Etiket arşivi: Müslümanın Özellikleri

Gerçek Müslüman Olmak İçin Yalandan Uzak Kalıp Doğru Olmak Şartı Var!

Allah tarafından bütün insanları kurtarmak için gönderilen “Hatemül Enbiya” (Nebiler Mührü) olan Peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhissatu vesselam’ın en mühim sıfatı sıdktır. (Doğruluktur) Yani, O Hazretin (a.s.m.) Muhammedül-Emin sıfatını kendisine, onun düşmanları olan müşrikler dahi kabul edip tasdik etmişlerdir. Çünkü “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol ”(Hûd 112) Ayet i Kerimeye mâsadak olacak Aleyhissalâtu vesselâmı, Emin sıfatına sahip olmak için, Şanı yüce Allah’ımız daha önce onu hazırlamış.

Bir gün Peygamberimizden (a.s.m.) Sahabe-i Kiram sormuşlar mümin korkak olur mu? Olabilir buyurmuş. Yine sormuşlar mümin cimri olur mu? Cevaben yine olabilir buyurmuş. Yine sormuşlar mümin yalancı olur mu? Bu sefer hayır asla olamaz buyurmuş Peygamberimiz (a.s.m.) hadisi şerifinde mealen: “Acı da olsa Hakkı söyle” buyurmuş. Yani kendi aleyhinize olsa bile hakkı, doğruyu ketmetmeyin söyleyin buyurmuşlardır.  Kur’an-ı Kerimin ölçülerine göre de, iki yüzlü olan münafık,  kâfirden daha kötüdür gerçeğini Allah (c.c.) şu Ayet-i Kerimenin meâli ile: “Şüphesiz münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar” (Nisâ 145) ayeti kerimesi tasdik ediyor. Yani,  kendini yalanla gizlemeye çalışanların hâli, kâfirden daha şiddetli olduğunu Allah’ın bu Âyeti Kerimesinden anlamış oluyoruz.

Peygamberimiz (a.s.m.) Bir hadisi şerifinde: Münafiğin “alâmeti üçtür.” buyurmuşlardır ve alametlerini şöyle sıralamışlardır:

1-“ Söylediği  zaman yalan söyler.”

2- Verdiği sözde durmaz.

3- Emanete hıyanet eder.”(Buhari, Müslim,Tirmizi)

Evet bu sayılan münafıklığın alametlerinin üçünde de yalan ve sahtekârlık var. Çünkü münafik başkasını kandırmaktan meydana gelen bir sıfatın ismini taşıyor. Münafıklar “iman edenlerle karşılaştıklarında: “bizde inandık” derler, kendi şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında: “Emin olun biz sizinle beraberiz, biz onlarla ancak alay ediyoruz.”derler. (Bakara 14)  Burada kâfirden kötü olan münafığın sıfatını sizde görüyorsunuz ki: Doğruluğun zıddı olan yalancılıktır. Yalancıların yalanları, sahiplerini cehennemin en alt tabakasına düşürmeye sebep olmaktadır.

Biz yukarıdaki ölçüler aynasında, bugünkü halkımızın ne hale geldiğini esefle görüyoruz. Vatandaşımız Müslüman geçinip, imanı o kadar zayıflamış ki, hiç çekinmeden yalan söyleyebiliyor. Bu hale düşen Müslümanların yardımına koşmamız icap ediyor. Onlara karşı elimizden geldiği kadar vazifemizi yaptıktan sonra, Allah yardımcıları olsun demekten başka çaremiz kalmıyor.

Bugün bir ustaya herhangi bir iş yaptıracaksan, dinimizin emrine göre o ustaya karşı su-i zan’la değil hüsn’ü zanla davranmak lazım. Ama senin o davranışının peşinde aldanmaman için de, tedbiri elinden bırakmaman lazım.  Çünkü insanların çoğu itimatsız olunca, nadir (çok seyrek) olan dürüst kimseyle de karşılaşsan, sütten yanan yoğurda üfler misali aman bu da ötekiler gibi aldatmasın diye dikkatli olma mecburiyetindesin. Yine bütün bunların, imansızlık veya imanlarının zayıflığından ileri geldiğini unutmayalım.

Bizim dinimiz bizdeki şefkat duygularımızı geliştirdiği için öteden beri güzel adetlerimizden olan “Karzı hasen” (faizsis borç) la Müslüman kardeşin yardımında bulunup, ona borç para vermek. Şimdi param yok ileride öderim diyene karşı da, verir ümidiyle veresiye mal satmak, bizim güzel adetlerimizdendir. Fakat Kur’an-ı Kerim her asırda yaşayana cevap verdiği için, insanları bu hale düşmekten korumak maksadıyla, en uzun Âyet-i Kerime olan “Müdayene” ( Borçlanma Âyeti) ile (Ey iman edenler, birbirinizden belirli bir vade ile borç aldığınızda, onu yazın; aranızda doğrulukta tanınmış bir yazı bilen kişi, onu yazsın. Yazı bilen kişi de kendisine Allah’ın öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin.) (Yani hile Katmasın) (Bakara 282)

Bu Âyet-i Kerime bize, alıp satarken veya borç para verirken, şahitler huzurunda o muameleyi yazmayı emrediyor. Bazı Müslümanlar, geçmişteki güzel adetlerine devam etmek için, alış veriş yaparken, müşterilere itimat ettikleri için, hiç kayıt yapmadan mal veya para veriyorlar. Fakat sonra bu sebepten adamın canı yanıyor ve karşıdaki adamla da araları açılıyor.

Bu hal kendi malımız değil, ecnebilerden bize gelen kötü ahlaktır manayı bıraktık, maddecilik ve imanın zaafa uğraması yüzünden, vatandaşlarımızın çoğu, İslam’daki iktisat emrine uymadılar.  Bunlar emek vermeden kısa zamanda çok para kazanma hırsına kapıldılar. Acaba ödeyebilirmiyim? Yoksa ödeyemez miyim? Hiç düşünmeden ve dinimizde yalan çok kötü olduğunu nazara almadan, sermayesiz borçla iş yapmaya giderler. Sonuçta bir çok Müslüman’ın arası açılıyor. Öldükten sonra dirilip, burada yaşadığı hayatından inceden inceye Allah’a hesap verme inancı, ya yok, veya çok zayıf olduğundan, bu hale düşüyorlar.

Sağlam iman sahibi olan Müslüman’a gelince, onda bu işler çok farklı olarak kendini gösterir. Diyelim ki sanatkârdır. Birine bir iş yaparken, yaptığı işi kendisi beğenmeden müşteriye teslim etmez. Bir yerden bir para mı isteyecek, ödeyebileceği günden daha geç bir tarih verir ki, sonra mahcup olmasın. Parayı harcarken de, çok   dikkatli davranır. Çünkü Allah (… İsraf etmeyin, çünkü O (Allah) israf edenleri sevmez) (A’raf 31) İşte bu Ayet-i Kerime bize iktisadı emredip İsraf yapmayı yasaklıyor. Bundan ötürü, sağlam imana sahip bu zat, evinde azami iktisatla yaşamaya çalışır. Hele borçlu iken ekmeğini tuzla, acı bibere banarak yer ve bunu yaparken yaptığından eziklik hissetmek şöyle dursun zevk alır ve şeref duyar. Bunda şeref mi olur dersen:

Tabii ki şereftir.  Çünkü Müslüman kendisi için yaşamaz dini için yaşar. O yemek için yaşamaz yaşamak için yer. Hatta: İnsanın en kıymetli malı olan canını bile, dini uğruna verirken, o dininin şerefini korumakla her zaman kendini mükellef his eder. Nasıl ki, onun kardeşleri olan diğer müminlerin sevinçleri ile de sevinir müferrah olur, onlara herhangi bir keder isabet etse, kederlerinden de hisse alır. Aynen bunun gibi müminin yaptığı bütün hareketler, ister iyilik olsun ister kötülük, beraber yaşadığı Müslüman cemaate de mal olacağını bilir. Ona göre davranır. Hatta farkında olmayarak da olsa, yaptığı herhangi hata cemaata mal olacağını bildiği için çok rahatsız olur. Hele yalana katiyyen tenezzül etmez . Çünkü, İşaratül İcazda, bak nasıl mükemmel bir ifade var :

Mü’min için: Yol iki görünüyor: Ya sükût etmektir: Çünkü söylenilen her sözün doğru olması lazımdır. Veya sıdktır. Yani: (Ya susmalı, veya konuşursan, doğruyu konuşmalı)

Çünkü İslamiyet’in esası, sıdktır. (doğruluktur)

İmanın esası, sıdktır.

Bütün kemalâta isal edici, sıdktır. 

Terakkiyatın mihveri, sıdktır.

Ahlak-ı âliyenin (yüksek ahlakın) hayatı, sıdktır.

Âlem-i İslam’ın nizamı, sıdktır.

Nev-i beşeri kâbe-i kamalata isal eden, sıdktır.

Ashabı kiram’ı bütün insanlara tefevvuk ettiren, (üstün çıkaran) sıdktır.

Muhammed-i Hâşimi Aleyhissalatu Vesselam’ı mertebe-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır. (doğruluktur)

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.Org

Sorularla Ticaret Ahlakı. Müslümanın Ticaret Ahlakı Nasıl Olmalı?

Ticaretin ruhu, doğruluk, emniyet, yaşanan devri idrak, müşteriye karşı fevkalâde nazik ve terbiyeli davranmaktır. Bu hususların birinde kusur eden, ticaretin ruhunu hırpalamış, dolayısıyla da kendi kazanç yollarını tıkamış olur.

Ticaretin esası alış-verişe, girişimciliğe ve sermaye kullanımına dayanır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyiniz. Ancak, karşılıklı rızaya dayanan ticaret bunun dışındadır.” (Nisâ Sûresi, 4/29) “Allah alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır.” (Bakara Sûresi, 2/275) “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman hemen Allah’ı anmaya (namaza) koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın fazlından rızkınızı arayın. Allah’ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz.” (Cuma sûresi, 62/9-10)

Allah elçisinin, ticaret yapanlara ilişkin öğütlerinden bazıları da şöyledir: “Sözü ve muamelesi doğru tüccar, kıyamet gününde arşın gölgesi altındadır.” (İbn Mâce, Ticârât 1) “Bir kimse, gıda maddelerini toplayıp günün rayiç fiyatı ile satsa sanki onu yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine ücretsiz dağıtmış gibi ecir alır.” (İbn Mâce, Ruhûn 16) “Ey tüccar topluluğu! Hiç kuşkusuz, alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karışır. Bu yüzden, bu eksikliği sadakalarınızla telafi ediniz!” (Ebu Davud, Büyû 1) “Dürüst, sözüne ve işine güvenilen tüccar, nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizî, Büyû 4; İbn Mâce, Ticârât 1)

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ticarette ortaklıklarla ilgili olarak da çeşitli tavsiyeleri olmuştur. Bu konuda Kur’ân’da genel etik ölçüler verilmekle yetinilir. “Doğrusu, ortakların çoğu birbirinin haklarına tecavüz ederler. Ancak iman eden ve iyi işler yapanlar bunun dışındadır. Bunların sayısı ne kadar da azdır!” (Sâd Sûresi, 38/24) Başka bir âyette, miras malında ortaklıktan şöyle söz edilir: “Eğer ana bir erkek veya kız kardeşlerin sayısı birden fazla ise onlar, (miras malının) üçte birinde ortaktırlar.” (Nisâ Sûresi, 4/12) Ebû Hüreyre’nin naklettiği kudsî bir hadiste şöyle buyurulur: “İki ortak birbirine hıyanet etmediği sürece, üçüncüsü benim. Eğer onlar birbirine hıyanet ederlerse ben aralarından çekilirim.” (Ebu Davud, Büyû 26) Yine hadislerde şöyle buyurulmuştur: “Allah’ın kudret eli, ortaklar birbirine hıyânet etmediği sürece, onların üzerindedir.” (Ebu Davud, Büyû 26), “Kârın paylaşılması, ortakların serbestçe belirlediği şartlara göre olur. Zarara katlanma ise sermaye oranlarına göredir.” (İbn Mâce, Ticârât 63)

Hz. Peygamber (s.a.s)’in ticarî ve iktisadî hayatla ilgili birçok söz, fiil ve takrirleri vardır. Nitekim Allah’ın Elçisine en üstün kazancın hangisi olduğu sorulunca şöyle cevap vermiştir: “Kişinin elinin emeği ve mebrûr alış-veriştir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/466) Bu da, yalan yere yemin ve aldatma karışmayan alış-verişi ifade eder.

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bizzat kendisi de alış-veriş yapmış, borçlanmış, rehin vermiş, ortaklık yapmıştır. O, insanlar çeşitli ticaret muameleleri yaparlarken peygamber olmuş ve onları ticaretten men etmemiş, aksine rızkın onda dokuzunun ticarette olduğunu bildirmiştir. (Münâvî, Feyzü’l-kadir, 3/220) Ancak ticaret hayatında haksız kazanca yol açabilen faiz, karaborsacılık, yalan, hile, gabin1 ve garar2 gibi şeyler yasaklanmış, hak sahibinin hakkını alabildiği ve haksızlık yapmak isteyenin dışlandığı bir ekonomik sistem hedeflenmiştir. Sağlıklı bir ticaret için, esnaf ve tüccarın kendi alanı ile ilgili bilgileri edinmesi veya yakınında her zaman danışacağı bir uzman bulundurması gerekir. Nitekim Hz. Ömer’in halîfe olunca böyle bir bilgilenme seferberliği başlattığı görülür. Onun bütün yöneticilere yayınladığı ilk ticaret genelgesi şöyledir: “İslâm’a göre, kendi ticaretiyle ilgili hükümleri bilmeyen kimse, bizim çarşı ve pazarlarımızda alış-veriş yapmasın. Çünkü bilmeme yüzünden faize düşebilir.”

“Kâr miktarı için bir sınır var mıdır?”

