. Ûd yerinde kalsaydı bir çeşit odun olarak kalırdı. Yurdundan yuvandan ayrılırsan¸ işte o zaman muradına erer altın gibi aziz olursun.”

Hedefi ve davası büyük insanlar seyahat ederek devamlı  mekanlarını değiştirirler. Gittikleri her yerde davalarını anlatarak daha çok kişilere ulaşırlar. Gittikleri her yerde manevi bir inkılap gerçekleştirirler.

Kainatın Efendisi, Efendimizin  (sav) Mekke’den Medine’ye hicreti beşer tarihinde en önemli tebdil-i mekandır. Efendimiz (sav) Medine’de insanlığı cehaletin, sapıklığın karanlık çukurlarından çıkararak,  Kur’an’ın nuruyla buluşturan inkılabın temellerini atarak, beşere eşref-i mahlukat olmanın yollarını göstermiştir. Kıyamete kadar bu yolda gidenler dünya ve ahiret saadetini elde edeceklerdir.

Efendimizin (sav) varisleri devamlı tebdil-i mekan yaparak imanı, Kur’an’ı, sünneti anlatarak, yaşayarak insanların dünya ve ahiret saadetini elde etmelerinin yollarını göstermeye devam etmişlerdir.

Müceddid-i  ahirzaman Bediüzzaman’a devlet baskısıyla devamlı tebdil-i mekan yaptırılmıştır. Bu zorunlu mekan değişiklikleri şer gibi gözükse de  asrımızın insanlarının manevi hastalıklarının ilacı olan Kur’an tefsirleri Risale-i Nur eserlerinin yazılmasına sebep olmuştur.

İçinde tebdil-i mekan ifadelerinin geçtiği Risale-i Nur satırlarının bazılarını  okuyarak makalemizi nihayetlendirelim.

“Mevt, (ölüm)  vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekandır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bakiyeye bir davettir, bir mebde’dir. Bir hayat-ı bakiyenin mukaddimesidir….”

“Sizlere müjde! Mevt(Ölüm) idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, (sönmek değil), firak-ı ebedi(ebedi bir ayrılış) değil, adem (yokluk) değil, tesadüf değil, failsiz bir in’idam (sahipsiz, idama gitme ,yok olma) değil; belki (bilakis), bir Fail-i Hakîm-i Rahim(Merhamet ve Hikmet sahibi, Rabimiz) tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekandır.(bir yer değiştirmektir) saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslilerine (Âdem babamızın memleketine ,cennete) bir sevkiyattır, yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı (toplantı yeri olan) olan âlem-i berzaha(Kabir alemine) bir visal(kavuşma) kapısıdır.”

“Ölüm, bir tebdil-i mekân ve bâki bir meyvenin sümbüllenmesidir. ”

“Mevt, ancak ruhun ceset kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesinden ibarettir.”

Kiracı

Mehmet Abidin Kartal

Bir bedel karşılığında herhangi bir menkul ya da gayrimenkul malın kullanım hakkını elde eden kiracıdır.

Evi olmayanların  bir evi belli bir bedel karşılığında kullananlar kiracıdır.

Kiraya veren, mal sahibine de,  kiralayan diyoruz.

İnsanlar dünyada kiracı olmak istemiyorlar. Hemen hemen herkes dünyada bir ev sahibi olmak için çalışır. Bunun için borçlanır, kredi, borç alır.

Ülkemizde insanları ev sahibi yapmak için sonu ‘…..evim’ ile biten birçok firma vardır.

Kiracı olmak zor iş, bir evi kiralayıp oturmak için emlakçı, kontrat, noter, peşinat, depozito, demirbaş tespiti, kefil engellerini aşmanız gerekir.

Geçen günlerde bir gazete ‘kiraya çalışıyoruz’ manşet haberiyle çıkıyordu.

Hane halkı bütçe araştırmasının 2019 yılı sonuçlarına göre; Türkiye genelinde hane halklarının tüketim amaçlı yaptığı harcamalar içinde en yüksek payı %24,1 ile konut ve kira harcamaları almaktadır.

Geçen günlerde bir gazete de ‘Kiralar şişiriliyor. Oturulacak ev bulunamıyor.’ Manşet haberiyle çıkıyordu.

Kiracı kiraladığı evin parasını ödediği sürece ev sahibinin istediği şartlar doğrultusunda, kira sözleşmesine  uyulduğunda oturma hakkına,  sahiptir.

Kira sözleşmesine uyulmadığında, kiranın bedeli ödenmediğinde noterden ihtarnameler gelmeye başlar.

İhtarnamenin gerekleri yapılmazsa olay mahkemeye intikal eder.

Sulh hukuk mahkemeleri başta kira sözleşmesinden kaynaklanan davalara bakarlar.

Kiracı olmak, filmlere, romanlara, tiyatrolara konu olan hayatın sosyal ve ekonomik gerçeğidir.

Memduh Şevket Esendal’ın  “Ayaşlı ile Kiracıları” romanı, cumhuriyetin ilk yıllarındaki Ankara’dan bir kesit sunar. Eğitimleri, uğraşları, dünya görüşleri farklı insanların ilişkilerini büyük bir ustalıkla sergiler; onların kişiliklerinde, dönemin bütün özelliklerini yansıtır.

Eugéne Ionesco’nun “Yeni Kiracı”  tiyatro oyunu, bu oyunda kapitalizmdeki insan ilişkileri konu edilerek eleştirilmektedir. Kapitalizmin insana dayattığı tüketim mantığını eleştiren oyun, tüketimi dayatan bu sistemin, insan ilişkileri, değer ölçüleri, hatta gerçek aşkı ve sevgiyi yerle bir ettiği hayatlarımızın uyumsuzluğunu basit bir durumla anlatıyor. Tiyatroda  bir adam yeni kiraladığı eve eşyalarını taşımak için iki hamalla birlikte boş evine gelir…

Kemal Sunal’ın Kiracı filmini çoğunuz seyretmişsinizdir. Fakir ve evli bir adamın ev bulmak için verdiği mücadele komik şekilde anlatılmaktadır. Kaynanasıyla birlikte oturan evli ve üç çocuklu devlet memuru Kerim (Kemal Sunal) kıt kanaat geçinirken ve aylığının yarısını ev kirasına verirken, bir de ev sahibinin sürekli kira zammı istemesinden iyice bunalmıştır…

Esasında bu dünya da ev sahibi olsak da kiracıyız.  

Çünkü bir gün o evden girmemek üzere çıkacağız.

İnsan kendi taşıdığı bedenin ve hiçbir şeyin sahibi değil, emanet olarak duruyor.

Beden ruhun kiralık evidir. Ruh bedende kiracı.

İnsan yolcu, emanetçi,  kiracı…

 “Benim dünya ile ilgim, bir ağaç altında dinlendikten sonra, yoluna devam eden yolcu gibidir.”(Hadis-i Şerif)

“Mal sahibi, mülk sahibi/Hani bunun ilk sahibi?/Mal da yalan, mülk de yalan/Var biraz da sen oyalan…”

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttaki olanlar için şüphesiz ki ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hala akıl erdiremiyor musunuz? ” (En’âm Suresi – 32 . Ayet)

“Mülk Allah’ındır, sende emaneten duruyor. O emaneti ibka edip, senin için muhafaza edecek; sende kalırsa, meccanen zâil olur, gider. “

İnsan bu dünyaya yolculuğu devam eden misafir olarak gelmiştir.

Gözünü açtığı anda bir ziyafet sofrası içinde bulur kendisini. Kiracı olarak bu ziyafet sofrasında istifade eder. Misafirlik bittiğinde ebed memleketine yolculuğu devam eder.

“İnsan bir yolcudur. Sabâvetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Mâlikü’l-Mülk tarafından verilmiştir. “

İnsan bu dünyada misafir, emanetçi, yolcu ve kiracı.

Fani olan dünyada sahip olduklarımızın hepsi bize Mâlikü’l-Mülk  tarafından verilen emanet,

Dünya da herkes kiracı…

Evi olan kiracı, evi olmayan tam kiracı,

İnsan sürekli yaşamak zorunda olduğu ortamda bazen sıkılır. Ortamı değiştirmek isteyebilir.

Tebdil-i mekanda ferahlık vardır.

Şartlar beni tebdil-i mekan yaptırarak  tam kiracı yaptı.

Ev sahibim ve ailesi iyi, güzel insanlar, bu yıl ilkokul 4. Sınıfta okuyacak kızları Berrin’e başarılar dilerim, kendilerine duacıyım.

Kimse değil ev sahibi, burada herkes kiracı,

Benim evim var diyenlerin esasında devre mülkleri vardır.

Devre mülkte, bedelini ödeyerek bir mülkü, evi yılın belli bir zamanı için kullanma hakkı elde ediyoruz.

Dünyada mülkümüzde olsa, kiracı da olsak,

Biletimiz kesildiğinde, misafirliğimiz bittiğinde mülkümüzü, kiralık evimizi devredip gideceğiz.

Kiracı bir gün, ruhun bedenden çıktığı gibi kiralık evden çıkacak.

Hepimizin kiracı olduğu şu dünyada ölçümüz.

“Sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyleyse, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mûcidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın. “

Gelir dağılımı odaklı ekonomi: Ekonomik psikoloji

Mehmet Abidin Kartal

Dünyada hangi alanda olursa olsun, yapılan bütün bilimsel çalışmaların, ekonomik, sosyal, siyasi faaliyetlerin hedefi insanın mutluluğu ve huzuru içindir. Yapılan ilmi çalışmalar, siyasi, ekonomik faaliyetler, sosyal hizmetler insanın mutluluğunu ve huzurunu hedeflemektedir. İnsanın özgürlüğünü ve haklarını içeren milli ve milletlerarası siyasi, ekonomik ve hukuki alandaki düşünceler, gelişmelerde aynı hedefe yöneliktir.   

Bugün insanın mutluluğu ve huzuru için yapılan çalışmalar ve faaliyetler insanın yaratılışına aykırı olduğu için, insan mutlu edilemiyor. İnsanın yaşadığı her ortamdaki haksızlıklar, adaletsizlikler, gayri meşru ilişkiler, tecavüzler, ülkeler arası savaşlar, zulümler, ekonominin daha fazla kazanmaya odaklı olması, adil gelir dağılımı odaklı olmaması, ekonomik ve siyasal olarak güçlü olan toplumların, güçlüysem haklıyım anlayışı,  zayıf toplumları sömürmeleri, ekonomik hırsları insanlığı ağlatıyor, dünyayı cehenneme çeviriyorlar. Bugün dünyada yaşanan olaylar bunlardan ibarettir. Sonuç, insanlar ve toplumlar huzursuz ve mutsuz.

Ekonomi tarihi incelendiğinde, insanla servetler arasındaki ilişkileri inceleyen bu ilmin gerektiğinden fazla maddî meselelere yöneldiği, çoğu zaman mikro iktisadın temel ünitesi olan insan unsurunu, insanın psikolojisini  ihmal ettiği görülmektedir. Gerçekten, ekonomi ilminde servetler kolayca ele alınabilecek bir konudur. İnsan davranışlarına, psikolojisine oranla ölçülmeye daha elverişlidir.

Ekonomik faaliyetlerin ilk ve son hedefi  insanların ihtiyaçlarını karşılamak ve mutluluğunu arttırmaktır. Diğer bir ifadeyle ekonomik faaliyetleri meydana getiren dürtücü güç insanların ihtiyaçlarıdır. İhtiyaçlar ise, bir yandan nüfusun artışından, diğer yandan medeniyetin ve insan psikolojisinin gelişmesinden dolayı sürekli bir çoğalma göstermekte, âdeta sınırsız olma gibi bir özellik taşımaktadır. Elde edilen gelirin insan ihtiyaçlarını karşılamak için adil dağıtılmaması ekonomik ve sosyal krizlerin gündeme gelmesine sebep olmaktadır.

Ekonomik faaliyetlerin insan ihtiyaçlarını karşılama hedefi, insan psikolojisini gündeme getirmiştir. Bundan da ekonomik psikoloji ilmi doğmuştur. İkinci Dünya savaşından sonra, önce Fransa, ABD arkasından gelişmiş ülkelerin çoğunda ekonomik psikoloji ilminin ilerlediği görülmüştür.[1]

Ekonomik unsurların davranışları incelendiğinden, bir ana kavram daha ortaya çıkmaktadır: ekonomik canlılık kavramı. Maddî kaynaklara sahip olan toplumların, ancak tutum ve davranışlarında yeterli bir çalışkanlık ve rasyonellik bulunması şartıyla olumlu sonuçlara varabilecekleri bilinen bir gerçektir. Psikoloji ilminde ekonomik canlılık kavramı ekonomik hayata yöneltilmiş fikrî güç niceliği olarak tanımlanabilir.

Ekonomik psikoloji yalnızca ekonomik hayatta görülen olayları  incelemekle yetinmez. Ekonomi ile psikolojinin bir araya gelmesi, onun kendine has gayeleri olmasını sağlamıştır. Bu gayelerden biri, ekonomide olduğu gibi gelirleri “en yüksek seviyeye ulaştırmak (maximer)” olmayıp “fikrî güçleri” ve olumlu bir kişiliği geliştirmektir. Servetler insanlar için yaratılmış, fakat insanlar servet için yaratılmamışlardır. Varlık durumları yüksek olan çevrelerde insanların zenginliklerini arttırmaktan vazgeçmesi, muhtaçlara dağıtılması daha iyi sonuçlar meydana getirecektir. Prof. Dr. Pierre Louis Reynaud, ekonomik psikolojinin ana gayesini böyle tarif etmektedir.[2]

“Servetler insanlar için yaratılmıştır. Zenginlerin servetlerini arttırmaktan vazgeçmesi daha iyi neticeler meydana getirecektir.” Bu Batılı iktisatçı, kapitalist sistemin toplumda dengeyi sağlayamadığını, maddî imkânlardan vazgeçmenin, servetin  ihtiyaç sahiplerine kanalize edilmesinin dengeli toplum için ideal bir düşünce olduğunu ekonomik psikolojinin gayeleri arasında ifade etmektedir.

Ekonomik Psikoloji ve 21. Asır

Ekonomik psikolojinin gayeleri bugün Batıda ve diğer birçok ülkelerde temenniden öteye gitmemiştir. Ekonomik psikoloji ilminin gayelerini, 21. asırda Prof. Thomas Piketty,  “21. Asırda Kapital” isimli eserinde ekonominin “kâr odaklı” değil, “adil gelir dağılımı odaklı” düzenlenmesi görüşüyle tekrar gündeme getiriyor. Gelir dağılımındaki uçurumu ortadan kaldırmak için dar gelirli kesimlere gelir transferi zaruretinden bahsediyor.  Gerekli gördüğü en acil tedbir,  zengin çevrenin elindeki büyük servete  “ek vergi” konmasıdır

Ekonomik psikoloji ilminin bize verdiği en önemli ders, uzun bir devre ele alındığında, az ya da çok oluşun sermayelerin, endüstrilerin değil, değerli insanların toplumun kaderini değiştirmede en önemli etken olduğunu göstermiştir. Öyleyse fakirliğe karşı mücadelenin başarılı olması bu olumlu kişilerin mümkün olduğu kadar iyi bir surette çevreye yayılmasıyla sağlanabilir.[3]

Dünyada bugün geçerli olan kapitalist ekonominin olumsuz yönü, manevi  ilkelerden yoksun olmasıdır. Toplumlara ve insana huzur getiremeyişinin en önemli nedeni budur. Kapitalist ekonomi bir üretim ekonomisi olduğu kadar, bir tüketim ve israf ekonomisidir. Üretimi yapan müteşebbisler  hırs ve açgözlülükle doymaz bir hayvan derecesine indirgemiş, toplumun büyük kısmını meydana getiren tüketicileri de israfa ve savurganlığa teşvik ederek maneviyattan yoksun tek boyutlu bir insana dönüştürmüştür. Bu durum, hem kapitalist ekonomiyi periyodik krizlerle karşı karşıya getirmiştir, hem de ekonominin iki tarafında yer alan üreten ve tüketen kesimleri mutsuz bir hayatı yaşamak zorunda bırakmıştır.

Kapitalist ekonominin öncülerinden Adam Smith, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sözünü,  serbest teşebbüsü cesaretlendirmek için söylemişti. Fakat bu serbestlik, “hırs”ın tuzağına düştüğü her fırsatta “bırakınız soysunlar”a  dönüştü. Kapitalizmin yol açtığı krizler, kontrolsüz hırsın kaçınılmaz sonucu olarak yaşandı ve yaşanıyor.[4]

“ Krizlerin, aşırı kâr kaygısından kaynaklandığını düşünen Nobel ödüllü Fransız akademisyen  Prof. Thomas Piketty, “21. Asırda Kapital” isimli eseri, Batı’nın yerleşik ekonomik yargıları hakkında ezber bozan, gerçekten önemli tespit ve ikazlar içeriyor. Hakkındaki değerlendirmelere bakılırsa, bu eser, hırs ve hevesleri kışkırtan Batı sistemini hem sorguluyor hem eleştiriyor. Buna göre,

-Fransız akademisyen, Batı ekonomisinin “kâr nasıl artar” arayışına dayandığını söylüyor.

-Ekonomi büyüyor, fakat gelir, orantısız şekilde zengin tabakaya gidiyor. O derece ki, nüfusun %1’i servetin % 50’sini alıyor.

– Yazara göre sefalet ve adaletsizlik, doymak bilmeyen “kâr” iştahından kaynaklanıyor.

– Büyük sermaye, büyüyen ekonomiden kendisine düşen “arslan payına”  el koymakla  yetinmiyor; gelirlerini “daha da” artırmak için dar ve orta gelirli kesimleri, kapasitelerinin çok üstünde borç altına sokuyor. Gelire uygun olmayan yüksek miktarlı bu kredi borçları ödenemeyince, iflaslar başlıyor ve bankalar batıyor. ABD merkezli 2008 krizi, bu ortamda kaçınılmaz hale geliyor.

