Etiket arşivi: müceddid

Bediüzzaman’ın Müceddidlik Hakkındaki Mektubu Ve Modernistlerin İnkarcılığı

Maalesef son günlerde, bir kısım ulema-i su’, müceddiliği inkar etmek üzere bir sempozyum düzenlemiş. Diyanet İşleri Başkanı da TV’lerde yaptığı konuşmalarla müceddidlik ve mehdiyyeti inkar edecek cümleler kullanmış.

Bize gelen aşırı sorular sebebiyle hem Resulüllah’ın dilinden ve hem de Bediüzzaman’ın beyanlarından konuyla alakalı önemli noktaları sizinle paylaşacağız. Şunu da belirelim ki, bu izahlarımızla Fetö ve Haydar Baş gibi sahte müceddidleri tamamen konu dışına itiyoruz. Ancak bunları bahane edip bu iki mefhuma karşı savaş ilan edenleri de kınıyoruz. Maalesef “Taşlar bağlı ve köpekler serbest” olduğu için sosyal medyayı kullanıyoruz.

Cenab-ı Allah, insanlara doğru yolu göstermek için ihtiyaç nisbetinde onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerin sonuncusu Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)’dir. Ondan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir. “Muhammed adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. O, ancak Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur” (el-Ahzâb, 33/40).

Diğer ümmetlerde olduğu gibi Peygamberimizin ümmeti arasında da zamanla bid’at ve hurafeler baş gösterebilir ve bunun neticesinde müslümanlar dinden ve peygamberimizin sünnetinden uzaklaşmakla karşı karşıya gelebilirler. Ayrıca her gün değişen hayat şartları ve ilerleyen teknikle birlikte birtakım yeni meseleler ortaya çıkar ve bunlara dinî açıdan bir hüküm verme ihtiyacı doğar.

Toplum içinde çıkan bid’atlere karşı koyacak, dine yapılan saldırılar karşısında dini savunacak, yeni meselelere bir çözüm bulabilecek ve müslümanlara yeniden dinlerini öğretip onları yönlendirecek şahsiyetlere de bu ölçüde ihtiyaç hissedilir ki, peygamberlik müessesesi sona erdiğinden ve bundan sonra artık peygamber gelmeyeceğinden bu görev Peygamberimizin ümmetinden çıkan âlimlere düşmektedir. Bu âlimlere dinî literatürde “müceddid” denilmektedir.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek hir müceddid gönderecektir” (Ebu Davud, Melahim, 1).

Hadisin bazı rivayetlerinde, gönderilecek müceddidin, Rasulûllah’ın temiz sülalesinden olacağı bildirilmiştir. Ayrıca gelecek müceddidin bir değil birkaç olacağını söyleyenler de vardır.

İmam Suyutî tecdid hadisesi hakkında bir eser yazmış ve gelip geçen müceddidleri gösteren manzum cedveller nakletmiştir. Son cedvele göre o zamana kadar gelip geçen müceddidler şunlardır: Ömer b. Abdulaziz, İmam Şâfiî, İmam Ebu’l-Hasan el-Eş’arî, Ahmed İsferanî, İmam Gazalî, Fahruddîn Razî, Takyuddin b. Dakîki’l-Iyd ve İmam Bulkînî (Bulukkînî).

Bunların bazıları hakkında ihtilaf vardır. İmam Suyutî dokuzuncusunun kendisi olmasını ümit ediyor.

Dinde reform yapmak isteyenler, müceddidle ilgili bu hadisin kapsamına girmez. Nitekim gelmiş geçmiş bunca ulema içinden bir tanesi bile bu hadisi dinde reform manasına almamıştır.