Âyet ve hadislerde ticaret ve kazançtan genel olarak söz edilmiş ve ekonomik hayatın belirli prensiplere göre, kendi tabii kuralları içinde yürümesi istenmiştir. Piyasanın kendi kuralları içinde ve İslâmî ölçülere göre yapılan ticarî faaliyetlerde oluşacak kâr meşrû sayılmıştır. Ancak toplumu aşırı kârla istismar etmek isteyen hırslı kimselere karşı da gerekli önlemler alınmıştır. Bu tedbirlerle, serbest rekabet esasının korunması ve insanların temel ihtiyaçlarının istismarının önlenmesi amaçlanmıştır. Faizin, karaborsacılığın, yalan ve hilenin yasaklanması, karşılıksız kazanç yollarının kapatılması ve gerektiğinde narha3 başvurulması bunlar arasında sayılabilir. Buna göre İslâm’ın, alış-verişlerde çeşitli mallara, yüzde hesabiyle bir kâr haddi belirlemediği görülür. Genel olarak arz ve talep kanunlarına bağlı, serbest rekabet esasları içinde oluşacak fiyatlar ölçü alınmıştır. Allah elçisinin, piyasa fiyatlarına müdahale etmesi ve kâr sınırlarını belirlemesi için yapılan başvurulara verdiği şu cevap beşeri ekonomi için de anlamlıdır: “Şüphesiz, fiyatı tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızkı veren Allah’tır. Ben, sizden birinizin mal ve can konusundaki bir haksızlıktan dolayı, hakkını benden ister olduğu hâlde Rabb’ime kavuşmak istemem.” (Ebu Davud, Büyû 49; Tirmizî, Büyû 73; İbn Mâce, Ticârât 27) Ancak şunu hemen belirtelim ki, satım akdinde yüzde üzerinden belirli bir kâr sınırının konulmaması, satıcının dilediği fiyata satış yapabileceği anlamına gelmez. Yalan yere yemin, malın ayıbını gizleme, malda bulunmayan niteliklerle malı övme, mâliyeti yüksek gösterme, mal darlığından yararlanma gibi yollarla müşteriyi etkileyerek piyasa fiyatının üzerine çıkmalarda “fâhiş fiyat” söz konusu olur. Burada hakkı olmayan fazlalık satıcıya meşrû olmaz.

“Fâhiş kâr nedir? Kâr miktarı yüzde kaçtır?”

İslâm’da aldatma, “gabn” terimi ile ifade edilir. Fâhiş gabn ve yesir gabn olmak üzere ikiye ayrılır. Çok aldatma ve az aldatma demektir. Az aldatma satım akdine zarar vermez. Çünkü bundan kaçınmak güçtür. Diğer yandan insanlar küçük fiyat farklarına rıza gösterirler. Fakat piyasa fiyatının üstüne çok çıkılırsa müşteri, aldatıldığını düşünür ve fazlalığı satıcıya helâl etmez. Bu yüzden de fahiş fiyat meselesi ortaya çıkar. Fâhiş fiyat miktarları içtihatla belirlenmiştir. Hanefîlere göre bilirkişilerin değerlendirme alanı dışında kalan çok yüksek veya çok düşük fiyatlarda “gabn (aldanma)” söz konusu olur. Belh fakihlerinden Nusayr ibn Yahya (v. 268/881), satım akdine konu olan malların, piyasadaki dolaşım hızını ve insanların bu mala olan ihtiyaçlarını dikkate alarak fâhiş gabni; gayri menkullerde %20, hayvanlarda %10 ve diğer menkul mallarda ise %5 olarak sınırlamış ve piyasa fiyatının üstünde veya altında bu oranlar aşılarak yapılacak satışların fâhiş gabn derecesinde olacağını belirtmiştir. Bu orana ulaşmayan fazlalıklar da yesir gabn kapsamına girer. Mecelle, 165. maddesinde bu ölçüleri kanun maddesi hâline getirmiştir. Ancak fâhiş gabnin, satım akdinin fesih sebebi olabilmesi için, aldatma ile birlikte bulunması gerekir. Aksi hâlde yalan ve hile olmayınca bir kimsenin müşteriye vereceği doğru bilgilerle malını dilediği fiyata satmasına da İslâmî bir engel yoktur. Malikilere göre, malın değerinin üçte birinden daha fazlasıyla piyasa fiyatının üstüne çıkmak veya aşağı düşürmek fâhiş fiyattır. Hz. Ebu Bekir (r.a)’ın uygulaması da bu şekilde olmuştur.

Kanaatimizce, İslâm’ın aşırı sayılan kârın miktarı konusunda kesin bir sınır getirmeyişi, nispetlerin tespitini ülke ve beldelerin örflerine bırakmak içindir. Mezheplerin bu konuda farklı ölçüler getirmesi de bunu göstermektedir. Diğer yandan peşin satışlarla, vadeli satışları kendi içinde değerlendirmek gerekir. Çünkü veresiye bir satışta kâr oranının yüksek tutulduğu bilinmektedir.

Sonuç olarak yalan ve aldatma karıştırarak piyasa fiyatının üzerinde satış yapan kimse için, bu fazlalık temiz kazanç olmaz. Hak sahiplerinin helâlleşmesi gerekir. Bu mümkün olmazsa bu gibi eksiklikler için yoksullara bağış yapmalıdır. Hadiste şöyle buyurulur: “Ey tüccar topluluğu! Alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karışır. Bu eksiklikleri sadakalarınızla telâfi ediniz.” (Ebu Davud, Büyû 1; Tirmizi, Büyû 4; Nesai, Eyman 7)

“Karaborsacılık nedir?”

İnsanların ihtiyacı olan bir malı, sırf pahalanmasını bekleyerek depolamak ve satışa sunmamaktır. İslâm’da ticaret hayatının serbest bırakılarak fiyatların serbest rekabet sonucu oluşması asıldır. Bazı mallar karaborsa için saklanınca piyasada mal darlığı olur ve talep fazlalığı sebebiyle fiyatlar sun’î olarak yükselmeye başlar. Karaborsacının gayesi de budur. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Karaborsacı ne kötü kuldur! Fiyatların düştüğünü öğrenince üzülür, yükseldiğini duyarsa sevinir.” (Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih, 6/549) “Bir gıda maddesini 40 gece depolayıp (ihtiyaç varken) saklayan Allah’tan uzaklaşmış, Allah da onu kendisinden uzaklaştırmıştır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/33) Karaborsacılığın oluşması için şu şartlar gereklidir:

1) Depolanan malın satın alınmış bir mal olması,

2) Gıda maddesi olması,

3) İnsanların depolanan malı almada sıkıntı ve ihtiyaç içinde olması.

Ebu Yusuf’a göre, gıda maddeleri dışında, piyasaya sürülmemesi topluma zarar veren her çeşit malda da ihtikâr söz konusu olur. Malı saklama süresi normalde kırk gündür, ancak toplumun sıkıntıya düşme durumuna göre bu süre kısalabilir. Nitekim günümüzde akaryakıt ve tüpgaz gibi ihtiyaç maddeleri iki üç gün gibi kısa bir süre piyasadan çekilse toplum büyük sıkıntıya düşer, aksi durumunda, özellikle zarûrî maddelerin fiyatlarına narh uygulamasına da bir engel yoktur.

“Kabzdan önce satış yasağı nedir? Ticaret hayatında ne gibi etkileri olur?”

Satın alınan bir malın fiilen teslim alınmasına “kabz” denir. Malın teslim alınmazdan önce, müşteri tarafından üçüncü bir kişiye satılması, ilk satıcı ve alıcı arasında teslimle ilgili olarak çıkabilecek bir anlaşmazlık, ikinci satışı da etkileyecektir. Malın ilk satıcıdan teslim alınamaması; onun sözünde durmaması, malın telef olması veya defolu çıkması gibi sebeplerden kaynaklanabilir. Böyle bir durumda, bir önceki problem çözülmedikçe, ikinci satıcı taahhüdünü yerine getiremeyecektir. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kim bir gıda maddesini satın alırsa onu kabzetmedikçe başkasına satmasın.” (Buharî, Büyû 54, 55; Müslim, Büyû 29-32; Ebu Davud, Büyû 65) Bu hadiste zikredilen yiyecek maddesi örnek kabilinden olup hadis bütün menkul eşyanın alım satımını kapsamına alır. Kabzdan önce başkasına satış geçerli olursa bu durum, mal hiç yer değiştirmeden, hatta henüz mal üretilmeden fiyatının yükselmesine sebep olur. Bir takım aracılar, malı hiç görmeden kağıt üzerinde kazanç elde etmiş olurlar. Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf’a göre, gayri menkul üzerinde kabzdan önce tasarrufta bulunmak caizdir. Dayandıkları delil, “istihsan” prensibidir. Çünkü gayri menkulün kabzdan önce telef olması veya değişikliğe uğraması çok seyrek görülen bir durumdur. Seyrek olan bir şeye ise itibar edilmez. İmam Muhammed, Züfer ve Şâfiî’ye göre gayri menkulün de menkuller gibi, kabzdan önce satışı caiz değildir.

İslâm’da borçlu ve alacaklının sahip olduğu hak ve görevler nedir?

Her konuda olduğu gibi ticaret hayatında da verilen sözlerin tutulması önemlidir. Kişinin özünün ve sözünün bir olması, sözünün senet sayılması, ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün özdeyişleri, toplumun vicdanında yer etmiştir. Büyük ölçüde kul haklarının söz konusu olduğu ticaret hayatında sözünde durmak, ticarî taahhütleri gününde yerine getirmek önemlidir. Aksi halde kul hakları ihlalleri ortaya çıkar ve helalleşme olmadıkça konu ahiretteki hesaplaşmaya kalır. Kur’ân-ı Kerîm’de, karşılıklı borçlanmalarda bunun yazıyla tespiti yanında, verilen sözlere ve yapılan antlaşmalara uyulması istenmiştir. Âyetlerde şöyle buyurulur: “Ey iman edenler! Yaptığınız sözleşme hükümlerini yerine getirin.” (Mâide Sûresi, 5/1) “Verdiğiniz sözü yerine getirin, çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.” (İsrâ Sûresi, 17/34) Hz. Peygamber’in aşağıdaki hadisi de yukarıdaki âyetleri tefsir eder. “Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar. Ancak haramı helal, helalı haram kılan şart bunun dışındadır.” (Buharî, İcâre 14; Tirmizî, Ahkam 17) Diğer yandan ödeme güçlüğü içinde olan borçluya gerekli kolaylığın gösterilmesi gerekir. Âyette şöyle buyurulur: “Eğer borçlu darlık içindeyse ona eli genişleyince kadar süre vermek vardır. Bilirseniz, borcu bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara Sûresi, 2/280) Ancak ödeme gücü olduğu hâlde, borcunu vadesinde ödemeyen kimse alacaklıya zulüm yapmış olur. Hadiste şöyle buyurulur: “Borcunu ödeme imkânı olan bir kimsenin borcunu ertelemesi bir zulümdür.” (Buharî, Havale 1,2; Müslim, Musâkât 33; Ebu Davud, Büyû 10; Tirmizî, Büyû 68) Alacaklı böyle varlıklı kimseden alacağını mahkeme yoluyla zorla alabilir. Bir kimse gerek ihtiyaç yüzünden gerekse yatırımlarını büyütmek, daha fazla mal alarak cirosunu arttırmak gibi maksatlarla da borçlanabilir. Ödeme gücünü aşmayacak şekildeki borçlanmalarda bir sakınca bulunmaz. Nitekim Hz. Peygamber de zaman zaman ihtiyaç yüzünden borçlanmıştır. Meselâ, bir Yahudî’den veresiye yiyecek satın almış ve zırhını rehin olarak bırakmıştır. (Buharî, Cihad 89)

Ödemek niyetiyle borçlanan kimseye Cenab-ı Hak yardımcı olur. Ebû Hüreyre’(r.a)’ın naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: “Kim ödemek niyetiyle borçlanırsa Allah onu bu borcu ödemeye muvaffak kılar. Kim de başkasının malını telef etmek niyetiyle alırsa Allah onu telef ettirir, ödemeye muvaffak olamaz.” (Buharî, İstikraz 2) Borçlanmada niyetin önemi Ebû Ümâme (r.a)’ın naklettiği şu hadiste daha açıktır: “Bir kimse ödemek niyetiyle borçlanır, fakat borcunu ödeyemeden ölürse Allah onun borcundan vazgeçer ve istediği bedeli vererek alacaklısını razı eder. Buna karşılık ödeme niyeti olmaksızın borçlanan kimse, borcunu ödemeden ölürse Yüce Allah ondan alacaklıların hakkını alır.” (Kamil Miras, Tecrid-i Sarih, 7/273) Ancak bu dua ve sakındırmalar, İslâm’da borçlanmanın caiz olmadığı anlamına gelmez.
Borçlanmayla alakalı İslâm’ın tavsiyesi ölçünün kaçırılmaması ve ödeme gücünü aşacak borç yükü altına girilmemesidir.

Cenab-ı Hak’tan haramdan arınmış, bereketli helal rızık nasip etmesini dileriz.

Prof. Dr. Hamdi Döndüren

Sorularlaİslamiyet

 

Dipnotlar

1. Alış-verişte aldatmak, eksik vermek, saklamak, gizlemek, farkına varmamak gibi anlamlara gelen gabn, Hanefilere göre ikiye ayrılır ve her ikisinin de kendine göre hükümleri vardır. Fâhiş gabn; herhangi bir malı o malın fiyatı hakkında bilirkişilerin belirleyeceği fiyattan oldukça fazla bir fiyatla satmak veya bu ölçüde düşük bir fiyatla satın almaktır. Yesir gabn ise bu derece yüksek veya düşük olmayan, insanların aldanma saymakla birlikte müsamaha ile karşıladıkları bir bedelle satış yapmaktır.

2. Garar; ticarette aldanma riski ve bilinmezlik manasına gelir. İslâm meyve, sebze ve ekinlerin çiçeğinde iken veya henüz olgunlaşmadan önce satışını yasaklamıştır. Çünkü böyle bir üründe garar, yani telef olma veya meydana gelmeme riski söz konusudur.

3. Narh, eşya fiyatlarının devlet; belediye veya başka yetkililerce belirlenmesi ve esnaf ve tüccarın bu fiyatların dışına çıkmasının yasaklanmasıdır.

Sıdk ve Doğruluk Nedir? Sıddık Kime Denir? Sıdk ve Sadakat İlişkisi Nedir?

Takdim

Bu tebliğimizde SaidNursi’nin sıdk anlayışını belirtmeye çalışacağız. Konunun daha iyi anlaşılması için, önce umûmiyet itibariyle, İslam’ın sıdk meselesine bakışını belirtecek, İslamın bütünü içinde sıdkın ve onun uygulaması olan sadâkatin yerini ortaya koyacak, daha sonra Said Nursi’nin görüşlerine yer vereceğiz.

