Etiket arşivi: Moral Dünyası Dergisi

Sulh hayırdır!

Sulh hayırdır.” Kur’an böyle emrediyor. Sulh bütünüyle hayırdır. Savaş, eğer bir memleketin düşman işgalinden kurtulmasına vesile olursa hayırdır. Fakat savaşta mal ve can kaybı söz konusu olduğundan bütünüyle hayır sayılmaz. Savaşta şer de vardır hayır da… Fakat sulh böyle değildir. Sulhta mal ve can kaybı olmadığından yüzde yüz hayırdır.

İslam tarihinde sulhun sembolü Hudeybiye Antlaşması’dır. Bu antlaşma her ne kadar, baştan zahiren İslam’ın aleyhinde görülmüşse de neticesi itibariyle büyük hayırlara vesile olmuş, manevî ve maddî fetihlerin anahtarı ve kapısı hükmüne geçmiştir. Hatta aleyhteki şartlar Hz. Ömer’in (r.a.) o kadar ağırına gitmiştir ki, Efendimize (a.s.m.) gelerek “Sen Allah’ın Resulü değil misin? Emir ver, ölelim öldürelim” demekten kendini alamamıştır.

Fakat bütün bu aleyhteki şartlara rağmen, bu sulh, karşılıklı kin ve düşmanlığı ortadan kaldırdığı için, kalplerin yumuşamasına ve akl-ı selimin uyanmasına yol açmış, Kur’an nurunun ve İslam güzelliğinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.  Nitekim, o zamana kadar husumet ve taassubun duvarlarını aşamayan Kur’an nuru, kalp ve kafalarda tesirini göstermiş, maddî kılıçla teslim alınması mümkün olmayan Arapların savaş dahisi Halid bin Velid ile siyaset dahisi Amr bin As (r.a.), Kur’an’ın manevî kılıcına boyun eğerek Medine’ye dahil olmuşlardır.

Onun gibi açılan bu sulh zemininde yıllardır dağlarda insanlığını kaybetmiş, vahşi bir hayat süren gençlerin bir hiç uğrunda ölüp gitmek yerine, kendilerine açılacak, sıcak insanlık kucağında yeniden dirilişle ebedi hayata kavuşmaları, asıl büyük kazanç olacaktır.

İslamiyet sulhtur ve insanlar arasında sulhu hakim kılmak için gelmiştir.

İslam, öldürmek için değil, yaşatmak için gelmiş bir dindir. Kur’an, bir insanın haksız yere öldürülmesini bütün insanlığın hukukuna yapılmış bir tecavüz sayar. Bu yüzden mecbur kalmadıkça savaşı meşru görmez. Saldıran düşmanın tecavüzünü defetmek zorunda kalınmış bir müdafaa ve son çare olarak görür.

Onun içindir ki İslam, Müslümanlardan daima asayiş ve barışı muhafaza etmelerini, huzur ve güveni sarsıcı hareketlerden uzak durmalarını ister… Zira hak ve hakikatın güzellikleri, barış ve huzur zemininde gelişir. “Birbiriyle boğuşanlar müspet hareket edemezler.”

Huzur ve barışın olmadığı, karşılıklı  çatışma ve gerginliğin hakim olduğu zeminlerde kin ve intikam duyguları ön plandadır. Bu duygular, hakikatlar önünde birer karanlık perde olur.

Binaenaleyh, bugün ülkemizde beliren barış ortamına bu açıdan bir fa’l-i hayır olarak bakmak, İslamî ve insanî vecibe ve sorumluluk olarak sahip çıkmak gerekmektedir. Açılan bu sulh zemininin gelişmesine elbirliğiyle gayret edilmelidir. Düşmanlıkta hiçbir fayda olmadığı görüldü. Artık husumetin vakti bitti. Bu gerçek, karanlık ve aydınlık kadar açıktır. Ya boşu boşuna hayatlar kaybedilmeye, analar ağlamaya devam edecek veya bu anlamsız kanlı husumet perdesi sona erecek.

Elbette her şey gibi bu hayırlı gelişme de bir bedel ve fedakârlık isteyecektir. Unutmamalı ki, hiçbir bedel, insan hayatından daha üstün ve değerli değildir.

Bazıları, “Olur mu, acaba gerçekten barış gelir mi?” diye açılan bu aydınlık perdenin  kapanmasından endişe edebilirler. Fakat hayır, kader hükmünü icra edecektir. Yıllardan beri yanan gönüllerden çıkan ahlar rahmetli bir bulut teşkil etmiştir. Bu gelişme beşer gayretinin ürünü değildir. Cenab-ı Hakk’ın bu millete olan bir lütf u inayetidir.  Bu gerçek Al-i İmran Suresi’nin 103. ayetinde şöyle dile getiriliyor: “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin.  Allah’ın size olan nimetini hatırlayın ki, siz bir zaman birbirinize düşmandınız. Fakat O sizin kalplerinizi birbirine ısındırdı da birbirinize kardeşler oluverdiniz. Siz, ateşten bir çukurun başında onun içine düşmek üzereydiniz de O sizi kurtardı. Allah doğru yolu bulasınız diye size ayetlerini böyle açıklıyor.

Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin şu ifadelerinde de bu gibi gelişmeleri Kadir-i Külli Şey’den beklemek gerektiğine işaret ediyor: “Kadir-i Külli Şey, bir dakikada bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek semanın berrak yüzünde ziyadar güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz bulutları da izale edip hakaik-ı şeriatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız verebilir. O’nun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalplerine iman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.

İhsan Atasoy / Moral Dünyası Dergisi

Zamanın su gibi akıp gitmemesi için harika 15 tavsiye…

Zamanın su gibi akıp gitmesi konusu arkadaş sohbetlerinin ana gündem maddesidir. İster çalışan kişiler olsun ister ev hanımları fark etmez, herkeste bir iş bitirememe, zamanı işe yetirememe sorunu aldı başını yürüdü.

Eğer zamanın su gibi akıp itmesini istemiyorsanız alacağınız bazı tedbirlerle bunun önüne geçebilirsiniz.