Müceddid ile müteceddid’i birbirine karıştırmamak gerekir. Zira aralarında büyük fark vardır. Müteceddid, yenilik taraftarı olan, İslâm ile câhiliyye (bugünkü anlamıyla pozitivizm, materyalizm)’nin uzlaştırılmasından yeni bir sentez ortaya çıkaran ve ümmeti cahiliyye rengine boyayan kimsedir. Bunların gayesi dini tecdid değil onu yeniye uydurmadır. Müceddid ise; İslâm’ı cahiliyyenin bütün unsurlarından temizleyen sonra da mümkün olduğu kadar onu katışıksız olarak, olduğu gibi hayata iade eden demektir. Müceddid, cahiliyye ile anlaşmak ve uzlaşmaktan uzak olur ve her ne kadar önemsiz olursa olsun cahiliyyenin hiç bir izinin İslâm’ın herhangi bir kısmına yerleşmesine sabredemez.

Müceddidle peygamber arasında fark vardır. Peygamber; Allah tarafından açıkça emir almıştır. Kendisine vahiy gelir, peygamberlik davasıyla işe başlar ve insanları kendisine davet eder; îman veya küfür onun davasını kabul etmeye veya etmemeye bağlıdır.

Müceddid böyle değildir. O, Allah tarafından memur olsa bile teşriî olmayan, bir din ve düzen getirmekle ilgisi bulunmayan bir emirle memûr olabilir. Çok defa kendisi müceddid olduğunu farketmez, ancak kendisi vefat ettikten sonra fark edilir. (https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/muceddid)

ŞİMDİ DE BEDİÜZZAMAN’IN KASTAMONUDA KALEM ALDIĞI MEKTUPLARI OKUYALIM:

“Aziz, sadık, muhterem kardeşimiz Hoca Haşmet!

Senin, müceddid hakkındaki mektubunu hayretle okuduk ve Üstadımıza da söyledik. Üstadımız diyor ki:

Evet bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.
Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.

Hem bu üç vezaifi birden bir şahısta, yahut cemaatte, bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, âdeta kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî’nin (A.S.M.) cemaat-ı nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi’de ve cemaatindeki şahs-ı manevîde ancak içtima edebilir. Bu asırda, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatına ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihane neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalalet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırkbinler adam şehadet eder.

Amma benim gibi âciz ve zaîf bir bîçarenin, böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklemek tarzında, şahsımı medar-ı nazar etmemeli diyor ve size selâm ediyor. Biz de zâtınıza ve oradaki Risale-i Nur’la alâkadar olanlara selâm ediyoruz.

Risale-i Nur şakirdlerinden Emin, Feyzi, Kâmil”
Kastamonu Lahikası (189-190 )

“Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.

Hem üç mes’ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en a’zamı, iman mes’elesidir. Fakat şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mes’ele, hayat ve şeriat göründüğünden o zât şimdi olsa da, üç mes’eleyi birden umum rûy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev’-i beşerdeki cari olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en a’zam mes’eleyi esas yapıp, öteki mes’eleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.”
Kastamonu Lahikası ( 90 )
BU İZAHLAR AYNI ZAMANDA, DİNİ SİYASETE VE HÜKÜMET OLMAYA ALET EDEN FETÖ’YÜ ANLATMAKTADIR.

هذا الحديث من الأحاديث الصحيحة المشهورة ، يرويه الصحابي الجليل أبو هريرة رضي الله عنه عَنْ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أنه قال :
( إِنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ لِهَذِهِ الْأُمَّةِ عَلَى رَأْسِ كُلِّ مِائَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا )
رواه أبو داود (رقم/4291) وصححه السخاوي في “المقاصد الحسنة” (149)، والألباني في “السلسلة الصحيحة” (رقم/599)
والواجب على المسلم أن يؤمن بأحاديث رسول الله صلى الله عليه وسلم الصحيحة ، ويسلم بها، ولا يتردد بما جاء فيها ، فذلك من مقتضيات الإيمان بالرسول صلى الله عليه وسلم

KONUYU İNCELEMEYE DEVAM EDECEĞİZ…

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Her Yüzyılda Bir Gelen Müceddid Yenileyici Vasfına Sahiptir

Risale-i Nur, tarîkat değil hakikattır. Âyât- Kur’aniyeden tereşşuh eden bir nurdur. Ne şarkın ulûmundan ve ne de garbın fünunundan alınmış değil. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bu zamana mahsus bir i’caz-ı manevîsidir. Menfaat-ı şahsiye yoktur (Kastamonu Lahikası)