– Bu dramatik sonucu gözleyen Prof. Piketty,  “21. Asırda Kapital” isimli eserinde ekonominin “kâr odaklı” değil, “adil gelir dağılımı odaklı” düzenlenmesini öngörüyor. Gelir dağılımındaki uçurumu ortadan kaldırmak için dar gelirli kesimlere gelir transferi zaruretinden bahsediyor.  Gerekli gördüğü en acil tedbir,  zengin çevrenin elindeki büyük servete  “ek vergi” konmasıdır. Böylece zenginlerin servetine, sosyal adalet amaçlı bir sorumluluk yüklenecek ve tüketim gücü zayıf kesimlere “kaynak” aktarılacaktır. Gelir dağılımındaki dengesizliği gidermek için bu akademisyenin, bir şans yakaladığı, Fransa Başbakanına  danışmanlık yaparak düşüncelerini hayata geçirme fırsatı bulduğu ve bu yönde kanunlar çıkarttığı ifade ediliyor.

Gelir dağılımında sosyal adalet öngörüsü, elbette dikkate alınmalıdır. Faiz oranlarıyla oynayarak parasal düzenlemelere hasredilmiş arayışlar, yaşanan krize çözüm olmadı ve olmuyor. Aksine, yeni bir krizin gelmekte olduğu, son günlerde sıklıkla seslendiriliyor. Gelir dağılımında sefalete varan bozukluk, sosyal adalet odaklı tedbirleri gerektiriyor.

Ekonomide katma değeri üreten emektir. Sermayeyi büyüten de emektir. Bunun içindir ki, Fransız akademisyen çareyi, emek-sermaye ilişkisinde makul dengenin gözetilmesinde arıyor. Emeği ile geçinen dar gelirli çevrelere, zenginlerden alınan ek vergiyle kaynak transfer edilerek, kitlelerin geçim sıkıntısına bir ölçüde çözüm bulunabileceğini savunuyor.

İşte burada, “insan, insaniyete lâyık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.” diyen  Bediüzzaman’ın insan odaklı öngörülerini gündeme getirmenin tam vaktidir. Lemaat adıyla 1921 yılında yazdığı bir eserinde Bediüzzaman, dünyada en önemli sosyal probleminin ne olduğu sorusuna cevap olarak: “Say’in (emeğin) sermaye ile mücadelesidir” diyordu. Hatta yeni yaşanmış 1917 Ekim Devrimini de dikkate alarak, emek-sermaye arasındaki mücadelenin, çözüm üretilememesi halinde, “ihtilal” boyutlarında bir insanlık krizine dönüşeceğini söylüyordu. Emek-sermeye arasındaki ilişkide Kur’an’ın emeği üstün tutan ayetinden hareketle “sa’y  asıl esastır” diyerek tercihini emekten yana yapıyordu. Hatta “servet-i insaniye zalim ellerde toplanmaz” diyerek servetin, “tahakküm” aracı yapılmasının sakıncalarına işaret ediyordu.

Emek-sermaye çatışmasına son vermek için, “acaba ikisini barıştırmak çaresi yok mudur?” sorusuna iki şıklı cevap veriyordu. Birinci şart olarak, İslam’ın etkin bir sosyal adalet  kurumu olan “zekat”ı gündeme getiriyor ve ona evrensel bir çözüm misyonu yüklüyordu. Faizin, yani “riba”nın yasaklanmasını da ikinci etkili çözüm olarak görüyordu. Hatta  bu cevabının devamında, “şu ribâ taşını altından çeksen, şu zâlim medeniyet kasrı çökecektir” öngörüsünde bulunuyordu. Kişi ve kurumların, hatta bir çok ülke maliyesinin faiz yükü sebebiyle nasıl batağa saplandığı, bir çok devlette kamu maliyesinin iflas ettiği taze örnekleriyle düşünüldüğünde, bu sözlerin anlamı ve önemi daha iyi kavranacaktır.

Burada dikkat çekilmesi gereken husus, Fransız ilim adamının “ek vergi” yoluyla servete yüklediği hukuki sorumluluk ile Bediüzzaman’ın “zekat” yoluyla servete yüklediği sorumluluk, aynı sonucu, yani gelir adaletini amaçlamaktadır. Fransız akademisyen, kendi kültüründe  servete sosyal sorumluluk yükleyen “ zekat” gibi bir kavram ve kurum olmadığı ve bilmediği için çareyi, iktidar gücünün formel ve yasal  düzenlemesinde aramaktadır.

Nobel ödüllü bu akademisyen başta olmak üzere, gelir dağılım adaletsizliğinden kaynaklanan sefalete, gerçekçi ve kalıcı bir çözüm düşünülüyorsa, herkes Bediüzzaman’ın şu sözünü mutlaka dikkate almalıdır:“Desatir-i hikmet nevamis-i hükûmetle; kavanîn-i hak revabıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz.”

Yani, iktidarların çıkardığı yasalar, ilmin, hikmetin ve fıtratın öngörülerine uygun olmazsa ve müeyyide ile uygulanma gücüne sahip kılınmazsa, etkili olamaz. Hukuki düzenlemelerin olumlu sonuç vermesi, hikmete uygunluğu yanında, toplumun manen gönüllü katılımına ve rızai kabulüne bağlıdır.

Fransız akademisyenin gelir dağılımında adaleti sağlamak için siyasi otoritenin servet üzerinde kanunla “ek vergi” getirme öngörüsü, hukuki boyutlu teklif olmakla beraber, bir iman esası ve dini mükellefiyet olan “zekat”ın  servete yüklediği sosyal, ekonomik ve manevi müeyyide boyutuyla kıyaslandığında oldukça yüzeysel, cılız bir  çözüm teklifidir. Servete kanun yoluyla “ek vergi” salınması teklifini, hiç düşünülmemiş ve bilinmedik bir formül gibi heyecanla karşılayan Batı kamuoyunun, bu tutumuyla ne kadar çaresizlik içinde olduğu çok açık görülüyor.

Gelir dağılımındaki adaletsizliğin dar gelirlilere “kaynak” transferi yoluyla kapatılması için “yardım  köprüsü” kurulması elbette gereklidir. Sosyal yardımların kanun yoluyla hayata geçirilmesi şüphesiz bir çözümdür. Fakat gelir adaletini sağlamada kanun gücü, tek başına yeterli ve etkili bir enstrüman değildir. Zekâtın bu konudaki farkına dikkat çeken Bediüzzaman, “zekat İslam’ın köprüsüdür” mealindeki hadisi, bu bağlamda şu ifadelerle  açıklıyor: “Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı, muavenettir.”

Yukarıdaki ifadelere göre, İslam’ın sosyal adalet amaçlı düzenlemesi sadece maddi müeyyide ile sınırlı değildir. Yardıma gönüllü bir katılım için şefkat ve merhamet temelinde insani bir boyut mutlaka bulunmak gerekir. Mesnedini inançta bulan bir yardımlaşma öngörüsü, kanunun amaçladığı “cebri” müeyyideyi aşan, “rızaya” dayalı bir tesire sahiptir. İki yardım öngörüsü arasındaki bu fark görmezden gelinemeyecek kadar belirleyici ve etkilidir. Bediüzzaman’ın “muavanet” kavramıyla inanç kökenli zekata yüklediği rızaya dayalı müessiriyet, insanlığın yaşadığı “isyan ve ihtilal felaketlerinin ilacıdır.” O, böyle bir yardımlaşmayı, sadece Müslümanlar için değil, bütün insanlık için gerekli görmektedir. “Beşer salâh isterse, hayatını severse, zekâtı vaz’ etmeli, ribâyı kaldırmalı” sözü bunun açık göstergesidir. Sınıf çatışmalarının yoğunlukla yaşandığına ve bunun ihtilallere yol açtığına dikkat çekmekte ve çözümü, etkili olacağına inandığı tedbirlerin uygulamasında aramaktadır. İslam’ın beş temel şartından birisi olan zekat, Onun nazarında, sorun çözücü olarak özel bir önem taşımaktadır: “Eğer, ezkiya zekâvetlerinin zekatını ve ağniya, velev zekatın zekatını milletin menfaatine sarf etseler” toplum süratle kalkınacaktır. Dikkat edilirse Bediüzzaman, bu ifadeleriyle sadece zenginleri mal varlıklarıyla toplumsal dayanışmaya davet etmekle yetinmiyor, aydın kesimlerin de bilgi ve tecrübeleriyle kalkınma çabalarına katkı yapmaya davet ediyor.

Batı sermayesi, katma değeri üreten emeği, her zaman otoritesi altında tutup yönetmek istedi. Sermayenin sağladığı gücü, emeği sömürmenin aracı olarak asırlarca kullandı. Emek-sermaye arasındaki kavga hep buradan beslendi. Yöntem değişse de sömürme realitesi değişmedi. Bediüzzaman, insanların, “taht-el arz madenlerde” sağlıksız koşullarda, “kut lâyemut”, yani ölmeyecek kadar bir ücretle boğaz tokluğuna çalıştırılarak emeğin sömürüldüğünü, bunun 1789 “Fransız İhtilal-i Kebirine” yol açtığını söyler.