1. Öncelikle elinize bir kâğıt kalem alın ve düşünmeye başlayın. Önce hafta boyunca, daha sonra gün boyunca zamanınızı en fazla nerede harcıyorsunuz, anlamaya çalışın. Koca bir hafta ne yaptım? Günleri tek tek düşünerek, hangi gün ne yaptım? Bunları yaparken “Asıl yapmak istediklerim bunlar mıydı? Geçtiğimiz hafta boyunca yapmak istediğim önemli hangi işlerimi bir türlü yapamadım?” gibi sorularla liste hazırlayın. Kâğıdın bir yüzü yapmak istediklerim ama yapamadıklarım, ikinci yüzü yaptıklarım ve yaparken gereksiz yere zaman harcadıklarım şeklinde olsun. Gözünüzle zamanın nelere gittiğini fark edince, zamanı yönetmeye olan hevesiniz artacaktır.

2. Çalışan da olsanız ev hanımı da fark etmez, her gün için yapılacaklar listesi hazırlayın. Ama listeniz makul bir liste olsun. Yapabileceğinizden fazlasını yazıp listenin gerisinde kalmaktansa, aşırı ideal olmayan ama makul bir listeyle başlayın yeni güne. Ve her akşam listenizin ne kadarını yerine getirdiğinizi kontrol edin. Yapamadıklarınız hakkında düşünün. Neden yapamadım? Benimle ilgili nedenler mi? Devreye giren hesap edemediğim ayrıntılar mı? Eğer devreye giren ve hesap edemediğiniz ayrıntılar her akşam dikkatinizi çekiyorsa, demek ki planınız olmayan işlere de çok zaman ayırıyorsunuz demektir. Ani gelen teklifler, başka insanların ricaları vs gibi. Bu durumda birilerine “hayır” demeye başlamanız gerekir. Diyelim ki ev temizliği için harekete geçtiniz, arkadaş aradı kahveye gel dedi. “Bugün olmaz, işe başladım, yarın gelirim” dersiniz ve yarınki listenize arkadaşla kahve içmeyi de ekleyerek gününüzü planlarsınız.

3. Her günün sonunda ertesi gün için yeni bir planlama yapın. Bugün yapamadığınız işinizi de ekleyerek, yeni bir liste oluşturun.

4. En tipik hata, önemli sandığınız işlerinizin aslında yeterince acil olmadığı gerçeği! Bu ikisini birbirinden iyi ayırmanızda fayda var. Diyelim ki buzdolabını temizlemeniz gerekli, çok pis. Onunla zaman kaybediyorsunuz, ama aynı zamanda markete gitmeniz gerekli çünkü evde ağza atılacak birşey yok. Buzdolabının başına bir geçer hanım milleti, en az üç saat sürer temizlik! Derken çocuğun uyku saatiyle çakışır, derken akşam olur, alışveriş yapılamaz. Oysa daha önemli olan değil, acil olan devreye sokulmalı. Zaman yönetiminin en önemli tüyosu bu kısmı bence. Slogan neydi? Önemli olan değil, acil olan önce yapılacak!

5. O gün için listeniz uzunsa, motivasyon şeklinize göre ve aciliyet sırasına göre başlayabilirsiniz. Bazen az vakit olan önemsiz görünen işler vardır. Onları da araya sıkıştırıp devre dışı bırakmak iyi bir yöntemdir.

6. Kişisel açıkları ispiyonlar gibi olmayayım ama, sevgili hanımlar, TV karşısında çok zaman harcıyorsunuz. Fatmagül’dü, Feriha’ydı, kim kiminle evlendi derken akşam oluyor. Bu konuda kararlı olmalısınız. Hergün için en çok sevdiğiniz bir program seçip onu düzenli izleyebilirsiniz belki ama hepsini düzenli izlemeye kalkışırsanız yandınız! Kararlı olmalısınız. En azından TV izlerken ütünüzü yapabilir, yemeğinizin alt yapısını oluşturabilirsiniz. Hem istediğiniz programı izlemiş olursunuz hem de evdeki işlerinin bitmesini sağlarsınız.

7. Çalışan kesimin televizyonu yok ama Facebook’u, gelen mailleri var. Sizler de önemli işlerinizi yapmadan önce maillerinizle fazla zaman geçirmemeye özen gösterin. İşinizin bir parçası olarak maillerinize bakmak zorundaysanız bile, zaman öldürmenize neden olacak türden gereksiz postaları biliyorsunuz nasılsa. Hiç olmazsa onları baktığınız zamanı ortadan kaldırmaya gayret edin.

8. Özellikle ev hanımları, lütfen erken yatın ve erken kalkın. Geceleri uzun saatler televizyon izleyerek, internet başında oturarak sabahlıyorsunuz. Ardından öğlenci olan çocuğunuzu neredeyse okula zar zor yetiştiriyorsunuz. Sabah namazı kılıp yatan, öğlenin on bir-on ikisinde uyanan bir kadının ev işi tabii ki bitmez! Annelerinizi örnek alın. Erken uyanır, daha kahvaltı hazırlarken bir yandan yemeklerini pişirir, çocukları okula gönderince evlerinin işini yapar, gezmeye gider, misafir ağırlar ve zaman yetmiyor diye sızlanmazlardı. Üstelik şimdiki gibi herşey elektronik de değildi. Geceyi gece, gündüzü gündüz olarak değerlendiriyorlardı o kadar.

9. Gün içinde yapacağınız birbiriyle ilişkili işleri birlikte yapmaya çalışın. Böylece zamandan kazanmış olursunuz.

10. Zamanınıza değer verin ki başkaları da sizin zamanınıza değer versin. Çalışanlar için de, ev hanımları için de geçerlidir bu prensip. Evinize veya işyerinize belirli kişiler sürekli gidip geliyorlarsa ve siz bir şey söyleyemiyor ama kendi işinizi aksatmalardan dolayı rahatsızlık yaşıyorsanız, durumu tatlı bir dille karşıya iletmelisiniz. Mesela evde olduğunuzda komşular sürekli geldiğinde “Canım hoşgeldin… Acil işlerim var yetiştirmeye çalışıyorum, koşturuyorum, müsait değilim de, işlerimi halledince kahve yapayım çağırayım seni olur mu?” demeye çalışın.

11. Bazı günler insanın tüm keyfi ve enerjisi yerindedir. O gibi anlarda en sevmediğiniz ve zorunuza giden işlerinizi bitirmeye çalışın.