Risale-i Nur tecdid vazifesini ifa ederek müceddidiyetin sancaktarıdır. Nitekim müceddid lugatta: “Yenileyen. Yenileyici. Hadis-i sahihle bildirilen, her yüz yıl başında dini hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük âlim ve Peygamberin (A.S.M.) vârisi olan zât.(Ashab-ı Kütüb-ü Sitte’den İmam-ı Hâkim Müstedrek’inde ve Ebu Dâvud Kitab-ı Sünen’inde, Beyhakî Şuab-ı İman’da tahriç buyurdukları: Yâni: “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.” S.T.)(Her asır başında hadisçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri; emr-i dinde mübtedi’ değil, müttebi’dirler. Yâni, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (A.S.M.) harfiyen ittiba’ yoliyle dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebatılı ref’ u ibtal ve dine vâki tecavüzleri red ve imha ve evamir-i Rabbaniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler.

Ancak tavr-ı esasîyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden yeni izah tarzlariyle, zamanın fehmine uygun yeni iknâ usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile ifa-i vazife ederler. ş.)” olarak geçmektedir. Eğer önceki müceddidlerden herhangi birisinin izini takip etse o müceddid değildir. Çünkü yenileyen, yenileyici vasfına haiz değildir. Risale-i Nur ise kendisinden önce gelen müceddidlerin takip ettiği ve o müceddidlerin yolları olan 12 tarikatın çizgisinden farklıdır.

Bu sebeble Müstakil bir İslami fakültedir ki ne alimler ne ehl-i tarikler Risale-i Nurun sistematiğini anlamış değiller. Anladıkları zaman ise derakab Risale-i Nurun hizmetine intisab etmektedirler.

Her Hicri Yüz Yılda Müceddid Olanları Şöyle Sıralayabiliriz:
1- Ömer b. Abdülaziz  (H. 17-102/M. 638-720)
2- İmam-ı Şafii  (H. 150–204 / M. 767–819)
3- Ebu’l-Hasan Ali El- Eş’ari (H.260–324 / M.873–936)
4- Ebu Hamidi’l- Isfarayani (H. 344-955 / M. 406-1016)
5- İmam-ı Gazali (H. 450–505/M. 1058–1111)
6- Fahreddin-i Razi (H. 544–606 / M.1149–1209)
7- Mevlana Celalettin-i Rumî (H. 604–672/ M.1207–1273)
8- Zeynüddin-i Irakî (H. 725-806 / M. 1325-1403)
9- Celaleddin-i Suyutî (H.849–911/ M.1445–1505)
10- İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sani  (H. 971- 1033 / M. 1563-1624)
11- Şah Veliyullah Dehlevi (H.1114–1176 / M. 1702–1762)
12- Mevlana Halid-i Bağdadi  (H.1193–1242 / M. 1776–1826)
13- Bediüzzaman Said Nursi. (H.1293 – 1379 / M. 1878–1960)

Bu zevata nazar ettiğimizde kendisinden önce gelen asrın müceddidinin tarzından farklı yol izleyerek kendisini müceddidiyete götüren yolda ihsan-ı ilahi tarafından bu vazife omuzlarına konularak ilerlemişler ve asırlarının Kur’an ve Rasulüekrem (asm)’ı yansıtan güneşi olmuştur.

Ahirzamanın şehd-i Şehadeti (Kastamonu L.168) olan Risale-i Nur ise; hem ulemanın hem avamın imanını tahkiki yapmak ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bu zamana mahsus bir i’caz-ı manevîsi (Kastamonu L.202) olarak ahirzamanın ümmetine ahirzamanın müceddidi eliyle ihsan edilen ihsan-ı ilahi (Mektubat 68) olarak bizlere verilmiş ve omuzlarımıza konulmuştur. (Lem’alar 159,399)