Asıl mevzumuza geçmeden önce, bir noktayı daha belirtmekte fayda var. Asıl konumuz kizb (yalan) olmamakla beraber, ister istemez kizbe de temas edeceğiz, çünkü eşya, zıtlarıyla bilinir ve “sıdkın zıddı” ise “kizb“tir, yalandır.

I-İSLAM’DA SIDK VE KİZB

Sıdk, lügat olarak, kizbin [yalanın] zıddıdır; doğruyu söylemek, söz söyleyince haktan ayrılmamak gibi bir manaya gelir. 2 Ancak yaygın kullanışı içersinde sadece sözdeki doğruluk için kullanılmaz. Gazali bu kelimenin, “niyet,” “irade,” “vefa,” “azîm” ve “amel” gibi başka hususlardaki sadâkat ve doğruluğu ifade etmek için de kullanıldığına dikkat çeker 3 ve en üstün derecesinin, dinin bütün makamlarında [: havf (korku), reca (ümit), tazim (saygı, büyüğü büyükleme), züht, rıza, tevekkül, muhabbet vs.] yer verilen sadâkat ve doğruluk olduğunu söyler. 4

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de aynı sıdk kökünden gelen sadâkat, sâdık, sıddîk, sıddîka, tasdîk, musaddık gibi farklı kelimelere çokça yer verilir.

Sıdk ve sadakat kelimelerinin Kur’an ve hadiste öyle kullanılışları vardır ki onları “İslam” ve “iman” kelimeleriyle karşılamak, müteradifleri gibi aynı manada anlamak mümkündür. Şu ayette geçen “sıdk”ı, Resulullah’a gelen veya Cebrail’in getirdiği hakikat, bir başka ifade ile “Kur’ân” hattâ “İslam” olarak anlamamız mümkündür:

Allah hakkında yalan söyleyen ve geldiği zaman hakkı (Kur’ân’ı) yalanlayandan daha zâlim kim var? Kafirler için cehennemde yer mi yok? Sıdkı (hakkı, Kur’ân’ı) getiren ve onu tasdik eden(ler)e gelince; işte onlar müttakilerdir.” (39, Zümer 32-33).

Hemen belirtelim ki, “sıdkı getiren” ibaresinden, alimlerimiz Cebrail’i anladıkları gibi Hz. Peygamber veya diğer peygamberleri de anlamışlardır. 5 Bu ayette din, sıdkla ifade edildiği gibi, başka ayetlerde de imanda ve amelde kemâle eren mümin, “sâdık” kelimesiyle ifade edilir: “Allah’a inanıp sonradan şekke düşmeyen müminler var ya!.. İşte onlar, ‘sâdıklar’dır.” (49 Hucurât 15). “Lakin iyi olan, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, O’nun sevgisiyle akrabaya, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekat veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaşta sabredenlerdir. İşte onlar doğrulardır ve müttakiler [sakınanlar] ancak onlardır.” (2 Bakara 177).

Kur’ân-ı Kerîm’in müminlere sunduğu örnek bir duada talep edilecek bir ideal; “yardımcı bir kuvvet” e sıdktır: “Ve de ki: ‘Ey Rabbim! Gireceğim her yere doğrulukla girmemi, çıkacağım her yerden de doğrulukla çıkmamı nasîp et. Bana yüce katından yardımcı bir kuvvet ver.'” (17 İsra 80)

Ve bir kısım büyükler, Allah’ın rızasını arama gayesine ulaşmada sıdkı binek, hakkı kılıç kılmışlardır. 6

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın nimetine mazhar olan sırat-ı müstakîm ashabını sayarken, peygamberlerden sonra sıddîkleri zikreder. Diğerleri, yani “şehidler” ve “sâlihler,” bunları takiben gelirler (4 Nisa 69).

Şu halde, İslam’a göre, peygamberlikten sonra gelen en üst mertebe, dinin önem verdiği her hususta sıdkı esas alanlara verilmiş olmaktadır. Ayette sıddîk tabiri geçer. Sıddîk ise sıdkı adet haline getirmiş ve bu vasfı âdetlerinde gâlip kılmış kimseye denmektedir. Ayet ve hadislerde sıddîk kelimesinin kullanımlarından hareketle ulema, bu kelimeden birkaç mâna çıkarmıştır:

1-Sıddîk: Dinin tamamını, herhangi bir şüpheye yer vermeden tasdîk edendir.

2-Ashabın en faziletlileridir.

3-Hz. Peygamber Aleyhissalatu Vesselam’ı ilk tasdîk eden, Ebu Bekir’dir. Ve Resulullah’ın pek zayıf bir zamanında verdiği destekle İslam’ın tesisine -“Bir hayra sebep olan, o hayrı işleyenlerin sevaplarına iştirak eder” hadîsince- katkısı diğer büyüklerinkinden daha fazladır ve bu sebeple ulema, Resulullah’tan sonra en efdal onu bilmekte icma etmiştir. 7

“Sıddîk” kelimesinin, “kibrinden tamamen uzaklaşmış (ve İslam’ı her yönüyle, kâmil seviyede ve eksiksiz hayata geçiren) örnek kişi (veli),” mânasında da kullanıldığını göstermek için, Gazali’nin bu sadede giren bir cümlesini aynen aktarıyoruz: “Kibri alt edebilen bir adam, ‘zamanının sıddîkidir.’ Onun ilim ve irfanından istifade şöyle dursun, mübarek sîmasına bakmak bile ibâdettir. Ahlakı ile ahlaklanabilmek ve bereketinden istifade etmek için Çin’de böyle bir zât bilsek koşarak oraya giderdik!” 8

Sıdkın dindeki ehemmiyetini gösterecek olan bir husus, onun zıddı olan “kizb”in dindeki yeridir. Çünkü eşya, zıtları ile bilinir. Feylesof müfessirimiz Râzi’nin de dediği üzere, “iki zıttan biri ne kadar erzelse mukabili de o kadar eşreftir.” 9 Yine Râzi’ye göre, imanın bir tasdikten ibaret olması sıdktaki faziletin yüceliğini anlamaya yeterlidir. Tıpkı kizbin kötülüğünü anlamak için de küfrün bir tekzipten ibaret olduğunu anlamaya yettiği gibi…” 10 Hemen belirtmek isteriz: Resulullah, günahın en ağırını bile mümin hakkında “olabilir” diye soğukkanlılıkla karşılarken 11 “yalan” ve “ihanet” karşısında şiddetle tepki göstermiş, “Olamaz!” demiştir. “Mümin, ikisi hâriç, her çeşit günaha mecbûldür; hâriç olan bu iki günah da ‘hıyânet’ ve ‘yalan’dır” 12 buyurmuş, “kul yalan söylediği zaman rahmet meleklerinin, yalanın pis kokusu sebebiyle o kuldan üç fersah uzaklaştığını” belirtmiştir. 13

Alimler, yalanın bir mümine yakıştırılmayacak kadar aşağı, rezil olan çirkinliğini, onun bütün kötülükleri peşinden getirmesiyle izah eder ve “yalanın terkiyle fevahiş [açık kötülükler] de terk edilir” der. Gazalî’ye göre “kizb, büyük günahların anasıdır,” tıpkı şarabın- bütün günahların anası olmasıgibi. 14

Kendisi Muhammedü’l-Emîn olarak, gelmiş geçmiş bütün insanlığın yegane mücessem sıdk âbidesi olan Hz. Peygamber Aleyhissalatü Vesselam, 15 hayatı boyunca şakada,mizahta bile olsa yalana yer vermemiş, kişi mizahta dahi olsa 16 yalan söylediği takdirde imanda kemale eremeyeceğini belirtmiştir.17 Sırf güldürmek maksadıyla bile yalana başvuranlara “Yazıklar olsun, yazıklar olsun!” diye tepki ve tehdît ifade etmiştir. 18 Ashap, Resulullah’ın en çok nefret ettiği huyun “yalan” olduğunu belirtir. 19

İslam’ın yalandan, verilen söze uymamaktan kaçma hususundaki hassasiyetini göstermek için Huzeyfetubnu’l-Yeman’la ilgili bir vak’a, dikkat çekici bir vefa örneği olarak burada hatırlatmaya değer: Bedir Savaşına katılmayışının sebebini Huzeyfe (radiyallahu anh) şöyle anlatıyor:

Ben ve babam Huseyl, Mekke’den çıkmıştık. Bizi Kureyşli kafirler yakaladı ve ‘Siz Muhammed’in yanına gitmek istiyorsunuz!’ dediler. Biz, ‘Hayır, sadece Medîne’ye gitmek istiyoruz’ dedik. Bunun üzerine biz de Allah adına yemin ederek, Müslümanlarla bir olup savaşa iştirak etmeyeceğimize söz verdik. Medine’ye varınca Resulullah’a gidip durumu anlattık. Bize ‘Siz savaşa iştirak etmeyin. Biz onlara verilen ahde vefa gösterir, şerlerine karşı Allah’tan yardım isteriz’ dedi.” 20

Resulullah’a göre, insanî kemâlin yolu doğruluktan geçmektedir: İbnu Abbas’tan gelen rivayete göre, Aleyhissalatu Vesselam’a “kemâl”den sorulunca “Doğru konuşmak ve doğrulukla iş yapmak” diye cevap verir. 21 Keza kişiyi aşağılara atan da yalandır: “Kişi, yalan söyleyince kalbinde siyah bir leke peyda olur. Yalana niyete ve yalan söylemeye devam ettikçe büyüyen bu leke, güngelir kalbi tamamen kaplar ve simsiyah eder. Böylece kul, Allah nezdinde yalancılar arasına yazılır!”22

Netice olarak, cennetin yolu sıdktan, cehennemin yolu da kizbten geçmektedir: “Sıdk [doğruluk] iyiliğe, iyilik ise cennete ulaştırır. İnsan, sadakatiyle Allah katında sıddîklar arasında yazılır. Yalancılık kötülüğe götürür, kötülük de cehenneme iletir. Kişi, yalan söylemekle Allah katında yalancılardan sayılır.23

Hz. Nuh Aleyhisselam’dan sonra her peygamberin, kendi ümmetine haber verip uyardığı, 24 insanlığın en büyük fitnesini hâsıl edecek kimsenin “Deccâl” olarak tavsif edilmiş olması, konumuzu ilgilendirir. Çünkü Deccâl, lügat açısından mübalağa sigası ile hakkı örten, yani “yalancı” demektir. Demek ki, ahir zamanda hep yalan ve iftirayla yol alan bir zümre, insanlığa bir surette hâkim olacak, çok büyük mânevî tahribatlar yapacaktır. İnsanlığı nihâî helakete götürecek bu kezzâbiyet rejimine, hadislerde Deccâl fitnesi olarak ısrarla, tekrarla dikkat çekilmesi, ibretli bir durumdur. Yalanın, İslam’a ne kadar zıt düştüğünün bir başka delilidir.

Hz. Peygamber’in hayatı yakînen incelendiği zaman, 63 yıllık ömründe, en tehlikeli en kritik anlarda dahi bir kerecik bile olsa yalana yer vermediği görülür. Çok sıkıştığı anlarda ya hiç konuşmamış -Mekkelilerce bozulan Hudeybiye Sulhünü yenilemek üzere Medine’ye gelen Ebu Süfyân’a böyle davranmıştır- yahut birçok mânaya gelebilecek kapalı ifadeye yer vermiş, illa konuşması gerekmişse bütün riskini göze alarak gerçeği söylemekten çekinmemiştir. Bunun en güzel örneği, Mekke döneminde, müşrik saldırılara karşı, kendisini -cahiliye devrinin ailevi şeref duygusuyla- himaye eden amcası Ebu Tâlib’in ölümü üzerine cereyan etti: Ebu Tâlib’ten sonra Abdu’l-Menaf oğullarının reisliği, Müslümanların azılı düşmanı Ebu Leheb’e geçmişti. Ebu Leheb, aynı câhiliye duygusuyla Hz. Peygamber’i himaye edince, bundan memnun kalmayan Ebu Cehil ve başkaları, Ebu Leheb’i görerek, “Muhammed’e, -son nefesini ‘Atalarımın dini üzerineyim‘ diyerek veren- Ebu Tâlib’in ahiretteki yerini (cennet mi, cehennem mi?) sormasını” telkin ederler. O da Resulullah’a bunu sorar. “Atalarının yanında!” şeklindeki kapalı ifadeyi “cennette” şeklinde anlayan Ebu Leheb, yeterli bulursa da fitneciler, “Muhammed bunu kastetmemiştir” diyerek daha açık cevap almasını telkin ederler. Resulullah, bu sefer Mekke’de himayesiz kalma pahasına açık konuşur: “Evet o ve onun gibi ölen herkes cehenneme gider!” ve Ebu Leheb himayeyi kaldırır. Aleyhissalatu Vesselam, hayatta kalıp İslam davasını devam ettirebilmek için, himaye verecek birilerini arar ve bu maksatla Taîf’e gider vs. 25

Sıdkın kişiyi nasıl kemale ulaştırdığının en canlı örneği, Ka’b İbnu Mâliktir. Çok sıcak yaz günlerine rastlayan Tebük Seferine -Resulullah’ın, iştirak edeceklerin sayısını artırmak için çok ısrarlı ve ciddî teşviklerine rağmen- birçok münafıkla birlikte biri Ka’b İbnu Mâlik olmak üzere üç samimi mümin de meşru bir mazereti olmadığı halde katılmadılar. Sefer dönüşü, bütün münafıklar birer özür uydurarak, Resulullah’tan af talep ettiler. Aleyhissalatu Vesselam, herhangi bir tahkike yer vermeden onları bağışladı, diledikleri şekilde dualarda bulundu. Mazeret uydurmayıp kusurlarını itiraf eden samimi üç Müslüman ise “Hiç kimse selam vermeyecek, selamlarını almayacak” şeklinde bir cezalandırmaya tabi tutuldu. Elli gün devam eden bu tecrîd-ceza hadisesi onlara öylesine ağır gelmişti ki, Kur’an’ın ifadesiyle “arz, bütün genişliğine rağmen onlara daralmıştı“. So­nunda, aflarıyla ilgili vahiy geldi. Ka’b (radiyallahu anh) öyle sevinmişti ki, Allah’a şükür olarak, nesi var nesi yok -kendini sefere iştirakten alıkoyan- bütün malını tasadduk etmek istedi.