12. Herhangi bir işe başlarken, gereğinden fazla zamanınızı almaması için belirli bir zaman belirleyin. Örneğin şu işi bitireceğim, iki saat içinde gibi. Ve o iki saatte bitirin.

13. Rutin işleriniz için ne kadar zaman ayırdığınıza bakın. Daha aktif ve seri yapmak için kısaltılmış zaman limitleri koyun kendinize. Böylece daha seri çalışırsınız.

14. Her gün akşam mümkün olduğunca gününüzü gözden geçirin. “Ne yapmak istiyordum, ne kadarını yaptım?” diye sorun kendinize. Programınızın gerisinde kaldığınız yerleri ve geri kalma nedenlerinizi tespit edin. Ertesi gün için yapacağınız yeni listenizde bu günkü hataları yapmamaya çalışın.

15. Telefon görüşmeleri fazla zaman alır. Mümkün olduğunca konuşma sürelerinizi kısaltın. Böyle giderse yakında beyninizde tümör çıkacak zaten! Konuşmaları kısaltamıyorsanız, iş yaparken telefonunuzu sessize alıp kendinizden uzaklaştırın. Bir işi bitirdikten sonra diğer işinize geçmeden önce kim aramış diye bakın. Acil olanlarına geri dönün. Uzun konuşup sizi oyalayacak olan görüşmeleri iş bitimine erteleyin.

Unutulmaması gereken en önemli konu; bir işte kendinizi disipline etmek istiyorsanız, o konuda kendinizi zorlayarak canınızı yakmanız gerekli. Yani kendimizi zorlamadan, keyfimizi bozmadan zaman yönetimi olmaz.

Mehtap Kayaoğlu / Moral Dünyası Dergisi

Evlilik öncesi nelere dikkat etmeli?

Evlenme hazırlığı yapan gençlerin en çok merak ettikleri “Eş seçiminde nelere dikkat etmeliyim?” sorusudur.

Herşeyden önce şunu bilmek gerekir ki en güzel evlilik “Akıllı görücü usulüdür.” Kızı da erkeği de tanıyan, aklı başında kişilerin “Bunların şu özellikleri birbirine pek uyuyor, bunlar birbirleriyle mutlu olabilirler” diye birbirine yakıştırdığı çiftler genellikle mutlu olur. Burada en hassas nokta; aracıların “akıllı” olması, muhakeme yeteneklerinin olması.

“Oğlan serseri, kız da dindar, bunları evlendirelim de kız oğlanı yola getirsin” ya da “Oğlan efendi, kız da dikbaşlı, bunlar birbirlerini idare ederler” mantıksızlığıyla uyumsuz olanları birbirine yakıştıranlar, bir tarafın kusurunu saklayarak evlendirilenler, daha doğrusu başı yakılanlar var. Böyle görücüler, kimseleri görmesin. Ayrıca ticaret ve evlilik aracılığında kusurları saklamak vebaldir. Bir tarafın zarar göreceği belli ise uyarmak gerekiyor. Kusuru saklayarak aracı olmak ise daha büyük bir vebaldir.

Büyük şehirlerde akraba ilişkileri zayıfladığı, komşu komşuyu tanımaz olduğu için, görücü usulü evlilikler de azaldı. Gerçi modern olmak adına görücü usulü evliliklere burun kıvrılmaya başlandı, gençler artık büyük aşklarla evlenmek istiyorlar. Fakat bir yandan da “Birileri aracı olsun da evlenelim” diyen gençlerin sayısı da az değil. Onlara yardımcı olacak iyi bir sistem kurmak lazım.

Artık internette tanışıp evlenmek moda oldu. Oysa en riskli evlilik modeli bence. Hakkında hiç bilgi sahibi olmadığın, ailesini, geçmişini hiç bilmediğin, bir insanla hayata başlamak oldukça riskli. Bazen bekar zannederek evlendiği kişinin, daha önce evlenip ayrıldığını evlendikten çok sonra öğrenenler var. Bir de yazı insanı çok yanıltabilir. Bir yazardan çok daha usta olan internet yazıcıları var. Dikkatli olmak, en azından iyi bir araştırma yapmak gerekir. Zaten internet evliliklerinin hüsranla biteni çok. Tabii genellemeyelim, mutlu olanlar da vardır mutlaka; fakat olumsuz örnekler de çok duyuluyor.

Velhasıl bir şekilde tanışıldı, evlilik niyetiyle görüşülmeye başlandı. Eskiden bir-iki kez görüşülür, karar verilirdi; şimdi aylarca görüşülüyor. İlk görüşme olumlu geçmişse; fakat karar verilmemişse bir kaç görüşme daha yapılabilir. Fakat çok fazla görüşmelerin sonucu üzücü olabiliyor. Dinî açıdan da doğru değil. Bu yüzden ilk görüşmelerde sevmediyseniz, olumsuzluklar çoksa, “Tanıdıkça sever miyim?” gibi bir düşünceyle ya da ailenizin baskısıyla görüşmeye devam etmeyin. Hiç kimsenin gönlü oyuncak değil.

Beş-altı ay, hatta bir yıl görüşüp sonrasında “Sevemedim ya da biz seninle yapamayız” diyen erkekler var. Kadınlar erkeklerden daha duygusal oldukları için, çabuk bağlanabiliyorlar; genç kız hayalinde evini döşemiş, hatta çocuğuna bile isim koymuşken terk edildiğinde, çok fazla üzülüyor. Erkekler! Arkanızda kırık bir gönül bırakmayın, ah almayın.

Görüşmelerin başbaşa değil de aile ya da arkadaş ortamı gibi başkalarının da olduğu ortamda yapılması karşınızdakinin davranışlarını gözlemlemek açısından iyi olur.

Boşanmış kişilerin yeni evlilik adımlarında daha dikkatli olmaları gerek. Onların konuşacağı konular çok daha farklı olacaktır. Eski eşler, çocuklar, kişilerin çocuklarıyla ilişkileri, sorumlulukları… Baştan açıkça konuşulmalı.