Bizler, bu hizmeti bozarak veya hizmetin düsturları olan lahikalara zıd hareket ederek, hizmete ve hizmetin hürmetine taarruz etmiş oluruz. (Lem’alar 160) o halde bizler ahirzamanın ahını işiten Allam-ül Ğuyubun bize etmiş olduğu ihsan-ı şahanenin şehd’i, balı hükmünde (Kastamonu L.168)  ve Hakikat-ı Kur’an’iye etrafında İttihad-ı islamı (Em. L. 24) kurup ona isnad ve muhkem bir sur’u olarak hizmet eden Bediüzzaman yed’i ile bize ihsan edilen Risale-i Nur Külliyatına Harfiyyen ittiba ve iktida etmeye eski sermayelerimizle onu – Risale-i Nuru- izah değil onun – Risale-i Nurun – verdikleri ile kendimizi ve malumatımızı ıslah/tebdil/tadil/nesh etmeye mükellefiz.

Fakat Vaziye makuse olursa kaziye de netice de makuse (Mesnevi-i Nuriye 188) olacağı nazara alıp öyle hareket edilerek Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bu zamana mahsus bir i’caz-ı manevîsi (Kastamonu L.202) olan Risale-i Nurun esasatına zıd hareketten kendimizi muhafaza etmekle etrafımızda önde görünen kimselerin Hareketleri Risale-i Nurun Mizanları ile mizana çekilmeli muvafıksa kabul değilse reddedilmeli (Sözler 663,700) ona göre basiretimizi açık tutarak ağbinin bir bildiği vardır deyip yanlış hareketleri ikaz etmemek o yanlışa ortak olmaktır.  (Mektubat 361) zulme rıza zulüm küfre rıza kürüdür kaziyesine dahil olur.

Risale-i nurun ikna ve izah tarzı bu asrın fehmine tam muvafıktır o halde bizler Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bu zamana mahsus bir i’caz-ı manevîsi (Kastamonu L.202) olan Risale-i Nurun esasatıyla amel etmeye nur talebesi olarak mecburuz. Esasatı kabul etmiyorsak nurun haricinde olduğumuzu bilmiyoruz demektir. O halde mezkur vaziyetler ve buraya yazmadığımız mesail nazar edilerek bu zamana mahsus olan Hizmet anlayışına muvafık hareket etmeliyiz. Taki bizlerde bu asrın insanı olarak hareket edelim hidemat-ı nuriyede muvaffak olalım. Yoksa bedenen bu asrın kafa ve kalp olarak mazinin ademi olursak manen ve madden buhranlar içerisinde oluruz. Ervah-ı Habise ve Mevadd-ı Şerireye mübtela oluruz. Ve onlarla mübtela neticesinde hizmette akim kalır manen ve madden evhama kalboluruz. Hafazanallah.

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bu zamana mahsus bir i’caz-ı manevîsi (Kastamonu L.202) olan Risale-i Nurun esasatında ittiba ve iktidada Cenab-ı Hak bizleri muvaffak kılsın.

Selam ve duayla

Muhammed Numan Yozgâtî

Bediüzzaman Hakkında Kısa Kısa…

Asrın Müceddidi Bediüzzaman

Cenab-ı Hak asırlar boyunca dini tecdid eden ve karanlıklı, girdaplı yollarını tenvir eden müceddidler gönderiyor. İşte bu şeref ve fazilete nail olan zatlardan birisi de Bediüzzaman Said Nursi’dir.

Bediüzzaman Said Nursi, Bitlis vilayetinin Hizan kazasının Nurs köyünde, 1876 yılında doğdu. Babasının ismi Mirza, annesinin ismi Nuriye’dir. Ailenin yedi çocuğundan dördüncüsüdür. 84 yıla sığdırdığı çileli hayatının her anını iman ve kur’an hizmetiyle geçirmiş nadire-i hilkat bir alimdir. Ama O’nun ilmi diğer alimlerin ilminden farklıydı.Hayatına ve eserlerine baktığımızda ilminin kesbi olmayıp, vehbi olduğunu her satırında görebiliyoruz.

Said Nursi bir gün rüyasında kıyametin koptuğunu görür. Bu esnada Peygamber Efendimizi(sav) ziyaret etmeyi arzu eder.Peygamberimizi nasıl ziyaret edebileceğini düşünürken, gidip sırat köprüsünün başında beklemek aklına gelir.