Burada hatırlatmak istediğimiz husus, onların hakkında gelen af ayeti ve Ka’b’ın bu vak’a üzerine yaptığı yorumdur. Ayette, “tövbe ettikleri için Allah’ın onların tövbelerini kabul ettiği” belirtildikten sonra, “Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve doğrularla beraber olun!” denir (9 Tevbe 117-119).

Ka’b İbnu Mâlik, bu yüce lütfun, kendilerine, doğru söylemiş olmaları sebebiyle verildiğini dile getirir: “.Şurası muhakkak ki, Allah Teâla Hazretleri, bana sıdkım sebebiyle necat [kurtuluş] verdi. Hayatta kaldığım müddetçe sıdktan ayrılmamaya söz veriyorum. Allah Teâla Hazretlerinin beni mazhar kıldığı İslam hidayetinden sonra, bana en büyük lütfu sıdkımdır, yalan söylememiş olmamdır. Şayet sıdktan ayrılsaydım helak olurdum; nitekim yalan söyleyenler hep helak oldular.” 26

Yemin kefareti

Mümin, verdiği sözde durmalı, ahdine sadakatten ayrılmamalıdır. Beşeri münasebetlerin kıvamı, sağlıklı ve verimli şekilde inkişaf ve devamı buna bağlıdır. Güven kaybolsa ne sulh antlaşmaları yapılabilir, ne ticarî ortaklıklar kurulabilir, ne saadet ve huzur getiren nikah akitleri kıyılabilir vs. İçtimaî hayatta, güven ve sevgi yerine, hiç de huzur vaat etmeyen, hep korkuya ve baskıya dayanan münasebet ağları kurulur.

Verilen sözlerde güven artırıcı bir husus, yemindir. Yemin bütün insanlığın ortak değerlerinden biridir ve bunun da sıdk ve sadakatle yakın ilgisi vardır.

İslam dini yeminlere, ahidlere uyulmasını emreder. Sadece Allah’a karşı yapılan ve nezir denen ahidler değil, insanlara karşı yapılan ve yemin denen ahidler dahi yerine getirilmelidir. Ancak, ya dinin tasvip etmediği, yerine getirdiği takdirde ferdî veya ictimaî bir kısım mazarratların hâsıl olacağı şeylere yemin edildi ise! Din, o durumda bir kolaylık sağlar: Yemin bozulacak, ama kişi bir ceza ödeyerek sadakatsizliğin, bir başka ifade ile ahde ihanet olan yalanın kötülüğünü vicdanının derinliklerinde hissedecektir!

Şu halde, Muhammedî ahlakta, ne suretle, ne sebeple, hangi gerekçe ile olursa olsun, sıdktan, sadâketten ayrılma, şahsiyetin bir surette yaralanmasıdır ve yemin kefâreti, -hakkında bir sure (Tahrîm Sûresi) inecek kadar ehemmiyet arzeden- bu mânevî yarayı telâfi çaresidir, yalana karşı vicdanı uyarı vâsıtasıdır.

Yalana cevaz mı?

İslam ulemasının, Buhari, Müslim, Tirmizî, Nesâî gibi muteber kaynaklarda gelen bazı rivayetlere dayanarak bir kısım kayıtlar altında yalan söylemeye ruhsat verdiğini görmekteyiz. Resulullah, bir Müslim rivayetinde, “İnsanlar arasında sulh sağlayan, hayır söyleyen ve hayır (sözü) götüren, yalancı değildir“27 buyurmuştur.

Müslim, Hz. Peygamber’e ait olan bu metnin arkasından, Zühri’nin şu sözünü nakleder:

“Ben, halkın ‘yalan’ dediği şeylerden sadece üçüne ruhsat verildiğini gördüm: Harp, insanların arasını düzeltme, erkeğin hanımına, hanımın da erkeğine sarfedeceği söz.”

Yine Müslim’in kaydına göre, Zühri’ye ait olan bu derç, hadisin bir veçhinde Resulullah’ın sözü olarak kaydedilmektedir.

Şârihler, Müslim’in kaydettiği bu ziyade kısımların, hadisi açıklayıcı mahiyette ilaveler olduğuna dikkat çekerler. “Üç meselede yalana cevaz”la ilgili kısmı Resulullah’a nispet eden bir rivayeti, senet ve kaynağıyla kaydeden İbnuHacer, bunu “Vehm-i Şedîd [şiddetli, fahiş bir yanılma]” olarak vasıflandırır.28

Herhalükarda, rivayetin Resulullah’a nispet edilen kısmı farklı tevil ve yoruma açık olduğu için yalana cevaz hususunda şârihler ikiye ayrılmıştır:

1- Islah maksadıyla yalanı tecviz edenler.
2- Hiçbir surette yalanı caiz görmeyenler.

Islah kastıyla yalanı tecviz edenler, “Rivayette zikri geçen üç mesele örnek olarak zikredilmiştir. Mezmum olan [kötülenen] yalan, zarara sebep olan veya maslahat bulunmayan yalandır” derler. 29

Yalanı caiz görmeyenlerden Mühelleb der ki: “Hiç kimse, kizbe mubah diyemez. Resulullah, yalanı mutlak şekilde yasaklayıp onun imanla bağdaşmayacağını haber verdi. Böyle olunca yalanın hiçbir çeşidini mubah görmek caiz değildir. Aleyhissalatu Vesselam (yukarıdaki hadisinde), insanlar arasında sulhün sağlanması için, kişinin, iki hasım taraf arasında hayırdan bildiklerini söyleme ile, onlarla ilgili olarak işittiği kötü şeyler hususunda da sükût etmeyi ve zoru kolaylaştırma, uzak görüleni olabilir kılmayı vaat etme hususunda mutlak bıraktı. Bunu yaparken, fiilen olana muhalif bir şey (yani yalan) söylemeyi tecviz etmiş değildir. Çünkü Allah Teala Hazretleri ve Resulü, böylesi (bir yalanı) haram kılmıştır. Keza erkek, hanımına bazı vaatlerde ve yapıcı sözlerde bulunur. Bu asla yalan yoluyla olmaz. Çünkü yalanın hakikati, mevcut olanın hilafını söylemektir. Vaat etmek ise yerine getirilinceye kadar muteberdir. Yerine getirme işi istikbale bakar. Öyle ise bunun yalan olması söz konusu değildir. Harpte de durum aynıdır. Harp durumunda iki mânaya gelebilecek kelimelerle tevriyeli, târizli ve ihâmlı (farklı mânalar anlaşılacak şekilde) konuşup muhatabı yanlış anlamaya sevk etmek caizdir. Burada da olanın hilafına bir beyan (açık bir yalan) söz konusu değildir.” 30

Görüldüğü üzere, üç meselede yalan söylemek, halk seviyesinde, mutlak dinî bir cevaz, dahası Hz. Peygamber Aleyhissalatu Vesselam’dan gelen bir ruhsat bilindiği halde, tahkik edilince, alimlerden bazılarına dayanan bir yorum olduğu anlaşılmaktadır.

Muhammedî İslam, yalana hiçbir suretle cevaz vermemektedir. Takiyyeyi dinin temel bir doktrini haline getiren şia zümresinin yanılgısı açıktır, tevil götürmez.

II- BEDİÜZZAMAN’A GÖRE SIDK

1-Sıdk, İslamî değerlerin medarıdır

Bediüzzaman’a göre sıdk, İslam’ın pek güzel ahlakî dustürlarından biri olmakla kalmayıp aynı zamanda bütün İslami değerlerin üzerine oturduğu ana zemin, güç aldığı ana eksen durumundadır; teşbih caizse bir binanın temeli, bir makinenin motoru hükmündedir. Sıdk, İslam dininin, insanlığın, hatta içtimaî hayatın “olmazsa olmazı”dır. Kendi ifadesiyle “.İslamiyetin esası, sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemâlata îsal edici, sıdktır. Ahlak-ı âliye’nin hayatı, sıdktır. Terakkiyatın mihveri, sıdktır. Alem-i İslam’ın nizamı, sıdktır. Nev-i beşeri, Ka’be-i kemâlata îsal eden [ulaştıran], sıdktır. Ashab-ı kirâmı bütün insanlara tefevvuk ettiren [üstün kılan], sıdktır. Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalatu Vesselam’ı merâtib-i beşerîyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.” 31

Nursi’nin şu ifadesine göre de sıdk, insanda, her çeşit faziletin neşvünema bulacağı zaruri zemindir. İnsan tabiatında bu zemin oluşmazsa diğer güzel ahlaklar gelişemeyecektir. Şöyle der:

Ahlak-ı âliye ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlakı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse rüzgarlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.” 32

Said Nursi nezdinde imanla sıdk ve diğer ahlakî faziletler o kadar ayrılmaz bir bütün ki bunlardan hangisi önceliklidir, tespit bile zorlaşır. Bir başka açıklamasında -yine kendi tabiri 33 ile- insaniyet-i kübra olan İslamiyete ait bütün güzelliklerin kaynağı ve mâulhayatı olan imanla “sıdk”ın imtizacının şöyle ifade edildiğini de görmekteyiz:

Bence bir kalp ve vicdan fezâil-i İslamiye ile müzeyyen olmazsa ondan hakiki hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez.” 34

Sıdk ve Kizb

Tabiat, boşluğu sevmez; sıdk yoksa onun zıddı olan kizb [yalan] veya yalanın, farklı unvan mertebelerindeki kardeşleri vardır. Bediüzzaman şöyle der:

Riyakarlık fiili, bir nevî yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu [yapmacıklık], alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise Sâni-i Zülcelâl’in kudretine iftira etmektir. Küfür bütün envaıyla kizbtir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; şark ve garp kadar birbirinden uzak olmak lazım geliyor.” 35

Evet, onun dilinde sıdk, pek çok ahlakî düstürdan sadece biri değil, İslam’ın temel ahlakî düsturlarının nerdeyse tamamını ifade eden, onların müteradifi ve temsilcisi ve tamamlayıcısı durumunda bir mefhumdur. Bu sebeple Bediüzzaman, sıdk, sadâkat, sıddîk, ihlas, sebat, tesânüt, adalet, hatta iman ve hamiyet kelimelerini sıkça yanyana kullanır. Bu vasıflar, gerçekten hem mütelâzımdır, hem de her biri fazla zorlanmadan “sıdk”la tevil edilebilir. Şöyle ki:

“Sadakat,” kelime olarak zâten “sıdk”tan gelir. Bir bakıma “sıdk”ın gereği olan güzelliklerden, doğruluklardan hiç ayrılmamak yani verilen sözü tutmak, sıdkı amel planında sâbit tutmak manasına gelir. Sâdık, “sadâkat sahibi” demektir. Sıddîk ise sadâkati tâvizsiz, mübâlağalı şekilde yürütendir. Bunların sıdkla irtibatı açıktır. “İhlas”ı, Allah rızasını aramada sebât ve sadâkat; “sebat”ı, sıdkın gerektirdiği ve Allah’ı razı edecek ameli işlemede (veya aramada) sadâkatin devamı; “tesânüt”ü, hakkı bulma veya korumada başkalarıyla işbirliği yapmak, bir başka ifade ile sıdkın sadakate dönüşmesi için başkalarıyla dayanışma; “adalet”i, kendisi sıdk olan Kur’an’ın emrine uygun olarak hak ve hukuklara riayet; “hamiyet”i, kısaca diğergamlık yani hemcinslerimize, başkalarına karşı şefkatli alaka olarak açıklasak, bu da imana bir nevî sadakattir. Çünkü imanımız, öncelikle dindaşlarımız36 olmak üzere bütün insanlara 37 ve hatta “yaş ciğer sâhibi bütün mahlukâta(hayvanlara)” 38 karşı merhametli olmayı emretmektedir. Bu emre sadakatin en basit tezâhürü, diğergamlık ve hamiyettir.

Görüldüğü üzere Said Nursi’ye göre sıdk, ulaşılması gereken yüce hedeftir, idealdir; sadakat, yoldur, metottur, vasıtadır. Bütün güzellikler, hak, hakikat, Kur’an, ahiret, şuûnat-ı İlahiye “sıdk”tır; sıdkın yakalanması, yaşanması, hayata geçirilmesi, ondaki güzelliklerin gözle görülür hale getirilmesi de sadâkatledir. Bunu gerçekleştirebilen, derecesine göre sâdık ve sıddîktir.

2-Dava Adamı ve Sıdk

Bize göre Said Nursi, üç temel sebeple sıdka bu öncelikli yeri veriyor. Bu sebeplere geçmeden önce hemen kaydedelim ki, daha önce de belirttiğimiz üzere, Kur’an ve hadis, sıdka öncelikli bir değer vermektedir. Nursi bir mümin olarak buna uymak zorundadır. Ancak bir alim olarak da sıdka verilen bu önceliği aklî bir açıklamaya kavuşturmalıdır. Şu halde bu açıdan üç hususa dikkat çekebiliriz:

Birincisi: İnsan fıtratıyla ilgilidir. Ona göre, insan mükerrem bir fıtratta yaratıldığı için cevheri ve özü gereği daima hakkı ve doğruyu arar, batıla müşteri olmaz. “Batıl ve dalâl ise hakkı arıyorken haberi olmadan eline düşer.” 39 Yani insan bâtıla, batıl olduğu için müşteri olmaz. Öyleyse, insanlara, hak olan İslam’ı götürmeyi kendine dava edinen bir kimsenin, hakkı, sıdkı esas alması gerekir.

İkincisi: Bir yönüyle sıdk olan hakkın tabiatıyla ilgilidir. Nursi’ye göre hak galebe çalıcıdır, hakka galebe çalınamaz. Bâtılın hakka galabesi, bizzat değil, hak bir vasıta sebebiyledir ve o da geçici bir galebedir. 40 Hedefine meşru olmayan bir yolla giden, maksudunun zıddıyla ceza görür. 41 Şu halde sıdkı esas almak onun için başarı yolunda kaçınılmaz bir metottur.