Aşk evliliklerinde kişi karşısındakinin herşeyini hoş görüyor; fakat aşkın kör olan gözü, aynı evde yaşamaya başlayınca açıldığı için, karı-koca birbirine yanlış davranıyorsa aşk da çabuk bitiyor.
İlk görüşmelerde dikkat edilmesi gerekenler

1- Güzelliğe ya da yakışıklılığa aldanmayın, yanıltıcı olabilir. Sizi rahatsız eden, sebebini bile açıklayamayacağınız bir şey varsa, uzak durun.

İlk gördüğünde hoşlanmak çok önemli. Hoşlanmak; güzellik ya da yakışıklılıkla alakalı bir durum değildir: Ruhların uyuşması, iki kişinin yaydığı elektriğin birbirini tutması. “Evet ben bu kişiyle ömrümü geçirmek isterim, çocuklarımın annesi (ya da babası) o olsun, isterim” diyebilmektir. Sevmek için güzellik gerekmiyor. İlk gördüğünüzde itici gelmişse, oradan uzaklaşmak istemişseniz, dikkatli olun. Kanınız kaynadıysa da küçük detaylara takılmayın.

2- Beklentilerinizi çok yüksek tutmayın. Siz mükemmel olmadığınız gibi karşınızdaki kişinin de mükemmel olmasını beklemeyin. Gördüğünüz hatalar, sizi aşırı rahatsız edecek şeyler değilse gözünüzde büyütmeyin.

3- Önceliğinizi belirleyin. Sizin için en çok ne önemli. Dindarlıksa o yönden değerlendirin. Namaz saati kalkıp namazını kılıp kılmadığına dikkat edin. Dindarlık sadece ibadet değil elbette. Temizlik, nezaket… Kısacası güzel ahlak. Yere çöp atan, hayvana ve çevreye saygısı olmayan insanlardan uzak durun. Bir cemaate mensupsanız öncelikle kendi cemaatinizden olmasına özen gösterin. Özellikle bir tasavvuf cemaatine mensup birinin, tasavvuf karşıtı biriyle anlaşması zordur.

4- Kendinizi olduğunuzdan farklı göstermeyin, dürüst olun. “Bizi aldatan bizden değildir” der Sevgili Peygamberimiz. “Dürüst olursam kabul etmez” gibi korkulara kapılmayın. Boşanmışsanız, ilk evliliğinizden çocuklarınız varsa bekârım diye kimseyi kandırmayın. Sizi olduğunuz gibi kabul etmeyen biriyle evlenmeyin. Görüşme döneminde ileride “evet” demeyeceğiniz şeylere “evet” demeyin, kendinizi yanlış tanıtmayın. Neleri sevip neleri sevmediğinizi açıkça söyleyin. Maddî konuları mutlaka konuşun. Parayı tasarruf etmeyi seven biriyle, harcamayı çok seven birinin uyumu da oldukça zordur.

5- Aileler çok önemli; karşınızdaki kişinin ailesinin sizin hayatınızı etkileyeceğini unutmayın. Gençler “Biz anlaşırsak gerisi boş” diye düşünüyorlar; fakat aileler zannedildiğinden çok daha fazla önemli.  Hem de pek çok açıdan. Mümkünse ailelerin birbirine kültür olarak denk olması iyi olur. Bir evin nazlı kızı, “Âşık oldum” deyip, gidip kendi kültürüne uymayan on çocuklu kalabalık bir ailenin oğluyla evlenirse işi çok zor. Gelen, giden, yatıya kalan, evden eksik olmayan misafirler yüzünden evlilikleri yıkılan çiftler var. Gönlünüzün taşıdığını bünyeniz taşımayabilir, şansınızı zorlamayın. Baştan gözünüz kesiyorsa ona göre kabul edin.

6-Anneler evliliklerde çok önemli.

Erkekler! Annesine çok düşkün kızlarla evlenmeyin. Annesinin evinden gelmez ki kendi yuvasını kursun. İlk görüşmelerde kendini belli eder. Annelerinin evinin hemen yakınından ev isterler, annelerine ne kadar düşkün olduklarını söyleyip dururlar. Bu kızların evlenmemesi lazım aslında.

Kızlar! Anne sözünden çıkmayan erkeklerle evlenmeyin. Erkeğin kendi kişiliği karakteri oturmalı, annesini sevmeli, saymalı; fakat annesinin ağzına bakmamalı. Erkek ailesiyle birlikte otursa bile; eşiyle ilişkisinde kendi söz hakkı olmalı.

Çok ince bir denge bu. Annesine saygısı olmayan, annesini azarlayan bir erkekle de hiç evlenmeyin. Size de kaba davranır. Vefası olmayanın sefası da yoktur.

Taraflardan birinin ailesinin ihtiyacı olması, ilgilenmek için yakın oturması gerekiyorsa o zaman baştan konuşulmalı.

7- Kızlar! Her dediğinize “evet” diyen, kadın boyunduruğuna girmeye hazır erkeklerden uzak durun. Akıllı bir erkek, ne körü körüne “evet” der ne de “hayır” der. Ölçer biçer, uygunsa “evet” der, değilse “hayır” der. Her dediğinize “olur” diyen bir erkek bir süre sonra gözünüzde değerini kaybeder. Erkekte denge çok önemlidir. Kaba erkeklerden de, çok kırılgan kadınsı erkeklerden de gördüğünüz yerde kaçın.

Erkekler! İddiacı, inat, erkeksi, dediğim dedik, çokbilmiş kızlardan uzak durun. Kadına bilgi yakışır, fakat bilgiçlik hiç çekilmez. Birlikte yaşayacağınız bir kadın mı, yoksa yarışacağınız bir kadın mı istiyorsunuz, iyi karar verin.

8- Erkeğin eğitim ve maddî imkân olarak kadından geride olmaması iyi olur. Üniversite mezunu bir kızla ortaokul ya da lise mezunu bir erkeğin anlaşması biraz zor olabilir. Ancak çok okuyan bir erkek, aradaki farkı kapatabilir.

9- Görüştüğünüz kişinin sözlerine içinizden yorum yapmayın. Karşı tarafı iyi dinleyin, kendi kendinize yorumlamayın. Anlamadığınız ve takıldığınız konuları mutlaka sorun. Mesela genç kız “Ben biraz şımarığım” diyorsa “şımarıktır”, bunu iyiye yormayın. Ya da erkek ben “ukalayım” diyorsa “ukaladır”, “iyi, farkındaysa dozunu ve ayarını biliyordur, söylemesi mütevazılığını gösterir” gibi iç yorumlara girmeyin, yanılırsınız, sonra çok üzülürsünüz.