Bütün insanlar buradan geçer ve Peygamber Efendimiz de buradan geçerken ziyaret edip elini öperim, diyerek sırat köprüsünün başında bekler. Orada bütün peygemberlerle görüşür ve onların elini öper. Nihayet son peygamber Hz.Muhammed (sav)’in ellerine kapanır ve O’ndan ilim talep eder. Hz.Peygamber (sav):’Ümmetimden sual sormamak şartıyla sana İlm-i Kur’an verilecektir’ diye müjde verir.Heyecan ve sevinç içinde uyanır.

İlme ziyade meftun olan Said Nursi’de, bu rüya üzerine ilme ve ilim tahsiline şiddetli bir iştiyak uyanır.Bu sebeple köyünden ayrılıp ilmi tahsile çıkar. Çok kısa zamanda medreselerde okutulan ilmi tahsil eder. Aynı zamanda 90 cilt kitabı da hafızasına alır. Hıfz ile zekanın bir arada bulunması nadirdir.Lütf-i ilahi ile ikisi de Said Nursi’de cem olmuştur ve zamanın alimleri tarafından Bediüzzaman (zamanın garibi) adıyla yadedildi.

Bediüzzaman’ın en önemli özelliklerinden birisi de, sadece din ilmini değil, aynı zamanda tarih, coğrafya, matematik, jeoloji, fizik, kimya, astronomi ve felsefe gibi ilimleri de tahsil etmiş olmasıdır. Zaten asıl gayesi de fen ilmiyle din ilmini bir arada okutmaktı.

”Aklın nuru fen ilimleri kalbin nuru din ilimleri, ikisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar.Birbirlerinden ayrıldıkları vakit, birincisinden hile ve şüphe, ikincisinden de taasub(körü körüne bir şeye bağlanma) ortaya çıkar.”

Bediüzzaman islam aleminde yeni bir irşad ve tebliğ hareketi başlatmıştır. O, maneviyat aleminde bir sultan olduğu gibi, irşad aleminde bir müceddiddir. İnsanlığı kuşatan, gençliği kasıp kavuran imansızlık ve ahlaksızlık cereyanları gibi bütün küfür ve dalalet buzlarını eriterek, bu asrı ilim ve irfanıyla saadet ve selamete çıkaran bir güneştir. Anadolu’nun ıssız ve tenha bir köşesi olan Nurs köyünün ufkunda doğan bu güneş, bütün dünyaya yayılarak paslanmış vicdanları, çorak çöllere dönmüş fikir ve kalpleri cennet bahçelerine çevirdi.

Bediüzzaman Van’da iken, Tahir Paşa gazetede çıkan müthiş bir haberi göstermiş. Haberden anlaşıldığına göre İngiliz Müstemleke Nazırı Gladstone elindeki Kur’an-ı Kerimi göstererek şöyle demiş: ‘Bu Kur’an müslümanların elinde bulundukça biz onlara hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, ya Kur’an’ı ortadan kaldırmalı veya müslümanları ondan soğutmalıyız.’Bu müthiş haberi okuyan Bediüzzaman ”Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve ispat edeceğim.” deyip hayatı boyunca mücadele edip vecizane söylediği sözü isbat etti ve şöyle diyordu:

Bir tek gayem var. O da mezaristana yaklaştığım bu zamanda, islam memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşların seslerini işitiyoruz. Bu ses alem-i islam’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve müslümanları imana davet ediyorum.” (Şualar,s.427)

O bereketli ömrünü hep iman kurtarmak ve imansızlık hastalığını tedavi etme faaliyetleriyle geçirmiştir. Asla kendi rahat ve menfaatini düşünmemiş, 28 sene hapse sürüklendiği, 21 defa zehirlendiği, sebepsiz yere türlü türlü işkencelere maruz kaldığı halde, bakalım bu yüksek hamiyetli zat, sarsılmaz imanıyla, tarife sığmayan cehd ve gayretiyle neyi düşünüyor?: ”Bana ızdırap veren, yalnız islamın maruz kaldığı tehlikedir. İşte benim ızdırabım, yegane ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeğe bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkatlere maruz kalsam da, iman kalesinin istikbali selamette olsa.’ Ve yine şöyle der:

Beni nefsini kurtarmayı düşünen hodgam bir adam mı zannediyorlar.Ben cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsür senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti.