Üçüncüsü: İslam’ın tabiatıyla ilgilidir. Yine Nursi’ye göre İslam’ın doğruluğunu ispatlayan delil öncelikle sıdktır. Çünkü, özü “tevhid,” “risalet,” “ahiret” ve “adalet”ten ibaret olan dinin 42 doğruluğunu ispatlayıcı deliller üç çeşittir:

1-Ya aklîdir!
2-Ya naklîdir!
3-Ya da her ikisidir.

Nakli delil: Kur’an ve hadistir. Kendisi nakil olan din, sadece naklî delile dayansa devir gerekir, bu ise muhaldir. Öyleyse caiz değildir. (Devirden maksat tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar tarzında delil getirmedir.

Bu sebeple naklî delillerin sıhhati, nübüvvetin sıhhat ve sıdkına bağlıdır. Sıdk delili aklîdir. Şayet nübüvvet de naklî delile dayansa yine devir gerekir, muhal lazım gelir. Kur’an, nübüvvet ve tevhîdi aklî delillerle ispat eder. Haşirle ilgili meselelerin hem aklî, hem naklî delillerle ispatı sahihtir. 43

3-Hz. Peygamber’in Sıdkının Delilleri

Görüldüğü üzere, dinin getirdiği bütün meselelerin doğruluğunun ispatı bir şeye bağlı: Hz. Peygamber’in sıdkı, doğru sözlülüğü. Bu ispatlanırsa onun her getirdiğinin doğru olduğu sâbitleşecektir. Bundan dolayı Said Nursi, Hz. Peygamber’in sıdkı üzerine geniş açıklamalar, tahliller yapar.

Mühim Not

Bediüzzaman’ın bu sadetteki tahlillerine geçmezden önce bir noktayı belirtmemiz gerekir. İnsanları, İslam’ın hakkaniyeti hususunda ikna etmeyi hayat gayesi yapan Bediüzzaman, ele aldığı meseleleri daima aklî açıklamalara kavuşturur ve buna öncelikli bir ehemmiyet atfeder. Çünkü o, şu kanaattedir:

Geçmiş devirlerde insanlık hissiyata tâbi ve bir kısım ruhanîlerin, imamların (önderlerin) taklîtçisi durumunda idiyse de gelecek asırlarda bir derece münevver olan fikirler, yani akıl, hâkim olacaktır.” 44 Bu düşüncesi Hutbe-i Şamiye’de daha açık olarak şöyle dile getirilmiştir:

Biz Kur’an şâkirtleri olan Müslümanlar, bürhana tabi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-ı îmaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efratları gibi ruhbanları taklît için burhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı akliye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’an hükmedecek.” 45

Bu sebeple, her bir meselenin aklî delillerini de göstermeyi, eserlerinde öncelikli, sistemli bir düstur kılmıştır. Said Nursi, istikballe ilgili buümidini,eserlerinde, bidayetten itibarendeğişik üsluplarlatekrar edecektir:

“Asıl insaniyet-i kübra olan İslamiyet, sema-i müstakbelde ve Asya’nın cinânı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşân (nur-saçan) olacaktır.”46

Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada İslam’ın sadası olacaktır.”47 “İ’la-yı kelimetullah bayrağı olan hilal-yıldız bayrağı teâli edecek, eski şevketini bulacak inşaallah.“48

4-Hz. Peygamber ve Sıdkı

Said Nursi’ye göre, sıdk kelimesiyle özetlenen, “sadakat,” “emanet,” “ahde vefa,” “güven” gibi meziyetlerin güzelliğinin en mühim delili Hz. Peygamberdir. Çünkü Aleyhissalatu Vesselam’ı sahip olduğu yüce makama çıkaran, davasını insanlara benimseten vasıta öncelikle onun sıdkıdır. Bir ayeti tefsir sadedinde o, şöyle der:

“Bu zatın tam 40 yaşının başında iken yaptığı o inkılab-ı azîmi, âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celp ve cezp ettiren o zâtın (aleyhissalatu vesselam), evvel ve âhir (yani gerek çocukluğundan peygamberliğine ve gerekse daha sonra) herkesçe malum olan, sıdk ve emâneti idi. Demek o zatın (aleyhissalatu vesselâm) sıdk ve emaneti, dava-yı nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuştur”. 49

Hemen belirtmek isteriz: Bediüzzaman burada, Resulullah’ı, çocukluğundan itibaren el-Emîn lakabıyla şöhret-şiar kılacak kadar güzel olan ahlakına ve peygamberlik geldiği zaman, ilk alenî davetinde peygamberlik davasına delil olarak herkesçe bilinen sıdkını göstermesine işaret ediyor. 50

Bediüzzaman’a göre “sıdk” ve “kizb”in her insan üzerinde, her devirde aynı yüceltici ve alçaltıcı tesiri vardır. Öyle ki, kişinin insaniyet ve mâneviyatta ulaşacağı derece, onun sadâkat ve ihlastaki derecesine bağlıdır. Kendi ifadesiyle: “Ciddî sadakat ve samimî ihlasa muvaffak olarak, kemalatı ve hasletleri o nispette, derecelerine göre yükselmeye başlar, insaniyeti teali eder.” 51

Buna yakın bir mânada olmak üzere, Gazâli’nin şu sözünü hatırlamanın yeridir:

“Kulun Allah’a yaptığı ibadetlerin en güzeli sadâkat, en çirkini de yalancılıktır.” 52

Bediüzzaman, Resulullah’ın sıdkını farklı yaklaşımlarla aklî şekilde açıklayan tahlillere yer verir. Bunlardan, aşağıda özetleyerek kaydedeceğimiz uzunca bir pasajda Aleyhissalatü Vesselam’ın sıdkına delalet eden pek çok şeyi topluca tahlil eder:

■ Bütün semavi kitapların, suhufların desteğine mazhar olan Kur’an-ı Kerîm.

■ Kur’an’da mevcut bütün hakikatler.

■ Kur’an’ın hakkâniyetini ispat eden bütün deliller.

■ Resulullah’ın Allah’a ubudiyeti.

■ Ümmî olmasına rağmen 14 asırdan beri insanlığın en dâhileri tarafından tasdîk görmesi.

■ İmanın altı rüknü de onun sıdkına delildir.

■ Yüce ahlakı, mazhar olduğu mucizeler -ki Bediüzzaman, Resulullah’ın mucizele-riyle ilgili 123 sayfa tutan müstakil bir risale telif etmiştir (On Dokuzuncu Mektup) -kemâlatı, her bir hali- (mesela Yahudilikten ihtida eden Abdullah İbnu Selâm “Bu yüzde yalan olmaz” diyerek Müslüman olur) 53 ile Aleyhissalatü Vesselamın kendisi, kendinin sıdkına delildir.

■ Cevşenü’l-Kebir duası içindeki hakikatler.

■ İrhâsât denen, Hz. Peygamber’in peygamberliğinden önce, onunla ilgili olarak vukua gelen hâdiseler.

■ Vefatından sonra vukûa geleceğini haber verdiği hadiselerin vukua gelmesi.

■ Ümmette yetişen büyük velilerin ve âlimlerin ilimlerine ve keşiflerine dayanarak onu teyitleri.

■ Resulullah’ı gören Ashab’ın eski hayatlarını değiştirip, insanlığa üstâd olma derecelerine çıkmaları, Hz. Peygamber’e olan eski tavırlarını değiştirmeleri, samimi tasdikleri.

■ Müçtehitler, imamlar, İbni Sina gibi feylesoflar, allâmeler ve ehli tahkikin şahadetleri.

■ Aktap denen, en derin ehl-i tahkikin tasdikleri.

■ Geçmiş zamanın namdarlarının başta enbiya olarak, ârifler, kâhinler, hâtiflerin Muhammed’in geleceğine dair ihbarları.

■ Cenab-ı Hakk’ın icraat-ı rububiyyeti ve ef’âl-i rahimiyeti cihetinde, Risalet-i Muhammediye’ye mukaddes şehadeti. 54

Böylece, Hz. Muhammed’in risaletinin sıdkı ve doğruluğu aklî ve naklî delillerle sabit olunca, kendisi de getirdiği şeriat’ın sıhhatine, doğruluğuna, hakkaniyetine delil olur.

Mesela, haşrin yani ahiretin varlığını ispat sadedinde, sözgelimi 65 sayfa tutan Onuncu Söz’de aklî deliller serdeden Bediüzzaman, bir açıdan akli, bir başka açıdan nakli olarak değerlendirebileceğimiz ve temelde Resulullah’ın sıdkına dayanan şu delili kaydeder:

“.Muhammed Aleyhissalatu Vesselam’ın nübüvvetine şehadet eden bütün mucizeleri ve umum delail-i nübüvveti ve sıdkının bütün hüccetleri, haşir ve ahirete dahi şehadet ederler.” 55

Diğer iman esasları, Kur’an ve muhtevasının hakkaniyeti hakkında da aynı mütâlaayı yürütebileceğimiz açıktır. Böylece bir kere daha, “sıdk”ın İslam dinindeki ehemmiyetli yeri anlaşılmış olmaktadır.

5-Allah’ın Sıdkı

Said Nursi, Allah’ın sıdkı meselesine de sıkça yer verir. Bu konu bilhassa kıyamet ve ahiretle yakından ilgili bahislerde işlenir. Çünkü kıyametin kopması, cennet ve cehennemin kurulması, cennet nimetleriyle ilgili tasvirler imanca zayıf kimselerin kabullenip ikrarda zorlanacağı bahislerdir. Her gün çevremizde temaşa ettiğimiz hâdisat, hadisattaki akla durgunluk veren intizam ve gayelilik, dakiklik gibi pek çok vukuat misal gösterilerek, Allah’ın kudreti, ilmi, iradesi, rahmeti vs. hatırlatılır ve “hakkında hulfu’l-va’d [verdiği sözden dönme] muhal olan Cenab’ı Hakkın vâd ettiği, Kur’an’da haber verdiği her şeyi yapacağı sonucunu çıkarır. Bu konuda bu kısa hatırlatma ile yetinerek, Allah’ın sıdkına, tabiatı delil olarak gösteren bir cümlesini kaydediyoruz: “. Ey münkir! Bilir misin ki: Küfür ve inkarın kendi yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik edip, hiçbir veçhile hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir veçhile hilaf; O’nun izzetine, haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen şeyler ve işler; sıdkına ve hakkaniyetine şehadet eden bir Zât’ı tekzib ediyorsun! Nihayetsiz küçüklük içinde nihayetsiz büyük cinayet işliyorsun!.. ” 56

6- Ashab ve Sıdk

Risalet-i Muhammediyeyi sıdk düstüru ile aklî bir izah ve ispata kavuşturan Nursi, İslam’ın ikinci kaynağı olan “hadîs”e güven meselesinde mühim bir esas olan “sahâbîlerin adâleti”nin de naklî değil aklî olduğunu söyler 57 ve bunu sıdk düsturundan hareketle izah ve isbât eder. Bu düstûru, Nursi, “Ümmet: ‘Sahâbeler umumen âdildir, doğru söylerler’ diye ittifak etmişler” 58 diye sunar. Ümmetin, sahabîlerin en âmisine dahi, fazilette Muhyiddîn-i Arabî gibi hârika zatların bile yetişemeyeceği hükmünü hayretle karşılasa da, 59 yaptığı tahkikle onaylar ve bunda sıdk delilinden çokça istifade eder.

Hemen belirtelim ki, Ehl-i Sünnet’in sahâbenin adaleti hususundaki icması, onlar hakkında masumiyet iddiası manasına gelmez. Bunu, “Dine giren meselelerde yalana yer vermezler, hepsi güven sâhibidirler [udûldür]” diye anlamak gerekir. 60 İşte Bediüzzaman, hadis ilmine ait bu düsturu, sıdk şe’niyetine dayanarak aklîleştirir ve açıklığa kavuşturur. Şöyle ki:

27. Söz’ün gerek içtihat bahsinin sonlarında gerekse sahabe ile ilgili bahsinde, Hutbe-i Şâmiye’de ve başka yerlerde tekrar tekrar, veciz veya tafsilli açıklamalarla ele alır, hepsinde de sıdk zeminine oturan aklî açıklamalar örgüsünü inşa eder. Bu bahislerde ana fikirler şunlardır:

1- Hz. Peygamber’in gerçekleştirdiği sıdka dayalı inkılap pek dikkat çekici olmuştur.

2- Bu inkılap, sıdkın bütün güzelliğini bütün parlaklığıyla, yalanın da bütün çirkinliğini en menfur şekliyle ortaya koymuştur. Sıdkla kizb arasındaki mesafe arşla ferş kadar açılmıştır.

3- İslam inkılabının, insandaki ulvî meyilleri inkişaf ettirmiş olması sebebiyle, hakka âşık, sıdka meftun durumda olan sahâbelerin, imanla küfür kadar birbirinden uzak duruma gelen kizbe müşteri olmaları mümkün değildir.

4- Onları değerlendirirken, günümüz şartlarına göre hareket etmemeliyiz. Çünkü zamanımızda sıdkla kizb omuz omuza gelmiş aralarındaki mesafe “bir parmak kadar” daralmış, 61 hatta siyasi propaganda sebebiyle yalan daha câzip hale gelmiştir.

Şimdi bunları, kendi ifadesinden, içtihat bahsinin sonundaki, oldukça veciz pasajdan takip edeceğiz. Said Nursi, orada “Sahabeler de insandır, hatadan hâlî olmazlar. Ahkam-ı şeriatın medarı [dayanağı] sahabelerin adaleti ve sıdkıdır?” şeklindeki soruya şu veciz cevabı verir:

“Evet, sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka âşık, sıdka müştak, adâlete hâhişger dirler [istekli]. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesâfe, Arş’tan ferşe kadar açılmış, esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzâb’ın derekesinden a’la-yı illiyyînde olan Hz. Peygamber Aleyhissalatü Vesselam’ın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür.

“Evet, Müseylime’yi esfel-i sâfîlîne düşüren kizb olduğu gibi Muhammedü’l-Emin Aleyhissalatü Vesselam’ı a’la-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.”