10- Detaylı soru sormaktan çekinmeyin. İki taraf için de “Ben özgürlüğüme düşkünüm” diyorsa “Nereye kadar ve evlilik içinde ne kadar geniş bir alan istiyor?” sorun ve konuyla ilgili kendi beklentilerinizi söyleyin.

Son olarak, toparlama babından, karar verdikten sonra nişanlılık sürecini çok uzun tutmayın. Çok fazla görüşüp, mesajlaşıp evlenmeden birbirinizden bıkmayın. Nişanlılık döneminde evlilik eğitimlerine katılın.

Semine Demirci

Moral Dünyası Dergisi

Stephan Hawking inkar ederken aslında Allah’ı ispatlıyor!

Hawking, kitabında ‘Tanrı, evrenin nasıl var olduğunu anlayamayanların uydurduğu mitolojik bir kahraman. Modern bilim evrenin bir yaratıcıya ihtiyaç olmadan var olabileceğini açıklıyor. O halde Tanrı’ya gerek yok.’ tezini savunuyor. Hawking kitabının tamamını bu tezi ispat etmek için yazmasına rağmen, farkına varmadan, birçok yerde tezini çürütüyor aslında.”

Zamanımızın Einstein’i olarak da bilinen meşhur fizikçi Stephan Hawking’in Tanrı’nın varlığına ihtiyaç olmadığını iddia eden son kitabı dünya genelinde çok tartışılmıştı. Yazılı ve görüntülü medyada haftalarca kitaptaki bazı argümanlar konuşulmuştu. Türkçe’ye “Büyük Tasarım” olarak çevrilen kitapla ilgili ilginç bir tartışmayı da Dr.Furkan Aydıner son kitabına taşıdı.

Etkileşim Yayınları arasında çıkan “Seküler Bilimin Tanrıları” isimli kitabında, Dr. Aydıner, Stephan Hawking’in son kitabında kendini ayağından vurduğunu ve yanlışlıkla Tanrı’nın varlığını birçok yerde ispat ettiğini yazıyor.

Hawking’in son kitabını genel olarak nasıl buldunuz?

Bildiğiniz gibi, bu kitap Hawking’in ilk kitabı değil. Hawking, çok genç yaşta felç geçirmesine rağmen bilimsel çalışmalarını büyük bir özveriyle devam ettirip alanında zirve yapması herkesin takdirini topladı. Tıpkı bir pop sanatçısı kadar küresel boyutta şöhrete kavuştu. Hawking, bu ilgiyi paraya çevirmek için şimdiye kadar birkaç kitap yazdı. Kitapları milyonlarca insana ulaştı. Beni rahatsız eden, Hawking’in önceki kitaplarında kendini inanan biri olarak takdim etmesidir. Oysa, medyadan öğrendiğimize göre, bir önceki eşi onun eskiden beri ateist olduğunu söylüyor. Demek ki, daha geniş kitleye ulaşmak için inançsızlığını gizlemekle kalmamış, kendini inançlı gibi lanse etmiş. Hatta “Zaman’ın Kısa Tarihi” kitabında eğer dört çekim kuvvetini açıklayacak tek bir model geliştirilirse kozmolojik sırlar çözülür ve “Tanrı’nın ne düşündüğünü” sormaya başlarız diye yazmıştı. Aynı Hawking bu son kitabında inançsızlığını ilan etmekle kalmıyor, inançsızların peygamberliğine soyunuyor.

Hawking’in son kitabındaki temel argümanı nedir sizce?

Hawking, kitabında kısaca şu tezi savunuyor: Tanrı, evrenin nasıl var olduğunu anlayamayanların uydurduğu mitolojik bir kahraman. Modern bilim evrenin bir yaratıcıya ihtiyaç olmadan var olabileceğini açıklıyor. O halde Tanrı’ya gerek yok.

İlginçtir, Hawking kitabının tamamını bu tezi ispat etmek için yazmasına rağmen, farkına varmadan, birçok yerde tezini çürütüyor aslında. Hawking gibi zeki birinin bu kadar basit hataları farketmemesi bile Tanrı’nın varlığına delil olarak zikredilebilir.

Nasıl yani?

Demek ki, Tanrı var ki, Hawking’i şaşırtmış. Yoksa bu kadar zeki birinin kendini ayağından vurmasını baska nasıl izah edeceğiz. Hawking’le beraber kitaba katkıda bulunan ikinci bir isim daha var. Anlaşılan ikisi de bu hataları fark etmemiş. Kitabı okuyan editör de fark etmemiş. Demek ki, Tanrı var ki, onların hepsini şaşırtmış.

Bu çok ilginç bir nokta.  Hangi yanlışlarla Tanrı’nın varlığını ispat ediyor kitap? Bir misal verebilir misiniz?

Birçok misal verebilirim. Evvela kitabın ismi “Grand Design” (Büyük Tasarım) çok büyük hata. Hawking, çok açık olarak kainatın büyük bir tasarım eseri olduğunu kabul ediyor. Ancak, her tasarım, onu yapan tasarımcıya delildir. Dünyadaki en basit bir tasarım bile akıl ve ilim sahibi bir tasarımcının elinden çıkmıştır. Çok muhteşem bir sarayın tasarımını görüp takdir edip onu çizen mimarı görmemek körlüktür. Aynen öyle de, Hawking hem kitabın başında hem içerisinde kainatın çok muhteşem bir tasarım eseri olduğunu kabul ediyor. Bunun birçok misallerini sunuyor. Hatta, kitabın önsözünde muhteşem kainatın akılları hayrette bıraktığını, bilim kurguları geride bıraktığını yazıyor. “Felsefe ölü artık” diyerek felsefecilerin hayallerinin bile hakikatı anlamada yetersiz kıldığını anlatıyor. Azıcık tahkik ehli olan biri böyle muhteşem bir sarayın ustasız olabileceğini nasıl kabul edebilir?

İlginç bir tespit. Başka ne tür misaller var.