Prof. Piketty’e göre, bu sömürünün son örneği 2008 krizinde yaşandı. Emeği ile geçinen insanları, altından kalkamayacakları kadar borçlandırarak ellerindekini geri almak isteyen “hırs”, bankalar eliyle soyguna dönüştü. Sonuç, kâr hırsının sevkiyle gelir dengesinin aşırı bozulması ve kitlelerin fakirleşmesi oldu. Şimdi küçük bir azınlığın elindeki büyük servetten, “ek vergi” ile pay almanın hesabı yapılıyor.

Toplumlardaki gelir adaletsizliğini “ek vergi” ile çözmek mümkün olsaydı, ne bir ihtilal ve ne de bir kriz yaşanırdı. “Zalim ellerde toplan”mış “servet”in, sadece arzi ve maddi şartlarda vergilendirilmesi, gelir adaletsizliğine çözüm değildir. Gelir dağılımındaki problem, insan kimliğinin, yani fıtratın derinlerinde yatıyor. Yapılması gereken, serveti, zengin-fakir tabakalar arasında rıza ile paylaşmayı ibadet haline getiren bir anlayışın benimsenmesidir. Bu ise, zekat ve benzeri yardımlaşma vasıtalarıyla insani boyutlu yardım “köprü”lerinin kurulmasına bağlıdır. ”[5]

Sözün özü

İslâm’ın ekonomi görüşünde, ekonomik psikolojinin gayeleri, uygulamada temelden halledilmiştir. Burada ekonomik adalet, adil gelir dağılımı bir nevi servet vergisi olan zekât ve onun yavruları fitre ve sadaka-i cariye ile ortadan kaldırılmıştır. Zekât müessesesi servetin yalnız zenginler arasında yer değiştiren bir unsur olmamasını sağlamaktadır.

Yukarıdaki tespitler ve Prof. Piketty,  “21. Asırda Kapital” isimli eserinde ekonominin “kâr odaklı” değil, “adil gelir dağılımı odaklı”[6] yaklaşımı, toplumdaki sosyal ve ekonomik ilişkileri insanın yaratılışına göre düzenleyen ve ahlâkî  ilkeleri içerisinde barındıran zekât ve benzeri yardımlaşma kurumlarının uygulanmasını gündeme getirmektedir. Bu kurumların işlemesi için toplumun ille de dinî kurallarla yönetilmesi gerekmiyor. İnsanoğlu, en azından bu dünyadaki mutluluğu, huzuru  için bile olsa, İslâmiyet’in zekât ve benzeri yardımlaşma kurumlarını gözden geçirmelidir.

 

Not: Bu makale Stratejik Rekabet  Dergisi, Aralık 2019, sayı. 14 cilt. 2’de (üç ayda bir yayınlanır) yayınlanmıştır.

[1] – Reynaud, Pierre Louis. (çeviri: Doç. Dr. Mahmut Tevfik Birsel) Ekonomik Psikoloji, İzmir İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi Dergisi, Ocak, 1966, Sayı: 1, s. 19

[2] – a.g.d, s. 19

[3] -a.g.d, s. 23

[4] -http://www.risalehaber.com/prof-piketty-bu-kopruden-gecmeli-16047yy.htm

[5] -Mürsel, Safa. Prof. Piketty bu ‘Köprü’den geçmeli,’ Risale Haber, 14.05.2014

[6] – Piketty, Thomas. Çeviri : Hande Koçak, Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2014, s. 627

Zenginliğin kötü kullanılmasında, Karun kıssasından insanlığa dersler.

Yüce kitabımız Kur’an, zaman ve mekan üstü bir mesajla başta iman edenler olmak üzere bütün insanlar için değer ifade eden anlam, muhteva ve karakterlere yer verir. Bu muhtevalardan biri de zenginliktir. İnsanın zengin olma isteği ve zenginleşme çabası psikolojik açıdan normal bir durumdur. Tarde’ye göre zenginlik bireylerin sürekli ve sınırsızca arzuladıkları tek şeydir. Onlar zenginlikleri sayesinde ihtiyaç duydukları her bir şeyi kolaylıkla elde edeceklerine inanırlar. Bu sebeple paranın herkes için evrensel, sınırsız ve sürekli arzulanan bir niteliği vardır.

Kur’an’da insanın maddi hayatı yanında manevi yönü, olaylar karşısında psikolojik tutum ve davranışları özlü bir şekilde dile getirilmektedir. Yaratılış gayesine uygun hareket eden, imanlı insan ile, iman bağı olmayan insanın davranışları ve sonuçları anlatılırken tercih hakkı insana bırakılır. Bu da insanın dünyaya gönderiliş hikmetidir. İmanlı ve imansız bir insanın ruh dünyası, olaylar karşısında davranışları onun tercihlerini meydana getirir.

Kur’an’da geçen kıssalar içinde yer alan  karakterler, imanlı ve imansız insanın çeşitli yönlerden şahsiyetini tanımaya imkan sağlamaktadır. Bu özelliği itibariyle dikkat çeken kıssalardan biri de Kasas suresi 76-82 ayetleri arasında yer alan Karun kıssasıdır. Karun kıssasında ana konu zenginlik olmak üzere, aşırı dünyaya sevgisi ve bağlılığı sonucunda gelişen davranışların konu edilmesidir. Burada insanın, zenginlik ve zenginler karşısında nasıl bir tutum ve davranış sergilediğini ortaya konmaktadır. 

Kur’an-ı Kerim kıssaları başta iman edenler olmak üzere bütün insanlar için nice ibretler içerir. Bu kıssaları salim akılla inceleyen, analiz eden, ders çıkaran kişiler hayatları için paha biçilemeyecek hem dünya hem de ahiret huzur ve mutluluğunu elde edecek nice tavsiyeler elde edeceklerdir. İşte insanlar için paha biçilemeyecek en önemli tavsiyelerden birisi… Karun kıssası… Mal mülkle, zenginlikle, ilimle imtihan edilen ve imtihanı başaramayıp yerin dibine malıyla birlikte geçirilen Karun kıssası…

Kur’an’da anlatılan Karun kıssasında; büyüklenme, insanları küçük görme, cimrilik, bencillik, bozgunculukta ısrarlı olma, mal ve zenginlikle ile övünme, ilmine güvenme, insanı şükretmekten alıkoyan nankörlük duyguları ön plana çıkıyor ve bu konulara dikkat çekiliyor. Kimdir bu Karun?

Karun kıssası 

Dünyada zenginliğine, makamına, iktidarına, kuvvetine, zenginliğine, bilgisine güvenerek şımaran Karun, Hazret-i Musa (as)  zamanında yaşamıştır. Cenab-ı Hak, onun ibret dolu kıssasını Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirmektedir:

Karun, Musu’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti: Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasîbini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.

Karun ise: «–O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi.» demişti. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helak etmişti. Günahkarlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir).

Derken Karun, ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar: «–Keşke Karun’a verilenin bir benzeri bize de verilseydi; doğrusu o çok şanslı!» dediler.

Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler: «–Yazıklar olsun size! İman edip salih ameller işleyenler için Allah’ın mükafatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.»

Nihayet Biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah’a karşı kendisine yardım edecek avenesi olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.

 Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler bu defa, “Yazıklar olsun bize! Demek ki Allah rızkı kullarından dilediğine bol, dilediğine de ölçülü veriyormuş. Allah bize lutufta bulunmuş olmasaydı, bizi de mutlaka yerin dibine geçirmişti. Vah ki vah! Demek inkârcılar iflâh olmazmış!” der oldular.

Karun, Hz. Musa zamanında yaşayan, O’na inandığı, O’nun kavminden olduğu halde, Firavun’la işbirliği yapıp kendi toplumuna ihanet eden kişidir. Kur’an, Karun’u Firavun ve Hâmân’la birlikte halkına zulmeden üç Allah düşmanından biri olarak tanıtır. Firavun’un siyasi zulüm ve baskıda sembol kimse olması gibi, Karun’da ekonomik baskı ve vurgunculukta sembol bir isim ve vurguncu bir kapitalisttir.

Karun’un kişisel niteliklerini yansıtan ifadelere ve sonuçlarına aşağıda yer verilmiştir. 