“Halbuki şu zamanda sıdk ve kizbin ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, âdeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana [geçmek] pek kolay gidiliyor. Hatta siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkanda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası o dükkancının mârifetine ve sözüne itimat edip, körü körüne alınmaz.” 62

İslam inkılabının ortaya koyduğu içtimaî havanın terbiyesi ile yetişen, bu sebeple “hakperest ve ciddî ve doğru adam olan” 63 sahabelerin “sıdk ve doğruluk için can ve mal ve peder ve vâlidelerini ve kavim ve kabîlelerini feda edip sıdk ve hak için fedaî olduklarını” 64 belirten Bediüzzaman, ashab hakkında hüküm verirken bugünün şartlarına göre konuşacaklara şu ikazda bulunur:

“Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, sahâbenin adalet ve sıdk ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metanetlerine, takvalarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin!” 65

7- Kurtuluş Yolu Olarak Sıdk

Bediüzzaman’a göre, doğruluk [sıdk], sadece iman ve İslamımızın kemali, Allah’ın rızası, bir başka ifade ile uhrevî saadetimiz için gerekli bir haslet değildir. Dünyamızın kurtuluşu, İslam dünyasının sahil-i selamete çıkabilmesi için de gereklidir, zaruridir. Bunu görmek için bu sadette kendisine sorulan sorulara verdiği cevapları görelim:

S- Her şeyden önce bize lazım olan nedir?
C- Doğruluk!

S- Daha?
C- Yalan söylememek!

S- Sonra?
C- Sıdk, ihlas sadakat, sebat, tesânüt.

S- Yalnız. (Sıdk mı?)
C- Evet!

S- Neden?
C- Küfrün mahiyeti yalandır, imanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekası iman ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır? 66

Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şâmiye’de, geri kalışımızın sebepleri ve kurtuluş çareleri üzerine yaptığı bir tahlil de onun bu görüşlerini yansıtır. Şöyle der:

“Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddî cihette kurûn-u vustâda (orta çağlarda) durduran ve tevkîf eden altı tane hastalıktır: O hastalıklar da bunlardır:

“Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

“İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyâsiyede ölmesi.

“Üçüncüsü: Adavete muhabbet.

“Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî râbıtaları bilmemek. “Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdat. “Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.” 67

Said Nursi’nin, arkadan kaydedeceği kurtuluş çarelerine geçmezden önce dikkat çekmek isteriz:

1- Geri kalış sebeplerinden biri olan “sıdkın içtimaî hayatımızdan çıkması” maddesi ikinci sırada yer almaktadır.

2- Diğer maddeler de özde, mümin kişinin kelime-i şahâdet vasıtasıyla Allah’la yaptığı itaat sözleşmesine sadakatsizlikten başka bir şey değildir. Çünkü o beş maddenin hepsi, İslam’ın emir ve yasakları arasında yer alır.

3- Dikkatimizi çeken üçüncü bir husus, geri kalış sebepleri olarak kaydedilen bu altı maddenin altısı da manevî ve ahlâkî hususlardır. Maddî sebep zikredilmemektedir. İslam âleminin, hususan Osmanlıların çöküşünde hep maddî sebepler arayan nice tarihçi ve sosyologlara aykırı olsa da, başa gelen musibetleri “kendinde” 68 ve “mânevî eksikliklerde” aramayı irşat eden Kur’anî 69 ruha uygundur.

Bediüzzaman, bu altı hastalığın tedavisini, Kur’an’ın eczahane-i kutsiyesinden aldığı altı kelimelik devada bulur: 1. Kelime: el-Emel, 2. Kelime: Ye’sin öldürülmesi, 3. Kelime: Sıdkın ihyası, 4. Kelime: Muhabbetin tesisi, 5. Kelime: Bencilliğin atılıp hamiyet-i İslamiyenin uyandırılması, 6-Kelime: Meşveret-i şeriyyenin sağlanması. 70

Said Nursi, imanla-küfür kadar birbirinden uzak gördüğü sıdk’la “kizb”in omuz omuza verecek kadar birbirine yaklaşmaları, “hatta siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık doğruluğa tercih edilerek” 71 insanları alçaltmış olması sebebiyle “Euzubillahi mineşşeytani vessiyaseti” diyerek siyaseti terk ettiğini belirtir. 72

8-Hizmette Sıdk ve Sadakat

Gerçek İslam’ın ihyası gibi yüce bir gaye ile yola çıkıp, bu maksatla cemiyette bir hareket başlatmak gayretinde olan Nursi’nin hizmet programında İslam’ın en temel esaslarından olan sıdk ve sadâkatin, öncelikli bir değer olarak yer alacağı açıktır. Nitekim, hizmete dâhil olanlara daima sıdkı ve doğruluğu tavsiye etmiş ve sadakatten ayrılmamaları için mütemadiyen uyarmıştır.

Müslümanlara,herşeyden öncesadakatinlâzım olduğunu73söyleyenNursi,mükerrerseferler temasettiği:her bir nur talebesinin diğerlerinin sevabına iştirak etme şansının da sadâkate bağlı olduğunu belirtir. 74

Bu sadetteki bir ifadesi aynen şöyle:

“(Nur talebesi unvanını alan herkes) …her 24 saatte benim lisanımla belki 100 defa, bazen daha ziyade hayırlı dualarımda ve mânevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber; benim gibi dua eden kıymettar binler kardeşlerin ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.” 75

Öyle ki, mesela “Risale-i Nur’un sâdık şâkirtlerinden birisi, Leyle-i Kadr’in hakikatini ve Ramazan’ın yüksek mertebesini kazansa, umum hakiki sâdık şâkirtler sâhip ve hissedar olmak vüs’at-ı rahmet-i ilahîyeden çok kuvvetli ümitvârız” der. 76

Bu manevi kazanca zaman zaman telmihte bulunan Bediüzzaman, dâva yolunda karşılaşılacak sıkıntılar karşısında “Bu dairenin verdiği bütün neticelere mukabil sarsılmaz bir sadakat ve kırılmaz bir metanet.” talep eder. 77

Bediüzzaman, hizmetin en mühim düsturlarından biri olarak, talebelerinden azami sadâkat talep etmekle beraber, taktik planında bunun da yeterli olmayacağına dikkat çeker ve en azından kendini bu noktada görerek ucub ve rehavete düşeceklere çok usturuplu bir uyarıda bulunur: “Arkadaşlarımızdan metîn kalbli, sadakati kuvvetli, niyeti ihlaslı, himmeti âli (birini) gördükleri vakit başka noktalardan hücûm ederler, şöyle ki.”78

Devamında, İslam düşmanlarının sadakati yerinde olanları bile, insandaki mevki, makam ve maddeye karşı zaaf, enaniyet, lükse düşkünlük gibi bazı beşerî zaaflardan istifade cihetine giderek iğfal etme gayretine düşeceklerini belirtir.

Bir kısım talebelerine yaptığı iltifat ve takdirleri, onların sadakat derecelerini izhar edecek şekildedir. Bu cümleden olarak Ispartalı talebelerin sadakatte önceliği vardır. Bir mektubunda Bediüzzaman “İsparta şakirtlerinin sebatta ve sadakatte her yere fâik olduklarını” belirtir. 79 Nitekim “sekiz yıl sadakatli hizmeti” sebebiyle 80 her seferinde sıddık vasfıyla anılan Barlalı merhum Sıddık Süleyman da Ispartalıdır ve risalelerde bu unvanıyla birlikte sıkça anılır. Said Nursi onunla sâdece Barla’nın değil Isparta vilayetinin iftihar etmesi gereğine dikkat çeker. 81 “Sadakatte Süleyman’dan geri kalmayan Mustafa Çavuş, Muhacir Hâfiz Ahmet,” 82 “sadakatte namdar Süleyman Rüştü” 83 “sıdk”a nispet edilen diğerlerin-dendir.

Talebelerine yazdığı mektuplarda hitap cümlesi olarak, çok nadir istisnalar dışında, her seferinde “Aziz sıddık kardeşlerim” tabirini kullanır. Bunun, sadece bir hitap formülü olarak kalmayıp “sıdk”ı ve “sadakat”ı hatırlatıcı ve telkin edici bir hizmet de göreceği açıktır.

Bediüzzaman, dualarında, lahika dediği mektuplarda Allah’tan sıdk ve sadakat talep ettiği gibi, 84 talebelerinden de ısrarla sıdk ve sadakat talep eder. Bu cümleden olarak bir mektubunda “(Bana) haddimden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ile müfritâne âli makam vermek yerine fevkalâde sadâkat ve sebat ve müfritâne irtibat ve ihlas lâzımdır” dediğini görmekteyiz. 85

O, talebelerinden öylesine sadakat ve sebat ve gayret istiyor ki, sanki bütün gayretlerinin hedefi, hayatının gayesi budur. Bunu gerçekleştirdiği takdirde, ömrünü verdiği davasında gayeye ulaşmış olarak, artık hayata elveda diyebilecek ve gözü de arkada kalmayacaktır: “Ben hizmet-i Kur’âniyedeki tam sadakat ve gayret ve sebat ve metanetinizi gördükten sonra, tam bir istirahat-ı kalble mevti ve eceli kabul eder, ‘Arkamda siz varsınız yeter’ diyerek dünyadan sürurla vedaya hazırım.” 86

Hizmette sadakatin ehemmiyetini belirtme sadedinde, risalelerde sadakatten ayrılanların uğradıkları dünyevi ve uhrevî zararlara da zaman zaman dikkat çektiğini, bir surette sadakatten ayrılanların, sadâkatsizliğin derecesine ve hiyanetin nispetine göre “şefkatli” veya “şefkatsiz” tokat yiyenlerden örnekler verdiğini 87 belirtmemiz gerekir.

Said Nursi, hizmete girenlerin, basit gibi görünen tavırlarla sadâkat meselesinde düşülebilecek hatalara, zihinlerden çıkmayacak bir teşbihle uyarıda bulunur. Dünyevî bir makam düşüncesiyle, ehl-i ilhâda “Kalbimiz Üstad ile beraberdir” diyerek taviz verenlerin kötü maksatlara alet edilip kullanılacaklarını belirtir.

Bediüzzaman’ın, talebelerinde sıdk ve sadakate son derece ehemmiyet vermekle birlikte, ilcaat-ı zamaniye ve artan kanunsuz baskılar, zulümler sebebiyle sadakati koruyamayanlara karşı yakınlarına anlayış tavsiye ettiğini de belirtmeliyiz: “Bize mağfiret et (vağfir-lenâ), bizi muvaffak kıl (veffık- lenâ)” gibi dualarda “ve sâdık nur talebelerine” ilavesindeki sâdık kelimesini çıkartır 88 ve ayrıca birbirlerini “enaniyet” ve “sadakatsizlikle” itham etmeyi yasaklar. 89

Bu noktada Nursi, daha da ileri bir tavırla ibretli bir fıkra eşliğinde: “.Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit, onu terk etmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe’nidir” 90 diyerek sıdk, sadakat, sâdık. kelimelerine bir başka buud getirmekte ve ciddi bir hizmet taktiği vermektedir.

Bediüzzaman, kıymetini belirlemeye çalıştığı bazı şeyleri keramete nispet eder. Yani keramet sadece velayet sebebiyle verilen bir ikram-ı ilâhi değildir, “samimiyetin,” “niyet-i hâlisanın,” “samimî tesânüdün,” 91 “ihlasın” ve “sadakat”in de kerameti vardır. İhlasın ve sadâkatin kerameti “belki bazen (velayet kerametinin) daha fevkindedir” 92 ve bazı musibetler sadakat ve ihlasın bir kerameti olarak ucuz atlatılmış, yüzden bire inmiş, kubbe habbe edilmiştir. 93 Hizmetin mazhar olduğu, memnuniyet verici bir durumu “Sabri’nin sadakatinin kerameti” olarak yorumlamıştır. 94 Ayrıca hizmette “tam sadakat edenlerde, maişetindeki bereket ve kalbindeki rahat cihetinde ikramlara mazhar” olacaklarını belirtmiştir. 95

Hizmetin muvaffakiyet ve müessiriyetini zedeleyecek mahiyetteki dahili küçük bir ihtilaf karşısında izhar ettiği şiddetli tepki, bu nevi hadislerin telafisi için “sadakat”in talebinin, mevzuumuzun önemini göstermesi bakımından burada hatırlatılması gerekir. Bir mektubunda der ki: “Aziz sıddık kardeşlerim (.) Nurun iki rüknü, zâhiri birbirine nazlanmak ve teselli yerine hüzün vermek olan ehemmiyetsiz hadisenin, bu sıralarda benim kalbime verdiği azap cihetiyle, ‘Eyvah, eyvah! El-aman, el-aman! Ya Erhamerrahimin, medet! Bizi muhafaza eyle. Bizi cin ve insî şeytanların şerrinden kurtar. Kardeşlerimin kalplerini birbirine tam sadâkat ve muhabbet ve uhuvvet ve şefkatle doldur’ diye hem ruhum, hem kalbim, hem aklım feryad edip ağladılar.” 96

9-Ailede Sadakat

Dilimizde sadakat mefhumunun aileleri ilgilendiren bir yönü daha var. Said Nursi, buna da temas ettiği için, burada yer vermemiz gerekir.

Ona göre, aile hayatı her insanın “bir nevi cenneti, küçük bir dünyasıdır.”97 Aile hayatı, ebedî hayat düşüncesi uhrevi beraberlik inancına dayanmalıdır. Bu olursa âile fertleri birbirlerine “.samimi hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz. hakiki insaniyet saadeti o hanede başlar inkişafa.”98

Said Nursi’ye göre, aile hayatının saadet üzere devamında kadına daha ziyade sorumluluk düşmektedir. Çünkü o, “aile hayatında müdîr-i dâhilî olmak haysiyetiyle, kocasının bütün malına, evladına ve her şeyine muhafaza memuru olduğundan, en esaslı hasleti sadakattir, emniyettir.” 99

“Hakiki sadâkati bırakan” kadının daha dünyada iken ceza göreceğine dikkat çeken 100 Bediüzzaman, kadınlara sadakat ve emniyeti bozucu davranışlardan kaçınmalarını tavsiye eder ve şöyle der:

“Şimdi aile hayatında en mühim nokta budur ki, kadın, kocasında fenalık ve sadakatsizlik görse, o da ailesine olan sadâkat ve emniyeti bozsa, aynen askeriyedeki itaatin bozulması gibi, o aile hayatının fabrikası ziruzeber olur. Belki o kadın, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslaha çalışmalıdır ki, ebedî arkadaşını kurtarsın.” 101

Sadâkatin meşru olmayanı

Bediüzzaman’a has bir hususiyet, her duygu ve hissin menfi ve müspet yönlerini göstermek, menfi taraflarına karşı uyarmaktır.