Hawking kitabının birçok yerinde “şans” olmadan bugünkü evrenin olamayacağını yazıyor.  “Bizim güneş sisteminin şanslı bazı özellikleri var. Onlar olmasaydı yeryüzünde hayat mümkün olmayacaktı.” diyor. Hawking örnek olarak Kepler’in dünyanın yörüngesiyle ilgili ölçümünü zikrediyor. Kepler, dünyanın güneş etrafındaki yörüngesinin tam daire olacağını öngürüyor. Ancak, yaptığı ölçümler yörüngenin tam daire değil yüzde 2 sapma ile eklips olduğunu gösteriyor. Kepler bunu bir türlü kabullenemiyor. Bir yerde hata yapmış olmalıyım diye tekrar tekrar hesaplar yapıyor. Ancak hep aynı sonuç çıkıyor. Oysa, yörüngenin eklips olması hata değil, Hawking’in tabiriyle, bizim için “büyük bir talih” olduğu sonradan anlaşılıyor. Yörüngesi mükemmel daireden yüzde 20 sapan gezegenler var. Orada sıcaklık 200 derecenin üzerinde. Yazları aşırı sıcak, kışlar ise aşırı soğuk. Bu durumda, Hawking’e göre, sular ya sürekli buz kalacak ya da tamamen buharlaşıp uçacaktı. Mükemmel daire olsaydı dört mevsim olmayacaktı. Hawking’e göre, birçok konuda olduğu gibi bunda da şansımız yaver gitmiş. Hedefi tam 12’den vurmuşuz. Yörüngedeki yüzde 2’lik tesadüfi sapmayla bugünkü evimize kavuşmuşuz. Ne güzel bir misal! Kulağa hoş geliyor ancak akıl kabul etmekte zorlanıyor. Bence, aklını birazcık kullanıp Hawking’in verdiği bu misaller üzerinde düşünen, kainatta çok hassas dengeler üzerine kurulu birbirine bağımlı binlerce sistemin tesadüfün değil sonsuz kudret sahibi bir ilahın eseri olduğunu kolaylıkla anlayacaktır.

Hawking gibi zeki biri nasıl bunları düşünememiş?

Doğrusu ben de anlamadım. Bunun gibi birçok örnek var kitabında. Bar bar Allah’ı anlatıyor. Kitabın sonuna gelince okuduğum teşekkür notu sözkonusu hataların bile tesadüfi olmadığı konusunda bana kesin kanaat verdi. Bence Hawking kendine en büyük darbeyi bu“teşekkür” notuyla vurmuştu: “Tıpkı evren gibi kitap da bir dizayn eseri. Ancak, evrenin aksine, kitap kendiliğinden yoktan var olamaz. Kitap bir yazarı gerekli kılar. Ancak yazara yardımcı olanlar onun yükünü azaltıyorlar. Ben de bu kitabın yazılmasında katkısı olanlara çok teşşekkür ederim.” Hawking, bu notuyla hem kainat kitabının Katibi’nin varlığını hem de O’na teşekkür edilmesi gerektiğini gösteriyor akıl sahiplerine.

Nasıl yani?

Hawking’e göre Latin alfabesinin 26 harfi rastgele bir araya gelip bir kitap şeklinde dizilemez. Bunun için zeki bir değil birkaç dizayncıya ihtiyaç var. Peki o halde, içiçe farklı alfabelerle yazılı kainattaki hadsiz kitaplar kendi kendine dizayn edilmiş olabilir mi?

Kainat ve kitabı temel unsurlarının dizilişi noktasında birbirine benzetebiliriz. Örneğin, Hawking’in kitabı 26 harfin dizilişinden ibarettir. Bu harflerin çok sayıda tekrarı var kitapta. Muhtemelen Hawking’in son kitabı 400 bin karakterden (harften) oluşuyor. Yani 26 harf toplamda 400 bin defa kullanılarak bir dizilim yapılmış, neticede Grand Design isimli kitap ortaya çıkmış. Dijital kitap yerine lego şeklinde olan harflerin dizimiyle kitap yazdığımızı düşünelim. Elimizde 400 bin harf kalıbındaki lego parçası olsa onları belirli şekilde dizerek Grand Design kitabını oluşturabiliriz. Şimdi böyle bir dizilim akıl, şuur ve ilim sahibi olmayan bir tarafından yapılabilir mi? Elbette yapılamaz.

Hawking, teşekkür notunda diyor ki, sakın ha bu dizilim kendi kendine oldu diye düşünme. Birçok zeki insanın emeği var bunda. Peki kainat dediğimiz nedir? Element alfabesi, kristal alfabesi, molekül alfabesi, hücre alfabesi gibi farklı alfabelerin dizilimleriyle yazılan şaheserler bütünüdür. O halde, bu kadar sayısız harikulade kitaplar kendi kendine dizilmiş olabilir mi?

İlginç tespitler. Başka neler var Hawking’in kitabında.

Kitaptaki argümanlardan biri de 11 parallel evrenin olduğuyla ilgili. Hawking, bu konudaki bilimsel iddiaları hayli kuvvetli buluyor. Bizim dört boyutlu evrenimiz diğer evrenlerin bir nevi gölgesi konumunda diyor. Malum paralel evrenler düşüncesi hayli popüler modern fizikçiler arasında. Bence Hawking bu konuda da topu kendi kalesine atıyor. Çünkü, paralel evrenler fikri Tanrı’nın varlığını çürütmediği gibi daha da zorunlu kılıyor. Kaldı ki, bütün Müslümanlar 1400 yıldır “âlemlerin Rabbi” diye namazlarında okuduğu Fatiha suresiyle âlemlerin birden fazla olduğunu söyleye gelmiş. Dolayısıyla paralel evrenler olması İslam’ın öğretilerle çelişmediği gibi belki destekliyor denilebilir. Daha da ilginci, Hawking, bizim âlem dediğimize bir nevi izdüşümü/gölgesi diyor. Ontolojik olarak bizim evrenin varlığını diğer evrenlere dayandırıyor.

“Gölge” tabirini kullanıyor mu Hawking?