Ahlaksız  Ahireti istemedi  Allah yere batırdı 
Aşağılayıcı  Allah düşmanı  Allah’ın sınadığını anlamadı 
Azgın  Azgınlığını sergiledi  Bozgunculukta ısrarlı etti 
Baskıcı  Beğenilmek istedi  Büyüklük kompleksine kapıldı 
Bedbaht  Bozgunculuk yaptı  Gazaba davetiye çıkarttı 
Bozguncu  Büyüklük tasladı  Gücünü kendinden bildi 
Böbürlenen  Dünyaya meftun  Halka ümitsizlik yaşattı 
Büyüklenen  Düşmanların işbirlikçisi  Halkı baştan çıkardı 
Cimri  Eli sıkı  Halkın gönlünü kırdı 
Çalımlı  Halkı cezbetti  Halkına azgınlık etti 
Duyarsız  Halkına yabancı  Halkına caka sattı 
Egoist  Hazinelerine sığındı  Halkına eziyet etti 
Gösterişçi  Heveslerine esir  Halkına ihanet etti 
Gururlu  İhtişam düşkünü  Halkına karşı azdı 
Günahkâr  İnsanları küçümsedi  Halktan saygı bekledi 
Hain  İsrailoğullarını ezdi  Herkese tepeden baktı 
Hırslı  Kavmini dinlemedi  Karun gerçekte bir zavallı 
İnkarcı  Kendini beğendi  Karun hiç yaşamamış gibi 
İşbirlikçi  Kendisini övdü  Karun’u azap sardı 
Kapitalist  Makam düşkünü  Kavmine haksızlık etti 
Kibirli  Malına güvendi  Kavmine karşı azgınlaştı 
Kuruntulu  Malıyla gururlandı  Kendisinden bahsettirmek istedi 
Küstah  Malıyla mağrur  Kibirlenerek halkını ezdi 
Müstağni  Malıyla şımardı  Malı fitne oldu 
Nankör  Öğüt dinlemedi  Malı yarar sağlamadı 
Narsis  Para tutkunu  Malın cazibesine kapıldı 
Şatafatçı  Rabbini unuttu  Malıyla itibar aradı 
Şımarık  Rabbini unuttu  Malıyla kibre kapıldı 
Tamahkar  Servetiyle küstahlaştı  Nimetin hikmetini unuttu 
Uyumsuz  Sınavı kaybetti  Nimetin kaynağını tanımadı 
Vurguncu  Şöhret peşinde  Öğütlere dudak büktü 
Zalim  Zenginliği kurtarmadı  Zenginliğini bilgisinden sandı 
Zorba  Zenginliğiyle kibirlendi  Zenginlik kör etti 

Karun, zenginliğin zirvesini yaşamış bir şahsiyettir. Zengin olduktan sonra hırs, gurur ve enaniyetinin esiri olmuştur. Mal ve servetini Allah’ın ihsanı değil de kendisinde var olan ilmin gereği olarak değerlendirmiştir.

Kasas Suresinde, Hazret-i Musa (as) ile Karun arasında meydana gelen olaylara yer verilmiştir. Karun, Musa (as) kavmindendi. İsrail oğullarına mensup olup Firavun’un yönetimi sırasında, görevlisi ve hazinedarı idi. Bundan evvelki dönemde fakir ve güzel huylu idi. Firavun’un yakın adamlarından biri olmasının sağladığı imkanlarla giderek zenginleşti. Mal ve serveti arttıkça hırsı ve cimriliği de o oranda arttı. Zamanla sahip olduğu zenginliği, kendi ilmi ve dehasının ürünü olarak görüp müthiş bir gurur ve benlik sergilemeye başladı.

Karun’un, Hz. Musa’nın yakın akrabası (amcazadesi) olduğu rivayet edilmektedir.

Karun, Hazret-i Musa’ya iman etmişti. Yakın çevresinde bulunmuş, yüce peygamberden simya ilmini öğrenerek hayır duasını almıştı. Hatta bazı rivayetlere göre, kendini ilim ve ibadete vererek Hazret-i Musa ve Hazret-i Harun’dan sonra İsrail oğullarının en bilgili şahsı seviyesine yükselmişti. Tevrat’ı ezberleyip çok güzel bir şekilde okurdu. Ancak, sahip olduğu maddi servet, zenginlik başını döndürmeye başladı. Hırsı ve kıskançlığının etkisiyle münafıklığa yeltendi. İnsanlar arasında gezerken yere göğe sığmaz oldu. Bir taraftan serveti, diğer taraftan ilmiyle övünmeye ve şımarmaya başladı. Hazret-i Musa’nın kavminden olmasına rağmen, onun (as) aleyhinde Firavun’la işbirliği yapmaya başladı.

Cenab-ı Hakkın ihsan ettiği zenginlik, servet çok büyük bir seviyeye ulaşmıştı. Kur’ân-ı Kerim’in tabiriyle, “…öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı.”

Kavmi kendisine, “Şımarma! Çünkü Allah şımarıkları sevmez” uyarısında bulundu. “Ey Karun, malına mağrur olup sevinme. Çünkü Allah, malına mağrur olup gururlananları sevmez. Allah’ın sana ihsan etmiş olduğu şeylerle, zekât ve sadaka vererek ahiret yurdunu ara ve dünyadan giderken sadece bir kefen olan nasibini unutma. Zira sen burada baki olmadığın gibi, mallarını da beraber götüremezsin. Öyle ise Allah sana bunca nimetlerle ihsanda bulunduğu gibi, sen de Allah’ın kullarına ihsanda bulun. Yeryüzünde fesat çıkarma. Zira Allah bozgunculuk yapanları sevmez” şeklinde devam etti. 

Karun, yapılan ikazlara kulak asmadı. Kendisine verilen mal ve servetin bir imtihana için verildiğini unuttu,  düşünmek bile istemedi. Sahip olduğu zenginliğin tamamen kendi ilim ve dehasının, aklının ürünü olduğuna inanıyor ve iddia ediyordu. Gururlu bir şekilde, “Bu kadar mal ve hazineler bende olan ilim sayesinde verilmiştir. Ve tamamıyla bana aittir. Başkasının ne hakkı var ki, onlara ihsanda bulunayım” diyordu. Acaba, o aklı neyle kazanmıştı ve kim ona vermişti?

Musa (as), zenginlerin vermesi gereken zekatı, Karun’unda vermesini istedi.  Karun buna şiddetle karşı çıktı. Kendisi zekat vermediği gibi, İsrail oğullarının zenginlerini de zekat vermemeye teşvik etti. Sadece bu hareketi ile kalmadı. Firavun’la işbirliği yapıp peygamberin aleyhinde faaliyetlerine hız verdi. Bir kadınla, para karşılığı Musa (as) iftira etmesi konusunda anlaştı. Musa (as) kavmine nasihat ettiği bir günde yanına gitti. O sırada, zinanın suç olduğu, büyük günah olması sebebiyle cezasının ağırlığından söz etmekteydi. Aradığı fırsatı bulan Karun, Musa (as), söylediklerinin kendisi için de geçerli olup olmadığını sordu. Hazret-i Musa, böyle bir günahı işlediği takdirde cezanın kendisi için de geçerli olduğunu söyledi. Bu cevap üzerin Karun, parayla tuttuğu kadını şahit göstererek, bu kadınla zina yaptığı iftirasında bulundu. Cezanın uygulanmasını istedi.

Musa (as), kendisine para karşılığı iftira atan kadına, Allah için doğruyu söyleyeceğine dair yemin ettirdi. Allah’tan korkan kadın, tövbe edip doğruyu söyleyince, Karun’un planı suya düştü ve kazdığı kuyuya kendisi düşmüş oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Hazret-i Musa (as) hemen şükür secdesi yaptı. Cenab-ı Hakka yalvararak, “Ya Rabbi! Senin düşmanın bana eziyet etti, beni rezil-rüsva etmek isteyip, çirkin bir fiille suçladı. Ey Allah’ım, onun cezasını ver” dedi. Daha sonra kavmine yönelerek, “Cenab-ı Hak beni Firavun’a gönderdiği gibi Karun’a da gönderdi. Ona tabi olan onunla kalsın, bana tabi olan ondan ayrılsın!” şeklinde uyarı ve ikazda bulundu. İki kişi haricinde kimse yanında kalmadı. Herkes tarafından terk edildi.

Karun kendisine verilen zenginlik ve  ilmine güvenerek Allah’ın emirlerine karşı çıkmış oldu. Bu karşı çıkış imtihanı kaybetmesine, Allah’ın gazabına uğramasına sebep oldu. Büyük bir deprem sonrasında bütün mal ve mülkü ile birlikte yerin dibine battı. Kendisi ve servetinden hiçbir eser kalmadığı gibi arkasında akrabası da kalmadı. Kendi sebep olduğu akıbetiyle kıyamete kadar gelecek insanlara ve toplumlara ibret oldu.

 Karun, elindekilerin gerçek sahibini Rabbi değil de kendisi olarak ilan ettiğinden “küfran-ı nimet”e düşmüştür. Günümüz insanlığı da israfta o kadar ileri gitmiştir ki, bu tavrı, verilen nimetlerin değerini bilmemesi, onları küçümsemesi ve verene saygı göstermemesi ile birlikte nimetlerin dağılımında zulme sapması sonucunu doğurarak, yine aynı “küfran-ı nimet” potasına girmesine sebep olmuştur.

Risale-i Nur’da, Karun’un sarf ettiği sözleri, “küfran-ı nimet”e örnek olarak verilmiştir. “ İşte, insan dahi, Hâlıkının rahmetini inkâr ve hikmetini itham edecek bir tarzda, küfran nimet suretinde, Karun gibi  “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” dese, elbette sille-i azâba kendini müstehak eder. ” Yani,  Cenab-ı Hakkın rahmetini inkar eden, hikmetini itham edecek tarzda nankörlük edip, “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” diyerek azap sillesini yemeyi hak eder. Ayrıca insanlara rahmet olarak verilen nimetlerin hikmetleri izah edilmektedir:

 “Saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemalât-ı medeniyet, celp ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil; belki ona, onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbaniye ve rahmet ve hikmet-i İlâhiyedir ki, eşyayı ona teshir etmiştir. Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlûp olan insana bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren, onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshir-i Rabbânî ve ikram-ı Rahmânîdir.