Çekmediğim cefa, görmediğim ceza kalmadı. Divan-ı harpte bir cani gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan menedildim.Defalarca zehirlendim.Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım .Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim beni intihardan men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti. İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felaket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı saadet ve selameti yolunda nefsimi ve dünyamı feda ettim .Helal olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü bu sayede Risale-i Nur hiç olmazsa birkaç yüz bin, birkaç milyon kişinin, adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon savcısı beşyüzbin demişti. Belki daha ziyade imanı kurtarmağa vesile oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd olsun.

Sonra, ben cemiyetin iman selameti yolunda ahiretimi de feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var ne de cehennem korkusu. Cemiyetin imanı namına bir Said değil bin Said feda olsun. Kur’anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem. Orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım, çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.”

İşte insanı en çok meftun eden O’nu o külli şeref ve mertebeye yükselten meziyetlerden biri de güneş gibi parlayan sağlam imanıdır.

Ne yazıktır ki, bağrımızdan fışkırmış, bu millete şeref kazandırmış, karanlıkta kalmış gönüllerimizi aydınlatmış, Hak yolundan sapmış, dalalette boğulmuş insanları dalaletten kurtararak Hak yoluna getirmiş bu nurlu, faziletli, vatanperver, iffetli ve gayretli zat, bizden hürmet yerine sadece türlü türlü işkence ve zulüm görmüştür.

Fakat O, bundan hiçbir zaman yılmamış, bir adım bile yolunu değiştirmemiştir.Aksine O, hakkalyakin derecesinde inanmış ki, mücadelesiz, ızdırapsız ve fedakarlıksız hiçbir dava kök tutmaz. Bu inanç ve gayretle hizmetine devam etmiş ve şu an milyonları aşan hakiki ve sadık talebeleri bütün dünyaya Kur’an’ın sönmez nurunu karanlık gönüllerde birer meşale gibi yaymış ve aydınlatmış.S öndürülmek için yapılan tazyik ve işkenceler, nurunun daha ziyade parlamasına neden olmuştur. Allah’a binlerce kez şükürler olsun.

Bediüzzaman’ın kitaplara sığmayan bir derya gibi hayatının bir damlasını bile olsa acizane ifade etmeye çalıştım. Fakat Bediüzzaman’ı tam olarak anlayabilmek için mutlaka ilim deryası olan eserlerini okumak gerekir.

Mehmet Naci Sönmez

www.NurNet.org

Risale-i Nurlar Neden Müceddiddir?

Neden asrımızın müceddidi Bediüzzaman ve Risale-i Nur eserleridir? Bunun dini müdafaa, Kur’ân-ı Kerim hakikatlerini ispat ve Sünnet-i Seniyyeyi ihya vazifelerinin yanında pek çok sebepleri vardır.

Her ne kadar Bediüzzaman “Müceddid” unvanını Risale-i Nurlara vermiş olsa da bu hizmet, şahsının gayreti, mücadelesi ve kalbini safi bir şekilde yüce Allah’a teveccüh ettirerek ilhama mazhar olacak hale getirmesi bakımından şahsının ve şahsiyetinin varlığını inkâr etmek elbette mümkün değildir. Bediüzzaman bir çekirdek olmuş, toprağa girip çürüdükten sonra şahsı “Risale-i Nur” şahs-ı manevisi olarak tezahür etmiştir. Ehl-i dalalete karşı “ölümüm başınıza bomba olup patlayacak” sözü böylece gerçekleşmiştir.

Birincisi, iman hizmetidir. İnsanın yaratılış amacı Allah’ın birliğine ve ahiret hayatına iman etmektir. Kurtuluşun sebebi ve saadet-i ebediyenin vesilesi imandır. İmansız amel ve ibadet makbul değildir. İmanda şüphe ve tereddüt imanı giderir. Bu asırda en büyük hastalık ve musibet imansızlık ve iman zafiyetidir. İman esaslarını izah ve ispat eden Bediüzzaman ve Risale-i Nurlardan başka eser ve Bediüzzaman’dan başka bir âlim bulunmamaktadır. Taklidî imanı tahkiki hale getirmek için Risale-i Nur’u okumak yeterlidir.