Evet. Biliyorsun bazı Müslüman âlimler asırlardır varlıkların bir nevi “gölge” olduğunu söylüyor. Eşyanın hakikatı Allah’ın isimlerine dayanır ve oradan gelir. Yani varlıklar İlahi isimlerin tecellileri veya gölgeleri hükmünde. Bence daha da ilginç olanı Hawking’in sicim teorisi çerçevesinde ortaya atılan “görünüveren parçacık” (emergent particle) kavramını kullanarak evrenin kendi kendine olabileceğini söylemesidir. Kitaptan anladığım kadarıyla Hawking, Tanrısız evren argümanına en güçlü delil olarak bu parçacıkları gösteriyor. Doğrusu bunu okurken çok hayret ettim. Bu kadar zeki biri bu kadar bariz bir hatayı nasıl yapabilir diye sordum kendime.

Neymiş hatası?

Hawking diyor ki biz eskiden 13.6 milyar sene önce yoktan var olup sonra bir kısım doğa kanunlarıyla işleyen bir evren anlayışına sahiptik. Oysa, Kuantum fiziği yoktan var olmanın atom altında devamlı gerçekleştiğini söylüyor. O halde, diyebiliriz ki, şu anda olduğu gibi 13.6 milyar önce de evren yoktan kendi kendine var olmuştur. Evrenin ustasını aramaya gerek yok diyor.

Siz ne diyorsun bu argümana karşı?

Saçmalardan seçmeler diyorum. Hawking’in bu görüşünün saçmalığını bir örnekle açıklayayım müsaade ederseniz. New York şehrinde binlerce senedir var olan ancak nasıl var olduğu bilinmeyen binlerce taklidi imkansız saraylar olduğunu varsayalım. İnsanlar binlerce yıl bu sarayları inceleyip nasıl var olduklarını merak ederken acayip bir gelişme oluyor. Birisi bu sarayların göründüğü gibi sabit olmadığını, gözle farkedilmeyecek süratte her an yeniden inşa olduklarını keşfediyor. Daha da ilginci New York gibi milyarlarca başka şehirlerde benzer sarayların aynı şekilde var olduğu anlaşılıyor. Bunun üzerine akıllı geçinen birisi ortaya atılıp sarayların ustasını merak edenlere şunu söylüyor: “Şu anda kendiliğinden yoktan var oldukları gibi bundan 5000 sene önce de kendiliğinden yoktan var olmuştur”. Sence bu iddia sahibinin dahi olması söylediğinin doğru olma ihtimalini artırır mı? Kesinlikle hayır! Her insan kendi tecrübe ve gözlemiyle bilir ki, bir iğne bile ustasız olmaz. Taşlar yığını basit bir kulubecik bile ustasız vucut bulmaz. O halde her an yenilenen ve taklidi imkansız harikulade saraylar nasıl ustasız olsun ki? Sarayların sürekli yoktan icatları ustasız olduklarına değil, ustasının tek ve sonsuz kudret sahibi olduğuna şehadet eder. Çünkü, bu derece hadsiz sarayları hadsiz süratle yenilemek kudretin nihayetsizliğine delildir. Mantıken nihayetsiz kudret tek Bir ustada olabilir. O halde, sonsuz kudret ve ilim sahibi her an herşeyi var edip varlıklarını devam ettiriyor.

İlginç ve güzel bir sohbet oldu. Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim.

Asıl ben teşekkür ederim…

Yusuf Levent’in Moral Dünyası dergisinde Dr. Furkan Aydıner ile yaptığı röportaj

Bediüzzaman’ın şefkat ve siyaset anlayışı

Bediüzzaman’ın ‘siyaset’ ile ‘şefkat’ arasında ortaya çıkan zıtlığa binaen, ‘şefkat’in safında yer aldığını; siyasetle doğrudan veya dolaylı temas durumunda ise siyasetçilere iki Kur’ânî ilke olarak ‘adalet’i ve ‘merhamet’i hatırlattığını görüyoruz. Bediüzzaman’ın bu duruşunun, siyasetçilere de, iman hizmetinin mümessillerine de söyleyeceği çok şey var.

Bediüzzaman’ın siyaset âlemine Yeni Said nazarıyla bakışının en ziyade dile geldiği eser olarak Emirdağ Lâhikası’nın sayfaları arasında dolaşırken, siyasetin uzağında durmakla birlikte sosyal hayata ve siyasete dair tazammunları da bulunan bir büyük iman hizmetinin hangi şartlarda, hangi temeller üzerinde kurulup hangi mecrada geliştiğini gözler önüne seren mektuplar çıkar karşımıza. Bu mektuplar, içlerinde, hayata dair üzerinde henüz hakkıyla durulmamış nice sağlam imanî ölçü barındırır. Ve yine bu mektuplar arasında dolaşırken, insan, bir nevi Bediüzzaman’ın hayatını onun dilinden dinliyor olduğu hissini içinde uyandıran ipuçlarıyla karşılaşır.

İşte böylesi bir ipucu, Afyon mahkemesi safahatında ‘kanunca ifadesi alınması lâzım geldiği halde;’ bunun hem kendi haksızlıklarını ayan beyan ortaya koyup Bediüzzaman’ın hakkı müdafaa etmesine imkân tanıyacağını bildiklerinden olsa gerek, ‘ifadesinin alınmaması’ gibi bir kanunsuzluk karşısında Adliye’nin sorumlularına ve İçişleri Bakanına hitaben yazılan şikâyet mektubundadır.

Bu mektubun ikinci sayfasında, kendi duruşunu tarif ederken, “otuz seneden beri ‘euzubillahi mine’ş-şeytânirracîm deyip siyasetten bütün kuvvetiyle kaçan” ifadesini de kullanır Bediüzzaman. Nitekim, Bediüzzaman’ın siyasetten bu istiazesinin hikmetini ilk olarak Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın mağlubiyetinin hikmetinden sual bâbında yazılan “Rüyada Bir Hitabe”nin sonunda dile getirdiğini; dolayısıyla otuz sene evvel siyasetten gerçekten ictinab ettiğini görürüz.