Ey insan! Madem hakikat böyledir. Gururu ve enâniyeti bırak. Ulûhiyetin dergâhında acz ve zaafını, istimdat lisanıyla; fakr ve hâcâtını, tazarru ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster.”

  1. yüzyılda çıkan iki dünya savaşında Karun’un anlayışının temel teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Gurur ve enaniyeti bırakmayan insanoğlu iki dünya savaşına sebep olarak semavi tokat yiyerek her şeyini kaybetmiştir. Kasas Suresinde geçen Karun kıssasında kişiler, topluluklar, milletler, devletler için büyük hisseler, dersler vardır. Bu noktada Avrupa medeniyeti için önemli bir tespit yapan Bediüzzaman Hazretleri bakın ne söylüyor:

“Menfî esasata bina edilen ve Karun gibi, ‘Bu servet bilgim sayesinde bana verilmiştir’ deyip, ihsan-ı Rabbanî olduğunu bilmeyip şükretmeyen ve maddiyyun fikriyle şirke düşen ve seyyiatı hasenatına galip gelen şu medeniyet-i Avrupaiye öyle bir semavî tokat yedi ki, yüzer senelik terakkisinin mahsulünü yaktı, tahrip edip yangına verdi. Avrupa zalim hükümetleri zulümleriyle, Sevr Muahedesiyle âlem-i İslama ve merkez-i Hilâfete ettikleri ihanete mukabil öyle bir mağlûbiyet tokadını yediler ki; dünyada dahi bir cehenneme girip çıkamıyorlar, azapta çırpınıyorlar. Evet, bu mağlûbiyet, aynen zelzele gibi, ihanetin cezasıdır.”

Batı medeniyeti, Allah’ın onlara verdiği ekonomik, sanayi ve teknolojik üstünlükleri milletleri esir etmek, onlara zulmetmek, Osmanlı devletini yok etmek için kullanmaya kalkıştıklarından iki dünya savaşın da ağır tokatlar yiyerek her şeylerini kaybettiler.

Karun kıssasından çıkarılacak dersler

Meşru yollarla çalışıp mal mülk sahibi olmak, zengin olmak İslamiyet’te teşvik edilmiştir. Zenginlik yaratılıştan insana verilen sahip olma duygusunun sonucudur. Kıssada Karun’un dillere destan hazineleri, zenginliği  anlatılmış ama hazinelere sahip olma, zengin olma kötülenmemiş; sadece zenginliğin kötü kullanılması tenkit edilmiş, yasaklanmıştır. Meşru yolla kazanılan zenginlikten insan kendisi için ve muhtaçlar için özgürce istifade edilebilir.

Karun’un zenginliği, serveti ondaki cimrilik, şımarma, büyüklenme duygusuna göre hareket etmesini sağlamıştır. Zenginliğini muhtaçlarla paylaşmamıştır. İnsanlara karşı bencil ve cimri olmuştur.  

Karun, zenginliğin zirvesinde olmasından hareketle büyüklenme duygusuna kapılmış, küçük gördüğü halkına tepeden bakacak kadar yabancılaşmış, elindeki ekonomik zenginliğin sırf kendi bilgi ve çabasının ürünü olduğu düşüncesiyle bencil ve narsist bir kişilik sergilemiştir. 

Dünyada insanların zengin veya fakir olmaları kendi tercihleri değil, bazı insanlar çok çalışır zengin olamayabilir. Allah, bazı kullarını zenginlikle bazılarını da fakirlikle imtihan etmektedir. Karun’u da zenginlikle imtihan etmiştir. Karun kendisine verilen zenginliğin, ilmin, kendi kabiliyeti ile elde edildiğini düşünmüş, kendinden aşağıdakilere tepeden bakmış, zenginlikten, ilminden dolayı gurura kapılmıştır. Kendisinden zekat istendiği zaman gurura kapılıp fakirler bu malı benimle beraber mi kazandılar diyerek zekat vermekten kaçınmıştır. Kendi çabası da olmakla birlikte asıl olan Allah’ın kendisine bir ihsanı olarak görüp fakirlerin hakkını vermesi gerekirken o bundan kaçınmış, vermemiştir. İmtihanı kaybetmiştir.

Allah’ın insanlara ve devletlere ihsan ettiği bilimin, teknolojinin, ekonomik üstünlüğün, insanların mutluluğu, huzuru ve barışın tesisi için kullanılması gerekiyor. İhsan edilen nimetlerin kötüye kullanılması insanları ve toplumları Karun’un akıbetine düçar eder. 

Mal, zenginlik, ilim kibirlenmek, zevk, sefahat  için istenmez. Allah insanları mallarıyla, zenginlikleriyle, ilimleriyle imtihan etmektedir. Bunlar Allah’ın rızası için kullanıldığı ölçüde insana fayda getirir. Sahip olunan mal, zenginlik, ilim kötüye kullanıldığından Karun’a, hiçbir fayda sağlamamıştır. Karun’un konumu kıyamete kadar gelecek nesiller için bir ibret vesilesi olmalıdır.

Zenginlikte ölçü, mülkün gerçek sahibinin Allah olduğu, insanlara imtihan için verildiği, malda fakir, muhtacın hakkı bulunduğu, helal yoldan kazanıp helal yollara sarf edilmesi gereğinin bilinerek yaşanmasıdır. Zenginlik  böyle yaşanırsa felaket değil mutluluğun, huzurun sebebi olur. Karun’un başına gelenler bu ölçülere uymadığı içindir. 

Karun kıssası, insanlara zenginlikleriyle, ilimleriyle kibirlenen insanları, Allah’ın sevmediğini göstermektedir. Karun yanında Allah insanlığa geçmiş kavimlerdeki inançsızlıkları, zulümleri, zenginlikleri, şımarmaları, sapıklıkları da örnek vermektedir. Bu özelliklerinden dolayı Kur’an’da bu kavimlerin yerle bir olduğu anlatılmaktadır. Allah, dünyaya hakim olduklarını düşünen o kişilerin, kavimlerin de canını almış, zenginlikleri, sarayları yerle bir olmuştur.

“Nitekim zulme dalmışken helâk ettiğimiz nice beldeler var ki evlerinin duvarları çatıları üzerine yıkılmış, ıpıssız kalmıştır. Şimdi oralarda kullanılamaz hale gelmiş nice kuyular, (harap olmuş) nice görkemli köşk var! ”

Karun kıssasından alınacak derslerden biri de, dünyanın geçici zevkine, zenginliğine,  hazzına, süsüne ve bunlara sahip olan insanlara imrenmemektir. Esasında asıl imrenilecek, gıpta edilecek insanlar, Allah yolunda sıkıntılara göğüs geren, mallarını ve canlarını O’nun yolunda kullanıp harcayan, malla değil iman, akıl ve takva yönünden zengin olan insanlardır. Eğer zenginlerin dünyanın en mutlu, en huzurlu, en merhametli, en cömert, en adaletli,  en edepli, en mütevazi kimseler olduğu, Allah rızasını biricik hedef haline getirdikleri ispat edilebilirse, herkesin onlara imrenmesi gerekir. Asıl zengin, sermayesini dünya pazarında helal ve harama dikkat ederek elde eden ve  sermayesi ahiret pazarında da geçerli olandır. Dünyada helal ve harama dikkat etmeden zenginlik içinde yaşayan kibirli, cimri kişiler, manevi azaplar içindedirler. Allah bu durumu şöyle bildirir:

“Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında azablandırmak ve canlarının inkâr içindeyken zorlukla çıkmasını ister.”

İnsanın nefsi Karun gibi çalışmaktadır. Kazandığımızda, ilim, makam, iktidar sahibi olduğumuzda, iç dünyamızda nefsin itiraz sesleri yükseliyor: “Çok emek verdim, çalıştım, çalışmasam, olmazdı.” Düşünceleri kafamızda kırık plak gibi dönüyorsa, bize bir şeyler ihsan edildiğinde ‘bendeki ilim sayesinde’ düşüncesi içindeysek, Karun’un tuzağına düşmeye adayız demektir. Tuzağa düşmemenin yolu, sebepler perdesinin gerisinde Müsebbibü’l-Esbâbı görerek, “Bu zenginlik, ilim, makam, O’nun ihsanıdır” kemaline erişmektir. İnsan ahseni takvim suretinde yaratılmıştır. İnsanı bir su damlasın dan yaratan, ona en güzel şekli, aklı, hafızayı, kolu, ayağı, gözü, kulağı veren, kainatı onun istifadesine sunan Allah’tır. Karun’un günümüzdeki temsilcisi olan kapitalizm insanı nefsinin esiri yaparak Allah’la olan bağını koparmakta, sahip olduğu zenginliği, kendi ilmi ve dehasının ürünü olarak gördürüp müthiş bir gurur ve benlik sergiletmektedir. 