Sadâkat de güzel bir vasıf, ama kötüye kullanılabilir. Mümin, kelime-i şehadeti söylemekle Allah’la bir akit yapmakta ve Hz. Muhammed’in getirdiği dine kayıtsız şartsız uyacağına dair bir söz vermektedir. Kur’ân’ın “ahidde bulunduğu zaman ahdini yerine getirmek” (Bakara Sûresi, 177) veya Resullulah’ın “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükredemez” 102 gibi düsturları, inanan insanı bile, Allah’ın razı olmayacağı akitlere sadâkate, -mazhar olunan hayırların gerçek sebebi Allah iken (4 Nisa Sûresi, 79)- dünyevî ve zahîri sebeplerden bilmeye sevk edebilir. Böylesi bir yanlışlığın insanı fevkalade alçaltacağına Bediüzzaman pek çok kere dikkat çeker. Birine göre, köpek, sadakatiyle meşhur olmasına rağ­men necîsülayn addedilmiştir. Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler. 103

Öyle ise “Allah’a isyanda, itaat yoktur” hadisinin de belirteceği üzere, meşru olmayan şeylerde akit yapılmamalı, cehaletle akit yapılmışsa daha önce belirtildiği şekilde kefaret ödenmeli, fakat sadık kalınmamalı. Gelen bütün hayırlar Allah’tan olduğuna göre, gerçek teşekkürü zâhiri mun’imlere [vericilere] değil, Allah’a yapılmalıdır.

Bu inceliklere riayet edilmezse, maddî ve mânevî kemâlatın miftah ve miracı olan sadakat sahibini, sadâkatte darbımesel olan kelbin, necîsu’l-ayn derekesine indirebilir.

10-Yalana Cevazın Neshi

Said Nursi’nin sıdk konusundaki telakki ve anlayışını hakkıyla kavratacak bir husus, bazı hallerde yalana verilen İslamî cevaz hususundaki tavrıdır. O, bu cevazın mensuh olduğu kesin kanaatindedir. Mecelle’de geçen “Ezmânın teğayyüriyle ahkâmın teğayyürü inkar olunmaz” 104 şeklindeki meşhur fıkıh kâidesine: “Her zamanın bir hükmü vardır. Şu zaman, bazı ihtiyarlanmış âdâtın mevtine ve neshine hükmediyor, mazarratlarının menfaatlerine olan tereccühü [zararlarının, faydalarına üstün gelmesi] idamına fetva veriyor” diyerek aynen iştirak eden Bediüzzaman, 105 bu kaideye, eserlerinde birkaç meselede müracaat edip atıfta bulunur. Bunlardan biri yalanla ilgilidir. Şöyle der:

“Amma maslahat için kizb ise zaman onu neshetmiş. Maslahat ve zaruret için bâzı âlimler ‘muvakkat’ fetvası vermişler. Bu zamanda o fetva verilmez. Çünkü o kadar suiistimal edilmiş ki yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Onun için hüküm, maslahata bina edilmez (.) maslahat dahi yalan söylemeye illet olmaz. Çünkü muayyen bir haddi yok, suiistimale müsait bir bataklıktır. Hükm-ü fetva ona bina edilmez. Öyle ise İmmâ’s-Sıdk ve immâ’s-sükût. Yani yol ikidir, üç değildir; ya doğru, ya yalan, ya sükut değildir.” 106

Bediüzzaman’ın, geçen asrın başlarında, yani 1327’de (1911) Şam’da verdiği hutbede yalanın insanlığa getirdiği musibetle ilgili şu tahlil, aktüalitesinden, güncelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, tazeliğini aynen koruyor gibi. Diyor ki: “İşte beşerin ortalıktaki dehşetli yalancılığıyla ve tezviratlarıyla emniyet-i umumiyyenin ve ruy-i zemin asayişlerinin zirüzeber olması kizble ve maslahatın sûiistimali ile olmasından 107 elbette o üçüncü yolu kapatmaya beşeri mecbur ediyor ve kat’i emir veriyor. Yoksa bu yarım asırda, gördüklerini umumî harpler ve dehşetli inkılaplar ve sukutlar ve tahribatlar, başlarına bir kıyameti koparacak. Evet, her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazen zarar verse sükût etmek. Yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa sû-i tesir eder; hak, haksızlıkta sarf olur.” 108

“Bir tane sıdk bir harman yalanları yakar, bir tane hakikat bir harman hayâlâta müreccahtır” diyen 109 Bediüzzaman, zâlim kâfirlerin aleyhte yaptıkları (yalan ve iftiraya dayalı) propagandalara, aynı silahla cevap vermeyi uygun görmez: “Ona mukâbele o yalancı silahla olmamalı, belki sıdk ve hak ile olmalı.” 110 Ve hayat boyu takip ettiği müdafaa metodunu açıklar: “Bütün hayatımda ‘en menfaatli ve en iyi hile, hilesizlik olduğu’ düstur olduğundan, bütün müdafaatımda hak ve hakikat ve sıdk ve doğruluk esasını takip ettim.” 111

Bir Sıdk Kurbanı

Sıdk ve sadakat hususunda güzel örnekler veren Risale-i Nur talebelerinden biri olan Binbaşı Âsım rahimehullah, Eskişehir Mahkemesi sırasında sorguya çekilir. Eğer doğru söylese Üstadına zarar gelecek, söylemese 40 senelik müstakimâne hayatına aykırı olarak yanlış söylemiş olacak. Risale-i Nur’dan aldığı sıdk dersi sebebiyle, böyle bir imtihana maruz kalmaktansa “Ya Rab, canımı al!” diye dua eder ve “10 dakikada teslîm-i ruh eyler” ve -Bediüzzaman’ın tabiriyle- “istikamet şehidi” olur. 112

Binbaşı Asım’ın gizlediği suç(!) ne idi diye merak edeceklere, Bediüzzaman’ın vak’ayı anlattıktan sonra kaydettiği açıklamayı aynen sunalım: “Dünyada hiçbir kanunun hata diyemeyeceği bir muavenet-i hayriyeye ve bir tasdîke hata tevehhüm edenlerin çirkin hatalarına kurban oldu. Evet, Risale-i Nur’dan tam ders alan, bir su içer gibi, kolayca, terhis tezkeresi telakki ettiği ecel şerbetini içer.”

Bir Tedaî

Aralarındaki mesafenin Resulullah döneminde Arzla-Arş kadar uzak olduğunu belirttiği sıdk ile kizbin, zaman geçtikçe aynı dükkanda aynı fiyata satılacak kadar birbirine yaklaştıklarını, hatta siyasi propagandaların sevkiyle yalanın daha muteber hale geldiğini söyleyen Said Nursi, yalan ve iftiranın tamamen meslek haline getirildiği ve hatta gazetelerde “28 Şubat sürecinden beri medya yüzde 90 yalan kustu” 113 manşetleriyle sunulan haberlerin yer aldığı son yılları yaşasaydı ne derdi, bilemiyoruz. Ancak Resulullah’ın şu hadisini hatırlayınca, hadîslerde, “insanlığın ahir zamanda yaşayacağı” ihbar edilen, “kezzâbiyet”i (yalanizim) mi oynuyoruz demekten de kendimizi alamıyoruz:

“İnsanlara,tamamen yalana dayananyıllargelecek. Oyıllarda yalancıolan tasdik edilir,doğru sözlüolan datekzîbedilir. Haine itimat edilir (kilit noktalarına getirilir), emin kimseye de (mevkiinden uzaklaştırılarak)ihanet edilir. O yıllarda kamu işleri hakkında (birinci derecede) er-Ruveybısa konuşur [Ruveybısa da nedir? diye sorulunca: ‘Âciz [zavallı] adamdır’ buyurdular].” 114

SONUÇ:

Sıdk İslam’ın öylesine olmazsa olmaz bir değeridir ki bizzat Kur’an-ı Kerim’de “iman,” “İslam,” “şeriat,” “Kur’an’ın getirdiği her şey” manalarıyla te’vil edilebilecek kullanımlara sahiptir. Sıkdın “iman” ve “İslam”la bu derece aynîleşmesi, İslam’ın sıdka verdiği ehemmiyetin açık bir göstergesidir.

Sıdk, gerek ferdî ve gerekse içtimaî hayatın huzur ve selameti, maddi ve manevî terakkileri için mühim bir esastır. Medeni hayatın pek çok münasebet ve müesseseleri, hayatîyetlerini “sıdk”tan ve “sıdk”ın uygulaması olan “sadâkatten” ve bunların hasıl edeceği güven ortamından alırlar. Bu sebepten olacak, Hz. Peygamber, en büyük günahları bile soğukkanlılıkla karşılarken, beşeriyetin semm-i kâtili olan sıdkın zıddı kizb ve hıyanete şiddetle tepki göstermiş, bunların imanla bağdaşamayacaklarını belirtmiştir. Bir İslam davetçisi olan Said Nursi nezdinde sıdkın, bunlardan başka vurgu kazanan bir yönü vardır: “Nakle dayanan İslam’ın hakkaniyetini insanlara -müminlere demiyorum- anlatma ve onları iknada yegane aklî delil olma yönü.”

Ona göre İslam’ın dört temel esasını (tevhîd, risalet, âhiret, adalet) ispatta iki çeşit delil var: Aklî olanlar, naklî olanlar. Tevhîd ve risalet muhteva olarak naklîdir. Bunların delilleri de nâkli olsa devir gerekir. Devir ise muhal olduğu için caiz olmaz, aklî delile ihtiyaç vardır.

Sıdk aklî bir delildir. Bu sebeple, naklin (dinî muhtevanın) iki kaynağı olan Resulullah ve ashabın sıdk ve sadakatleri hususunda Bediüzzaman, eserlerinde, tekrarla açıklamalar yapar, Hz. Muhammed’in hak peygamber oluşuna en büyük delilin onun sıdkı olduğunu gösterir. Hadis ilminin bir postulatı olarak, ümmetçe ittifak edilen sahabenin adaleti bahsini de sıdk düsturuyla aklî izaha kavuşturur.

İslam’ın başarısında sıdkın böylesine öncelikli yerinin ilminde ve şuurunda olan Said Nursi:

İnsanlığın, geçmiş devirlerde, hissin galebesiyle bazı ruhanilerin ve imamların [önderlerin] taklitçisi iken, istikbalde aklın galebesiyle, ehl-i tahkik yani araştırıcı olacağı kesin kanaatini taşıyan bir İslam davetçisi olması haysiyetiyle, İslam’ı müessir bir şekilde insanlara ulaştırmada, Resulullah Aleyhissalatü Vesselamın sünnetine uyarak:

■Hem ilmî bahislerde “sıdk delili”ni kullanmış,

■Hem de mücadele hayatında “sıdk”ı ve sıdkın uygulanması olan “sadâkat”i temel düstur yapmış, kendine uyan talebelerine, dava arkadaşlarına da sıdkı ve sadakati tavsiye etmiş, hak olan İslam’ın, hak olmayan metotlarla neşredilemeyeceğini ısrarla belirtmiştir. Yalana dayanan aleyhteki propagandalara yalanla değil sıdkla, doğru sözlülükle cevap verilmesi gerektiğini, “bir tane hakîkatin bir harman yalanı yakacağını” söylemiştir.

Said Nursi, yalan karşısında öylesine net ve açık bir tavır almıştır ki, bazı sahih rivayete dayanarak “maslahat” kaydıyla yalana İslam ulemasının verdiği cevazın “neshine” içtihat etmiş: “Ya doğru söyle ya sûkut et!” “Her söylediğin doğru olmalı, doğruyu söylemek zarar getirecekse sûkut etmeli!” demiştir.

** Prof. Dr. İbrahim Canan: 1940, Küçük Karapınar köyü/Konya doğumludur. İlk öğrenimini memleketinde tamamladı. Konya Erkek Lisesi (1958) mezunu. Kayseri (1962-64) ve Akşehir’de (1966-67) orta dereceli okullarda öğretmenlik yaptıktan sonra, Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesinde 1972’de başladığı öğretim üyeliği görevini aynı üniversiteye bağlı olarak kurulan İlahiyat Fakültesinde sürdürdü. Bir süre Azerbaycan Kafkas Üniversitesinde görev yaptı. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesidir. Yayınlanmış çok sayıda kitap ve makalesi bulunmaktadır.

2 İbnu Manzûr, Lisanü’l-Arab 10, 193. Bak. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi 10, 5.

3 İhya, 4, 694.

4 Bak. A.e., 494-501.

5 Râzi, Tefsir 26, 279.

6 İhya 4, 693.

7 Razi, 10, 172-173.

8 İhya, 3, 751.

9 Râzi, Tefsir, 26.280.

10 Râzi, 10, 172.

11 Buharî, Libâs 24. Cenâiz 1, Muvatta, Kelam 19, (2, 990). Bu hadislerde zina, hırsızlık, korkaklık, cimrilik’in zikri geçer.

12 Münavî, Feyzu’l-Kadîr, 6, 462-63.

13 Tirmizî, Birr 46.

14 Bak.Kütüb-iSitteMuhtasarı TercümeveŞerhi10, 5-7.

15 Hz. Peygamber’inel-Emîn oluşuylailgili teferruatiçinPeygamberimizinTebliğ Metodları(1, 250-256)adlı kitabımız görülmelidir.

16 Tirmizî,Birr 57, 1991. h. Bak;İbnuMace, Mukaddime 7, 46. h.Müsned1, 410.

17 Musnedu Ahmed 2, 252, 364.

18 Ebu Davud, Edeb88, Tirmizî, Züht 10 (2316.h.).

19 Tirmizî,Birr 46, 1974. h.

20 Müslim, Cihâd98.Nevevî,”Bu durumda verilensöze uymanınvacipolmamasına rağmen, vefasızlığınashabarasında şüyu bulmaması içinahdevefayıemretti” der. (Nevevî, Şerhu Müslim12, 144).

21 İhya4, 694.

22 Muvatta, Kelam 18.

23 İhya3, 692.

24 Buhari, Fiten 27,Müslim,Fiten 100-103.

25 Farklı örneklervekaynaklarımız içinPeygamberimizinTebliğ Metotları(1, 358-361)adlı kitabımız görülmelidir.

26 Teysirü’l-Vüsûl1, 167-168.

27 Müslim,Birr 101,Buharî,Sulh 2, Bak.Tirmizî,Birr 26,Müsned6, 403, 404, 459, 461.

28 İbnuHacer, Fethu’l-Bari 6, 228.