Mektubun bir sonraki sayfasında ise, dikkat çekici başka bir ifade daha vardır: “Risale-i Nur mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat…”

YA ŞEFKAT YA SİYASET

Birbirini takip eden iki sayfada gelen iki ‘otuz sene’ bitiştirildiğinde, bu otuz seneye beraberce rengini veren iki unsur da birbiriyle eşleşir. Bediüzzaman otuz senedir siyasetten ictinab etmektedir ve otuz seneden beri şefkat onun için bir hayat düsturudur. Bu da, onun siyasetten ictinabı ile şefkati bir hayat düsturu haline getirmesi arasındaki birebir ilişkiye; dolayısıyla, siyaset ile şefkat arasındaki zıtlığa işaret etmektedir. Demek, siyasetin şefkati zayi eden bir tarafı vardır; aklın merkezine siyaset yerleştiğinde kalbin merkezinden şefkat yitip gitmektedir.

Bediüzzaman’ın bu iki ifadesiyle işaret ettiği ‘ya şefkat ya siyaset’ denklemi, onun başkaca mektuplarında daha açık ifadelerle çıkar karşımıza. Yine Emirdağ Lâhikası’nda, “Neden ne dahilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peyda etmiyorsun?” şeklinde bir soruya verdiği cevapta Bediüzzaman açıkça, “İçtinabımızın çok sebeplerinden bir sebebi de; Risale-i Nur’un dört esasından biri olan ‘şefkat etmek,’ zulüm ve zarar etmemektir” demektedir. Yine Emirdağ Lâhikası, her iki cildinde, “Umumun selameti için cüz’î hukuklara bakılmaz. Cemaatin selameti için ferd feda edilir. Vatan için herşey feda edilir” anlayışını ‘merhametsiz, gaddar siyaset’in bir ‘kanun-u esasîsi’ olarak zemmetmekte; bu anlayışın Kur’ânî adalet ilkesiyle çelişkisini ısrarla dile getirmektedir.

Aynı lâhika içerisinde yer alan ve modern zamanların topyekün savaş anlayışının simgesi ve merhametsizliğin sofistike kılıfı olarak işgören ‘reelpolitiğin’ vazgeçilmez bir aracı olarak ‘bomba’ya dair satırlar, şefkati hayat düsturu kıldığı andan itibaren Bediüzzaman’ın neden siyasetten ictinab ettiğinin kalbleri ihtizaza getiren bir izahı niteliğindedir. Bu satırlarda Bediüzzaman, “insanın bir kısım sun’î kuşlarının bir bomba yumurtası ile bir köyü harap edip bin adamı mahveden cinayeti”nden ve “cehennemî zakkum yumurtaları taşıyan o insanî kuşların tahripçi kısmının hem küre-i arza, hem nev’-i beşere müstebidâne, merhametsiz tahribatı”ndan şikâyet etmektedir.

Şualar’da yer alan ve mahkeme müdafaatı içerisinde dile getirdiği bir meseleyi kayda bağlayan bir başka mektubunda Bediüzzaman pekâlâ ‘elinden geldiği’ halde siyasetten içtinabını “Risale-i Nur’daki şefkat, hakikat, hak bizi siyasetten men’ediyor” diye başlayan satırlarla izah etmektedir.

Bediüzzaman’ın siyaset ile şefkat arasında gördüğü bu ters orantı, onun başkaca mektuplarında ve risalelerinde sadece modern zamanlara mahsus olarak değil, tarihin daha önceki safhalarına da bakar şekilde irdelenmektedir. Meselâ sultanların ve padişahların kendi saltanatlarını ikame için kardeşlerinin ve hatta çocuklarının ölümüne sebebiyet vermeleri siyasetin ‘merhametsiz’ veçhesinin bir örneği olarak zikredilmektedir. Yine, Bediüzzaman’ın İslâm tarihine dair en kritik okumalarından biri olarak Hz. Ali ile Muaviye arasındaki hilâfet-saltanat geriliminde ikinci tarafın ‘siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını’ gözeterek adalet esaslarını zayi edişlerine dikkat çekilmektedir.

KALBİN MERHAMET ÇAĞRISI

Bütün bu satırlar, insana, Bediüzzaman’ın yine Emirdağ Lâhikası’nda dile getirdiği, “Siyasetçi ekserce tam müttaki dindar olmaz, tam müttaki dindar siyasetçi olmaz” hükmünü hatırlatıyor. Hemen belirtelim, burada bir ‘ekserce’ kaydını düşüyor Bediüzzaman ve ondan öncesinde ‘güneşler gibi iman taşıyan bir kısım sahabe ve selef-i salihîn’i bu genel kuralın bir istisnası olarak zikrediyor. Böylece, sahabilerin içinde dahi ‘bir kısmı’ nı bu kapsama alanı içine dahil ediyor. Emevî siyasetinin sahabiler arasında yer alan öncülerinin siyasî maslahat adına yaptıkları, Bediüzzaman’ın ‘bir kısım’ kaydıyla bu ‘istisna’ya düştüğü istisnanın hikmetini bize ifşa ediyor.

Özetle, istisna kaydı düşmekle birlikte Bediüzzaman’ın ‘siyaset’ ile ‘şefkat’ arasında sadece modern zamanlara mahsus olmayan, ama modern zamanlarda daha bir aşikar surette ortaya çıkan zıtlığa binaen, ‘şefkat’in safında yer aldığını; siyasetle doğrudan veya dolaylı temas durumunda ise siyasetçilere iki Kur’ânî ilke olarak ‘adalet’i ve ‘merhamet’i hatırlattığını görüyoruz.

Bediüzzaman’ın bu duruşunun, siyasetçilere de, iman hizmetinin mümessillerine de söyleyeceği çok şey var.

Gönül ister ki, her siyasetçi, Ömer misali ‘Dicle kenarında ayağı incinen kuzudan dolayı dahi hesaba çekileceği’nin idrakiyle hareket etsin…

Ve böylesi bir dünyada, köşeleri ‘reelpolitik’le dolduran siyasî analizcilerin ve ekranlarda reelpolitik dersi veren siyaset vaizlerinin karşısında kalbin ve vicdanın merhamet çağrısını dillendiren hakikat kahramanlarının da sesinin gür çıkması gerekiyor.

Tâ ki, şefkat-siyaset ilişkisinde siyaset lehine şefkati zayi edenleri doğrultmak mümkün olsun.

Bediüzzaman’ın siyaset karşısındaki duruşu, bu açıdan, bir kez daha okunmalı, yeni baştan irdelenmeli…

Metin Karabaşoğlu / Moral Dünyası dergisi