İkincisi, Kur’ân ve Sünneti Müdafaasıdır. Bu konuda Risale-i Nur’dan daha müessir başka eserleri bulmak zordur. İlk akla gelen kitaplar Risale-i Nur eserleridir. İslam ve peygamber düşmanlarının bütün hücumlarına cevap vermiştir. Sünnet-i Seniyye’nin önemi anlatılmış ve “her nevi bid’aların ilacının” sünnete sarılmak olduğu ispat edilmiştir.

Üçüncüsü, hitabı umumidir. Her tabaka insana hitap etmektedir. Gençler, hanımlar, ihtiyarlar, hastalar için risaleler yazılmıştır. İrşadı ve eğitimi insanların bütün tabakalarını kapsamaktadır.

Dördüncüsü, irşadı sosyal hayatın bütün tabakalarını kapsamaktadır. Ehl-i kitap, tarikatçılar, siyasiler, şia, ehl-i sünnet, materyalistler, vehhabiler, bid’atçılar, mezhepler ve mezhebsizler, milliyetçiler, müminler, münafıklar ve inkârcılar… Her birine hitap ederek onların meselelerini açığa çıkararak çareleri göstermiş ve her birini hak ve hakikate irşat etmiştir. Hiçbiri de Bediüzzaman’ın irşadına ve izahlarına cevap verecek ilmi seviyeyi yakalayamamış ve acizliklerini kabul ederek boyun eğmişlerdir.

Beşincisi, sosyal hayatta toplumun sıkıntılarının “Cehalet, zaruret ve ihtilaf” olduğunu teşhis etmiş, bunlara karşı Kur’ân-ı Kerimden çareler sunmuş ve siyasilere yol göstermiştir.

Altıncısı, Mü’minlerin arasındaki ihtilafların “İhlâs” eksikliği olduğunu teşhis etmiş ve çarelerini göstermiştir. Hizmetin başarısının sırrının ihlâs olduğunu izah ettiği gibi, Başarsızlığın sebeplerini de mü’minlerin ihlâstan uzaklaşma olduğunu izah ve ispat etmiştir.

Yedincisi, cihad kavramına çağın gereği olarak Kur’an ve Sünnete uygun Asr-ı Saadet bağlamında izahlar getirerek izah etmiştir. Cihadın amacının imanı kalplere ve gönüllere yerleştirmek olduğunu, bunun da bu zamanda iman hakikatlerini basın ve yayın yolu ile yaymak ve neşretmek olduğunu izah ederek “manevî cihad” kavramını öne çıkarmış ve bunun prensiplerini ortaya koymuştur.

Sekizincisi, Avrupa’nın ilerleme ve Müslümanların geri kalma sebeplerini teşhis etmiş, çarelerini göstermiştir. Bu konuda ulema, din adamları, siyasiler ve eğitimcilerin neler yapması gerektiğini en güzel şekilde göstermiştir. Mü’minlerin geri kalmalarının en büyük sebebinin ümitsizlik hastalığı olduğunu teşhis etmiş ve ehl-i imanın ümit vermiş ve hedefler göstermiştir.

Dokuzuncusu, siyasi kavramlara Kur’an Sünnet ve Asr-ı Saadetten açıklık getirmiştir. Bu bağlamda, demokrasi, cumhuriyet, meşrutiyet kavramlarının içlerini doldurmuş ve olması gerektiği şekliyle ortaya koymuştur. Hürriyet, muhalefet, siyasi partiler, seçim ve lâiklik gibi kavramları izah etmiştir ki bu şekilde izah eden bir başka din bilgini yoktur.

Bütün bu hususlar Bediüzzaman ve Risale-i Nur eserlerinin müceddit olduğunu anlamak için yeterlidir.

M. Ali Kaya

www.sorularlarisale.com