29 İbnuHacer, Fethu’l-Bari 6, 228.

30 Aynî,13, 269-270.

31 İşâratü’l-İ’câz,s. 91, R.N.K. c. 1, s. 1194.

32 İşaratü’l-İ’caz,Ent Ofset,İstanbul,1975, s. 128.

33 Muhakemat, s. 31, 33;Sözler,s. 333.

34 R.N.K. c. 1, s. 1941.

35 Hutbe-iŞâmiye,s. 45-46, R.N.K. c. 1, s. 1967.

36 49 Hucurat 10.

37 İbnu Mâce,Nikah 62.

38 Buharî, Müsâkât9,Mezâlim23;Müslim,Selam 153, Muvatta,Sıfatu’n-Nebî23.

39 Muhakemat, s. 110;Sözler,s. 656.

40 Sözler,s. 676-78.

41 Tuluât, s. 67.

42 Emirdağ Lahikası2, s. 93;İşaratü’l-İ’câz,s.11.

43 İşârâtü’l-İ’câz,s.163; R.N.K., s. 1242.

44 Muhakemat, s. 31.

45 Hutbe-iŞamiye,s. 27.

46 Muhakemat, s. 31.

47 Tarihçe-iHayat, s. 118.

48 Asâr-ıBediiyye, s. 679.

49 İşâratü’l-İ’caz,s. 121; R.N.K. 2, 1226.

50 Bu hususu PeygamberimizinTeblîğ Metodları adlı kitabımızda genişçe açıkladık.s. 250-261.

51 Şualar,11.Şua,s. 191; R.N.K. s. 963.

52 Gazâli, İhya4, s. 693.

53 Mektubat, s. 83.

54 Şuâlar,s. 545-556 (15.Şua’da),R.N.K. 1, s. 1126-32. Bak. Keza 7.Şua,11.Şuavs.

55 Şualar,s. 533, R.N.K. 1, s. 1120.

56 Sözler,s. 72. Bak. R.N.K: 22, 26, 35, 129.

57 Muhakemât,s. 132; R.N.K. 2, s. 2031.

58 Sözler,s. 453; R.N.K. 1, s. 214.

59 Sözler,s. 459.

60 Sahabenin adaletinden nekastedildiğinedairgeniş açıklamayı”PeygamberYıldızlarıSahabeDünyası” adlı kitabımızda bulabilirsiniz (s. 22-31).

61 Muhâkemât,s. 131, R.N.K., 2, s. 2030.

62 Sözler,s. 453; R.N.K., 1, s. 214.

63 Mektubat, s. 103; R.N.K., s. 400.

64 Mektubât,s. 103; R.N.K., s. 400.

65 Sözler,s. 459.

66 Münazarat,s.103-104.

67 Hutbe-iŞâmiye,s. 19-20.

68 42Şura Sûresi30; 13 Ra’d 11.

69 20Tâ-Hâ Sûresi124; 16 Nahl 113.

70 Hutbe-iŞâmiye,s. 20-62.

71 Sözler,27.Söz.,s. 453; R.N.K. 1, s. 214.

72 Hutbe-iŞamiye,s. 46-47.

73 Münazarat,s. 104.

74 KastamonuLahikası,s. 62-63.

75 KastamonuLahikası,s. 20.

76 KastamonuLahikası,s. 61; R.N.K., s. 1608.

77 KastamonuLahikası,s. 102.

78 Mektubâts. 399, R.N.K. 1,553.

79 KastamonuLahikasıs. 179.

80 Sözler,s. 407.

81 BarlaLahikası,s. 131.

82 A.e.aynıyer.

83 R.N.K. 1, s. 727.

84 Barla Lahikası, s. 174; R.N.K. 2, s. 1544.

85 Emirdağ Lahikası, 1, s. 72; R.N.K. 2, s. 1707.

86 Kastamonu Lahikası, s. 26; R.N.K. 2, s. 1583.

87 Mektubât, s. 314-15; Emirdağı Lahikası, 1, s. 74, Sikke-i Tasdîk-i Gaybi, s. 31-32; Lem’alar, 36-43; R.N.K. 1, s. 1584.

88 Şualar, s. 287; R.N.K. 1, s. 1014.

89 Şualar, s. 290; R.N.K., s. 1016.

90 Şualar, s. 280; R.N.K. 1, s. 1010.

91 Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 199.

92 Barla Lahikası, s. 142.

93 Şualar, s. 438.

94 Şualar, Birinci Şua, s. 605-606; R.N.K. 1, s. 835.

95 Emirdağ Lahikası, 1, s. 74; R.N.K. 2, s. 1708.

96 Şualar, s. 437; R.N.K. 1, s. 1081.

97 Lem’alar, s. 24. Lem’a, s. 190.

98 Şualar, 11. Şua, s. 194; R.N.K. 1, s. 964.

99 Lem’alar, 24. Lem’a, s. 187; R.N.K. 1, s. 688.

100 Lem’alar, 24. Lem’a , s. 191, R.N.K. 1, s. 691.

101 Lem’alar, 24. Lem’a , s. 191, R.N.K. 1, s. 690.

102 Ebu Davut, Edeb 11; Tirmîzi, Birr 3, 35; Müsned 2, 258.

103 Mesnevî, s. 66; R.N.K. s. 1305.

104 Mecelle Ahkâm-ı Adliye, Hanımlara Mahsus Matbaa, İstanbul, 1322, s. 27, 39. Kaide.

105 Münazarat, R.N.K. 2, s. 1951.

106 Hutbe-i Şamiye, s. 50.

107 11 Eylül 2001’de Amerika’da ikiz kulelerin vurulması hadisesi, ertesi günü Usame bin Ladin ve el-Kaide teşkilatına yıkıldığı halde, aradan geçen bir yıla rağmen mukni bir delil ortaya konamadı. Hadisenin sene-i devriyesinde yapılan televizyon konuşmaları, gazete tahlilleri ciddi şekilde bu hususta kuşkulu ve bunun gerçek faillerinin meçhul olduğunu söylüyorlar. Yani insanlığa ardı arkası kesilmeyecek felaketler getirecek global bir yalanla karşı karşıyayız gibi.

108 Hutbe-i Şamiye, s. 50-51.

109 Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, s. 444; Bak. Sözler (Lemâât), s. 663.

110 Tulu’at, s. 70; R.N.K. 2, s. 2338.

111 Tarihçe-i Hayat, s. 217; R.N.K. 2, 2163.

112 Tarihçe-iHayat, s. 197.

113 22.12.1999 tarihli Zaman gazetesinde Can Ataklı, bir röportajda “28 Şubat sürecinin içerisinde özellikle büyük gazete ve televizyonların yüzde 91’i yalandır; biz yazdık biz okuduk” diyor.

114 İbnu Mâce, Fiten 24, 4036. h., hadis İbnu Hibbân’a göre sahihtir.

Makale Yazarı:
Prof. Dr. İbrahim Canan

Benim Kardeşim (Şiir)

Allahın varlığına inanırsan?

Günde beş vakit namaz, kılıyorsan?

Ramazanda  orucunu, tutuyorsan?

Kalp ve gönülden, tebrikler sana…

 

Her şeyi var edeni, biliyorsan?

İşini besmeleyle, başlıyorsan?

Allaha bol bol şükür, ediyorsan?

Çok bahtiyarsın sen, ne mutlu sana…

 

Çıplak olan kızlara, bakmıyorsan?

Ağzına haram lokma, sokmuyorsan?

Yolsuzlarla arkadaş, olmuyorsan?

Çok Bahtiyarsın , ne mutlu sana…

 

Büyüklere hürmetkâr, oluyorsan?

Masumin zümresine, şefkat kârsan?

Öleceğini hiç unutmuyorsan?

Çok ça bahtiyarsın, ne mutlu sana…

 

Yaşadığın pis devri, tanıyorsan?

Ona göre uyanık yaşıyorsan?

Günahkârları, içten acıyorsan?

Senin gibi çok az, ne mutlu sana.

 

Halka işinle nasihat, edersen?

Eğer haklıya hakkını, versen?

Makbul bir hayat, ortaya sersen?

Çok kimseden tebrik, yağacak sana…

 

Ben iyiyim demekte, hiç fayda yok,

Çünkü öyle diyenlerin sayısı çok,

Halkın  övgüsüne, gözün ise tok,

O zaman tebrikler, yağacak sana.

 

Sen Nurdan hisse, alabiliyorsan?

Dershaneye sık,gidebiliyorsan?

Her gün biraz fazla, öğreniyorsan?

Alkışlar bu halle, ne mutlu sana…

 

Böylece, Rabbin rızasına erersin,

Ahrette Üstadı, görebilirsin,

Cennette tayeran, edebilirsin,

 Böylece bizlerden, tebrikler sana.

 

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.Org

Müslüman’da Bulunması Gereken “9 Özellik”

Hz. Peygamber şöyle buyurmuş: “Rabbim bana dokuz ahlâkla ahlâklanmamı, dokuz hasleti, dokuz huyu ahlâk edinmemi emrediyor.  Ben de size ey ümmetim, bu dokuz huyu ahlâk edinmenizi emrediyorum.”

Birinci haslet: “Haşyetu’llah.” Gerek vahdette, gerek kesrette Allah’dan korkacaksın.

Gerek yalnız başına kaldığında ve gerek halkın arasında, kalabalık içinde bulunurken Allah’dan korkacaksın.  

Allah korkusu… Allah’ın her yerde, her an, zaman ve mekânda hâzır ve nâzır olduğunu unutmamak. İşte bu ahlâk, bu duygu her güzelliğin başıdır. Zaten bu şuura bürünen bir kimse, Allah’a asi olamaz ki… Allah görüp duruyor; hâzırdır, nâzırdır. O’nun gördüğünü ne polis görebilir, ne jandarma görebilir ve ne başka bir kimse…

İkinci haslet: “Ve kelimetu’l-adli. ” Gerek sükûn, ferah ve huzur anlarında ve gerekse öfke ve gazap hâllerinde, daima adâletle davranacak, hakkı söyleyeceksin. 

Bu çok zordur. Zira münafıklığın alâmetlerinden birisi de, “iza hâseme fecer” yani kızdı mı taşar, haddini aşar, ağzına geleni söyler. Haddini aşar; yani adâletten uzaklaşır. Kızdırmaya gelmez, içini döker…

Üçüncü haslet: “Ve’l-kasd fi’l fakr ve’l gınâ.” Gerek zengin, gerek fakir, bolluk veya darlık hâlinde, iktisattan ayrılmayacaksın. İsraf yok. 

E canım, Allah verdi! Verdi ama, malın çoksa israf etme, boşa harcama, fakire ver, adam yetiştir. İsraf yapacak zamanda değiliz… Ne gençler var, okuyacak, âlim olacak, adam olacak.

Dördüncü haslet: “Ta’fu ammen zalemek.” Zulmedeni affedeceksin.

Müslüman kardeşlerinde sana zulmedeni, kötülüğü dokunanı affedeceksin. Sana bir zararı dokundu: “İnsandır yahu, kasden yapmaz, Müslüman Müslüman’a zulmetmez, hata etmiştir,” diyeceksin. “Allah benim sabahtan akşama kadar kaç tane hatamı affediyor!” diye düşüneceksin. Allah’ın ahlâkıyla, Resûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanmak vardı ya, işte: Sana zulmedeni affedeceksin.

Beşinci haslet: “Ve tasilu men kata’a.” Gelmeyene gideceksin.

Altıncı haslet: “Ve tu’ti men haramek.” Vermeyene vereceksin.

Yedinci haslet: “Ve en yekûne nuthuke zikran.” Konuşman zikir olacak.

Sekizinci haslet: “Ve sumtuke fikran.” Susman tefekkür olacak.

Dokuzuncu haslet: “Ve nazaratuke ibraten.” Bakışın ibret almak için olacak.

Ben, İmam Şâfii’nin “Eğer Kur’ân-ı Kerim, yalnız Ve’l-asr sûresinden ibaret olsaydı, yine yeterli olurdu, insanlığı mes’ud etmek için kâfi gelirdi,” dediğini duyduğumda,

İmam Şâfii, âyet-i kerime olarak bu sûreyi bulmuş, acaba hadis-i şeriflerin arasından hangisini seçerdi?” diye düşündüm ve bu hadisi buldum.

Eğer hakikaten bizler, bu hadise uysak, dünyada ve âhirette mes’ud ve muazzez oluruz. Uymadığımız hâlde ise fitne ve perişanlık muhakkaktır. 

Çünkü hadis-i şerifin başında Efendimiz, “Rabbim bana dokuz ahlâkla ahlâklanmamı emrediyor; ey ümmetim ben de size emrediyorum, ” buyurmuştur. 

Peygamberinin emrine uymayan, muhalif yollara giden bir ümmet fitneye uğrar, perişan olur.

Bu dokuz hasletten dört, beş ve altıncılara bilhassa dikkat edilmelidir. 

Zulmedeni affet, gelmeyene git, vermeyene ver…” 

Peygamber Efendimiz’in sîretinde gördüm: 

Seyyidina Ali’nin rivayetine göre bu üç düstur, Resûl-i ekrem’in kılıcının üzerinde yazılı imiş…

Efendimiz, “Ve buistu li ütemmime mekârime’l-ahlâk” Ben mekârim-i ahlâkı, ahlâkın en yüksek şekillerini tamamlamak için gönderildim, buyurmuşlar. 

Sahabe-i kiram, “Ma hiye mekârimu’l-ahlâk ya Resûlallah? Mekârimu’l-ahlâ k nedir, üstün ahlâki vasıflar nelerdir ya Resûlallah? diye sormuşlar. 

Efendimiz, işte bu üç kaideyi söylemişlerdir: 

Zulmedeni affet. Gelmeyene git. Vermeyene ver!..

Kötülük mü etti? Yanlışlıktır, hatadır diyeceksin.. . 

Sana gelmiyor mu? Sen ona gideceksin.. . 

İhtiyacın vardı, istedin vermedi mi? Ona lâzım olunca sen vereceksin. Elinde yoksa arayıp bulacaksın… 

Maksat: Müslüman Müslüman’dan kopmasın… Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) işte buna râzı değil.

Ali Ulvi Kurucu