Karun kıssası ders almak isteyene, ders vericidir. Yüce Allah’ın bazen güç ve imkanları kötülere daha çok akıttığına örnektir. Zenginlik, bilgi, iktidar, güç, kudret devletin zirvesinden en sade kişiye kadar mümini, mütevazı, alçakgönüllü, merhametli, adaletli yapmıyorsa, Karun kıssasından ders alınmamış demektir. Karun’un başına gelenler bu kişilerin  başına gelirse hiç şaşırmasın. Zenginlik, kötüyü  azgınlaştırır, firavunlaştırır ve zalim yapar. Karun insanın şer yönünü temsil eder. Karun, hem kötü bir zengin hem de firavunlaşmış bir zalimdir. 

“Karun kıssası zenginlik ve gücüne güvenerek, kendini imtiyazlı ve büyük görüp Allah’a isyan, insanlara karşı haksızlık eden ve sınırı aşanlar için asırları aşıp gelen bir ibret tablosu, bir öğüt levhasıdır. ”

Karun ve zenginliği, gücü, iktidarı bir gecede yok oldu. Karun kıssası,  zenginliğin, iktidarın, bilginin doğru kullanılmadığında, Allah tarafından nasıl bir anda yok edilebildiğine ait kıyamete kadar gelecek insanlar ve toplumlar için bir ders ve ibrettir. 

Günümüzde, Karun rolünü oynayan şahıslar, holdingler, karteller olduğu gibi Karunların zenginliğiyle Firavun sistemini devam ettiren ülkeler de var. Kapitalizm Karunların yoludur. Karun’un zenginlik, ilim ve iktidarına rağmen nasıl her şeyini kaybettiğinden ibret, ders almayan ve ekonomik güçlerini hiç kaybetmeyeceklerini düşünen günümüzün Karunları, menfaatleri için dünyayı yangın yerine çevirmeye devam ediyorlar.

Karun kapitalizmin simgesidir. Karun ölmedi. Karun’un torunları kapitalistler iş başında, dünya ekonomisini onlar yönlendiriyor. Kurdukları faiz sistemi ile insanları ve ülkeleri sömürüyorlar. Ekonomik ve sosyal krizlere sebep oluyorlar. Servet ve iktidarlarına güvenerek,  zenginliklerine zenginlik katmak için, menfaatlerinin olduğu her yerde, Suriye’de, Irak’ta, Arakan’ da, Yemen’de,  Filistin’de,  Gazze’de  çocukları, insanları vahşice öldürmeye devam ediyorlar. Perde arkasında Karun’un torunları ne plan, program,  strateji, anlaşma yaparsa yapsın. Karun’un akıbeti torunlarını da yakalayacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Bekleyip görelim. Allah imhal eder (mühlet verir), ihmal etmez. Beşer zulmeder, kader adalet eder.

Not: Bu makale Stratejik Rekabet dergisi, Haziran 2019, Sayı: 16 Cilt: 2’de (üç ayda bir yayınlanır) yayınlanmıştır.

Mehmet Abidin Kartal

Kahraman…

Kahramanlık, doğruluğundan, hak olduğundan emin olunan bir dava  uğruna, insanın  sahip olduğu maddî-manevî bütün imkanlarını  sarf etmesidir.  Hatta canını feda etmesidir.

Malını, rahatını, vaktini ve gayretini  hak davasına harcayıp, düşünce dünyasını davasına göre şekillendiren insanlar kahramandır.

Kahraman haram lokma yemeyendir. Oğullarından, kızlarından, torunlarından çıkacağını bildiği için, devlet malı, yetim malı, vakıf malı yemeyen insan kahramandır.

“Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder…” (Nisa suresi, 58. Ayet)

Devlet adaletle yönetilir, devlet idaresi adaletle korunur. Adaletin olmadığı yerde zulüm hakim olur. Adaletle hükmeden devlet adamı kahramandır.

Kahraman,  olaylar karşısında doğruluktan taviz vermeyen,  imanı, inancı yolunda canını ortaya koyabilendir.

Dini, imanı, ezanı, vatanı, milleti, bayrağı için gözünü kırpmadan canını feda eden kahramandır.

Kadınlar şefkat kahramanıdır. Çocuğu için her şeyi yapar.

Bir anne çocuğunu tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi, kendini evladına kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var.

Bu milletin hürriyet ve bağımsızlığını kazanmasında milli mücadelede sırtında çocuğuyla cephane taşıyan kahraman Anadolu kadınının, cephede doğum yapan Döne kadının,  kahraman Dadaş gelini Nene hatunun kahramanlıkları tarihin şeref levhalarında yerini almıştır.

Nene Hatun… Kahraman dadaş gelini…Yaşadıkları bize ve çocuklarımıza yol gösterici örneklerle dolu…

Yirmi yaşlarında olan  Dadaş gelini “Nene Hatun” kundaktaki kız çocuğunu ve biraz büyükçe oğlunu “Sizleri Allah’a ısmarladım yavrularım” diyerek bağrına basıp öptükten sonra eline bir satır alarak cepheye koşmuştur.

Aziziye Tabyasına ulaşan Nene Hatun’un elindeki et satırı düşman askerlerinin kafalarına yıldırım gibi inmektedir. Bir yandan da “vurun gardaşlarım, vurun bacılarım, düşmana aman vermeyin” diye haykıran Nene Hatun’un bu kahramanlığını gören Erzurumlular coşmuştur. Neticede Aziziye tabyasındaki düşman bütünüyle imha edilmiş ve tabya düşmandan geri alınmıştır…

Kahraman, malı, şöhreti aşmış imanının gösterdiği  istikamette dünya ya meydan okuyandır.

“İman, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder… İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kainata meydan okuyabilir. ” Sözü kahramanın pusulasıdır. 

Kahraman, düşmanların işgali, münafıkların  iftirası, fitnesi karşısında yılmaz, pes etmez. Hainleri affetmez.

Millî mücadelenin başarıyla sonuçlanmasında  mahalli  düzeyde gösterilen kahraman mücadelelerin önemli bir yeri bulunmaktadır.

Maraş halkı, 21 Ocak 1920’de başlayan ve 11 Şubat 1920’ye kadar 22 gün süren kurtuluş mücadelesi sonunda, kendi şehrini kurtarma şerefine erişmiştir. Maraş’ta Sütçü İmam önderliğinde işgalci düşmanlara karşı verilen örnek mücadele, şanlı tarihimizdeki unutulmaz yerini almıştır.

Milli mücadelenin  önderi olan Maraş, bu önder hareketiyle  5 Nisan 1925 tarihinde (dünyada ilk olarak) kırmızı şeritli istiklal madalyası ile taltif edilmiş ve yine 7 Şubat 1973 gün ve 1657 sayılı kanunla kahramanlık payesi verilerek ismi Kahramanmaraş olarak değiştirilmiştir.

15 Temmuz 2016  gecesi Türkiye’nin dört bir tarafında kahramanlık destanı yazıldı. Bu destanı yazanlar arasında 15 Temmuz sonrası ‘Kahraman’ unvanını alan Ankara’nın Kazan ilçesi de geliyordu. Darbecilerin merkez üs olarak belirlediği Akıncı 4. Ana Jet Üssü’nün bulunduğu yerden kalkan uçaklar Ankara’yı bombalıyordu. Kazan halkı ise uçakların kalkmasını engellemek için tarladaki biçilmiş ekinini, traktöründeki lastikleri yakmıştı. Kazan ilçesi, isminin başına ‘kahraman’ ifadesini bir lütuf olarak değil, verdiği 9 şehit ve 92 gaziyle, yüreğinin ve bileğinin hakkıyla elde etmiştir.

Kahraman, imanı, irfanı, dik duruşuyla millete, ümmete,  mazlumlara  ümit verendir.

Kahraman,  ölüme meydan okur, kahramanı olmayan milletin geleceği olmaz.

15 Temmuz 2016’da Millet Menderes’te, Özal’da yaptığı hatayı bu kez yapmadı. Başkomutanının etrafından tek yürek, tek bilek oldu. Darbeye karşı sonuç, dik duran kahraman  milletin başarısıdır ve çok değerlidir. Milletimiz dinine, imanına, ezanına, bayrağına, vatanına, millî iradeye ölümüne sahip çıkmıştır. Bu başarı hikayesinin kahramanı milletimizin her bir ferdidir.

Kahramanlar  sadece bir kez ölür derler… Gerçekte şehit olur, ölmezler… Korkaklar ise her gün ölür…

İnsanlar içinde en kahramanlar, peygamberlerdir.

Allah; insanlığa imanı, ebedi mutluluğun yolunu  göstermek için, onlara peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Peygamberler insanların en şereflileri, en üstünleridirler.

Allah’ın mesajlarını taviz vermeden, bütün engellemelere, zorluklara, baskılara rağmen insanlara ulaştıran Peygamberler en kahraman insanlardır.

Kainatın Efendisi, Efendimiz (sav) “Allah’ın dinini tebliğ davasından  vazgeç” diyen müşriklere muhteşem cevabı.

Sağ elime güneşi, sol  elime de ayı verseler yine de davamdan vazgeçmem!

En kahramanın “Ashabım  gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayeti bulmuş olursunuz.”

Peygamberimiz (sav)’ın ashabına  uyanlar ve O’nun sünnetini yaşayanlar  kahramandır.

Hz. Ebubekir (ra), Hz. Ömer (ra), Hz. Osman (ra) Hz. Ali (ra) ve onlara uyanlar kahramandır.

Şehamet dini, gayret dini, ancak Müslümanlıktır. Hakiki Müslümanlık en büyük kahramanlıktır. (Mehmet Akif Ersoy)

Asırlardır İslamiyet’in bayraktarlığını yapan ve yapma azmi içinde olan Türk milleti ve Türk ordusu hakiki kahramandır.

Nizam-ı Alem davasının komutanları Alparslanlar, Ertuğrul gaziler, Osman Beyler, Fatihler, Kanuniler, Yavuzlar ve daha niceleri bu milletin kahramanlarıdırlar. Bu komutanlar yetiştiren manevi komutanlar, hocaları da kahramandır.

Müceddid-i  Ahirzaman  Bediüzzaman ‘ın Adnan Menderes’ten onun gıyabında idarecilerden istekleri vardır.

Bunlar, ezanın aslına çevrilmesi, Risale-i Nur eserlerinin resmen serbestiyetinin ilan edilerek Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından basılması,  din ilimleri ile fen ilimlerinin beraber okutulacağı Medresetüz Zehra Üniversitesinin kurulması,  Ayasofya’nın camiye çevrilmesi.

Dünya hayatında bazen tek bir amel insanın ebedi hayatını kurtarırken, bazen de insanı helak eder. Mesela, dindar birisi bir bidata müsaade edip onu yaysa, fasık birisi de bu bidata karşı çıkıp bunu önlese, fasık kimse o dindar kimseden daha kıymetli ve kahramanca bir iş yapmış olur.

Adnan Menderes ezanı aslına çevirerek  bidati kaldırdı, bunun bedelini asılarak idam edilerek, şehit olarak ödedi.

İslamiyet’in en önemli şeairinden ezanın aslına çevrilmesine sebep olmak,  sadaka-i câriye, yani hayrı devam eden iyiliktir. Her ezan okunuşunda Menderes’in amal defterine  hayır  yazılmaktadır inşallah. Biz  hüsnü zanna memuruz.

Adnan Menderes, İslamiyet’in en önemli şeairinden ezanı aslına çevirdiği ve dini hassasiyetlere sahip çıktığı için, Bediüzzaman’ın “İslâm kahramanı” teveccühüne mazhar olmuştur.

Bediüzzaman Menderese: “Ezanı aslına çevirdiniz on kuvvet kazandınız. Ayasofya’yı da ibadete açın yüz kuvvet kazanın.” Diyordu.

Demek ki ezan bir şeair-i İslâmîye. Ayasofya’da  da ezandan on kat daha fazla bir şeair-i İslâmîye manası var ki,  Bediüzzaman Said Nursî bunu söylemiş. 

Ayasofya İstanbul’un fethinin sembolüdür. Bediüzzaman Said Nursi, “Ayasofya İslam’ın fecri sadığıdır” diyor. İslamiyet yeniden dünyaya adalet, merhamet, şefkat, vicdan, infak,  sevgi yönüyle hakim olacaksa bunun sembolü Ayasofya’dır.

Bediüzzaman Said Nursî’nin talebesi Mehmet Fırıncı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la 2012 yılının Aralık ayında yaptıkları görüşmede, “din ilimleri ile fen bilimlerinin birlikte okutulacağı üniversitelerin açılması, Ayasofya’nın tekrar cami olarak ibadete açılması ve Risale-i Nur’ların Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından neşredilmesi” talebini ilettiklerini açıklıyordu.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ayasofya Câmii’nin aslına rücu etmesi vesileyle; Bediüzzaman Said Nursi’nin 92 yaşındaki talebesi Mehmet Fırıncı’yı arayarak, ‘Hayırlı Mübarek Olsun’ temennilerini iletti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ”Dualarınız, gayretleriniz Rabbim de elhamdülillah ‘Nusret’ini gönderdi’ ve bugünlere geldik” ifadelerini kullanırken Mehmet Fırıncı ise, ”Doğrusu ilk defa Sungur abinin vefatından sonra bizi davet etmiştiniz, orada söylemiştiniz, ‘bir zemini hazırlanması lazım’ diye ve hakikaten hazırlandı ve geldi elhamdülillah” dedi.

Cumhurbaşkanı  Recep Tayyip Erdoğan, Bediüzzaman Said Nursi’nin, ‘Ayasofya’nın açılmasını ben göremeyeceğim. Kabrimden seyredeceğim. Hüsnü görecek’ dediği talebesi  Hüsnü Bayramoğlu’nu da aradı. Bayramoğlu’nun ‘Cuma namazını sizin kıldırmanızı istiyoruz.’ şeklindeki isteğine Cumhurbaşkanı Erdoğan gülümseyerek, ‘O kadar da değil.’ Cevabını  verdi.

Ayasofya’nın cami kimliğiyle ibadete açılması Bediüzzaman’ın isteği idi. Onun nazarında Ayasofya, “kahraman bir milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve Kur’ân ve cihad hizmetinde dünyada bir pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılıçlarının pek büyük ve antika bir yâdigârı” idi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bediüzzaman’ın  isteği olan Ayasofya’nın camiye çevrilmesini  sağladı. Milletin ve ümmetin  86 yıllık hayalini yerine getirdi.Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi” millete ve ümmete hayırlı olsun.

15 Temmuz Türkiye’nin düştüğü yerden ayağa kalkışının dik duruşunun tarihidir. 15 Temmuz başarıya ulaşmış ve Türkiye küresel güç sahiplerinin oyuncağı haline gelmiş olsaydı, Ayasofya’yı camiye çevirme kararı alınabilir miydi? Ayasofya Camii’nin ibadete açılması 15 Temmuzda hainler karşısında dik duran milletin kahramanlığının sonucudur.  

Ayasofya’yı camiye çeviren kararı imzalayan Cumhurbaşkanımızı dinleyelim.

”Bugün Ayasofya, inşa edildiği tarihten itibaren defalarca şahit olduğu yeniden dirilişlerinden birini yaşıyor.

Ayasofya’nın dirilişi, Mescid-i Aksa’nın özgürlüğe kavuşmasının habercisidir.

Ayasofya’nın dirilişi, dünyanın dört bir yanındaki Müslümanların fetret devrinden çıkış iradesinin ayak sesidir.

Ayasofya’nın dirilişi, sadece Müslümanların değil, onlarla birlikte tüm mazlumların, mağdurların, ezilmişlerin, sömürülmüşlerin umut ateşinin yeniden alevlenişidir.

Ayasofya’nın dirilişi, Türk Milleti, Müslümanlar ve tüm insanlık olarak dünyaya söyleyecek yeni sözlerimiz olduğunun ifadesidir.

Ayasofya’nın dirilişi, Bedir’den Malazgirt’e, Niğbolu’dan Çanakkale’ye kadar tarihimizin tüm atılım dönemlerini yeniden hatırlayışımızın adıdır.

Ayasofya’nın dirilişi, şehitlerimizin ve gazilerimizin emanetlerine gerekirse canımız pahasına sahip çıkma kararlılığımızın remzidir.

Ayasofya’nın dirilişi, Buhara’dan Endülüs’e kadar medeniyetimizin tüm sembol şehirlerine verdiğimiz bir gönül selamıdır.

Ayasofya’nın dirilişi, Alparslan’dan Fatih’e ve Abdülhamit’e kadar ecdadın tamamına vefamızın gereğidir.

Ayasofya’nın dirilişi, Fatih’in fetih ruhunu şad etme yanında, Akşemsettin’in maneviyatını, Mimar Sinan’ın estetiğini ve zevkini de yeniden gönlümüzde canlandırmaktır.

Ayasofya’nın dirilişi, insanlığın özlemle beklediği temeli adalet, vicdan, ahlak, tevhid ve kardeşlik olan medeniyet güneşimizin yeniden yükselişinin sembolüdür.

Ayasofya’nın dirilişi, bu mabedin kapılarındaki zincirler yanında, topyekûn gönüllerdeki ve ayaklardaki prangaların da kırılıp atılmasıdır.

Ezanın aslına döndürülmesinden 70 yıl sonra Fatih’in emaneti Ayasofya’nın da Cami olarak hizmete girmesi, gecikmiş bir yeniden silkiniştir…”(Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan)

Menderes ve Erdoğan, biri ezanı aslına çevirdiği, diğeri ise Ayasofya’yı  camiye çevirerek ibadete  açtığı için milletin ve ümmetin  duasını kazanıp tarihin şeref levhaları arasında yerlerini aldılar. Ayasofya’yı camiye çevirerek   hak ettiği hürriyetine  kavuşturan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı millet ve ümmet alkışlıyor.

Bediüzzaman ezanı aslına çeviren Adnan Menderes’e ‘İslam Kahramanı’ demiştir.

Ayasofya’nın açılmasını ben göremeyeceğim. Kabrimden seyredeceğim diyen Bediüzzaman, Ayasofya’nın camiye çevrildiğini  görseydi, kararnameye imza atan ve 24 Temmuz 2020 Cuma günü 86 yıl sonra Cuma namazıyla ibadete açılmasına sebep olan,  Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ne derdi?…

Mehmet Abidin Kartal